Şimdi siz bunu sorunca kitaba karşı duyduğum hoşnutsuzlukla kendimi tutamayıp Murakami’ye de mi salladım acaba diye merak edip yazımı tekrar okudum. Takip ettiğim bir yazar değil, ne söylüyor diye açıp röportajlarını okumam. Murakami’ye dair tek izlenimim okuduğum iki kitabından öte geliyor. İki kitabını da sevemediğim için, yani anlatmak istediği ve bunu anlatış tarzı beni etkilemediği için Murakami’yi sevmiyorum diyebilirim belki, yine de yazara karşı eserlerinden bağımsız bir ön yargım ya da nefretim yok.
Murakaminin akıcı yazmasını(çoğu Japon gibi, dilleriyle alakalı bir avantaj sanırım) ve hafif fantastikliğini(böyle bir kelime yok) seviyorum ama kusturucu cinselliğini, en pis olayları sanki insanın çok sıradan bir yönüymüş gibi anlatmasını(herkesin biribirini aldatması, koca koca adamların küçük kızlarla cinsellikten konuşması) beni iğrendiriyor. Hayır edebi açıdan aksak olsa, insanlar kitaplarına ilgisiz olsa bu kadar eleştirmeyeceğim. “Sapık capon abi , ne bekliyorsun.Hiç uğraşma.” deyip bırkacağım.
Ama internette “Ayy Murakami insanı, insancıp duygukarı,aşkı çok ustaca anlatıyor” yazılarını görünce, Osamu Dazai doğru dürüst çevrilip albenili kapağına sahip olmamışken ismini çok satanlar da görünce daha bir çileden çıkıyorum.
-Bu yorumu neye dayanarak yaptınız? Belki sadece kötü kitaplarına denk gelmişsinizdir.
+İlk kitaplarından Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Tuhaf Kütüphane, son romanı 800 sayfalık Kumandanı Öldürmek. Bence bunlar eleştirmek için yeterli.
Murakami kitaplarının kurgularına yönelik benim de eleştirilerim var. Birkaç yerde, Japon eleştirmenler ve okurlar tarafından “Japon olmamakla, fazla Batılı olmakla” eleştirildiğini okumuştum. Farklı ve takibi zor kurgular yazmasından zaman zaman yoruluyorum. Ancak özellikle Sahilde Kafka ve İmkansızın Şarkısı’nı çok beğenmiştim. Özellikle İmkansızın Şarkısı diğer Murakami kitaplarından tarz olarak ayrılması, daha otobiyografik olması nedeniyle diğer kitaplarından ayrılıyor.
Kitabı okuduğum süre boyunca ahlakçılık gibi dar bir pencereden bakmamaya çok uğraştım. Cinselliğin edebiyatta insanı rahatsız etmemesi gerektiğini düşünürdüm ve Murakami iddia edildiği kadar iyi bir yazarsa kitaptaki aşırı durumları kabul etmeye razıydım. Ama ben yazarın bütün o cinselliği nereye vardırmak istediğini anlamadım. Sıkıntı burada zaten. Cinselliği bir metafor olarak mı kullanmış? O zaman neye karşılık? Ben kitapta bunun bir karşılığını göremediğim için sevemedim.
Murakami’nin edebiyatının aksak olmadığı ve çok sevilmesi ile ilgili de yukarıda söylediğim şeylerden ötürü (ve yine olanca yetkinsizliğimle kendimi bilmezlik ederek) söylüyorum ki bence aksak. Çok sevilmesinin göz önünde bulundurulmaması ile ilgili de Dazai örneğiniz çok şey söylüyor zaten.
@DentArthurDent yerel olmamak, fazla Batılı olmak… bu temelde eleştirilerin artık önemi olmamasını çok isterdim. En azından ben Murakami’yi bu yönden eleştirmiyorum içim rahat Siz İmkansızın Şarkısı’nı niçin seviyorsunuz? Murakami o kurguyla neyi anlatmak istiyordu? Gerçekten anlayabilsem bağışlayacağım (nasıl da büyüklenmek).
Yerel olmama eleştirisi bana da tuhaf geliyor, ancak böyle bir eleştiri varmış demek ki.
