Kültür - insanların ve makinelerin simbiyotik yaşadığı bir toplum - birçok büyük Oyuncu yetiştirdi. En iyilerinden birisi de Jernau Morat Gurgeh: her türlü masa, bilgisayar ve strateji oyununun ustası. Başarıdan sıkılan Gurgeh, zalim ve inanılmaz zengin Azad İmparatorluğu’na gidip meşhur oyunlarını denemeye karar verir. O kadar karışık, o kadar gerçekçi bir oyun ki kazananı imparator oluyor.
DÜŞÜNCELERİM
Phlebas’ı Hatırla’yı okumadım. Birçok yerde, Kültür’e bu kitapla başlanılmasının tavsiye edildiğini gördüm, ben de öyle yaptım. Zaten her kitabı ayrı bir hikayeymiş.
Kültür, gördüğüm en gelişmiş medeniyetlerden biri. 200 km uzunluğunda uzay araçları, başka galaksilere seyahat edebilme, hastalıktan ve yaşlılıktan kurtulmuş insanlık, suçun neredeyse olmaması… Yani tam anlamıyla bir ütopya. Böyle bir toplumda yetişen Gurgeh, bize daha tanıdık gelen Azad İmparatorluğu’na gidince haliyle kültür şoku yaşıyor. Ama bu yeni medeniyetle haşır neşir oldukça kendisini ve Kültür’ü de başka bir açıdan görmeye başlıyor.
Okuması kolay bir kitaptı. Birçok kısaltma ve özel isim geçiyor ama ilk geçtiğinde anlamasanız bile sonradan açıklanıyor veya bağlamdan çıkartıyorsunuz.
Evrenin diğer kitaplarıyla devam edeceğim. Sanırım bu da yakın zamanda çevrilir.
Umberto Eco bu konuyla alakalı şöyle demiş: “…yayınevindeki arkadaşlar çok zorlayıcı ve usanç verici buldukları ilk yüz sayfayı kısaltmamı öğütlediler. hiç kuşkunuz olmasın, reddettim; çünkü, diye öne sürüyordum, bir insan manastıra girip orada yedi gün yaşamak istiyorsa, onun ritmini kabul etmek zorundadır. bunu başaramazsa, kitabın bütününü okumayı da hiçbir zaman başaramayacaktır. bu nedenle, ilk yüz sayfasının bir kefaret ve başlangıç işlevi vardır; her kim bundan hoşlanmazsa kendi bilir, tepenin eteklerinde kalır…”
@yates232 kitap ağır denilebilir aslında ama aynı zamanda çok da akıcı. Tezat gibi dursa da bu durum, aslında tezat değil. Yani bilgi içeriği olarak dolu dolu bir orta çağ kitabı, ki zaten Eco da müthiş bilgili bir orta çağ uzmanı, aynı zamanda çağın en önde gelen entelektüellerinden. Böyle bir ismin kitaplarını okumak lazım. Manastırlar, tarikatlar, kilise ve imparator çekişmesi, savaşlar vs gerçekten bir dolu bilgi var. Aynı zamanda akıcı çünkü fazlaca polisiye temeli mevcut. Bir müddet sonra (yaklaşık 100 150 sayfa sonra) kendinizi olayların içerisinde buluyorsunuz ve kopamıyorsunuz. Ben henüz foucault sarkacını okumadım ama onda çok daha fazla bilgi olduğunu biliyorum, Eco da bilgiyle kurguyu çok iyi harmanlayan bir yazar, sırf bunun için dahi okunur bütün eserleri.
Bu yaz okuduğum -bilimkurgu olmamasına rağmen, en iyi kitaptı; BİTTİ.
Polonya’nın işgal edildiği dönemde bir akıl hastanesinde geçen hikayesiyle, Lem’i çok sevdim. Çok.
