Açıklama kısımlarını da okumanızı özellikle tavsiye ederim bu seri için.Resimlere bakarak sadece görsel yönden kendinize bir şölen oluşturursunuz.Açıklamalarda ise o resimlerin hangi şartlar altında yapıldığı,nelerden esinlenildiği,hangi tekniklerin kullanıldığı gibi doyurucu bilgiler var.Bazı resimlerde benzer yazıları görmek belki sıkıcı gelebilir ama resim sanatı ile ilgili bir kültürünüz oluşabilir.Bu serinin Vincent Van Gogh kitabını da forumdaşlara öneririm.Kütüphanemde özel bir yer edindi kendileri.
Yazıları elbette okuyacağım. Resim sanatında çok az şey bildiğim için bu yazıları okumak bana çok faydalı olacak. Van Gogh en sevdiğim ressam olduğu için onun kitabını da okumayı planlıyorum ama şu anda baskısı yok onun, bu kitabın da baskısı yok ama ben kütüphane de buldum.
Mit hayranı olduğum için müthiş keyifle okuduğum son kitaptır, Kirke.
Kirke ile Mıchael Köhlmeier’in Tanrıların Masalları adlı kitabında karşılaşmışlığımız vardı fakat geçen süre zarfında diğer tanrıların bazılarıyla beraber Kirke’yi de rafa kaldırmış olmalıyım ki, kitabın arkasında bulunan tanrıları; hatırlamak babında tekrar okuma ihtiyacı hissettim. Okuduklarım hatırlamama yetti ama, kitapta bahsi geçen tanrılardan daha fazlası vardı. Evet, tanrılara hakim olduğunuz kadar aralarında geçen husumetleri de bilmek gerekiyordu.
Tıpkı Dan Brown kitabı okuyormuşum gibi bir elim sürekli nette bilgilerimi tazeleyerek, bilmediklerimi öğrenerek geçti. Notlar aldım, soy ağacı bile çıkardım.
Isınma turunu anlatmaya çalıştığım şekilde tamamladıktan sonra, kitabı dondurma gibi erittim. Büyüleyici bir tarzı var kitabın bu kuşku götürmez; önünüzde akan olaylara dahil olmamak çok mümkün değil özetle.
Kirke, pişmanlıkları olan, güçlü bir Tanrıça; Güneş’in Kızı. Çirkin olsa ne fark eder diyebileceğiniz kadar da ‘‘Cadı’’.
Farklı finaliyle son vuruşu oldukça sarsıcı, Titan Tanrıçası’nın. Bizim dünyamızla birebir uyuşan mesajı yakalamak için bile olsa okunmaya değer.
Ursula K. Le Guin - Sürgün Gezegeni bitti.
UrsulaRen’ deki bir diğer gezegende, genel bir durağanlık içinde meydana gelen olayları okuduğum güzel bir kitaptı. Benim gibi bilimkurguda (genelde) aksiyon arayan biri için durağandı ama yine de aksiyon dozu kendini okutturuyordu. Zaten kitabın amacı da -okuyunca anlayacaksınız- aksiyon değil bir şeyler anlatmak. Yabancılık, öteki olmak, ötekileştirmek ve ötekileşmek. Okuyunuz.
Şimdi ise - UrusulaRen’ deki diğer kitaba geçmeden önce - Yüce Zerey’ in Mima kitabına başladım.
diğer kitaplarını da okuma isteği uyandırdı bende. Mutlaka alıp okuyacağım.
İnsanın Esareti
İlk 250 sayfası film gibi akarak geçen, Mildred’lı kısımlarda çileden çıktığım, 300 sayfa boyunca “E hadi bitse de kalksak” dediğim, sonlara doğru hayatla ilgili çok önemli bir sonuca varacak ha gayret diğe umut ettiğim, bittiğinde hiç okumasam da olurdu diye kendime kızdığım, kapağına ve kalınlığına ve modern klasiklerden olmasına ve forumda duyduğum methine kandığım kitap.
Yüce Zerey’ in bir distopyayı anlattığı Mima kitabını bitirmeme ramak kaldı. Fiziksel olarak bitirmeden önce burada zihinsel olarak içimden atmak için bitirdim moduyla geldim.
Kitabın kafası karışmış bir üslubu var. Bir an ciddi bir şeyler anlatıyormuş gibi yaparken bir anda argonun iğnesiyle patlıyor. İronik olmaya çalışırken (bence) çelişkiye batıyor gibi. Özetle edebi olarak on üzerinden üç buçuk verebiliyorum, konu ya da işlenişi ilginç gelmediği için konuya da dört verip muhtemelen bu gece bu konuyu kapatmak istiyorum.
