Geçmiş İncelemeler, part 3.
Pierre Boulle - Maymunlar Gezegeni
Beş filmlik ilk seri, bir yeniden çevrim ve dördüncüsü yolda bir prequel üçleme ile perdede 5, edebiyatta 60 yılı devirmiş bir eser Planet of the Apes. Kitapla uyarlama arasındaki 5 yıl, yazarın bir diğer incisi Kwai Köprüsü’nde de vardır (1952-1957). Filmlere -özellikle ilk seride 1. ve 3. (Escape) film ile prequel seride ilk 2 film- bayılan bir sinefil olarak, kitabın yeni bir tat sunamayacağından endişeliydim ancak sayfalar ilerledikçe bu endişe yerini meraka ve tatmin duygusuna bıraktı. Bunda çevirmen S. İpek Ortaer Montanari’nin akıcı dilinin etkisi büyük. Editoryal hatalar ve kimi çatı bozuklukları göz ardı edildiğinde, İthaki çıtası için başarısı yüksek bir iş. Peki ne bekliyor bizi kitapta? Bunu 10 filmlik seride kullanılan sahnelere göre anlatacağım. Maymunları ilk gördüğümüz sahne -ki yaklaşık kitabın ikinci çeyreğinin başları oluyor- ormanda bir av partisi ve amaç deneyler için insan toplamak. Bu, prequel üçlemenin ortanca ayağı "Dawn"da geyik avına tekabül ediyor. Deneklerden birinin ilk uyanışı anlattığı bölümde, maymunların evvela emre karşı gelerek “hayır” demesi, ilk üçlemenin TV için çekilen son iki filminde de görülse de, daha çok ilk prequel film "Rise"ta karşımıza çıkıyor. Ve kitabın -bonus kapanışı saymazsak- finalindeki karşılama komitesi ise sadece Tim Burton’un yeniden çevriminde kullanılmış. Lincoln heykeli tabii ki ilk filmdeki “diğer” heykel gibi perdeye özgü. Diğer farkların başında, Nova’nın hamileliği yer alıyor. Bu yan hikayenin sonlanışı ise, aslında tersi yönde bir hikayelemeyle bizi ilk serinin ortanca filmi "Escape"ye götürüyor. Yani her film kitaptan bir şeyler kullanmış. Bu denli zengin bir katman var. En akılda kalıcı ortak payda bağnaz orangutan, ancak burada gerçeği bilen sinsi yaratıklar yok. Bu, muhtemelen Twilight Zone mimari Rod Serling’in parlak zekasının eseri. Burton ise bu ganimetten "Betelgeuse"yi almış (Beetlejuice). Ben bu filmi küçükken -malum meşhur sahne yüzünden- 2001 ile karıştırırdım. Her ikisini herhalde 10 yaşına gelmeden TV’de görmüştüm. Terminator serisi ile birlikte aslında insanlığın egemenliğini kendi yaratılarına, denek hayvanlarına kaybetmesi paranoyası özünde, bilimkurgunun dış uzay kümesi dışında kalan alanında, en “timeless” ve kanımca halen daha değeri bilinmemiş serisi Maymunlar Cehennemi. Bir tesadüf olarak, prequelleri aynı sene başladığı için, X-Men serisi de bir tık “light” olarak kürsüye aday sunulabilir mutant temasıyla (Magneto’nun homo superior söylemi - “biz insanları yok etmezsek onlar bizi yok edecek.”) Hal böyleyken, Frankenstein yahut Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi klasiklerden daha gerçek, daha korkunç, daha olası bir distopya bu çünkü iktidarın, erkin kaybedilmesi var ve Terminator serisinin aksine, bunda “düşük olana karşı” alınmış bir mağlubiyet, kitabın baş kişisinin “tavus kuşu dansı” ve “hayvanat bahçesi” -ki Rod Serling bu temayı da TZ’de çok iyi kullanır- ile çok iyi hissettirdiği gururun çiğnenişi, onurun ayaklar altına alınışı söz konusudur. Kitabın mizahı da filmden kat kat iyi: Zira’nın insan deneği “neredeyse” öpecekken duraksayıp “çok çirkinsin” dediği sahne, filmdeki klişe öpücükten çok daha etkili (aynısını siyah/beyaz ırk öpüşmesiyle Star Trek’te de görürüz). Zekanın, öğrenilmiş çaresizliğin gözlerden okunuşu betimlemesi yine dahice. Profesörün başına ne geldiğini alenen duymuyoruz bu arada - filmlerde