Yalın bir dille anlatılmış, kitabın sonlarına doğru heyecanınızı gizleyemeyeceğiniz, güçlü tasvirleriyle aklınızı başınızdan alacak -ki böylelikle kitabın atmosferinde sırıtmayacağınız, en kötü ihtimalle 9/10 verebileceğinizi düşündüğüm bir kitap…
Felsefi diyaloglarıyla akıl hastası(!) “Sekulowski”ye duyduğum hayranlık delilik noktasında. (Kitabı okumayı düşünenler bu ismi unutmasın.)
Tadında bırakılmış tıp terimleri ve biyolojinin gölgesi düşmüş pasajlar bilime ilgisi olan herkesi cezbedecektir diye düşünüyorum.
Hastanenin koridorlarında fazlaca bir merakla dolaştığım sırada talihsiz bir aşk macerasından sonra yaşadığı dünyadan kaçmak isteyen, aynaların içinde bir yaşam olduğuna inandığı için zamanının büyük çoğunluğunu banyoda geçiren, ismini öğrenemediğim o kız, dikkatimi en çok çeken hasta oldu. Uzun süre düşündüğüm için aklımdan kolay kolay çıkacağını sanmıyorum.
Lem’in mizahi yönünü ise ilk olarak “kel kafalılar” üzerine yaptığı benzetmelerle keşfetmek ilginç oldu. “Kel kafası ayçiçeği gibi aynaya vurmuştu.” şeklinde gülümseten teşbihlerine birkaç yerde daha rastlayınca, sempatimi gözlem yeteneğine mi yoksa kendini tiye alan insanların özgüvenine mi borçlu olduğumu anlamak için görsellerden S. Lem’i taradım. Kelmiş.
İlk kitabıyla cennete düşünce, ikinci kitabına başladım: Yıldız Güncesi.
Herkese keyifli okumalar…
Umberto Eco’nun romanları roman olmanın ötesinde bir belgesel gibi. Naçizane bendenizde iki kitabı var. Gülün Adı’nı okudum ama zorlandım. Neye benzetmeli bilmem … Belki bir keçi boynuzu gibi. Çok hoş kendine özgü bir tadı ama ama çiğnemesi ve yutması zor. Kitaplığımdaki ikinci kitabı Foucault Sarkacı’nı ise iki kere başladığım halde okuyamadım. Sakin ve geniş zamanım olduğunda bir kere daha deneyeceğim.
Bir rüzgâr eser tepelerden, bir kızın saçlarından akarak. Bir dalga vurur sahile ve bir ses duyulur. Zihinde, içinde, kalbinde. Ruhtan ruha, rüzgârdan rüzgara. Yerli ama öteki, buralı ama değil, bir kızın hikâyesi başlar bir gezegende. Kimine yuva kimine sürgün olan bilinmeyen bir diyârda kendini ararken feleğin çarkının devinimini değiştiren Rolery’nin hikâyesi.
Sürgün Gezegeni, Hainli Döngüsü’nün üçlü kuruluş metinlerinden ikincisi. Selefi Rocannon’un Dünyası’ndan daha derli toplu kurgusu ile ayrılan, epik fantastikten aldığı ruhu bilim kurguya yediren üç anlatıcılı bir metin. Ve Ursula’nın hakiki olana tutkusunu yansıtan dilinin, bir köşede satırlara sinen bir tütsü gibi içten içe yandığı bir kitap. Evet, hakikât! Anahtar kelime. Hikâyenin kalbi. Rolery ile Agat’ın o konuşmasında yatan zehirsiz bir ok gibi: “-Kendinize ne diyorsunuz? -İnsan.”
Hiç görmedikleri anayurtları hakkında kederli şarkılar söyleyen kadınlar misâli gerçek, karın garip ve ısrarcı dokunuşu misâli ürpertici bir hikâye bu. İnsan ile Yabansoylu arasındaki fark nedir, silahların laneti mi vardır sahi yoksa mikroorganizmalar mı çökertir bedenleri, zihinden zihnine yollar var mıdır yoksa önyargılardan örülen duvarlardan mı ibarettir iki insan arasındaki mesafe? Zamansız doğmak birini kadın olmaktan alıkoyar mı mesela? Kendini aramak bir zamansızlık mıdır? Asiler aşık olursa davalarına ihânet mi etmiş olurlar? Ölünce denizler altında diyarlar mı kucaklar ruhu yoksa yıldızlara geri mi döner insan? Ev neresi, sürgün ne demektir sahi?
