En Son İzlediğiniz Film?

EO (2022)

Skolimowski severim, EO’yu da bir süredir bekliyordum. Doğrusu, beklediğime de değdi. Yanlış bilmiyorsam filmi sinemada izlemek için sadce bri haftanız var. O da bu hafta.

Film sirk sanatçısı olan bri eşeğin hayvanseverlerin baskını sonucu sirkten ve hayatından koparılması hakkında. Özlem içinde koşturup duruyor EO. Yürek paralayıcı durumlar söz konusu ama tabii Canım Kardeşim de beklemeyin.

Uzun süredir hayvan filmi izlemiyordum, iyi oldu.

6 Beğeni

Cixun Lıu’nun kaleme aldığı kitaptan uyarlama. Netflixde karşıma çıkıp duruyordu ve nedense es geçip durmuştum ama geçen bir şans verip izledim. Bazı abartı kısımları olsa da güzel bir bilimkurguydu. Bu yıl devam filmi de çıkacakmış, bakalım o nasıl olacak.


7 Beğeni

Manken düellosu sahnesi (Elbiselerini çıkartmadan donlarını çıkartmaya çalışıyorlar), başroldeki abinin madenci babasının yanına dönüp “bak ben de alnımın teriyle para kazanabiliyorum” deyip sonra sanki kamera çekiyormuş gibi terli/üstsüz şekilde kazma sallaması ve manken dünyasını yöneten gizli yapılar üzerine komplo teorisyenliği yapan abi (David Dunchovny) çok iyi.

2 Beğeni

En çok güldüğüm sahneler bunlardı eheheh

1 Beğeni

Fena değildi, tavsiye ederim

3 Beğeni

5190F2V9ETL.AC_SY580

Geçen gün bir Bukowski filmi izleyince (Barfly) buradan devam edeyim dedim. Factotum filmi Bukowski’nin yazdığı “Factotum” romanından uyarlama bir film. Girip kovulduğu işleri, oldukça toksit ilişkilerini, içki ve kumar hayatını anlatıyor. Bukowski’nin tarzını seven biriyseniz film akar gider ama aradığınız seyir zevki yüksek bir filmse maalesef bu aradığınız film değil. Barfly filmiyle hemen hemen aynı düzlükte olsa da aradaki monolog sahneleri ile Factotum filmini bir tık daha fazla beğendim.

Not: Romanını da en kısa zamanda okuyacağım.

5 Beğeni

Divorzio all’italiana 1961 :clapper:Pietro Germi’nin, İtalya’nın ulusal maskeli güldürüsü ile sinema dilini sentezlediği İtalyan Usulü Boşanma filmi, evliliğin kutsal olarak görüldüğü ve boşanmanın yasalarca mümkün olmadığı Sicilya’da, Sicilya insanının gelenekçiliği ve ahlaki ikiyüzlülüğüne alaycı bir eleştiri getirir. Zengin baron Ferdinando Cefalù’nun (Marcello Mastroianni) karısından boşanıp göz koyduğu yeğeni Angela’yla (Stefania Sandrelli) evlenebilmek için yasalarca yasaklanan boşanma olayını yasalardaki açıklarla meşrulaştırma çabalarını anlatıyor film.Sicilya halkının kolektif onurunun bir katili kahraman olarak görmesinin anlatıldığı mahkeme sahnesinde, halkın, evlilik, namus ve onur konularına bakışındaki hassasiyeti, savcının teatral konuşmasıyla sergileniyor. Konuşmanın abartılı bir şekilde yapılması, seyircinin, halkın bu konulara verdiği önemin ne seviyelerde olduğu duygusunu kavramasında oldukça yardımcı oluyor.Germi, faşist diktatoryadan kalma bu yasaya sırtını dayayan erkeklerin namus kavramı altında işlediği cinayetleri beyazperdeye aktarırken, aynı erkeklerin cinsel ilişki açlığını da yansıtarak toplumdaki cinsel iki yüzlülüğü gözler önüne seriyor.Filmdeki önemli göndermelerden biri de İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin son bulma nedenlerinden biri olan Hıristiyan Demokratların baskılarının gösterildiği, Fellini’nin Tatlı Hayat/ La Dolce Vita (1960) filminin vizyona girmesiyle kilise rahibinin insanları boykota çağırdığı sahnedir. Yönetmenin, halkın filme olan ilgisinin sadece cinsellik ve striptiz sahneleri içerdiği için olduğunu göstermesi yine onurlu, namuslu Sicilya halkının cinsel ikiyüzlülüğüne bir gönderme.Germi, kullandığı sosyolojik ve belgeselci anlatım ile bir dönemin gerçeklerini anlatırken, aynı zamanda filmin yapısı ile sentezlediği ulusal maskeli güldürü anlatımı ile de seyri zevkli bir yapımla baş başa bırakıyor bizi.




