Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Fark ettim de bu başlığa çok uzun zamandır bir şeyler yazmıyorum. Gerçi pek fazla kitap da okuyamıyorum son zamanlarda okul iş falan derken, okuduklarımı da genellikle Goodreads’te yorumluyordum. Son bir senede okuduğum ve aklımda yer eden kitapların yorumlarını geçmişe doğru yavaş yavaş buraya da taşıyayım, belki birilerinin işine yarar.

Otomatik Portakal - Anthony Burgess:

Kitabın ilk bölümlerinde beğenmeyeceğim izlenimine kapılmıştım ama bitirdiğimde umduğumdan daha çok beğendim. Hatta bana kalırsa Kubrick uyarlamasından daha da iyi. Filmi çok uzun zaman önce izlemiştim, kitabı bitirdikten sonra tekrar izledim. Dolayısıyla kitabın ilk bölümlerinde gördüğümüz aşırı şiddetin sonlarda nereye bağlacağını tam olarak kestirememiştim ama özellikle üçüncü kısım güzel bir beyin fırtınasına yol açıyor. Çeviri de fena değil; Burgess’in başta Rusça ve Latince olmak üzere başka dillerden de apartarak oluşturduğu Nadsat’ın Türkçeye çevrilirken sadece argo kelimeler yerine yine yabancı dillerle zenginleştirilmesini tercih ederdim ama Dost Körpe standartlarına göre buna şükrediyorum. İş Kültür artık Aziz Üstel çevirisin yayınlıyor, bir ara onu da alıp Körpe çevirisiyle karşılaştırmalı olarak okuyacağım. Eleştirinin devamında biraz sürprizbozan olacak, uyarmış olayım.

Kitabın temelinde, bütün distopyalarda olduğu gibi, politik bir soru var: “Nedensiz -kötücül- şiddete karşı nasıl bir politika izlenmeli?” Şimdiye kadar okuduğum distopyalar içinde en çok ilgimi çeken mesele de bu oldu. Başkarakterimiz Alex kötülükten zevk alan birisi. İyi bir çocukluk geçirmiş, zeki, sanattan anlıyor; yani bu kötülüğü dayandırabileceğimiz bir travması yok. Kendisi de kabul ediyor bunu zaten; şiddeti, hırsızlığı, tecavüzü sevdiği için yaptığını belirtiyor. Bu sadece Alex’e de özgü değil, onun gibi bir sürü genç ve çete var sokaklarda. Polisler bu şiddetle başa çıkamıyor, insanlar geceleri dışarı çıkmaktan korkuyor. Devletin uyguladığı ceza politikası -hapishane- ise yeterli bir caydırıcı değil. Suçlular içeri girdiklerinden daha kurnaz, daha temkinli terk ediyorlar hapishaneyi.

Ve bu noktada Burgess yeni bir devlet politikası sunuyor bize. Çetedaşlarının ihanetiyle hapse düşen Alex üzerinde yeni bir metot deneniyor. İlaç ve videolar yardımıyla şiddetin, tecavüzün düşüncesinin bile Alex’te büyük bir hastalık, mide bulantısı yaratması sağlanıyor. Politik açıdan bakıldığında aslında gayet mükemmel bir çözüm bu. Yüzlerce yıl uğraşıp psikolojik nedenini bulamadığın bir sorunu nasıl çözebilirsin ki başka? Alex’in kötücül kişiliğini değiştiremiyorsan, kötünün bir seçenek olması ihtimalini ortadan kaldırırsın ve sorun çözülür. Hem hapishanelere kaynak aktarmana gerek kalmaz hem de kötüleri “bir şekilde” topluma tekrar kazandırmış olursun.

