Fark ettim de bu başlığa çok uzun zamandır bir şeyler yazmıyorum. Gerçi pek fazla kitap da okuyamıyorum son zamanlarda okul iş falan derken, okuduklarımı da genellikle Goodreads’te yorumluyordum. Son bir senede okuduğum ve aklımda yer eden kitapların yorumlarını geçmişe doğru yavaş yavaş buraya da taşıyayım, belki birilerinin işine yarar.
Otomatik Portakal - Anthony Burgess:
Kitabın ilk bölümlerinde beğenmeyeceğim izlenimine kapılmıştım ama bitirdiğimde umduğumdan daha çok beğendim. Hatta bana kalırsa Kubrick uyarlamasından daha da iyi. Filmi çok uzun zaman önce izlemiştim, kitabı bitirdikten sonra tekrar izledim. Dolayısıyla kitabın ilk bölümlerinde gördüğümüz aşırı şiddetin sonlarda nereye bağlacağını tam olarak kestirememiştim ama özellikle üçüncü kısım güzel bir beyin fırtınasına yol açıyor. Çeviri de fena değil; Burgess’in başta Rusça ve Latince olmak üzere başka dillerden de apartarak oluşturduğu Nadsat’ın Türkçeye çevrilirken sadece argo kelimeler yerine yine yabancı dillerle zenginleştirilmesini tercih ederdim ama Dost Körpe standartlarına göre buna şükrediyorum. İş Kültür artık Aziz Üstel çevirisin yayınlıyor, bir ara onu da alıp Körpe çevirisiyle karşılaştırmalı olarak okuyacağım. Eleştirinin devamında biraz sürprizbozan olacak, uyarmış olayım.
Kitabın temelinde, bütün distopyalarda olduğu gibi, politik bir soru var: “Nedensiz -kötücül- şiddete karşı nasıl bir politika izlenmeli?” Şimdiye kadar okuduğum distopyalar içinde en çok ilgimi çeken mesele de bu oldu. Başkarakterimiz Alex kötülükten zevk alan birisi. İyi bir çocukluk geçirmiş, zeki, sanattan anlıyor; yani bu kötülüğü dayandırabileceğimiz bir travması yok. Kendisi de kabul ediyor bunu zaten; şiddeti, hırsızlığı, tecavüzü sevdiği için yaptığını belirtiyor. Bu sadece Alex’e de özgü değil, onun gibi bir sürü genç ve çete var sokaklarda. Polisler bu şiddetle başa çıkamıyor, insanlar geceleri dışarı çıkmaktan korkuyor. Devletin uyguladığı ceza politikası -hapishane- ise yeterli bir caydırıcı değil. Suçlular içeri girdiklerinden daha kurnaz, daha temkinli terk ediyorlar hapishaneyi.
Ve bu noktada Burgess yeni bir devlet politikası sunuyor bize. Çetedaşlarının ihanetiyle hapse düşen Alex üzerinde yeni bir metot deneniyor. İlaç ve videolar yardımıyla şiddetin, tecavüzün düşüncesinin bile Alex’te büyük bir hastalık, mide bulantısı yaratması sağlanıyor. Politik açıdan bakıldığında aslında gayet mükemmel bir çözüm bu. Yüzlerce yıl uğraşıp psikolojik nedenini bulamadığın bir sorunu nasıl çözebilirsin ki başka? Alex’in kötücül kişiliğini değiştiremiyorsan, kötünün bir seçenek olması ihtimalini ortadan kaldırırsın ve sorun çözülür. Hem hapishanelere kaynak aktarmana gerek kalmaz hem de kötüleri “bir şekilde” topluma tekrar kazandırmış olursun.
Ama Burgess farklı düşünüyor. Öyle ki bu nedensiz şiddetin mağdurlarından biri olan yazar karakteri dahi kişinin özgür iradesinin elinden alınışına, onun bir makine haline getirilişine karşı çıkıyor. Kitabın üçüncü bölümünde Burgess de Alex’i bir mağdur haline getirerek ve ilk bölümde ondan zarar gören insanları -kadınlar hariç- onun üzerine salarak aslında bütün toplumun bu şiddeti içinde taşıdığını söylüyor bize. Alex’in intihara kalkışmasının ardından bütün toplum onun bir mağdur olduğunu kabul ediyor. Haliyle devlet de halk desteğini kaybetmemek için bu politikadan vazgeçmek ve Alex’le anlaşarak onun şiddetine göz yummak durumunda kalıyor. (Bu bölümde devletin kullandığı ikinci bir politika daha var: kötülerin devlet tarafından işe alınıp kolluk kuvveti haline getirilmesi. Bunun da ne kadar başarıya ulaşabileceğini günümüzde yaşananlardan dahi anlayabilirsiniz.)