Kitapta beğendiğim tek şey şuydu: ‘‘Tam bu sırada bir şiir yetişti imdadına. Zaten şiir can havliyle söylenen bir şeydi. Bu yüzden de şairler ancak öldükten sonra sevilirdi.’’
Aylar önce merak edip de sahaftan aldığım yorumlarını görünce daha çok meraklandığım kitaba başladım sonunda. Bu ara Roman olarak Loki, arada Zeplin’den bir hikaye, çok istekliysem Köpeğiyle Dolaşan Kadın’dan bir hikaye okuyorum. Kısa ve özgün hikayelere karşı ayrı bir düşkünlüğüm var. Ve bu kitabı ilk gördüğümde de aynı şeyi hissettim. Kitap tam sayıya emin değilim 20ye yakın hikayeden oluşuyor. Herbirini farklı bir yazar kaleme almış. Polisiye türünde çok fazla yazar tanımıyorum o sebeple ünlüler mi bilemedim ancal gikayeler oldukça güzel. Hikayede bir kızılderili bir bileziği lanetliyor. Hikayelerin ana kahramanı da bu bilezik oluyor. Bir hikaye antoloji için oldukça güzel bir fikir. Her ne kadar polisiye gibi tabıtılmışsa da ilk iki hikaye bana fantastik geldi. Görürseniz bir yerde mutlaka göz atın. Nadirkitapta 10 liraya falan bulabilirsiniz sanırım. Ben bu tarz hikaye kitaplarımı r çırpıda bitirmiyorum, böyle aylara yayarak başka şeylerdrn sıkıldığımda “Aa bak şu hikaye vardı hadi ordan birşey okuyayım” diyorum. Her bölümü farklı ama yapısı aynı, ana maddesi aynı bir dizi gibiyse kitap; gerçekten çok keyifli bir durum ortaya çıkıyor.
Neyse efenim, kitap hakkında çok fazla ipucu vermemem gerek çünkü hikayeler ortalama 20şer sayfalık, keyif kaçırır.
Bleach 7 bitti. Zavallı Rukia ve İçigo.
İki hafta gibi uzun bir okuma sürecinin ardından sonunda bitirdim. Buna biraz benim okuma isteksizliğim, bu aralar derse kendimi kaptırmam ve kitabın ilk yarısının sıkıcı gelmesi sebep oldu diyebiliriz. Çünkü kitabın ilk yarısında olay yok resmen! Cümleme devam etmeden önce kitaptan kısacık söz edeyim; kitap periler diyarına giden karakterimizin orada başına gelenleri anlatıyor efendim. Şimdi devam eder isem; kitabın ilk yarısı karakter periler diyarında gezip sürekli betimleme yapıyor, çevreyi gördüklerini anlatıyor. Bu durum beni baya sıktı. Ne kadar ilgi çekici ve kısa aralıklı karakterler görsekte, dünyası da ilgi çekici olmasına rağmen bana yetmedi o anlar. Kitap zaten kısa iken bir şeyler anlatmak için fazla beklediğini düşünüyorum yani yazarın. Onun dışında ikinci yarısı, özellikle bazı bölümlerde; seyehatname, şato ve kardeşler mesela, gayet akıcı ılgi çekici duygular yükleyen okuması güzel bölümlerdi ki sonuda güzeldi. -Belki biraz tahmin edilir ama güzel.- Kitaba ise genel olarak şiirsel ve romantik bir hava hakim ki bu çok hoş ve nostaljik bir his veriyor. İçine çekiyor ve yaşıyor gibi hissediyorsunuz diyeyim.
Puanım ise: 8/10
Philip K. Dick’in “Vulcan’ın Çekici” adlı kitabını bitirip bir solukta buraya geldim. “Kozmik Kuklalar” kitabıyla bendeki değerini yükselten PKD, bu kitabıyla “beğendiğim yazarlar” kategorisine üst sıralardan yaptığı girişi perçinlemiş bulunuyor. Şu ana kadar hep bir solukta okudum tabirini kullandım ama bu kitabı gerçekten de bir solukta bitirdim. Hikayeye kapıldım, distopik bir dünyaya kilitlendim kaldım. Bu kitabı tarif edebilmek için arka kapağında yer alan " Philip K. Dick’ten paranoya soslu bir distopya" ibaresini söylemek yeterli olacaktır. Hem anlatımı hem de yarattığı evren çok güzel ele alınmış.
kısaca söyleme gerekirse PKD okuma, beğenme, bilmeyene anlatma, yazar kimliğini övme furyasına bir nefer daha katılmış bulunmakta.
@Ozgur O zaman bu kitap okumadıysanız tam sizlik.