lobotomi gösteriliyordu yanılmıyorsam. Bu arada, filmleri izlememiş seyirciler için, asla ve asla 2. filmin övülmesi rezilliklerine kapılmayın - değil serinin, sinema tarihinin en kötü filmlerinden biridir. Direkt atlayıp 3’ten devam edebilirsiniz. Yazarın bu geri kalmış insan topluluğu fikrini Wells’in Zaman Makinesi’nden almış olması da muhtemel - ki bu tema sıklıkla kullanıldı - kitapta da yazdığı gibi her asırda birkaç kitap çıkar, diğerleri onu taklit edip temayı çoğaltır. Kitabın övülmeye değer yanlarından biri şu ki, sinemada Fantastic Planet animasyonu Fransız elinden çıkma nadir bilimkurgulardan biri olduğu için nasıl övülüyorsa, edebiyatta da türü Amerikan boyunduruğundan çıkarıp klasik, kült bir esere dönüşmek her babayiğidin harcı değil. Maymunlara Fransızca öğretilmesi, İngilizce konuşuluyor olmaması, klişeleri yıkan cüretkar hamlelerden sadece biri. Family Guy’da Jackie Chan ve Ethan Hawke üzerinden verilen “her ırkın insanı birbirine benziyor” yabancılığını da kara mizah sosuyla finale yedirmesi takdire şayan. Nihai finalde her şeyin yaşanmış bir hikaye yerine bir maymunun hayal gücü olabileceği ihtimali de günümüzde "bir uzaylının dönem ödevi miyiz"e değin uzanan simülasyon teorilerine göz kırparak gülümsetiyor. Herhalde Philip K. Dick bugünleri görse yüzüne Glasgow gülümsemesi kondurur, sokaklarda çırılçıplak koştururdu. Sözün özü, gerek akışı gerekse bir an bile ağdalanıp aksamayan çevirisiyle çok beğendiğim bir kitap oldu. Sinemada Terminator’un gölgesinde kalmış olabilir ancak kaynaklık eden eseri sayesinde bu klasmanda bayrağı elden bırakmıyor Apes. Rhesus, Aids, Ebola derken, maymunları haber küpürlerinin ötesinde, en büyük kabuslarımızın, belki de Evrim Teorisi’ne dayanan bir aşağılık kompleksinin orta yerinde göreceğimiz günler belki de gelecektir - İsa’nın dönüşü kadar muğlak bir şey bu. Belki baskın tür yunuslar, kargalar, hatta Eddie Izzard’ın parodisindeki gibi flüt çalan sincaplar olacak. Kimbilir? Bekleyip görelim.
Arthur C. Clarke - Çocukluğun Sonu
Bizde 2001 ile tanınan Arthur C. Clarke’ın uzay temalı pek çok romanından biri olan eser, bugünden geçmişe bakıldığında hala daha eskimemiş, pek çok edebiyat, sinema ve dahi müzik eserine (Iron Maiden!) esin vermiş, sonlara kadar taşıdığı büyük gizemle bir solukta okunan bir bilim-kurgu başyapıtı. 2001 ile ortak noktaları olduğu gibi, Alex Proyas’ın Knowing yahut The Midwich Cuckoos ve ondan uyarlanan The Village of the Damned filmlerine, Weinbaum’un Mars serüvenlerine, Fantastic Four’un Kang’a dahi evrilecek şahane çocuklarına (o da Incredibles’e ilham verir) kadar uzanıyor bu bağlantılar. Pek güzel, şahane, peki roman özelinde yaratılan bu final, daha doğrusu bu final için yazıldığı belli olan şahane giriş ve gelişme sonrası olan-biten okuyucuyu tatmin edebiliyor mu?
Şeytan tasvirinin ve dahi doğmamış çocuğun anneye tesirine kadar pek çok şeyin zamandan bağımsız zihinlerimize kazınmış olması gibi üzerine daha çok gidilebilecek alanların şahane bir kurgu içinde eriyip gitmesi, tüm leziz yemeklerden sonra, paranormalin bilime eşlik etmesi gerekliliği gibi, algı kapıları kapalı olmayan okura ufuk açmayacak, aksine etkilenimini düşürecek bir tatlıyı çölde servis etmesi (dessert/desert), fqzlasını bekleyen bizlere reva mı? Bence değil, ve ne kadar iyi olursa olsun bu kitabın başyapıt sayılan türdeşlerine nazaran daha az duyulmuş olmasının yegane nedeni. Tek şaşırdığım, adam akıllı bir filminin çekilmemiş olması.