Ama Burgess farklı düşünüyor. Öyle ki bu nedensiz şiddetin mağdurlarından biri olan yazar karakteri dahi kişinin özgür iradesinin elinden alınışına, onun bir makine haline getirilişine karşı çıkıyor. Kitabın üçüncü bölümünde Burgess de Alex’i bir mağdur haline getirerek ve ilk bölümde ondan zarar gören insanları -kadınlar hariç- onun üzerine salarak aslında bütün toplumun bu şiddeti içinde taşıdığını söylüyor bize. Alex’in intihara kalkışmasının ardından bütün toplum onun bir mağdur olduğunu kabul ediyor. Haliyle devlet de halk desteğini kaybetmemek için bu politikadan vazgeçmek ve Alex’le anlaşarak onun şiddetine göz yummak durumunda kalıyor. (Bu bölümde devletin kullandığı ikinci bir politika daha var: kötülerin devlet tarafından işe alınıp kolluk kuvveti haline getirilmesi. Bunun da ne kadar başarıya ulaşabileceğini günümüzde yaşananlardan dahi anlayabilirsiniz.)

Hele bir de film uyarlamasına dahil edilmeyen 21. bölüm var ki tam olarak Burgess’in düşüncelerini pekiştirmekte. Bu bölümde Alex’in çetedaşlarından Pete’i görüyoruz tekrar. Evlenmiş ve o şiddet dolu günleri geride bırakmış. Artık normal bir hayatı var. Cebinde bir bebek fotoğrafı taşıyacak kadar “değişen” Alex de imreniyor ona, belki ben de bir aile kurarım diyor. Yani Burgess kötülerin kendi hallerine bırakıldıklarında eninde sonunda özgür iradeleriyle iyiyi, doğruyu seçeceklerini söylüyor bize.

Peki doğru mu bu? Özgür irade gerçekten toplumun huzurundan daha mı önemli? Eğer öyleyse devletin görevi nedir; idamı bir seçenek olarak dahi düşünmezsek, sadece suçluları yakalayıp bir süre alıkoyduktan sonra tekrar suç işlemeleri için sokağa salmak mı? Çocukken özgürlüğü bize " başkalarının özgürlüğü kısıtlamayacak şekilde her şeyi yapabilmek" olarak anlatmışlardı. Bu tanıma göre Alex’in özgürlüğü savunulabilir bir şey mi? Bu soruya farklı cevaplar veren başka eserler de var tabi. Örneğin Le Guin’in Mülksüzler’indeki anarşist gezegende, toplumun kurallarına uymayan kişiler toplum tarafından dışlanıyordu. Ancak kötülerin bu kadar baskın olduğu koşullarda dışlamak bir çözüm olmaktan çıkıyor. Bize huzurla yaşayabileceğimiz bir dünya sağlamasını beklediğimiz devletin yetkisi nerede sona ermeli? Bu bir nevi güvenlik-gizlilik tartışmalarına benziyor, kesin bir cevap bulmak tabi ki mümkün değil. Herkesin farklı öncelikleri ve haliyle farklı cevapları var. Burgess’in cevabı benim tam olarak kabul edebileceğim bir çözüm değil açıkçası, ancak bu soruları bana sordurabildiği için dahi çok başarılı bir eser Otomatik Portakal.

Un Lun Dun - China Miéville:

Un Lun Dun oldukça eğlenceli, elinizden bırakmanın zor olduğu, içerdiği kimi klişelere rağmen hem okuru şaşırtabilen hem de birçok konuda orijinal olmayı başarmış bir kitap. Farklı yazarların aynı fikir üzerine bir şeyler yazması çok hoşuma gidiyor. China Mieville de Gaiman’ın Yokyer’inden -ki en sevdiğim romanıdır- yola çıkıp benzer bir ortamda geçen çok daha farklı bir hikaye anlatmış. Hikayenin güzelliğinin yanı sıra yazarın kitabın içinde bolca tuhaf, uçuk kaçık şey de var. Mieville hayal gücü konusunda kendini sınırlamamış, iyi de yapmış.

Çevirmen Ceren Ünlü içinde birçok kelime oyunu ve tuhaf terimler olan metnin altından başarıyla kalkmış, ellerine sağlık. Yalnız Mieville kitaplarının kapakları neden bu kadar amatörce yapılıyor anlam veremiyorum.