İmkansızı Şarkısı’nı öncelikle Norwegian Wood şarkısı ile başladığı için seviyorum. Bir eserin başka bir eserin doğumunda payı olması, bir uçakta duyulan şarkı ile başlayan kurgu noktaları başlarken beni içine çekmişti. Bir yandan da otobiyografik olması, dönemin Japonyası’nı anlatırken ölüm, yalnızlık, depresyon hakkında evrensel bir hikaye anlatabilmesini seviyorum. Zaman ve mekanın boyutlarını aşarak insana dair bir şeyler anlatan eserleri okumayı tercih ediyorum. Örneğin Watanabe’nin karşılaştığı bütün olaylar arasında bir şekilde günlük yaşantısına devam etmesini, bunun ısrarla belirtilmesini romanın ölüme, depresyona, yalnızlığa ilişkin söylediklerini kuvvetlendirdiğini düşünüyorum.
Öyleyse Murakami size hitap edebiliyor, sözleri size ulaşabiliyor diye düşüneyim. Sizin sevdiğinizi söylediğiniz şeyler bende bunları anlatmak isterken kitabı tamamen farklı şeylerle doldurmuş gereksiz (bu kelimeyi kullanırken hep bir tedirginlik niyeyse) detaylarla tatsızlaştırmış şeklinde yankı buluyor.
Yine de teşekkür ediyorum, Murakami’yi eleştirmek keyifliydi
Nick Hornby, kullandığı dil ve üslupla beni okurken eğlendiren bir yazar. Nerdeyse tüm eserlerini okumuşken, ilk kitaplarından olan bu romanını yeni okuma fırsatım oldu. Derler ya, kah güldük kah ağladık öyle samimi bir roman. Sosyal ilişkileri sıkıntılı bir çocuk ile bekar çapkın bir adamın kurduğu dostluk desem konunun en basit tanımı olur. Sayfalar nasıl geçip gitti anlamadım. Akabinde filmini de izledim sonunu her ne kadar değiştirmiş olsalarda filmi de çok güzeldi ki filmdeki son daha güzeldi hatta.
Stanislaw Lem’in “Solaris” adlı şaheserini bitirdim. Şaheser diyorum çünkü gerçekten bu sıfatı hak eden bir kitap. İçinde barındırdığı hikayeden çok solaris gezegenin tasviri, tarihi, üzerine yapılmış kurgusal çalışmaları anlatışı bile gerçekten böyle bir gezegen var ve yazar bize burada geçen gerçek bir hikaye anlatıyor hissini yaşatmayı becermiş. Baş kahramanımızın başından geçen hikayeden çok ben, stanislaw’ın fizik, metafizik ve din üzerine düşüncelerini solaris üzerinden anlatmasını beğendim.
Bir solukta da okunabilir fakat size tavsiyem mutlaka sindirerek, anlayarak okumanız. Ben yakın zamanda tekrar okuyacağıma eminim.
H.P. Lovecraft’ ın REN Kitap’ tan çıkan Zamanın Dışından Gelen Gölge kitabını bitirdim. Son birkaç hikaye dışında klasik Lovecraft tarzı var: Canavarımsı, insanlıkdışı, tiksinç, dehşet verici, uzaydan gelen yaratıklar ve bu yaratıklarla bir şekilde bir aksiyona girmiş birileri ve gerçek mi değil mi bilinemeyen bu aksiyonların mide bulandırıcı tezahürleri gibi. Ancak okuduğum son bir kaç öyküsü bugüne kadar okuduklarımdan biraz farklıydı. Sanki biraz daha fantastik ve korku öğeleri düşmüş gibi.
Ve REN KİTAP haberin olsun bu basımda çok fazla basım hatası (harf eksiklikleri, kelime eksiklikleri vb.) var. Bu yüzden çok sık sekteye uğradım. Ancak hikaye başlarındaki çizimler hoşuma gitti. Tam kıvamında.
