İstanbul’daki antik yerleşim yerlerini ve kökenlerini, antik bir yazardan öğrenmek güzeldi. Kitabın başında çevirmen tarafından yazılan İstanbul’un tarihini anlatan kısım da hem kitabı anlamama yardımcı olduğu için hem de tarihi bilgimi genişlettiği için çok faydalıydı.
Alfa, Epsilon, İthaki başta olmak üzere yayınevlerine eleştirim; lütfen artık redaksiyona daha fazla önem verin. Okuduğum her kitapta yazım yanlışları ve noktalama işareti yanlışlıkları görmek istemiyorum.
Çok zor bir şey de değil, hatta forum ve sosyal medya hesaplarınız aracılığıyla liyakatı olan ve belki hediye kitap karşılığında dahi gönüllü olarak ekstra son okuma ve redaksiyon yapabilecek kişiler bulabilirsiniz. Yeterki redaksiyon problemini ciddiye alın.
Lady Chatterley’in Sevgilisi, savaşın yıktığı göklerin altında, yeniden batacak güneşlerin güven vermeyen sıcaklığında tekinsiz bir öksürük nöbetine tutulmuş Lawrence’ın son romanı. Yıkıntıların arasında, tartışmalı yaşamının son demlerinde temellerini sorgulayan bir Lawrence’i bekleyen okurları şaşırtan bir hamle: Patriyarkal bir manipülasyon. Cinsel Politika’nın yazarı feminist teorisyen Millett’in deyimiyle “cinsel politikacıların en hünerlisi” Lawrence, Lady Chatterley ile yüzyıllar sürecek bir eleştirel Ouroboros’a ölümsüzlük iksirini yudumlatmayı başarıyordu. Çünkü roman, basit bir sayıklamanın ötesinde derinlere dayanan bir “insan doğası” ve “toplumsal norm” analizini sonsuz kez doğurma potansiyeline sahip Jungçu arketipik anlatıyı temel alıyor. Lawrence, kafa karıştırıcı ya da daha doğru deyişle afallatıcı şekilde birincil karakteri kadın olarak tercih ederek anima ile animusun kaynaşmış doğasına işaret ederken, Viktorya kadınının yokoluşu ve yeni yükselen kadınlığın “nasıl boyun eğdirilmesi” gerektiğini okuruna sunabilmek için manipülasyonu tercih ediyor. Özgür ve başına buyruk olarak sunduğu “selüloid” kadınları sanayi İngiltere’si ile eşleyen Lawrence, kurtuluşu cinsel organlarını belli eden kırmızı dar pantolonlar giyen Orta Çağ fallus merkezli erkekliğinde buluyor iken yarattığı ve devrin feministlerinin ağzından konuşturduğu kadınları ancak ve ancak teatral bir tamamlanmamışlıkla taçlandırıyor. Lawrence’ın sözcüsü Mellors, kadını değiştiren erotik gücün kaynağı olarak temsil edilirken; Urgan’ın estetik, devrin eleştirmenlerinin pornografik bulduğu cinsel organları çiçeklerle süsleme sahnesinde ise artık bir Tanrı Pan seviyesine yükseliyor. Bir diğer yanda primitif bir annelik içgüdüsüne tutulan Constance, dölyolunu Tanrı Pan’a kutsatarak tamamlanmanın peşinde iken; karikatürize edilmiş “ikiyüzlü” bir feminist olan Hilda doyumdan alabildiğine uzak bir oyunbozan olarak sunuluyor. Tüm bu mizojini fırtınasını Lessing’in deyimiyle “yeterince erkek olamamış” sanayi erkekleri ile “bekçiler, çingeneler ve yerliler” gibi egzotik fallik "anıt"ları karşılaştıran “vajinal doyumu arıyan” kadınlar üzerinden yapan Lawrence, her satırı ile bugün de hala konuşulup tartışılması gereken yaşayan bir tarih yaratıyor. Lawrence, hala nefes alan sıcak bir gündemi, sanat ve sanatçı arasındaki o sıkı ipliklerin önemini işaret ediyor bize. Bir anne arketipi olan o kucaklayıcı korudan yükselen çiçek kokuları arasında şefkatle sevişerek dünyayı güzelleştiren bir penis olarak Mellors ve özgürlüğü kendini gerçekleştirmek fırsatını hiç tanıyamadığı için annelikte bulmaya çalışan Constance ile Lady Chatterley’in Sevgilisi asla eskimeyecek bir tartışmanın fitilini ateşlemeye devam ediyor, ilk gün olduğu gibi.
Sonlara yaklaştım. Okudukça şaşkınlık yaşıyorsunuz, şaşkınlık yaşadıkça okuyorsunuz. Güzel bir araştırma kitabı ama neler yaşandığını öğrendikçe içinizde biraz sıkılıyor tabii.
Gaiman bu kitapta mizahı ve karanlık temayı olabilecek en başarılı şekilde birleştirmiş. Biri diğerine üstün gelmiyor, ikisinin de dozu yüksek.