Bir kitabın üzerine genç yetişkin etiketi koyduğunuzda bazı okurlarda ister istemez bir önyargı oluşabiliyor, ancak Un Lun Dun’u sağda solda görmeye alıştığımız “genç yetişkin” kitapları ile aynı kefeye koymak hata olacaktır. Karakterleriyle, yaratıcılığıyla, özellikle de verdiği mesajlarla çocuk/yetişkin herkesin keyifle okuyacağını düşünüyorum.

Ben Uyandığımda Gözler Kapansın - Emirhan Burak Aydın:

Otun çöpün basıldığı şu günlerde bu kitabın fiziksel formatta raflardaki yerini almamış olması, eğer yazarın tercihi değilse tabi, büyük ayıp gerçekten. Diliyle, kurgusuyla taş gibi öyküler var Ben Uyandığımda Gözler Kapansın’da. Türkçe öykü zaten iyi bir dönem geçiriyor ama Emirhan Burak Aydın’ın öyküleri tuhaflıklarıyla, yarattıkları dünyalarla, yazarın denediği yeniliklerle bu iyi örneklerin arasında bile ışıldıyor. Özetle çok güzel kitap, bir de oturduğunuz yerden kalkmadan indirip okuyabiliyorken fırsat vermek için başka ne isteyebilirsiniz bilmiyorum.

Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor - Utku Yıldırım:

Utku Yıldırım’ın öykülerini uzun zamandır çeşitli sitelerde okuyorum ve bu kitaptakilerden çok daha iyilerini yazabildiğini de biliyorum. Gelgelelim bu demek değil ki kitabı beğenmedim.

Birkaç şeyi hızlıca aradan çıkarayım. Kapak mükemmel (Oscar goes to Barış Şehri), arka kapak yazısı da bir o kadar tırt. “Kendi gerçekliğinden fragmanlar…”, “yazarın dili iç sesi ile…”, “bilinç akışını benzersiz bir biçimde…” ve benim favorim “güçlü, üslup sahibi bir yazar olacağının…”. Sevgili Dedalus, şu yazdıklarını alıp kopyalasak günümüz yerli öykücülerinin %70’inin kapak arkasına yazabiliriz. Utku Yıldırım’ın blogundaki kitap eleştirisinde çok daha yaratıcı ifadeler var, keşke ona yazdırsalarmış. Editörlük de temiz bu arada, imla hatasına falan denk gelmedim.

Hazır arka kapağa girişmişken şu üslup meselesine de dokundurayım bari. Diğer birkaç ilk kitapta da denk geldiğim sıkıntılardan biri bu, yazar özgün bir üsluba sahip olmak için o kadar uğraşıyormuş izlenimi uyandırıyor ki hikayenin diğer öğeleri geri planda kalıyor. Oysa ki iyi kurgulanmış bir hikaye, iyi anlatılmış karakterler olduktan sonra üslup bir şekilde kendini belli ediyor zaten. Mesela Asker Daha Fazla…'da da birkaç kez okumuş olmama rağmen yazarın o benzersiz, güçlü üslubu yüzünden anlayamadığım öyküler var (Bunu Ben Bilmem Nereye gibi). Anlayamadığım, dahil olamadığım bir öyküyü nasıl sevebilirim ki? Belki ilerleyen kitaplarda yazarın böyle lüksleri olabilir ancak daha ilk kitabını yayınlayan bir yazar için okuru bu kadar dışarıda bırakan bir anlatım tercihi doğru gelmiyor bana. Hani kitabın tamamı böyle olsa demek ki Utku Yıldırım’ın kalemi bu diyeceğim ama kitaba almadığı öyküleri geçtim, kitapta dahi daha açık öyküler mevcut.

Bir diğer sıkıntı da öykülerin fazla kişisel olması. Haliyle okur kitlesini de epey kısıtlıyor bu tercih. Öykü derlemesi değil de psikiyatri seansı gibi sanki. Bilinç akışı da bu intibayı kuvvetlendiriyor. Yalnız son öykü “İçinde İçindekiler Vardır” biraz toparlıyor tüm kitabı, rehber gibi değil de yazarın günah çıkardığı bir epilog gibi.