Ursula’nın sihri bu olsa gerek. Emperyalist mantıkla lineer işleyen zamanı, ve dostu mekânı, eğip bükmek. Bir döngü yaratmak. Zihninin bulanık sularını berraklaştıran, bilimkurguya “ruh” üfleyen bir sihir. Ateş küllere boğulurken okurunun elinden tutan Ursula’dır aslında. “Gel, eve gidelim.” diye sakince fısıldayan bir ses.
klasik bilimkurgu öyküleri
Evet, tatilimin sonuna gelirken bir öykü seçkisini daha okumuş oldum. Çok kısa zamanda okunabilecek bir kitabı, 4 günde yavaş yavaş okudum. Kitapta ciddi şekilde dönemin edebi dili hissettiriyor kendisini. Tamamı aynı üslupla yazılmış desek yanlış olmaz. Tabii sadece bu öyküler değil, 19. Yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başında yazılan çoğu bilim kurgu, gotik ya da fantastik diyebileceğimiz eserler benzer edebi dil ve üslup taşımakta. Mesela Lovecraft buna güzel bir örnek olarak verilebilir (nitekim çok etkilendiği iki öykü de bulunmakta)
Kitapta öyküler yayımlanma tarihlerine göre kronolojik olarak sıralanmış. Şunu da belirtmek lazım, bu öyküler bir ikisi hariç bilim kurgu değil, daha ziyade fantezi/korku edebiyatına giriyor. Hele ki ilk ve son öykülerde bilim kurgu olarak kabul edilebilecek sadece mercek, mikroskop ve atom kelimeleri var. Yine de bilim kurguda artık klişe haline gelmiş zamanda yolculuk, ışınlanma, zamanı durdurma, uçabilme, ilk temas (hadi öyle kabul edelim son öyküyü de, ki aslında değildi) gibi temaları ilk kullanan öyküler olmalarıyla bilim kurgu açısından saygıyı hakediyor diyebiliriz. Öykülerin benzer tarz ve tavırlarda yazılmış olmaları nedeniyle arada sıksa da, genel olarak akıcı ve çerezlik olarak okunabilecek, keyifli hikayelerden oluştuğunu söyleyebilirim. Tabii Wells farkını baya ortaya koymuş, ona ekstra parantez açayım. Ben eğlendim, forumda da daha önce beğenilmiş ve önerilmişti. Ben de bilim kurgu /fantezi/gotik edebiyat severler için türün başlangıçlarından bir tutam tatmak isteyenlere öneririm, kesinlikle tavsiye etmem ama okumak isteyen de keyifle okuyabilir bu eseri. Herkese keyifli okumalar dilerim.
Wool serisinin son kitabı olan Toz’u okumayı bitirdim. Bu kitabı okurken “vay anam vay neler oluyor ya” heyecanıyla okuduğum bir kitap oldu.
Bu kitap serinin diğer kitaplarıyla kıyasladığımda arşa çıkmış diyebilirim. Epey sürükleyici ve düşündürücüydü. Finali beni memnun etti; daha uzamasını istemezdim. Bence yazar tam tadında bırakmış.
Bu kitapta birinci ve ikinci kitaptan tanıdığımız karakterlerin kesişimi var ve sürekli önemli karakterler arası yolculuk ediyor, olayları ve hisleri o kişilerin gözlerinden yaşıyoruz. Yazar bunu bence o kadar akıcı bir şekilde yapmayı başarmış ki hikâyeden bir anlığına bile kopma yaşamadım.