20 yazar ve ünlü karakterleri birbirleriyle ortak bir hikayede.
Bazıları biraz zorlama olmuş ama çok güzel bir fikir
Hemen sepete ekledim
Teşekkür ederim, tam bahsettiğim olay varmış bunda da. Mutlaka “eh” diyecek hikayeler oluyor böyle yapımlarda. Mesele de o zaten bambaşka hikayeler okumak. Sanırım DiskDünya ve Otostopçunun galaksi rehberini de bu sebepten seviyorum.
Hem bu sayede türkçede çıkmış ama okumadığınız yazarlar veya seriler de bulabilirsiniz.
Okumayı yeni bitirdim sıcağı sıcağına yazmak istiyorum. Kitap beklentimin çok üzerinde çıktı diyebilirim. 200 sayfalık kitaba yazar çok başarılı bir distopik Rusya sığdırmış. Çok beğendim, okurken üşüdüm ve hiç beklemediğim yerlerde devlerle, salgın zombi benzeri hastalıklarla ve 4 katlı bina büyüklüğünde atlarla karşılaştım.
Hızlıca özetlemem gerekirse, doktorumuz uzak bir köyde ki salgın hastalığı önlemek için aşı götürüyor lakin çok kötü bir kar fırtınası var. Köyün ekmekçisi para karşılığında doktoru götürmeyi kabul ediyor ve böylece macera başlamış oluyor.
Kısa bir kitap olduğu için daha fazla detay vermek istemiyorum. Kendiniz keşfederseniz daha farklı olur eminim. Kitap baştan son mükemmel bir macera sundu. Sonunda kalbim kırılsa da yazar Rus ekolünden geldiği için beklemiyor değildim.
Fiyat olarak gayet makul 12-13 lira bandında. Sayfa sayısı tam olarak 195. Tavsiye ederim efendim. Konu ilginizi çektiyse bir şans verin derim.
8.5/10
Peri Kızı Af Buyurun - Polat Özlüoğlu
Kitaba dair şu ana dek tek eleştiri görmedim, ama ben diğer herkes kadar beğenemedim.
Her şeyden önce kitabın lansmanındaki sözler yalan değil: gerçekten de Polat Özlüoğlu bir erkek olarak başarılı kadın karakterler yaratmış ve onların sıkıntılarına, acılarına birinci tekil şahıstan büyük bir başarıyla ayna tutmuş.
Ben neden bu denli sevemedim peki?
Öncelikle benim hatam Yalçın Tosun’un hemen arkasına okumaktı. Yalçın Tosun’un öykü diline fazlaca kendimi kaptırmışken Polat Bey’in diline alışmakta zorluk çektim.
Sonrasında kitabın hastalık temasıyla açılması ve ilk öykülerin sıkıntısı bunalmama neden oldu. Kitap sonraki öykülerde açıldı. Elbette pembe rüyalara geçiş yapmadı ancak anlatımdaki boğuculuk dağıldı. Derdini daha net anlatmaya başladı. Öyküler arasında bir anlatım geçişi oldu.
Bazı aynı kalıplar farklı öykülerde kullanılıyordu. Bunu yadırgadım. Mesela, hani olur ya insanın aklına bir felaket senaryosu gelir ve gazetelere manşet oluşunu düşünür. Yani şu şekilde: “H.Ç. (30) Kitap yorumu yaparken kalp krizi geçirdi.” İşte bu kalıbı iki farklı öyküdeki iki farklı karakter kullanıyor ve kendini bu şekilde düşünüyor. Bilemiyorum, belki abartıyorum ama bu durum benim için her öykünün kendi içindeki biricik oluşunu bozuyor.
Son olarak kitabın beğendiğim bir noktasına değineyim. Kitap sadece kadın öykülerinden oluşmuyor. Devamı spoiler olacağı için o kısmı geçiyorum, ancak böyle olması benim daha çok hoşuma gitti. Çünkü ele aldığı diğerleri ile toplumsal normları bambaşka açılardan masaya yatırma şansı yakalıyor.
Kitaba ölüp bitmeyi bekliyordum, ama öyle olmadı.
Homeros’un Kızı - Robert Graves
Robert Graves deyince aslında ilk akla gelen Ben, Cladius oluyor. Onu da İş Bankası basmıştı, Modern serisi kapsamında. Bu kitap da aynı yayınevinin, aynı serisinden çıkma.
Öncelikle çeviri ve editörlük harika demekle başlamak istiyorum. Deniz Betil ile @DamlaGol ikilisinin ellerine sağlık.
Kitabı başlarda hayal kırıklığı ile okudum. Giriş kısmı beni bir türlü içine çekemedi. Ancak sonrasında Sicilya semalarında taht oyunları başlayınca (dıdı dıt dıt, dıdı dıt dıt) daha çekici bir hale geldi.