Peki ben neden sevdim bu kitabı? Bu kadar kişisel meseleler anlatıyor olmasına rağmen kendini acındırmıyor. Ayrıca bilinç akışı yer yer okuru uzaklaştırsa da hikayelere bir hareket de katmış. Yani çok da açıklayabileceğim bir şey değil aslında, başkarakterin/yazarın değindiği bazı noktalar bende karşılık buldu galiba. Harika bir kitap değil tabi ki, hele hele Türkçe öyküye yeni başlıyorsanız uzak durun kesinlikle. Ama farklı tatlar arayan okurlar için fırsat verilecek bir eser olabilir.

10 Beğeni

Uzun zamandır bu konuda okuduğum en iyi kitap yorumunu girmişsiniz, kendi adıma teşekkür etmek istedim.

Bu mesele beni genç Türk yazarlardan o kadar soğutuyor ki anlatamam. Elime aldığım birkaç öykü kitabında hep bunu yaşadım. Sanki herkes öykü yerine deneme yazıyor, bilinç akışı ifadesinin arkasına saklanarak aklından ne geçiyorsa kağıda dökmeyi öykücülüğün olmazsa olmazı sanıyor. Uzun uzun yazılan monologları ben öykü olarak okumayı sevmiyorum artık. Ve modern Türk edebiyatından uzaklaşmamın en büyük sebebi bu.
Bahsettiğiniz yazarı okumadım fakat yorumunuzda bu ifadeyi görünce hissettiklerime yakın olduğunu düşündüm.

3 Beğeni

Hmm bilmiyordum dizisi olduğunu. En kısa sürede izleyeceğim.

Asıl ben çok teşekkür ederim okuduğunuz için. Aslında okuduğum her kitap için iyi kötü bir şeyler yazmaya çalışıyorum, yoksa aradan birkaç ay geçince unutabiliyorum kitabın bana neler hissettirdiğini. Eğer üşenmezsem burada olmayan tüm eleştirilerimi böyle üçer beşer ekleyeceğim zamanla.

Öykü kısmına gelince, aslında bana kalırsa kişisellik Türk öykücülüğünün yeni bulduğu bir şey değil. Eskilere baktığımızda da Vüsat O. Bener, Leyla Erbil, Tezer Özlü, Bilge Karasu gibi birçok büyük yazarın öykülerinde kişisel, hatta bazen oldukça kapalı bir anlatımı tercih ettiğini görüyoruz. Epey riskli bir tercih tabi bu, sizin de dediğiniz gibi çoğu zaman okur öykünün başkahramanıyla bir bağ kuramıyor ve öykü sıkıcı bir günlük sayfasına dönüşüyor. Ben de mesela son yılların ses getiren öykücülerinden Melisa Kesmez’in Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz kitabında söylediğiniz şeyleri hissetmiştim. Ona yaptığım yorumu da aşağı ekleyeyim hatta. Belki okumuşsunuzdur ama naçizane iki isim tavsiye etmek isterim size, bana kalırsa dönemimizin en başarılı öykü yazarları arasındalar ve özellikle üslupları ile dönemdaşlarından ayrılıyorlar. Mustafa Çevikdoğan’dan Temiz Kağıdı ve Engin Türkgeldi’den Orada Bir Yerde.


Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz - Melisa Kesmez:

Bir öykü kitabı değil de anı derlemesi, hatta günlük gibi. Anlatı değişse de başkarakter hep aynı kişi, hep aynı dertlerden muzdarip. Anlatılan yeni bir şey de yok; yalnızlık, topluma yabancılaşma, anne-baba sorunları… edebiyatımızda defalarca işlendi bunlar. Melisa Kesmez’in dili akıcı ve samimi olsa da artık birçok çağdaş yazar bunu yakalayabiliyor zaten. Ben öykücüden risk almasını, ya kurguda ya anlatıda ya da dilde yeni bir şeyler denemesini beklerim. Ama Kesmez oldukça güvenli sularda yüzüyor ve iyi yaptığını düşündüğü şeyden vazgeçmiyor. Okura da ilk birkaçından sonra hep aynı şeyleri okuyormuş hissi veren 25 öykü kalıyor. Bir ilk kitap olduğu düşünülürse biraz daha tolerans gösterilebilir belki ama böyle vasat bir derlemenin okur tarafından bu kadar ilgi görmesini, bu kadar baskı yapmasını da anlamadığımı söylemem gerek.