Bazı bölümlerde insanoğlunun ne kadar beter, lanet özelliği varsa pat küt yüze vurulmuş. Bağnazlık, açgözlülük, kibir… Okurken kimi yerlerde kitabı atıp kaçasım geldi. Atmosferlerin çok güzel yaratılıp, yansıtıldığını düşünüyorum. Kitabın başından sonuna kadar tanıştığımız bazı karakterlerin gelişimine de tanık oluyoruz. Güzel, sürükleyici kitaplardı.
“Hayata Yolculuk” 100 sayfa sonra benim için bitti, kitap ile ilgili yorum çok yapmayacağım keza ciddi sinirlendim, çünkü ikiyüzlülükten hiç hoşlanmam. Neyse sıradaki kitabım ;
Şimdilik 100 sayfasını okudum, ancak o kadar bahsedildiği gibi büyük tatlar vermedi, bakalım inşallah anlattığı şeyler bir yere bağlanır yoksa kaybettiğim zamana çok üzüleceğim.Genelde yerli yazarları okumuyorum bu sebepten dolayı inşallah yanılırım.
Alastair Reynolds’un ilk öykü kitabı olan Zıma Mavisi’ni okudum Kitap 8 adet hikayeden oluşuyor ve her hikayenin sonunda yazar o hikayesi ile ilgili yazılış aşaması içinde saklı kalan detaylar vb. hakkında 1-2 sayfalık bilgiler veriyor. Çok güzel bir ayrıntı olmuş bana göre.
Hikayeleri genel anlamda sevdim. Hatta kimisine hayran oldum diyebilirim. Öncelikle şunu söylemeliyim; Gene Wolfe okurken nasıl edebiyat ve tarih alanında bilgi ile okunması gerekiyorsa, Reynolds’ın da bilim çerçevesinde kalburüstü bir bilgiyle okunması daha faydalı olacaktır. Kitapta hikayeler çok güzel konular üzerine eğilmiş. Olay ve karakterlerden bağımsız olarak hikayelerin ana fikri işlemesi daha ön planda. Bu yüzden herkesin seveceğini düşünmüyorum ama ben tek kelimeyle her hikayeye bayıldım. Farkı bir yazarın bilim dozu yüksek hikayelerine dalmak istiyorsanız tavsiye ederim. Öne çıkan konuları ve imgeleri araştırın, sorgulayın. Çok faydası olacaktır.
Bu kitaptan sonra Keşif Uzayı kitabını okuma planımda önlere çekiyorum. Herkes Reynolds okusun, okutsun.
Yazarın okuduğum üçüncü kitabı. Diğer kitaplarındaki gibi bariz bir sovyet eleştirisi var. Ancak yine diğer kitaplarındaki gibi eldeki maizemeyi yazarın iyi kullanamadığını düşünüyorum. Olaylar olması gerektiğinden hızlı gelişiyor. Özellikle son kısımlarda kitap bitsin diye hızlıca oldu da bittiye getiriyor. Konu daha iyi bir şekilde işlenebikir hem sovyet eleştirisi hem de olayın işleniş ve sonu daha iyi bir şekilde kurgulanabilirdi.
Bir de ısırıklı ve kamyon havlaması ifadeleri ne demek bana açıklayabilecek var mı? Belki orjinal metinde böyle geçiyordur ama çeviride göze battığını söyleyebilirim.
Bulgakov’u hem çok seviyorum ve başarılı buluyorum, hem de çok büyük bir dikta yönetiminde, hapis cezasına rağmen geri adım atmamasıyla (örneğin Zamyatin geri adım atmaya çalışmıştır), eleştirilerini devam ettirmesiyle ya da en azından sesini çıkarabilmiş olmasıyla taktir ediyorum. Hayat hikayesi her zaman ilgimi çekmiştir, tabi bir de usta ile margarita var. Ayrıca şu an ben de genç bir doktorun anıları kitabındakinin günümüz uyarlaması denilebilecek bir yerde görev yapıyorum, biraz ondan da yakınlık duyuyor olabilirim Biz atla gitmiyoruz kar kış fırtınada, daha çok paletli kar aracıyla gidiyoruz Onun dışında absürtlük baya fazla.