Hele bir de film uyarlamasına dahil edilmeyen 21. bölüm var ki tam olarak Burgess’in düşüncelerini pekiştirmekte. Bu bölümde Alex’in çetedaşlarından Pete’i görüyoruz tekrar. Evlenmiş ve o şiddet dolu günleri geride bırakmış. Artık normal bir hayatı var. Cebinde bir bebek fotoğrafı taşıyacak kadar “değişen” Alex de imreniyor ona, belki ben de bir aile kurarım diyor. Yani Burgess kötülerin kendi hallerine bırakıldıklarında eninde sonunda özgür iradeleriyle iyiyi, doğruyu seçeceklerini söylüyor bize.
Peki doğru mu bu? Özgür irade gerçekten toplumun huzurundan daha mı önemli? Eğer öyleyse devletin görevi nedir; idamı bir seçenek olarak dahi düşünmezsek, sadece suçluları yakalayıp bir süre alıkoyduktan sonra tekrar suç işlemeleri için sokağa salmak mı? Çocukken özgürlüğü bize " başkalarının özgürlüğü kısıtlamayacak şekilde her şeyi yapabilmek" olarak anlatmışlardı. Bu tanıma göre Alex’in özgürlüğü savunulabilir bir şey mi? Bu soruya farklı cevaplar veren başka eserler de var tabi. Örneğin Le Guin’in Mülksüzler’indeki anarşist gezegende, toplumun kurallarına uymayan kişiler toplum tarafından dışlanıyordu. Ancak kötülerin bu kadar baskın olduğu koşullarda dışlamak bir çözüm olmaktan çıkıyor. Bize huzurla yaşayabileceğimiz bir dünya sağlamasını beklediğimiz devletin yetkisi nerede sona ermeli? Bu bir nevi güvenlik-gizlilik tartışmalarına benziyor, kesin bir cevap bulmak tabi ki mümkün değil. Herkesin farklı öncelikleri ve haliyle farklı cevapları var. Burgess’in cevabı benim tam olarak kabul edebileceğim bir çözüm değil açıkçası, ancak bu soruları bana sordurabildiği için dahi çok başarılı bir eser Otomatik Portakal.
Un Lun Dun - China Miéville:
Un Lun Dun oldukça eğlenceli, elinizden bırakmanın zor olduğu, içerdiği kimi klişelere rağmen hem okuru şaşırtabilen hem de birçok konuda orijinal olmayı başarmış bir kitap. Farklı yazarların aynı fikir üzerine bir şeyler yazması çok hoşuma gidiyor. China Mieville de Gaiman’ın Yokyer’inden -ki en sevdiğim romanıdır- yola çıkıp benzer bir ortamda geçen çok daha farklı bir hikaye anlatmış. Hikayenin güzelliğinin yanı sıra yazarın kitabın içinde bolca tuhaf, uçuk kaçık şey de var. Mieville hayal gücü konusunda kendini sınırlamamış, iyi de yapmış.
Çevirmen Ceren Ünlü içinde birçok kelime oyunu ve tuhaf terimler olan metnin altından başarıyla kalkmış, ellerine sağlık. Yalnız Mieville kitaplarının kapakları neden bu kadar amatörce yapılıyor anlam veremiyorum.
Bir kitabın üzerine genç yetişkin etiketi koyduğunuzda bazı okurlarda ister istemez bir önyargı oluşabiliyor, ancak Un Lun Dun’u sağda solda görmeye alıştığımız “genç yetişkin” kitapları ile aynı kefeye koymak hata olacaktır. Karakterleriyle, yaratıcılığıyla, özellikle de verdiği mesajlarla çocuk/yetişkin herkesin keyifle okuyacağını düşünüyorum.