Karman çorman bir topluluk gibi görünen ve “Buradan nasıl iyi bir öykü çıkar ki” diyebileceğimiz temalardan; melek, sıçan, avcı, kiralık katil, keşiş ve daha pek çoğundan fazlasıyla iyi bir roman çıkarmış. Sebebi hayal gücünün yüksek, anlatıcılığının çok başarılı olması.
Hikayenin başlangıcı, gidişatı, sonu, hepsi ayrı güzeldi. Kurgunun kilit noktasını oluşturan küçük ayrıntılar kitap boyunca devam ediyor ve bu da biraz dikkatli bir okuma istiyor. Ayrıca çok karakter var ve bana kalırsa hepsi maceralarını ayrıntılarıyla okumak isteyeceğim türden güçlü karakterler.
Kitap bittikten sonra “Aşağı Ankara” nasıl bir yer olurdu, düşünmedim değil. Malum goril heykeli Yukarı’dan Aşağı’ya taşınırdı kuşkusuz. Uzun süre Eskişehir Yolu’nda bir işgal alanı oluşturan ve yıllar önce sökülen o çelik yapı da belki oraya taşınmıştır, kim bilir
Kurt Vonnegut - Otomatik Piyano kitabını okudum.
Kitabımız distopya türünde. 3. Dünya savaşından sonra, bizim bugünlerde endüstri 4.0 diye tabir ettiğimize benzer bir dünyayı kurguluyor. Savaş esnasında ülkedeki eksik insangücünün yerini doldurmak için üretilen makineler zamanla sadece insanın yerini almıyor, onlarla rekabet ediyor hatta üstünlük sağlıyor. “İlerleme her zaman iyi yönde mi olur?” sorusunu soruyor kitap büyük oranda.
Kitaptaki dünyayı anlatamdan önce şunu söylemem gerek, kitabın ilk 100 sayfası size bilmediğiniz, düşünemeyeceğiniz bir şey anlatmıyor. Özellikle okuduğum bölüm gereği neredeyse her gün düşündüğüm, tartıştığım konuları okudum. Hatta bir ara sanki işletme yönetimi profesörümün dersine girmiş gibi hissettim . Fakat ilerleyen bölümlerde kitap öyle bir açılıyor, öyle güzel noktalara değiniyor ki eleştirdiğinize pişman oluyorsunuz. Çok uzatmadan biraz kitabın dünyasına değineyim;
Kitapta toplum kast sistemine benzer bir yapıya bürünmüş. IQ’su 140’ın altında olanlar işe yaramaz, yazarın tabiriyle “Haşat ve Iskarta” oluveriyor ve “Yuva” ismi verilen bir yerde yaşıyorlar. IQ’su 140’ın üstündekiler (mühendisler, müdürler, bilimadamları) ise ülkenin en üst mevkilerine gelmiş. Hayat tamamiyle otomatikleşmiş, ülkedeki en önemli işler bile makineler sayesinde kolaylıkla yapılabilir olmuş. Sıradan insan için bile durum aynı. Artık geçimini sağlamak için zor işlerde uzun çalışma saatleri harcamasına gerek yok, her şey elinin altında oluvermiş. Fakat tam da burda aslında insanın toplumdaki yerini, amacını yitirdiğini farkediyoruz. Bu özellikle Yuvadakiler içinde hissedilse de başkahramanımız olan İlium Fabrikasının Müdürü Paul Proteus de bu insanlardan biri. Kulağa sıradan bir “sistemin içindeki insan sistemi sorgulamaya başlıyor” romanı gibi gelebilir, fakat bu noktada benzerlerinden( Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit451) daha fazla beğendiğimi söylemeliyim.
Kitapta sadece Paul’un hikayesini değil bu dünyadaki bir sürü başka kişinin hikayesini de öğreniyoruz. Eşini aldatan bir koca, trafik kontrol makinesine zarar veren bir adam, kendi yaptığı makineden dolayı kendi işinden olan biri, basit bir berberin dünya hakkındaki görüşleri vs. vs. Bunlara ek olarak bir de Amerikaya ilk defa gelen ve sistemi anlamaya çalışan Brathpur Şahı var ki hikayedeki en güzel şeylerden biri olabilir. Yazar bu karakter üzerinden hem kurguladığı dünyayı anlatıyor hem de mizahi bir anlatımla iğneleme yapıyor topluma.
Sonuç olarak distopya seven, bilimkurgu seven, veya “insanın toplumdaki yeri” ve “insanın hayattaki amacı” gibi konulara meraklı olan herkese tavsiye ederim kitabı.
Terry Pratchett’in acemi zamanlardaki hikayelerini kapsayan bir hikaye derlemesi. Bunu kendisi de önsözde dile getiriyor. Kitap hakkında genel bir fikir olsun diye şu alıntılamayı da yapayım.
Ve alıntıyı @Agape’ye yani öhöm, cadı hazretlerine armağan ediyorum.
“Bir eşek için çok şey biliyorsun,” dedi Edwo hayranlıkla.
“Şey, evet, bir cadı beni eşeğe çevirmişti.”
“Ondan önce neydin?”
“Aslında su kurbağasıydım,” diye itiraf etti Ciyak.