İthaki’nin bu serisine çevirmen ve editörlük bakımından yavan bulduğum için girmemiştim ancak bu kitaptaki dil gayet akıcı ve tatmin edici. Tereddütü olan varsa kenara atıp okumaya koyulabilir.,
edit: "Gözcüler"le alakalı olarak “The Day the Earth Stood Still” -ki kitabın 2 sene öncesinde çekilmiştir ve elbette sonrasında Marvel Comics "Watcher"ları yine referanslara eklenebilir.
Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya
1984 ile giriştiği amansız mücadeleyi kazanmış gibi gözüken 1931 tarihli distopya, 1946 tarihli önsözünü takiben, Huxley’in 1958’de kaleme aldığı Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret ile birlikte okununca daha çok değer kazanıyor. İçine yedirilmiş çok iyi öngörüler var fakat bütün olarak bir roman tadından ziyade (mesela bunu Kızıl Veba ile London’da almak mümkün) felsefik bir yapıt olarak değerlendirmek daha işlevsel olabilir. Çocukların kendi aralarındaki cinsel oyunları bana Pagan kültü The Wicker Man’i anımsattı. Star Wars’ın Clone Wars cumhuriyet askerleri de bu tek tip birey üretiminden esinlenmiş kurgu yaratımlardan sadece biri. Bu arada, sinema demişken, 1984’ün bu alanda rakibini alt ettiğini de söylemek lazım. Yanında Brazil ile birlikte girdiği sokak dövüşünde kazananın kim olduğunu söylemeye gerek yok. Velhasılıkelam, Huxley "Algının Kapıları"nı Jim Morrison ve pek çoklarına açmak suretiyle ilham kaynağı haline getirmiş önemli bir düşünürdür, bu sebeple “Ziyaret” kitabını daha çok beğendiğimi söylemek isterim.
Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret
Huxley’in iyi bir romancıdan ziyade gözlemleri ve tespitleri son derece güçlü bir düşünür olduğunu yazmıştım Cesur Yeni Dünya yorumumda. Bu kitapta Fromm’dan Freud’a, Skinner’dan Jefferson’a, tarihin pek çok tanığıyla beraber, özellikle WW2 ve Hitler Avrupası sonrasında şekillenen dünyaya dair Huxley’in düşündükleri, söyledikleri, pek çoğu bugün için de geçerli olan sonuçlara ulaştırıyor bizi ve kalemi -maalesef çevirmenin bunu tam manasıyla yansıtamayan ağdalı ve ruhsuz dili için aynı şeyi söyleyemeyeceğim- çok derece keyifli. Özellikle toplumbilim ile ilgiliyseniz, kitabı es geçmişseniz dahi okumanızda fayda var. Bernays anılmıyor ancak onun alanına da giriyor kitap. Propaganda, reklam, zihinlerin yönetimi vb. günümüzde de tartışılan pek çok konu geleceğe ışık olması adına masaya yatırılıyor. Kesinlikle 1931’de yazılmış romandan daha iyi, ta ki kitabın bir gün başyapıt düzeyinde bir filmi çekilene kadar.
Orhan Veli Kanık - Bütün Öyküleri
Orhan Veli’nin hepi topu 7 öyküsünden en çok “Baharın Ettikleri”, “Öğleden sonra” ve "Denize Doğru"yu beğendim, zaten son ikisi sahil fonunda geçmekte. Sıcacık dilini özlemişim garibin, iyi ki var, iyi ki hâlâ okuyoruz. Kısacık ama sıcacık bir kitap.