Ben Uyandığımda Gözler Kapansın - Emirhan Burak Aydın:
Otun çöpün basıldığı şu günlerde bu kitabın fiziksel formatta raflardaki yerini almamış olması, eğer yazarın tercihi değilse tabi, büyük ayıp gerçekten. Diliyle, kurgusuyla taş gibi öyküler var Ben Uyandığımda Gözler Kapansın’da. Türkçe öykü zaten iyi bir dönem geçiriyor ama Emirhan Burak Aydın’ın öyküleri tuhaflıklarıyla, yarattıkları dünyalarla, yazarın denediği yeniliklerle bu iyi örneklerin arasında bile ışıldıyor. Özetle çok güzel kitap, bir de oturduğunuz yerden kalkmadan indirip okuyabiliyorken fırsat vermek için başka ne isteyebilirsiniz bilmiyorum.
Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor - Utku Yıldırım:
Utku Yıldırım’ın öykülerini uzun zamandır çeşitli sitelerde okuyorum ve bu kitaptakilerden çok daha iyilerini yazabildiğini de biliyorum. Gelgelelim bu demek değil ki kitabı beğenmedim.
Birkaç şeyi hızlıca aradan çıkarayım. Kapak mükemmel (Oscar goes to Barış Şehri), arka kapak yazısı da bir o kadar tırt. “Kendi gerçekliğinden fragmanlar…”, “yazarın dili iç sesi ile…”, “bilinç akışını benzersiz bir biçimde…” ve benim favorim “güçlü, üslup sahibi bir yazar olacağının…”. Sevgili Dedalus, şu yazdıklarını alıp kopyalasak günümüz yerli öykücülerinin %70’inin kapak arkasına yazabiliriz. Utku Yıldırım’ın blogundaki kitap eleştirisinde çok daha yaratıcı ifadeler var, keşke ona yazdırsalarmış. Editörlük de temiz bu arada, imla hatasına falan denk gelmedim.
Hazır arka kapağa girişmişken şu üslup meselesine de dokundurayım bari. Diğer birkaç ilk kitapta da denk geldiğim sıkıntılardan biri bu, yazar özgün bir üsluba sahip olmak için o kadar uğraşıyormuş izlenimi uyandırıyor ki hikayenin diğer öğeleri geri planda kalıyor. Oysa ki iyi kurgulanmış bir hikaye, iyi anlatılmış karakterler olduktan sonra üslup bir şekilde kendini belli ediyor zaten. Mesela Asker Daha Fazla…'da da birkaç kez okumuş olmama rağmen yazarın o benzersiz, güçlü üslubu yüzünden anlayamadığım öyküler var (Bunu Ben Bilmem Nereye gibi). Anlayamadığım, dahil olamadığım bir öyküyü nasıl sevebilirim ki? Belki ilerleyen kitaplarda yazarın böyle lüksleri olabilir ancak daha ilk kitabını yayınlayan bir yazar için okuru bu kadar dışarıda bırakan bir anlatım tercihi doğru gelmiyor bana. Hani kitabın tamamı böyle olsa demek ki Utku Yıldırım’ın kalemi bu diyeceğim ama kitaba almadığı öyküleri geçtim, kitapta dahi daha açık öyküler mevcut.
Bir diğer sıkıntı da öykülerin fazla kişisel olması. Haliyle okur kitlesini de epey kısıtlıyor bu tercih. Öykü derlemesi değil de psikiyatri seansı gibi sanki. Bilinç akışı da bu intibayı kuvvetlendiriyor. Yalnız son öykü “İçinde İçindekiler Vardır” biraz toparlıyor tüm kitabı, rehber gibi değil de yazarın günah çıkardığı bir epilog gibi.
Peki ben neden sevdim bu kitabı? Bu kadar kişisel meseleler anlatıyor olmasına rağmen kendini acındırmıyor. Ayrıca bilinç akışı yer yer okuru uzaklaştırsa da hikayelere bir hareket de katmış. Yani çok da açıklayabileceğim bir şey değil aslında, başkarakterin/yazarın değindiği bazı noktalar bende karşılık buldu galiba. Harika bir kitap değil tabi ki, hele hele Türkçe öyküye yeni başlıyorsanız uzak durun kesinlikle. Ama farklı tatlar arayan okurlar için fırsat verilecek bir eser olabilir.