2 Beğeni

Fazla yoruma dayalı bir ifade olacak fakat saydığınız isimler yeni yazarların bu geleneği sürdürmek istemesine sebep oluyor sanırım. Bilge Karasu’nun kendi sesiyle çok başarılı metinler ortaya koyması her öykücünün bu yolu takip ederek başarılı metinler yazabileceği anlamına gelmiyor. Bunu söylemeye pek hakkım da yok belki fakat yazarların öykülerinde kendimi hissettirmeliyim, sesimi okura ulaştırmalıyım düşüncesini pek onaylamıyorum. Tabi kişisel bir tercih, ben metinle baş başa bırakılmayı, karakterin yazarın kendini anlatmak için kullandığı bir araçtan fazlası olduğunu hissetmeyi seviyorum.
Önerileriniz için de teşekkürler mutlaka bakacağım.

1 Beğeni

Bu karantina günlerinde yapılabilecek en iyi şeylerden biri kitap okumak şüphesiz. Ben de öyle yapıyorum. Bir kaç ay önce İmge Kitapevi’nin indirim kampanyasından aldığım iki Le Guin kitabına da bu vesileyle sıra gelmiş oldu. Kitaplardan ilki “Her Yerden Çok Uzakta” herhangi bir fantastik unsur içermeyen kısa bir aşk hikayesi. Anlatım dili oldukça sade ve hikaye çok akıcı bir şekilde ilerliyor. Kadın olmak, erkek olmak, cinsellik ve büyümek üzerine çarpıcı tespitler var. Kitabın benim için en ilgi çekici kısmı ise hikayenin bir kadın yazar tarafından erkek bakış açısıyla anlatılıyor olması. Ben böyle kitapları ayrı bir seviyorum nedense. Stefan Zweig’ın “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” mesela. Böylesi kitaplarda yazarın bunları nasıl yazdığını düşünmek hoşuma gidiyor. Bu kitabında da Ursula Le Guin, yetişkinliğe adım atan bir erkeği oldukça iyi yorumlamış bence.

İkinci kitabımız “Yanılsamalar Kenti” ise sağlam bir bilimkurgu romanı. Yıldız gemileri, lazer silahları, zihin kontrolü… vs. hepsi var. Ancak okuması diğer kitaba göre oldukça meşakkatli. Le Guin’in klasik anlatım tarzı burada da hemen kendini hissettiriyor. Betimlemeler yer yer okuma temposunu düşürüyor. Ama yazar da bizden koştur koştur okumamızı beklemiyor zaten. Çünkü farklı dünya ve insan ilişkilerini anlatıyor; bunları anlamak da biraz sabır istiyor doğrusu.

Sonuç olarak ben iki kitabı da beğendim. İkisi de İmge Kitabevi Yayınları’ndan çıkan kitapları edinmek isterseniz, kitabevinin kendi sitesinde yüzde otuz indirimli. Ayrıca beş al üç öde kampanyasıyla birleşince çok uyguna geliyor.

6 Beğeni

Dresden dosyalarını okumaya başladım tabii ki gidebileceğim mesafe 5 kitaptan oluşuyor keşke ithaki daldan dala atlamayı bırakıp elindeki serileri bitirse …

1 Beğeni

Bitti :frowning: Asıl yorumumu sabah yapacağım ama bir şey de yazmadan duramıyorum. Güzel kitaplar okumak çok kötü çünkü bir sürü şey hissettiriyor, düşündürüyor, hayal ettiriyor ve etkisinden çıkmak da çok uzun sürüyor. :frowning: Sabah görüşürüz :frowning:

3 Beğeni

EARTH ABIDES

KONUSU

Daha önce eşi görülmemiş yıkıcılıkta bir virüs insan ırkını neredeyse yok etti. Sıradışı bir şekilde bağışıklığı olan Ish, insansız bir dünyayı keşfe çıkar.