7 Beğeni

Öncesini anlatan Ekmek Arası bence çok daha güzel bir kitaptı. Çok güzel çevirisi vardı. Factotum’u o kadar sevmemiştim.

2 Beğeni

Bir süre önce “Ekmek Arası” kitabına başlamıştım, araya bir şeyler girince yarım kalmıştı. Dediğiniz gibi öncesinde onu okumak daha mantıklı… Teşekkür ederim

2 Beğeni

Film ilk çıktığı zaman sinemaya gitmeyi hep ertelemiştim ardından film sanki kara deliğe girmiş gibi yok olmuştu. Yıllar sonra internette yayınlanınca anında izledim…

İlk filmin aksine radyo sohbetleri bu filmde yok (Ara ara gösterilen sahneler dışında) Bu filmde daha çok radyodan sonraki hayatları ele alınmış. Kaan yayınevi ve fotoğrafçılığa ağırlık vermiş, Mete de plak dükkanına. Filmin müzikleri, yol görüntüleri çok hoşuma gitti ama konu bakımından bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. İlk filmi birkaç kez sıkılmadan izlemiştim ama bu filmi tekrar izleyeceğimi düşünmüyorum; ilk filmin altında kaldığını düşündüğüm için değil, tamamen ilk filmden bağımsız bir yorum. Filmi güzel müzikler ve manzara görüntülerinden oluşan, yarı müzikal bir yapım olarak beklentisiz bir şekilde izlerseniz keyif alırsınız.

4 Beğeni

Skin Deep 1989 yapımı, hoş vakit geçirilecek bir film. Ününü parlatacak bir eser yazdıktan sonra düşüşe geçen ve eskisi gibi yazamayan bir yazarın hayatını anlatıyor. Kadınlara karşı doyumsuz bir açlığı olan yazar önce eşi tarafından terk edilir, ardından alkol tüketimi artar ve iyice yazmaktan uzaklaşır. Film konusu itibari ile bana Californiacation dizisini anımsattı. Boş bir pazar gününde izlerseniz gayet keyif alırsınız.

8 Beğeni

Domicile Conjugal🎬 1970 yapımı bir François Truffaut filmi. Baisers Volés’in devamı. Jean-Pierre Léaud’un çok karakteristik, çok “kimseye benzemeyen” çok “başka yerlere ait” oyunculuğu/ doğası sanki Truffaut filmleri çekmek için yaratılmış. En güzel esprilerinden biri, kütüphaneleri olmamasına rağmen, Antoine’ın eve kocaman bir kütüphane merdiveni alması. Filmin bir kısmında öyle boş boş duran bu merdiven ilerleyen sahnelerde telefon sehpası olarak kullanılıyor. Bir de japon metresinden aldığı ufak japonca dersi: - ‘muşi muşi’ ne demek?