Can Yayınları - Lacivert Klasikler
Henry James - Son Derece Tuhaf Bir Durum
Henry James’in “aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” temalı eserlerinin bu ayağında, "Güvercinin Kanatları"ndaki gibi nefret uyandıracak karakterler yok, baş kişimizin saygı duyduğu bir rakip ve himayesi altına girdiği bir kadın mevcut; aşka tutulduğunda da kahrından öleceği bir travmaya maruz bırakılmıyor. James’in yer yer okurla konuştuğu, hızlı kurguda bırakmayı seçtiği boşluklar için okuru bilgilendirdiği, betimlemelerle ustaca örülmüş kısa öykü, tam tadında bitiyor ve damakta bıraktığı lezzet bayatlamadan dimağımıza işleniyor. Seçtiği genel temalar açısından, yazarla tanışmak için ideal bir kitap olabilir.
Barbey d’Aurevilly - Perde Arkası
Nasıl kuru bir anlatım, nasıl sıkıcı bir üslup… Kitabı kırk katıra bağlamak yerine kendi satırlarında doğramayı uygun gördüm:
“Zavallı Sibylle sizin hikayenizi istememekte neredeyse haklıymış. Gerçekten de bu akşam hayal gücünüz berbat çalışıyor.” (S.40)
D. H. Lawrence - İki Mavi Kuş
İkinci öyküde güneş çarpması sonucu memeler ve rahimler sayıklanır dururken ben de uyuyakalmışım. Yalnız bu vesileyle, yazarın TÜM ÖYKÜLERİ külliyatını Alfa/Everest veya telif süresi bitmediyse Can başta olmak üzere, yayınevlerinin basması temennimi dile getirmek isterim. Bu seçki ise olabildiğince zayıf iki hikayeyi ele almış - ki bu da bizim şanssızlığımız olmuş.
Irene Némirovsky - Don Juan’ın Karısı
50 kitaplık Lacivert Klasikler serisinden uzun süre kendi seçtiklerim dışında, yorumlara da güvenerek, alıma girmedim ancak neredeyse bedava denecek Amazon kampanyaları sonrasında tümünü kitaplığıma katmıştım. Sanıyorum ki bir düzineden azını elde tutup kalanını kütüphanemden çıkaracağım. Bu kitapta da iki öykü var - İlki mektuplarla ilerlerken ikincisi hatrımda hiçbir şey bırakmadı. Ne öykülerde ne romanlarda şu serideki kadar kopukluk yaşadığımı hatırlıyorum. Seri editörüne seçim kıstasını sormak lazım, veyahut tek kişinin mi zevkine bırakıldığını. Okuduğum kitaba dair dişe dokunur bir şeyler yazmayı özlemişken, serinin sonraki kitaplarının daha doyurucu çıkmasını umuyorum.
Arthur Conan Doyle - Kara Şato’nun Kontu
Paranormal olaylara ilgisiyle tanınan Doyle’un 3 öykülük kısa antolojisinde, sondan başa doğru, kısa bir hayalet öyküsü, ters köşe bir savaş öyküsü ve en güçlü ayağı temsil eden, Karloff’un Mumya’sını anımsatır bir romansta Tot’un Yüzüğü yer alıyor. Müzede başlayan hikaye, karşılaşmanın ardından yüzüğü arayan kadim ziyaretçinin ağzından geriye dönük anlatıyla devam ederek tam tavında sonlanıyor. İkinci öykü daha çok Bulgakov ya da Buzzati’nin tarzında bir psikolojik dönüşümü yine kahramanının (antagonistin mi diyelim) ağzından bizlere aktarıyor. Aslında bakarsanız 4 sayfalık son kısacık öykü de.
Seride okuduğum 5. kitap ve Henry James ile birlikte seçkisi tat veren iki yazardan biri oldu. Devamını merakla bekliyorum.
Lafcadio Hearn - Ölünün Sırrı
Kwaidan’dan seçme öykülerin yer aldığı bu tematik antoloji, Japon kültürünün inanışlarına mercek tutuyor; hayaletler, ölümden sonra yeniden şekillenen ruhlar, ve dahi onlardan teşekkül havasıyla resme alınmış hayali bir kent -ki alt metninde Batı etkisi altında geleneklerini yitiren bir Japonya eleştirisi görmek mümkün- bu fantastik yolculuğun duraklarında karşımıza çıkıyor. İkinci öykü Yuki-Onna’daki alicengiz oyunu Âşık Şeytan’dan fırlamış gibi. Bu kitabı okuduktan sonra Kwaidan’ı baştan sona bitirme isteği oluştu.