DÜŞÜNCELERİM

SF Masterworks listesinde gezinirken bu kitabı gördüm, hem konusu ilginç geldi hem de güncel duruma uygun olduğundan bir şans vereyim dedim.

Günümüz kıyamet hikayeleri gibi zombiler veya yamyam tecavüzcüler yok bu kitapta. İnsanların daha sıradan düşmanları var: tahtakuruları, sıçanlar ve tembellik gibi.

Kitapta Ish’in hikayesini okuyoruz. Kıyametin hemen sonrasında birlikte gelecek kurabileceği insanların arayışında Amerika’yı gezmeye başlıyor. Bir yandan da dünyanın insansız nasıl değiştiğini gözlemliyor. Bulabildiği her şeyi evinde biriktiren bir adam, hiçbir şey olmamış gibi evinde radyo ve martini ile yaşayan bir çift ve ihtiyacı olmadığı halde hala pamuk yetiştiren birkaç siyahiyi, Yaşayan Ölüler diye sınıflandırdıktan sonra, sonunda birlikte yaşayabileceği 6 kişi bulup bir topluluk kuruyorlar.

Sonrasında ise bu topluluğun gelişimini görüyoruz. Ish’in medeniyeti geri getirme hayali var. Topluluktaki diğerleri, üretmeyip eski dünyanın kalıntılarıyla mutlu mesut yaşarken o bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyor. Sonuçta konserveler ve mermiler bir gün bitecek. Yıllar geçiyor, çocuklarla 7 kişi 30 oluyor ama “Bir şeyler yapmalıyız.” sadece her sene tekrarlanan bir konuşma olarak kalıyor. Okul saati ayarlıyor ama eski medeniyeti hiç görmemiş çocuklar için anlattıkları ilgi çekici olmuyor. Okumayı öğrenen bir oğlu hariç. Ish, geleceğini bu çocukta görüyor ve kendisi toplumunu geliştirmeyi başaramamış olsa da liderlik o çocuğa geldiğinde onun başaracağına inanıyor. Fakat kaderin cilvesi o ki çocuk da hastalanıp ölüyor. Ish uzun süre yas tuttuktan sonra hatasının farkına varıyor. Diğerlerini geçmişin tüketicileri olmakla suçlarken, asıl geçmişin medeniyetinde takılı kalanın kendisi olduğunu anlıyor. O medeniyet bitti ve yeni medeniyeti kuracak yeni neslin ne yapacağını belirleyemez, bir ebeveynin evladına yapabileceği gibi sadece yol gösterebilir. Bu sefer sınıf ortamında bir şeyler anlatmak yerine kendi imkanlarıyla bir yay ve ok yapıyor. Tabi çocuklar hiç böyle bir şey görmedi ve bir kere denedikten sonra hepsi kendi yayını yapıyor. Şimdilik bir oyuncak olabilir ama zamanla fark edecekler ki bugüne kadar tüfek kullanarak öldürdükleri hayvanlar bununla da avlanabilir. Ish belki elektriği geri getiremedi ama yıllar sonra mermi kalmayıp barut bozulduğunda torunları aç kalmayacak.

Devamında olanlar ise okumak isteyenlere kalsın, tüm kitabı burada özetlemeyim. Uzun uzun yazmamdan da belli olduğu üzere çok beğendim. Ortam da böyleyken bir yayınevi çıkıp çevirir umarım.

10 Beğeni

Victor Hugo/Sefiller

Karantina sebebiyle ortaya çıkan boş vaktimi, uzun süredir kitaplığımda duran ve okumadan geçirdiğim her ay içime daha çok oturan Sefiller’le doldurmaya karar vermiştim. Kitabı 700. sayfada bıraktım.