  • ‘moşi moşi’ o… ‘alo’ anlamında kullanılıyor.
  • peki ya ‘alo alo’ demek istediğimizde ‘moşi moşi moşi moşi’ mi dememiz gerekir?
  • … Keyifli bir komedi! :blush::clapper:
    18a182d657ffc88f558cd7726651d6ac
7 Beğeni

Babylon - Damien Chazelle

Filmi dün sinemada izledim. 3 saati aşan süresiyle uzun bir filmdi fakat sıkıcı değildi ve film aktı, kendisini izlettirdi. Filmin açılışındaki parti bölümünü görsel açıdan çok beğendim. Oldukça tatmin ediciydi.

Filmin ilk yarısı tamamlandığında “görsel açıdan güzel şeyler izliyoruz ancak bu filmin hikayesi ne?” dedim.

Filmin ikinci yarısı bir takım hikaye çabaları vardı ancak beni tatmin etmedi. Büyük bir hikaye yok açıkçası. Birden fazla küçük hikaye var, bunların toplamda bir hikayeyi oluşturduğunu düşünenler olacaktır ama beni pek tatmin etmedi açıkçası.

Görseller ve müzikler başarılı olmasına rağmen çok vasat bir filmdi benim için.

6/10

Filmi İzmir İstinye Park Renk Sineması’nda izledim. Salon hakkında söylemek istediğim şeyler var. Yazayım ki internette kayıt olarak kalsın. Muhtemelen milyar dolarlık bir yatırım, lavabolarda sıcak su akıyor, her taraf pırıl pırıl peki bu sinema salonları nedir arkadaş? Yeni ve lüks bir yer sineması iyidir diye gittik ama gitmez olaydık ya.

Abartısız söylüyorum sinema salonu büyükçe bir evin salonu kadar. Perde o kadar küçük ki, bu perdeden daha büyükleri zenginlerin yazıklarının bahçelerinde var. Projeksiyon zaten rezalet, muhtemelen 360-480p arası bir kalitede izledik. Salon kesinlikle karanlık değildi.

Hiç yakıştıramadım. İzmir’de beğendiğim tek sineme Mavibahçe IMAX salonu ama orada da 3D filmler oluyor yine 480p ve karanlık izlemek zorunda kalıyorsunuz filmi. Sinemada film izlemeyi çok seven birisi olmama rağmen zulüm haline geldi sinemaya gitmek.

9 Beğeni

Ne zaman kendimi hayatın dertlerinden soyutlamak istesem, ya da kafamı dağıtma ihtiyacı hissetsem romantik komedi izlerim. The Ugly Truth filmini tam da bu düşünceler eşliğinde açtım.

Film kısaca Mike isimli bir program sunucusunu ve onun yapımcısı Abby ile ilişkilerini anlatıyor. Mike, kadın - erkek ilişkileri hakkında acımasız gerçekleri insanlara aktaran bir program yapıyor. Abby ise bu programın “zoraki” yapımcısı ve bu gerçeklerden kaçan, “beyaz atlı prensini” bekleyen romantik bir tip. Abby, tavlamak istediği erkek için Mike’tan yardım almaya başlayınca komik olaylar silsilesi başlıyor. Film her ne kadar klişeler ile dolu olsa da kendi türünde gayet başarılı bir yapım… İlişkiler hakkında da geçerli nüanslar içeriyor. Tavsiye ederim

8 Beğeni

1800’lü yıllar, kasvetli atmosfer, Christian Bale’in başarılı bir dedektifi oynaması ve Edgar Allan Poe’nun canlandırıldığı bir film kaçar mı? Kaçmaz!

Fry isimli askeri akademi öğrencisinin öldürülmesi ve ardından gelişen garip olayları konu alıyor film. Diğer polisiye yapımların aksine bu film durağa ilerliyor ama sıkılmıyorsunuz. Gereksiz sahnelerin olmaması, karlı ve karanlık atmosfer ile film akıyor gidiyor. Christian Bale yine güzel bir iş koymuş ortaya ama Harry Melling, Edgar Allan Poe’yu bir başka canlandırmış.
Edgar Allan Poe demişken… Edgar Allan Poe’nun gençliğini izliyoruz filmde. Kafamızda yer eden depresif, mutsuz, dibe vurmuş bir Poe değil ama; genç ve daha dinamik.