Grazia Deledda - Üç Erkek Kardeş
Sardunyalı yazarın kendi yöre efsanelerini kaleme aldığı öykülerde, Şeytan, Meryem Ana, aforoza uğramış köylüler vb. bir bütünün parçasını oluşturuyorlar - en iyi parça ise fantastik Doğu masallarından esinlenmiş gibi duran ve kitaba adını veren Üç Erkek Kardeş. Çerezlik bir antoloji, ancak kurgu yahut çeviri sebebiyle okumada aksaklık yaratmadığı için, gömüldüğü kadar kötü olmadığını da belirtmek isterim.
Geza Csath - Bilinmeyen Evde
Herhalde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bir kitaba adını veren hikaye kötüyse, muhtemelen diğer öyküler de beklentinizi kurtarmayacaktır. Tüm bu kısa öyküler içinde en dişe dokunuru olan “Cerrah” bile "zamanın insan beyninden çekilip alınışı"nı o kadar sıradan, heyecansız biçimde anlatıyor ki, yazarın kaleminde hissedemediğiniz o duyguyu doğal olarak siz de ona yansıtamıyorsunuz. Lacivert Klasikler’e duyulan beklentiyi mosmor eden bir kitap daha. Rahatlıkla geçilebilir.
Mahmut Yesari - Sivrisinekler Kralı
Bektaşi fıkralarına aşina okuru gülümsetecek nüktedanlığa ve mübalağaya sahip eski İstanbul hikayeleri, pek çoğu ortaoyun misali finaliyle taçlanan mizahıyla parlarken, okurun yabancısı olduğu kelimelerin dipnotlara yolculukla okumayı kesintiye uğratması da kitaptan aldığınız lezzeti o derece eksiltiyor. 50 kitaplık serinin 11’i yerli kalemlere ayrılmış, içlerinde tek kitapla temsil edilen tek yazar da Yesari. Bu tanışıklığın daha başka kitaplarla sürdürülmesi adına zayıf bir seçki olduğunu söyleyerek yazımı noktalıyorum.
Osman Cemal Kaygılı - Uhreviler Diyarında Geceler
Eski İstanbul hikayelerinden ziyade Evliya Çelebi misali, gezi notlarından teşekkül bir derleme hüviyeti taşıyor eser: Semt semt İstanbul övgüsü, 35 sene bu şehre dayanmış ve nihayetinde önce Ankara, sonra İzmir’e göçmüş bendenizi gram etkilemedi. Eski sanatçılarımızın İstanbul övgüsünü de anlayamıyorum zaten, her zaman aynıydı, neyse. Mahmut Yesari’nin bu serideki kitabı daha iyiydi, burada öyküleme adına keyif veren bir üslup bulamadım.
Osman Cemal Kaygılı - Karagöz’ün Son Günleri
Kaygılı’nın serideki diğer kitabı gibi Köşe Bucak İstanbul kitabından alınma hikayeler, o yazıda da söylediğim üzere, semtleri tanıtan gezi rehberi niteliğinde. İstanbul’dan bıkmış bendeniz için hayal kırıklığı.
Lafcadio Hearn - Kvaidan
Japon ve Çin efsanelerinden yola çıkan öyküler arasında Lacivert Klasikler’de de yer bulan Yuki-Onna ve Horai haricinde beğendiğim öyküler “O-Tei’nin Öyküsü”, “Diplomasi”, “Cikininki”, “Mucina” ve “Rokuro-Kubi” oldu -ki bunlarda korku öğeleri de yoğundu. Yeniden doğuş, intikam güden hayaletler, lanetlenen ruhlar, yüzsüz suretler (Spirited Away) ve gövdeleriyle buluşamayan kesik başlar (Sleepy Hollow) gibi kimi perdeden tanıdık bu halk hikayeleri kitabı değerli kılmaya yetecek yoğunluğa sahip. Lacivert Klasikler’e yapılan seçkinin ayıklamayla değil ardışık (ve son) 8 öyküden teşekkül olduğunu da belirtmek gerek - bunlar maalesef öncülleri kadar güçlü değiller - bu yüzden Ölünün Sırrı başarısız bir seçki olmuşken, bu antoloji çok daha doyurucu bir okuma serüveni sunuyor.
Mehmet Rauf - Bir Hastalığın İlacı
İlki gayet kara mizah, iki öyküden teşekkül derleme, henüz Halid Ziya’ya gelmemişken, Yesari ve Kaygılı sonrası, bu serideki dişe dokunur yerli eser oldu. Rauf’un diğer kitabını da okumayı sabırsızlıkla bekliyorum.