Sefller Fransız Devrimi sonrasında geçen (Napolyon ve 18. Louis dönemlerini içeren) bir roman. Monte Kristo Kontu ve İki Şehrin Hikâyesi gibi Fransız Devrimi/Napolyon zamanında geçen romanların aksine bu dönem ve dönemin siyasi koşulları, kurgunun fazlasıyla önüne geçiyor. Paris’in sokak sokak betimlendiği; Waterloo Savaşı’nın saat saat, taktik taktik anlatıldığı; Fransa’da manastırların tarihi ve o zamanki konumunun yazıldığı kurgudışı bölümler var. Bu bölümler okuru sıkıyor ve kurgudan koparıyor.

Deneme niteliğindeki bu yerleri atlasanız dahi kurgunun kendisinde de aşırı detay ve ayrıntılar var. Hugo çoğu yerde olayları bırakıp felsefi, tarihi ve sosyolojik çıkarımlarda bulunuyor. Bunların çoğunun gerçekten güzel fikirler olduğunu belirtmeliyim. Ama fazlası yine çok sıkıcı oluyor. Özellikle kurgu okuma niyetiyle kitabı eline alan biri için fikir yazısı bölümleri çok yorucu.

Hugo’nun dili gerçekten akıcı ve güzel, fakat şahsi kanaatime göre hatırı sayılır kısmı kurgudışı olan 1700 sayfalık bir kitabı okutacak kadar değil. Bu sebeple okumayı bıraktım. Hayatımın farklı bir döneminde olsaydım belki çok beğenerek okurdum ama şu an beni bekleyen sevdiğim türlerde ve makul uzunlukta onlarca kitap varken Seflller’e daha fazla vakit ayıramadım. Yine de kitabın konusu ve kurgusunun güzel olduğunu söylemeliyim. Bırakma sebebim sadece bilgi niteliğindeki kısımlar ve -bana göre- gereksiz olan ayrıntılardı.

Böylelikle Charles Dickens dışında dünya klasiği okumaya süresiz olarak ara verdiğimi de not düşeyim.

14 Beğeni

Keyifli.

4 Beğeni

Yerdeniz Büyücüsü - Ursula K. Le Guin
images (24)
Ursula K. Le Guin’den okuduğum ilk kitap oldu. Yaratılan evreni ve karakteri çok sevdiğimi söylemeliyim. Hiç sıkılmadan okudum, gayet anlaşılır ve akıcıydı. Özellikle okulda geçen kısımları çok sevdim.

Puanım: 8.5/10

17 Beğeni

Bitmesin diye ağırdan almaya çalıştım; ama olmadı. İskandinav edebiyatı ve filmleri daha yalın, dolaysız gibi geliyor bana. Bu eser de insan ilişkilerini herhangi bir süsleme olmadan, olduğu gibi anlatmış. Sevdim.

8 Beğeni

Biyografi türü okumayı hep sevmişimdir ama sanırım ilk defa roman türünde okudum. Gerçi adında roman yazmasına rağmen roman mıydı tam emin değilim. :sweat_smile: Daha önce Oğuz Atay okumadım, Mustafa İnan hakkında da bir bilgim yoktu ne yazık ki. İlk sayfalarda kitaba adapte olmakta zorlandım, bir çocukluk bir yetişkinlik derken kim ne diyor anlayamadım. Ama bir kere rayına oturunca gerisi geldi. Bence herkes okumalı Mustafa İnan’ı, bir şekilde hepimizin yolu düşüyor üniversiteye ve ne yazık ki o günden bu güne ne üniversite ortamlarında ne de öğrenciler de çok bir değişim yok. Şikayet etmeyi seven, ama elini taşın altına koymaya gelince dut yemiş bülbüle dönen bir toplumuz bence. 7’den 70’e bu böyle ne yazık ki. Mustafa İnan’ın hayatı ise tam tersi. Ve kitapta bunu güzel anlatmış Oğuz Atay.