Filmin sonu herkesi ters köşe yaparak şaşırtıyor (Bu son hakkında spoiler içinde birkaç kelam edeceğim) Karanlık ve karlı atmosfere yakışan durağanlığa sahip bir dedektif filmi. Kesinlikle tavsiye ediyorum.

Bundan sonrası filmin sonu ile spoiler olacak;

İnsanları şaşırtmak için filmin sonunda asıl suçlunun dedektif olduğunu söylemek, bana ucuz bir numara gibi geliyor. Korku filmlerinde insanları korkutmak için ani ses patlamaları, ekrana bir anda fırlayan yaratıklar kullanmak ne kadar ucuz bir numaraysa, bir suç - gizem filminde de asıl suçlunun dedektif çıkması o kadar ucuz bir numaradır. (Veya olayı anlatan kişinin çıkması)
Olayların hemen ardından film yavaş yavaş bizim Marquis ailesinden şüphe etmemizi sağlıyor; Lea’nın hasta olduğunu ögrenip krize girdiğini de görünce “Aha suçlu kesin bunlar” diyoruz… Çünkü öncesinden simgeler, ritüeller ve en önemlisi ölümsüzlükten bahsediliyor. Filmde bunlara ihtiyacı olan kişiler kim? Marquis ailesi!
Ama bunları öğrendiğimiz de neredeyse filmin yarısındayız daha, yani bir gizem filminde her şey çabucak ortaya çıkması insana saçma geliyor. Eminim iyi bir polisiye izleyicisi “Bunlardan şüphe etmemizi istiyorlarsa demek ki asıl suçlular bunlar değil” demiştir.
Ama filmin içinde adam akıllı şüphe edeceğimiz kimse yok, bu da insana “demek ki baya alakasız biri çıkacak” dedirtiyor insana.

Landor başarılı bir dedektif olmasına rağmen bir yabancının “cinayeti işleyen kesinlikle bir şair” demesini mantıklı buluyor ve inanıyor… Hatta ve hatta öyle bir olayda herkesten şüphe etmesi gerekirken, hakkında hiçbir şey bilmediği Poe’ya evladı gibi güvenerek “Akademinin içindeki yardımcım olacaksın” diyor. Bu aşırı güven duygusunu izlemek bana acayip çiğ geldi.

Filmin sonunda asıl suçlunun dedektif çıkacağını düşündüm mü? Hayır. Peki şaşırdım mı? Buna da hayır. Çünkü film belli bir yerden sonra katil tamamen alakasız biri çıkacak diye bas bas bağırıyordu.

Ben sanırım bu tarz filmlerde aktif olarak şüphe edeceğimiz birçok kişinin olmasını ama deliller onu gösterse de hiç şüphe etmediğimiz kişinin çıkmasını daha şaşırtıcı buluyorum. Bir başka Edgar Allan Poe filmi olan The Raven filmi mesela (İzlemediyseniz spoiler geliyor) orada asıl suçlu yayınevinde ki editör çıkıyordu. Birçok kişiden şüphe ederken, asıl suçlu her zaman orada olsa da şüphe etmiyorduk. Bu filmde olduğu gibi finalde olayları birbirine zoraki şekilde bağlayıp, dedektifi suçlu çıkarmak bana pek etkili gelmedi.