Ondan önce kara kurbağası, ondan önce ağaç, ondan önce yakışıklı bir prenstim. Devamlı cadıları kızdırıyormuşum gibi görünüyor.
Aaa dedim bir bakayım, sevgili denetmenlerimiz kitaplarda da karşıma çıktı. Daha bir şey demiyorum. Şimdiden kendime “kurbağa gibi hissetme,” diye fısıldıyorum.
kitap şimdiye kadar okuduğum en iyisiydi diyebilirim. Göğün Ateşleri ise 4. kitabın 1 tık ama ufak bir tık altı diyebilirim. Neredeyse bitirdim kitabı şahane ilerliyor. Kitabı bitirince belki de Gölge Yükseliyor’un önüne koyarım kim bilir.
Hikaye İsveç’in ormanlarında kamp yapmaya giden , okuldan arkadaş olan 30’lu yaşların ortalarında 4 İngilizin macera ve gerilim yüklü hikayesini anlatıyor.
Ritüel; Bir kaç yıl önce Netflix’te izlediğimden beri merak ettiğim kitaptı. Sonunda okuduktan sonra, karmaşık içimde karmaşık duygular uyandırdı:
İlk olarak, kısa bölümlere ayrılmış ve her bölüm tretmanlar gibi yazılmış. Yazılanların sürekli bölümlerle kesilmesi beni rahatsız etti.
İkinci olarak, hikaye oldukça ilginç ve yenilikçi fikirler var. Yazar İskandinav coğrafyasını ve mitleri iyice etüd etmiş. Sıkı bir Black Metal hayranı olduğu da anlaşılıyor. Kısaca kitabın arka planı dolu. Ancak yazım dili oldukça basit , bu kadar çok King ve Barker hikaye/romanı okuyunca, yazım dili biraz yüzeysel kalıyor.
Üçünü olarak, karakter gelişimlerini çok başarılı bulmadım, özellikle baş kahramanımız oldukça yüzeysel kalmış olmalı ki senaristler hikayeyi güçlendirmek adına kahramanın geçmişine yan hikaye eklemişler.
Uzun uzadıya okuyup analiz edilecek kadar başarılı bulmasam da , çok rahat okunabilen (bölümlerle parça pinçik edilmesi haricinde) ve mitlere farklı bir bakış sunan bir roman. Yazım dili ilerleyen bölümlerde gelişmeye başlıyor, tabii eğer okumaya devam etmek isterseniz…
4.kitaba herkes çok iyi diyor ilk 300 sayfa uçtu kitap sanki ancak ben ortalarında bayağı birinci vitese düştüğünü hissettim bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Ben sıkılmadan okudum. Ailleri anlattığı kısım hele dibim düştü. Bayılıyorum ben böyle detaylı anlatımlara. Herkesin zevk aldığı ve beklediği şeyler farklıdır. Mesela ben KKG serisini geçen 1 haftada okudum. İlk okuduğumdan daha çok keyif aldım. Baktığın zaman 2. kitapta insanlar hep sorun yaşıyorlar ama bende tam tersi oldu. Zaman Çarkı serisini sıkılmadan bitireceğimden eminim.
Muhteşemdi. Kısacık (96 sayfa), bir oturuşta bitirebileceğiniz özenle yazılmış, aynı zamanda da genel olarak, nasıl desem, hüznün hakim olduğu bir hikaye. Üç bölümden oluşuyor: 1984, 2007 ve 2016. İki karakter üzerinde dönüyor kitap, biri içinde bulunduğu durumu kabullenmiş diğeri ise kendine ördüğü duvarlarla kendini hapsetmiş. Yine toplum ne der, aile, örf gibi konularda kitabın içeriğine güzelce yedirilmişti. Özellikle kitabın kapağındakinin kim olduğunu metnin içinde öğrenmek garip bir duygu uyandırdı bende.
Alıp okumanızı çokça öneririm. Sanırım kitabı basan İyi Kitap kapanmış, sitelerine falan ulaşamadım yani kitabın baskısı bittikten sonra büyük ihtimalle bulunamayacak. Kitapta herkesin ismi var ama çevirmenin ismine yer vermemişler. Goodreads’te bir isim var, odur diye tahmin ediyorum ama kitapta olmaması garibime gitti.
Burası önemli: Belli bir şekilde bakıyor bana ve bakışını değiştirmeyecek. İşin aslı şu ki aşk, beni olduğum gibi değil de gelecekte olacağım şekilde gördüğü için mümkün oldu.
(Dahası, insan bir kez ısırıldı mı daha sonra yeniden başlamaya korkuyor, canı yanacağından endişeleniyor, bu yüzden de acı çekmemek için ısırılmaktan kaçınıyor; yıllarca bu ilke yolluğum olacak. Onca kaybedilen yıl.)
Az önce Erlend Loe nin Dopplerini bitirdim, Norveç Edebiyatından okuduğum ilk kitap ve bende güzel bir izlenim bıraktı. Başka kitaplarına da göz atacağım. Çok ağır olmayan, eğlenceli,erlend loe doppler sivri dilli bir şeyler okumak isteyenlere tavsiye ederim.