Veee Ursula Abla’ nın bilimkurgu külliyatına Rocanno’ nun Dünyası ile giriş yapmış bulunmaktayım Lovecraft sonrası…
İlk felsefi roman…İlk robinsonad…Bacon’u, Spinoza’yı, More’u etkileyen bu kitap bir insanın gözlem ve sezgi yoluyla varlığın özünü kavrayabileceğini öne sürüyor.Kitabı okuduğunuzda İslam düşünürlerinin ne kadar derinlikli bir düşünce yapısına sahip olduğunu göreceksiniz.Muhakkak okunması gerektigini düşünüyorum fakat felsefe ya da teoloji sevmeyenler kitabın ikinci bölümünde yorulabilir.Ne diyordu Gazali:“Çünkü kuşku duymayan kişi bakmaz,bakmayan görmez,görmeyen kör ve şaşkın kalır.”
Josh Malerman tarafından yazılan Kafes kitabını okuyorum ve neredeyse bitirmek üzereyim. Kitap sizi bir anda içine çekiyor ve büyük bir gizemin içinde sürükleyici yolculuğa çıkartıyor. İlginç konusu ve yazarın akıcı üslubu gerçekten alkışlanacak cinsten… Beğendiğim kitaplardan biri oldu. Henüz okumayanlara da tavsiye ederim
Edit: Kitabı bitirdim. Sonlara doğru kesinlikle heyecan oranı daha da arttı. Ayrıca, kitap bittikten hemen sonra filmini de izledim. Film iki saat olmasına rağmen sanki bazı şeyler çabuk geçilmiş gibiydi. Kitabın ana konusu alınmış, birkaç noktasına bağlı kalınmış ama epey de değişiklikler yapılmış; kitaba çok bağlı kalınmış gibi hissetmedim ben…
Kitap: 10/8
Film: 10/6
Pek iyi olmayan bir zamanda okuyup bitirdiğim için tekrar okudum.
Kitabın kapak tasarımı ve ismi sizi yanıltmasın.İçeriğinde sunduğu her şey belgelere dayalı olan akademik bir çalışma.Sultan,savaş,diplomasi anlatan araştırma kitaplarından bıkanlara tavsiye ederim.
Türklerin altın çağında (16.yy) Akdeniz’in ve casusluk faaliyetlerinin ne kadar hareketli ve adrenalin dolu olduğunu fena hissettiriyor. Bu casusluk faaliyetleri sonucu yakalanan Türklerin nasıl sorgu ve suallerden geçtiğini , yargılandığını , kefere yetkililerini nasıl kandırdığını tarihi belgelere dayanarak anlatması gerçekten etkileyici.Konu olan yüzyılda vuku bulan büyük tarihi olayların arka bahçesinde nasıl bir hengame döndüğünü bir nebze görüyorsunuz.
Dağınık Zihin: Yüksek Teknoloji Dünyasında Kadim Beyinler -Adam Gazzaley
3 Haftadır okumaya çalışıyorum. Çoğu açıklamalar araştırmalar ile desteklense de okuduğum kitaplların arasında en sıkıcı ve yavaş ilerleyen kitap bu oldu.
düşerken , tarık tufan : sevdim kitabı bence cümlelerin hepsi çok manalı
Sarnıç bitti. İlk defa Sait Faik Abasıyanık kitabı okuduğum için kitaptan fazla bir şey beklemiyordum ama kitaptaki öykülerin çoğunu beğendim.
Sarnıç, Kalorifer ve Bahar, Gaz Sobası, Park, Loğusa, Kim Kime, Beyaz Altın gibi hikayeler çok iyiydi. Geri kalan hikayelerden birkaç tanesi yine iyi sayılabilecek seviyedeyken, sevmediğim hikayeler ise yurt dışında geçen hikayelerdi.
Sait Faik’in yazım tarzını çok güzel buldum ama çok dinç bir şekilde okumayınca yazarın uykumu getirdiğini hissettim. Yazarın her yıl 2-3 tane kitabını okumayı planlıyorum ama eğer kafam eserse, hazır kütüphane de Delta Tüm Öyküler baskısını da bulmuşken tek seferde yazarın tüm yazdıklarını da okuyabilirim.