10 Beğeni

Les Yeux sans visage :clapper::performing_arts:
Jean Redon’un romanından uyarlanan ve Fransız sinemasında çok özel bir yere sahip olan Les Yeux Sans Visage, karanlık ve klostrofobik atmosferi, çarpıcı, tekinsiz ve rahatsız edici tavrıyla birçok filme ilham kaynağı olmuştur. Georges Franju imzalı filmin başrollerinde etkileyici performanslarıyla Pierre Brasseur, Alida Valli ve Juliette Mayniel yer almaktadır.Doktor Génessier, bir trafik kazasında yüzü tahrip olan kızını iyileştirmek ve eski güzel haline döndürebilmek için bu uğurda her şeyi yapacağına dair ona bir söz vermiştir. Sürekli bir maske takarak yaşayan kızına yeni bir yüz nakletmek için yardımcısı Louise’le birlikte genç kızları kaçırır ve onların yüzlerini alır. Ancak her defasında başarısızlık peşlerini bırakmaz ve hiçbir deri kızının dokularıyla uyuşmaz.

NEDEN İZLEMELİ?

  • Uzun süre aklınızdan çıkmayacak olan rahatsız edici ameliyat sahnesi için.
  • Film boyunca maske takan Christiane karakterinin yaşadığı müthiş ikilemi, hareketlerindeki mekanikliğe, maskenin ardına gizli yüzüne rağmen perdeye yansıttığı o müthiş etkiyi görebilmek için.
  • Maske kavramıyla, Vanilla Sky, La piel que habito da dahil olmak üzere, pek çok filme ilham kaynağı olduğu için.
  • Döneminin kuralları göz önüne alınacak olursa, oldukça cesur ve seçici zevklerin bütünlüğünü başarılı bir şekilde bir arada sergilediği için.
  • Yönetmen Georges Franju, filmi aslında bir “korku” filmi olarak değil, “acı, ızdırap” filmi olarak nitelendirmiştir.Filmin 1960’daki Edinburgh Film Festivali’ndeki gösterimi esnasında izleyicilerden yedisi, meşhur ameliyat sahnesinde baygınlık geçirmiştir.
    Sizi son ana kadar içine çeken unutulmaz bir film. Özellikle final sahnesi ile adalet kavramı da sorgulanıyor. Ama şöyle bir durum var; bazen adalet yerini bulsa bile herkes hak ettiğini buluyor mu yine de? Acıyı ne yazık ki dindirmiyor. Christiane ormana doğru kuş gibi ilerlerken özgürlüğü ölümle istiyor. :clapper:
9 Beğeni

Olayların hızlı gelişnesi doğal bence. Zaten film 2 saat 10 dakika. 1 saat 30 dakika olsaydı size daha çok hak verebilirdim.

Dedektifin işlediği cinayetlere kılıf çıkması da filmin ilerlemesi için olması gereken şeydi ve tilin gizlenmesi için de mükemmel bir perdeydi. Dedektif de bunu bilerek hem çevresini hem de bizleri farklı kişilerin üzerine saldı diyebilirim.

Aslında katilin farklı biri olduğunu Lea’nın abisinin canlı birinin kalbini sökmesi gerektiğinde anlayabilirdik. Çünkü tereddüt ediyor ve geciktirebildiği kadar geciktiriyor işi. Tabi bunu o an anlayamıyoruz.

Kısacası bu tarz kitap ve filmleri yalamış yutmuş kişiler için katilin dedektif çıkması klişe ve ucuz olabilir ama fazla izlemeyebleri ve okumayanları oldukça etkileyecektir. :slight_smile:

3 Beğeni

Babylon’u izledim. Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden birisi. Sanırım Margot Robbie’nin en iyi filmi. Lakin ben bu oyuncudan çok sıkıldım. Keşke baştaki sahnede Margot olsaydı da geri kanında Phoebe Tonkin’i izleseydim. Neyse ben aşağıdaki gifden devam edeyim. :heart_eyes:

:star: :star: :star: :star:

2 Beğeni

4 Beğeni

Merhaba, filmi beğendiniz mi ? Bu filme karşı beklentilerim çok yüksek, korkuyorum karşılanmazsa diye :smile:

4 Beğeni