Mehmet Rauf - Uzaktan
Mehmed Rauf’un bu serideki iki kitabından “Uzaktan” ikili ilişkilere zarafeti elden bırakmayan bir yoğunlukla yaklaşımıyla çok daha başarılı: Erkeğin hatalarını, taşkınlıklarını, kadının her daim koruduğu sakinliğini öne çıkaran ilişkilerde saygı hitapta bile bir an olsun eksik olmuyor. “Uzaktan” zaten gayet damardan bir öykü ve çok başarılı bir anlatım- “herhalde Henry James buna bayılırdı” demeden onu takip eden "Hastayken"in "James’in yine bu seride yer bulan Son Derece Tuhaf Bir Durum ile benzeşirliği bu düşüncemi perçinlemiş oldu. Velhasıl, Rauf’un bu iki kitabını çok beğendim - keşke ilkindeki kara mizah hikayeyle buradaki iki hikaye tek kitapta birlikte yer alsaymış, bütünü bozan parçalar da buradaki âşıklar gibi beni mahvediyor.
Saygıyla…
Halid Ziya Uşaklıgil - Mai Yalı
4 öykülük kitabın sağlam halkaları son ikide yer alınca, haliyle damakta bıraktığı lezzet de daha yoğun oluyor ve yazarın serideki diğer iki seçkisine duyulan merakı canlı tutuyor. “Bravo Maestro!” (düşmüş Salieri) ve kitaba adını veren “Mai Yalı”, “Bir Aşk Hikayesi” ile birlikte, aslında aynı çıkış noktasını paylaşıyor: Büyük hayallerinin altında ezilen küçük insanların umutlarının giderek ufalandığı kurgularda toplumdaki yabancılaşmanın getirdiği umursanmayış ve bunun okurda/aynada yarattığı acımasızlık duygusu son derece başarılı bir tahlille sunulmuş.
Mehmed Rauf’tan sonra Uşaklıgil kitapları da serinin düşük çıtasını bir nebze yukarı taşıyor. Burada da, keşke lezzeti bir tık yukarı olanlar bir arada sunulsaymış (da kitaplara tam puan verebilseymişiz) diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Sıradaki öyküler gelsin.
Halid Ziya Uşaklıgil - Fena Bir Gece
Lacivert Klasikler’de şu ana dek okuduğum en iyi seçki. “Evliliğe Düşman” ve “Kara Haber” birbiriyle kol kola Mehmet Rauf’un Bir Hastalığın İlacı’ndaki kara mizah tadını verirken, “Kırda Aşk” yine Uşaklıgil’in 'Barba’lı "Bir Aşk Hikayesi"ndeki gibi pastoral arka planda bir gençlik dramasını bizlere sunar. “Günlükten Alıntı” hık demiş, Bulgakov’un Genç Bir Doktorun Anıları’ndan düşmüş. Kitaba adını veren son öykü ise, gotik lezzetler barındırmasına karşın bu yoğun aromanın en zayıf halkası oluvermiş. Üçü mizah, biri dram ağırlıklı bu dört öyküyle beraber kitap dengeli bir seyir izliyor ve üçte biri bitmiş serinin şu ana kadarki en iyi seçkisi olmaya hak kazanıyor.
Halid Ziya Uşaklıgil - Sade Bir Şey
Yazarın serideki üç kitabı içinde en zayıf antoloji olmuş. “Kadın Pençesi” en akılda kalan hikaye iken gerisi maalesef çıtanın altında seyretmiş. İstanbul’dan İzmir’e göçmesinde kendi yolculuğumu gördüğüm yazarın bu kitaplarının günümüz diline uyarlanmasında “ne…ne…” bağlacının sıklıkla olumsuz çatıda yanlış kullanımının da göze battığını söylemeden geçemeyeceğim.