Kitap bir mühendisin hayatını anlattığından biraz mühendislik terimlerine de girmiş, o kısımları anlamak benim için ayrı zordu ne yazık ki. Ama sadece mühendislikle ya da matematikle ilgilenmemiş İnan, dil , müzik, din gibi konularda kafa yormuş ve özellikle dil ile ilgili yerleri okumak oldukça eğlenceliydi. Çok yönlü, erken vefat eden bir bilim insanıymış İnan, böyle hocaların artması dileğiyle.

6 Beğeni

Ben de böyle yapmaktan korkuyorum. O yüzden bu kitaba başlamıyorum. Küçükken 600 sayfalık kısa versiyonu okumuştum. Beni çok etkilemişti. Çoğu detayı hâlâ aklımda…

2 Beğeni

Yazarla bugün tanışıyoruz, uzun zaman sonra okuduğum ilk öykü-ler olacak.

5 Beğeni

Ben de şu an okuyorum. Son hikayedeyim. :laughing:

Wells’in betimleme yapmayı seven bı yazar olduğunu biliyorum. Ama çeviriden ve özellikle virgül kullanımından dolayı bazı betimlemeleri sıkıcı buldum. Okuyan başka birinin görüşlerini merak ediyorum bu konu hakkında.

4 Beğeni

Henüz ilk öyküyü okudum, tamamladığımda belki bir şeyler söyleyebilirim ama ilk öykü gayet akıcı geldi bana şöyle devam bir fikrim oluştu, genelde kapının öbür tarafında bir arayıştaysak, bu tarafı sıkıcı gelebilir tabi sadece ilk öykü açısından söyledim bunu :slight_smile:

İkinci öykü dediğiniz gibi, cümleler uzadıkça uzamış. Yazarın tüm sevenlerinden de özür dilereye şunu demek istiyorum. İlhan berat adında bir youtuber var, belki bilirsiniz. Sanki onun bir anunaki hikayesini dinliyor gibi okudum :wink: sevenlerinden bir kez daha çok büyük özür diliyorum.

3 Beğeni

Sonunda başlıyorum

6 Beğeni

Ruhların Kaçışı - Andrew Osmond

Ruhların Kaçışı filmini izleyip seven herkesin okuması gereken bir kitap. Kitapta film hakkındaki bütün göndermeler, bütün metaforlar anlatılırken sadece Ruhların Kaçışı filmi değil en az 10 tane daha Hayao Miyazaki filmi de anlatılıyor. Filmin öncesi, film çekimi, film sonrası yapılan şeyleri de anlatıyor. Disnep ve Pixar filmlerinden de bahsediliyor. Hatta Rüzgarlı Vadi mangasından da bahsediyor. Rüzgarlı Vadi filmini izledim tabi ve en sevdiğim Hayao Miyazaki filmi olsa da mangası Türkçe olmadığı için okuyamadım bir türlü. Bu kitapta mangadan biraz spoiler yedim. Ama bu durum daha çok merak etmeme sebep oldu.
Göndermelere gelince özellikle kapitalizm hakkında durulması hoşuma gitti.

Kitabın eksi yanlarından da bahsetmek lazım. Renkli sayfalar, kuşe kağıdı kitap olması çok iyi. Ama yapmışken karton kapak yerine ciltli olsa daha güzel olurdu bence. Ayrıca 2-3 yerde imla hatası olması gözümden kaçmadı. Neyse fazla olmadığı için görmezden gelinebilir. Son olarak Japonların çok dikkat ettiği bir duruma bu kitapta dikkat edilmemesi kötü olmuş. Japonlar çizgi film demez, anime der. Çizgi roman demez, manga der. Tamam teknik olarak aynı olabilirler ama yine de tamamen aynı demek yanlış olur. Bu kitapta buna dikkat edilmemesi büyük bir eksik olmuş bence.

Hayao Miyazaki seviyorsanız, animasyon filmlerini de seviyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun derim.

10/8

12 Beğeni