Yazarın fikri oldukça güzel aslında. “Samuel Butler’ın, Odysseia’yı aslında Sicilyalı bir kadın yazdı” iddiasını alıp bir roman haline getirmiş.
Eser büyük oranda, Odysseia’nın Penelope’nin taliplerinin evini işgal edişini ve onu bir koca seçmeye zorlamaları kısmını ele alıyor. Başkarakterimiz ve aynı zamanda anlatıcımız olan Nausikaa açıkça söylüyor ki aslında olayların tamamı böyle gelişmiyor. O bazı şeyleri değiştirip destan haline getiriyor.
Kitap bol bol Homeros alıntılarıyla dolu. Gerek Nausikaa, gerekse kral babası bu destanları mantık çerçevesinde sorguluyor. Bu kısım özellikle hoşuma gitti.
Tanrılar ve tanrılara verilen kurbanlar, kehanetler, bol bol yer alsa da Kirke gibi bir fantastik yanı söz konusu değil. İnsanların günlük hayatındaki din olarak düşünülebilir. Yani mucizeler görmüyoruz.
Kirke kadar sevmedim, ama farklı bir deneyim oldu benim için Kitabı bitirmeme çok az kaldı. Dayanamayıp sonunu okudum Nausikaa’nın bu destanı yayma çalışmaları kısmı hoşuma gitti
Son olarak, neden sadece Homeros’un Oğulları denilen erkek anlatıcılar var da Homeros’un Kızı olan anlatıcılar yok gibi düşüncelere de yazar çok güzel bir şekilde değinmiş, işlemiş.
Farklı bir deneyim arayanlara, Antik Yunan’dan hoşlananlara tavsiye ederim
Kitap belli oranda Odysseia bilgisi istiyor bu arada.
Kirke’yi hâlâ okumadım ama ikisinin ortak noktası “Durun, o mesele öyle değil! Bir de kadınlardan dinleyin!” demek sanırım. Aralarındaki farkları çok güzel ortaya koymuşsun. Okumak isteyenler için çok faydalı olacak. Çok çok teşekkür ederim.
Daha birinci sayfa 5. Cumle. Allahım nolur olmasın, nolur olmasın, nolur olmasın.
Güneşi yanında taşıyan adam.
Endişeniz fark etmediğim bir baskı hatasından mı yoksa yazarın roboseksüel bir cümle yazmasından kaynaklanıyor?
Ben kitabı beğenmemiştim tabi.
Bu günümü sadece okumaya ayırdım ve çeşitli durumlar sebebiyle birbirinden farklı 3 kitap okudum. Kendimi kutluyorum.
Yökdil sınavına az kaldığı için ingilizce okuma hızımı arttırmak amaçlı çerez sayılabilecek, Sir Arthur Conan Doyle’un “Sign of Four” kitabını okudum. Kısaltılmış metin olduğu için okuması rahat ve anlaşılırdı. Maksadım ingilizce bir metin okumak olunca elime ilk gelen kitap bu olduğu için okudum diyebilirim.
Daha sonrasında aralık ayının sonuna doğru, doktora tezi için oluşturulan TİK olduğu için tezimin için bir okuma yapayım dedim. Schopenhauer’in hayatıyla ilgili okumalar yapma aşamasında olduğum için kolay, kısa, anlaşılır bir kitap seçtim. Söyleyebileceğim tek kötü şey Dorlion yayınevinin sürekli yaptığı yazım hatalarının olması olabilir.
Günün kapanışını da “Dönüşüm” ve “Dava” kitaplarını uzun zaman önce okuduğum için bir hasret gidermek amaçlı “Baba’ya Mektup” adlı kitap ile yaptım. Kafka, babasının hayatına etkisini, bu durumla yüzleşmesini, ona ya da kardeşlerine veya akrabalarına karşı babasının tutumunu tarafsız bir şekilde ele almış. Bir çok yönden empati kurup, onu anlayabildiğimi düşünüyorum. Babasıyla yaşadığı sıkıntıları, birbirinden farklı oluşları, bunun üzerinde yarattığı yıkıcı etkiyi, her zaman bir şekilde babası tarafından nasıl eksik hissettirildiğini gibi konuları ele alan Kafka, babasıyla o, herkes tarafından istenilen ama bir türlü gerçekleştirilemeyen yüzleşmeyi bu mektupla yapıyor. Çocukluktan yetişkinliğe kadar hissettiği duygu durumlarını kendi yaşantımla özdeşleştirip, bu yüzleşme mektubunu yazamayan bizler için de yazılmış bir eser olarak görmemi sağladı.