Ömer Seyfettin - Üç Nasihat
Ömer Seyfettin’in Lacivert Klasikler dizisinde yer verilen üç öykü antolojisi içinde eskimeye en az maruz kalan kitap Üç Nasihat. Benzerleri gibi kıssalardan oluşan bu hikayeler, elbette yine evrenselden ziyade yerel ananelere, inanışlara bolca sırtını dayıyor: Kitaba adını veren ilk öykü -son nasihate kadar- en evrensel olanı. Tolstoy’dan Anar’a kadar pek çok yazarın kaleminde yinelenen, lakin Doğu kültüründen, masallarından çıkma bilgelik nasihatleri, ikinci öyküde kabaran milli duygularla mübalağa sanatına bırakıyor yerini, öyle ki “kahramanın” sersefil sürecek yaşamına üzülmeye kalmadan kendimizi son öyküde, Çağrı (The Message) gibi, savaşın orta yerinde buluyoruz (Sleepy Hollow).
İkinci öykünün özündeki karamsar son tam da Ömer Seyfettin’in neden çocuk kitapları yazarı olarak anılmaması gerektiğinin basit bir örneği. Andersen için de aynı şey söylenebilirdi - eğer fantastik dünyalara kapı açmamış olsa idi. Seyfettin’in diğer iki kitabı dolayısıyla, tıpkı Altın Kitaplar’dan çıkmış Kaşağı gibi, bunu da kütüphanemden uzaklaştırma kararı aldım, zaten bu seride yerli kalemlerimizden sadece Rauf ve Uşaklıgil bugüne olduğu gibi yarınlara kalmayı hak ediyorlar bence. Fakat “Seyfettin’in hangi kitabı bu seriden okunmalı” sorusuna cevap aranıyorsa, o bu kitap olacaktır.
Ömer Seyfettin - Ant
Ömer Seyfettin’le 3 kitaplık Lacivert Klasikler yolculuğunun ikinci ayağındaki dört öyküde, ilki (“İlk Namaz”) dînî, ikincisi (“Bahar ve Kelebekler”) Fowles ve Cheever’i de anımsatır, fakat katı bir muhafazakarlığa tutunur yerel motiflerle maziyi anar ve karamsarlık kapısını aralarken, üçüncü öykü (“Ant” - sinemada karşılığı “Kuduz”) bu kapıya tekmeyi hızla koyveriyor. Son öykü (“Falaka”) bugün yazılsa idi muhtemelen hayvan hakları derneklerinin yaylım ateşine tutulurdu. Son iki öykünün odağına çocukları alması ebeveynleri yanıltmasın, Seyfettin çocuklar için okutulacak bir yazar değil. Son öyküdeki mizah da sağlıklı bir mizah değil. Akıcı bir kalem olduğu su götürmez ancak yarattığı duygular hasebiyle empati kurulabilecek bir yazar değil. Kaşağı’yı kütüphanemden uzaklaştırmıştım, bu üç kitap için de farklı bir metot göremiyorum.
Ömer Seyfettin - Dama Taşları
6 öykülük bu antoloji yazarın serideki en zayıf seçkisi. “Dama Taşları” ile açılıyor kitap: Professor X ve Magneto tadı almayı beklerken yazardan beklemediğimiz bir şokla "13 Beloved"in dünyasında buluyoruz kendimizi: John Waters ve Pink Flamingos dersem belki sinefillere bir nebze ipucu vermiş olurum.
Bunu takip eden diğer 5 öykü, yazarın kendi kaleminde dahi zayıf kalıyor. Arada “Annem daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.” (S.30) cümlesi ilk öyküden kalma bulantıyı perçinliyor. 3 kitabı da kütüphanemden çıkarmayı uygun gördüğümü söylemek istiyorum son kertede. Yerli kalemlerimizden sadece Rauf’un ve Uşaklıgil’in seçkilerini beğendim bu seride. Kalanı maalesef vasat olmuş.
Joseph Conrad - Gençlik
Conrad’ın bu serideki iki kitabından tek öykü barındıran “Gençlik”, elbette yazarın favori teması denizcilikle bağıntılı, fakat içinde yan hikayeler bulmak pek mümkün değil. Son paragraftaki geriye dönük melankoli belki başta verilse daha duygusal yaklaşabilirdik. Captains Courageous uyarlaması görmüş bu gözler için pek yavan. Geçiniz.