Hangi kütüphane, gelip çalayım
Üniversite kütüphanesi hocam. İçeri giremezsiniz
Bu ayın ikinci kitabı olan Yaratılan Dünya’yı okudum. PKD okumaya devam. Fakat bu kitaptan sonra bir ya da iki kitap ara vereceğim ve PKD okumaya sonra devam edeceğim.
Yaratılan Dünya arka kapaktaki tanıtım yazısıyla beklentileri yükseltse de PKD’nin olaylara psikolojik yaklaşımı ve olayları ağır bir şekilde aktarması bu beklentiyi baltalıyor. Yine de farklı dünyalar ve fikirler isteyen okurlar için Yaratılan Dünya okunması gereken bir kitap diyebilirim.
Kapak görseli muhteşem. Editörlük kısmında ise sorun yok.
Puanım 7/10
Sobe Siyah Orkide - Yaprak Öz
Okudukça roman sanatı, hikaye anlatma sanatı adına sinirlendiğim bir roman oldu.
Ana roman kişisi dahil herkesin eylemlerinin arkasındaki sebepler gerçeklikten uzak. Hiç kimseyi yakından tanıyamıyoruz, özdeşlik kuramıyoruz.
Jülide’nin o “büyük” acısı o kadar fos çıkıyor ki okurken Jülide’ye “sen pek televizyon izlemiyorsun” sanırım diyesim geldi. İnsan bu kıytırık sebepten bambaşka bir hayat kurmak için geçmişinden kaçar mı?
Jülide’nin arkadaşı Hülya o kadar karton ki varlığının romana ne kattığını anlayamadım.
Yeni apartmandaki gelinlikçi kadınlar, Jülide’nin patronu, karşı apartmandaki komşular… Hiçbiri merak edilesi bir karakter ortaya koymuyor.
Kapıcı Doğan’ın varlığının sebebi romanın sonunda anlaşılıyor. Tüm roman boyunca onun sürekli karşımıza çıkması bizde “bu Doğan’da bir haller var ama du’ bakalım” hissi uyandırıyor ama “duvara asılı tüfek” bir türlü patlamıyor ya da cüssesinden beklenen sesi çıkaramıyor.
Aslında romanın genel sorunu bu zaten. Hem roman kişilerinin hem de olayların arkasındaki gizemin içi boş.
Bir kedi meselesi var mesela. Hani ucuz korku filmlerine izleyeni korkutmak için ani çığlık ve hareket sahneleri eklerler ya işte kedi meselesi de böyle. “Ha kedi miymiş?” diyorsunuz.
En elle tutulur, hissedilir roman kişisi Paloma. Ona bir geçmiş biçilmiş en azından ve bu geçmiş inandırıcı. Ama Paloma çok ucuz harcanıyor. Romanın başından beri onunla ilgili öğrendiklerimiz bizi asla o sona götürmemeliydi.
Bir yazarın roman kişilerine sahip çıkması gerekir. Roman kişileri kurguya kurban edilmez. Onlar kukla değildir. Yazar onlara bir hayat biçmeden onları olaydan olaya sürüklerse, okur bu davranışları roman kişilerine yakıştıramaz ve gerçekçilikten uzaklaşırlar.
Aklıma geldikçe sinirleniyorum. Romanın içinde geçen şarkıların ne katkısı var mesela? Sözleri de yazılmış uzun uzun. Roman kişisinin ruh halini mi anlamamız gerekiyor bu şarkılara bakarak?
Hele diyaloglar. Herkes filozof gibi konuşsun demiyorum ama az çok hayat tecrübesi olan insanların lise talebesi gibi konuşması, şakalar yapması romandan soğutuyor insanı.
Romanın “şaşırtıcı” sonuysa her şeyi kurtarmak yerine yerle bir ediyor. O zamana kadar kurulan karakterler ve olaylar gökten inen bir zembille nihayete ulaşıyorlar. Zerrece gerçekçilik yok. “Ne? Nasıl? Neden? Hadi canım! Allah Allah!” diyerek bitirdim romanı. Şaşırdığım için değil, olayları ne romanın kendi mantığına ne de gerçek hayatın mantığına oturtamadığım için.
Hasılı, en temel hikaye anlatma kuralı "anlatma göster"i bile doğru dürüst uygulayamayan kötü bir roman bu.