Joseph Conrad - Lagün
Conrad’ın serideki ikinci kitabı Lagün, içinde ismini aldığı ilk hikayeyle beraber Altı Öykü antolojisini sonlandıran Il Conde’yi de barındırıyor -ki bu kitabı almamış olanlar için elde tutmaya yeter sebep bir öyküdür - Zweig’in "Bir Zanaatla Beklenmedik Karşılaşma"sını da anımsatır fakat verdiği gerilim daha çok Agatha Christie, Columbo ve dahi Tenten polisiye maceralarına özgüdür. Altı Öykü’deki Hasan Fehmi Nemli çevirisine karşılık burada Erhun Yücesoy bizi karşılıyor. Ayrıca Batman orijininden Hitchcock’un "Çok Şey Bilen Adam"ına kadar yine bu öyküden alınabilecek referanslar, arayana bolca mevcut.
Maksim Gorki - Çelkaş
Vuruculuğunu finalinde saklayan, ağır seyreden bir öykü. Gorki’nin Cem seçkilerinde yer almadığını belirteyim. Yazarın tüm eserler külliyatının Çehov ve Tolstoy sonrasında duyurulan Dostoyevski sonrasında Turgenyev ile birlikte Alfa’dan çıkacağı inancındayım. O zamana kadar bu tek öykülük sayı kendi dizisi içinde elde tutulabilir.
Jack London - Çinago
Üç öykünün uzak doğu temalı son iki öyküsü ne İş Bankası ne Cem ne de Can antolojilerinde yer almakla beraber şahaneler ve neden yazarın tüm öykü külliyatının hale ülkemizde basılmadığını sorgulatıyorlar. Sonuncusu masal tadında olmakla beraber, ortanca öykü giyotin temasıyla Hugo’ya ve Dumas’a selam çakıyor, 20 sayfayı bulmayan öyküdeki ustalıklı kurgu yazarın öykü yazmaktaki hünerini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Charlotte Perkins Gilman - Sarı Duvar Kağıdı ve Diğer Öyküler
Yazarın kaleminin ve öykülerinin neyi ifade ettiğini biliyoruz, ancak bunlardan alacağımız lezzet elbette değişken. Ben bir erkek olarak en çok idealize edildiğimiz “Kulübecik” öyküsünü beğendim - bunda elbette mekanın pastoral seçiminin etkisi yoğun. "Keşke Erkek Olsaydım"da ise, erkeklerin dünyasında, beyninde, kadınların ve tercihlerinin nasıl yorumlandığına, eleştirildiğine dair güzel tespitler var ve bunlar öfkeyle savrulmuş fikirler olmaktan ziyade karşıdakini düşünmeye sevkedecek, doğru analizler. Diğer hikayeleri bu ikisi kadar etkili bulamadım, ancak benim gibi kaliteli öyküler biriktirmek yerine temaya önem veriyorsanız, kitabı kütüphanenizde tutmak için daha çok sebep bulabilirsiniz.
Unutkan edit: Kitaba adını veren öykünün sinemasal uzantısı; Cassavetes’in “A Woman Under the Influence (1974)” filmi nazarımda -ki onu da overrated bulurum. Meraklısına önermiş olayım.
Kenji Miyazawa - Galaktik Trenyolu’nda Gece Vakti
Miyazaki’nin Totoro’sundan Pixar’ın "La Luna"sına, Neverending Story’den Polar Express’e, Last Action Hero’ya, sihirli biletle fantastiğe yapılan yolculuğun çocuklar için yepyeni, bizler için tanıdık tatlar vereceğine hiç şüphe yok. Sonu itibarıyla da okura bırakılmış yorum kitabın sinematik etkisini perçinliyor. Yolculuğun kitabın ancak ikinci üçte birlik bölümünde başlıyor olması “zaten kısacıkken nasıl yetişecek” merakı uyandırsa da, çocukları kendine hayran bırakan yolcularıyla trenimiz gayet keyifli bir macera sunuyor.
Kate Chopin - Bir Çift İpek Çorap ve Başka Öyküler
Irkçı söylemler bir yana, kulaktan dolma söylentileri amatörce ele almış izlenimi bırakan, ikili ilişkilere dair, kuru bir anlatımla heba edilmiş öyküler bütünü. Daha usta bir elde daha doyurucu hale gelebilirdi, bunu da hissediyorsunuz.
Kullanmamam gereken kolumu yormama değecek oykuler ayrimini yapmadan yazimi noktaliyorum.
Yeni yila saglik sorunlariyla girmis olmaktan ötürü aksattigim okumalarima donmek umidiyle, daha iyi kitaplara…