Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

0000000064140-1
Gabriel Garcia Marquez - Yaprak Fırtınası

goodreads

Büyük Kolombiya’lı yazar Marquez’in ilk kitabı. 1955 yılında yazdığı bu uzun öyküyle ona en büyük şöhreti kazandıracak olan Yüzyıllık Yalnızlık’ın ve 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nün ilk sinyallerini veriyor.

Yüzyıllık Yalnızlık’tan bildiğimiz bazı karakterler, olaylar ve Macondo kasabası ilk defa burada karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında önemli bağlantılara sahip, fikir açısından bizi doyuran ve yazara ısıtan iyi bir kitap. Marquez daha yirmili yaşlarında yazdığı bu ilk eserle fırtınanın habercisi olmuş adeta.

Postmodern edebiyat enstrümanlarını kullandığı gibi, kendisinin ve birkaç yazarın daha öncülüğünü yaptığı büyülü gerçeklik akımından da esintiler sunsa da, bu kitapta büyülü gerçeklik adına pek bir şey yok esasen. Üç farklı “ben anlatıcı” tarafından aktarılan hikâyede kullanılan üslup daha şimdiden Marquez’in imzası olacak o acımasız dramdan izler taşımaya başlamış.

Kitaptaki öykü aslında en fazla bir saatlik(hatta daha kısa sanırım yarım saat gibi) bir zaman diliminde geçiyor. Genel yöntem ise, üç birinci şahıs ben anlatıcının devamlı geçmişe dönerek olayları açıklaması şeklinde tasarlanmış. Yani asıl içinde bulunulan zamanda herhangi bir değişim neredeyse olmazken, hikaye durmadan detaylanmaya devam ediyor. Görüldüğü üzere postmodern yazım tarzının aslında güzel bir örneğini okuyoruz. Bu yüzden ben Marquez’in büyülü gerçekliğinin bu kitapla başlamadığını, bu eserin daha çok postmodernist bir yapısı olduğunu düşünüyorum.

Sophokles’in Antigone isimli meşhur tragedyasını kendine nirengi noktası almış yazar. Bu kitabı okumadan Antigone hakkında en azından fikir sahibi olmak mantıklı olacaktır. Antigone okumak demiyorum zira Sophokles’in Antigone eseri bir üçlemenin üçüncü kitabı esasen. Yani sırf Yaprak Fırtınası için onları okumak zorundasınız diyemem. Fikir sahibi olun yeter.

Garcia Marquez’e bu kitapla başlanır mı tam emin olamasam da ilk eseri olduğu için buradan başlamak isteyenlere diyecek bir lafım olamaz. Bir günde okunabilecek akıcı bir kitap. Tavsiye ediyorum.

16 Beğeni

Zülfü Livaneli - Serenad

goodreads

2010 yılından sonra yazılmış çağdaş Türk Edebiyatı eserleri arasında ilk 10’a girebilecek kadar iyi bir kitap. Yani 10 kitap saysa insanlar mutlaka Serenad’ı da katarlar bu listeye.

Öncelikle kitabın eksiklerinden bahis açmak istiyorum. Livaneli tüm kitaplarında gençlerin diline yerleşmiş bazı kelimeler kullanıp, genç nesli yakından takip ettiğini sezdirmeyi seven bir yazar. Fakat bu durum bu kitapta olduğu gibi çoğu kitabında fazla zorlama. Sözgelimi, kitabın yazıldığı 2011 yılında ya da olayların geçtiği 2001 yılında trendy kelimesi pek de öyle dillere yerleşecek kadar “trendy” değildi. Hiç olmadı. Gençleri takip ediyorum sanıp ergen dergileri mi okuyor bu adam nedir anlamadım. Buna benzer onlarca kelime, kavram oluyor kitaplarında. Bir de basit yazım dili güzel olsa da, detayları satırların içine yedirme, orada kaybedip gizem oluşturma konularında sınıfta kalıyor Livaneli. Bazı şeyler kabak gibi anlaşılıyor daha okur okumaz. Daha 50. sayfada konunun nereye doğru gideceği anlaşılmamalı. Bu yönlerden yazarı oldum olası zayıf bulurum. Tabi bu daha çok bir yazar eleştirisi olarak alınmalı, kitap değil. Kitap her şeye rağmen müthiş akıcı. Su gibi gidiyor gerçekten.

Yazarın bir diğer sıkıntısı ise, yine benim okuma keyfimin adeta içine eden -detay vemezse ölecek hastalığı- ndan muzdarip olması. Detay dediysem öyle Yaşar Kemal’in tasvirlerindeki detayları falan beklemeyin. Ben biliyorum detayı bunlar. Son derece gereksiz ve egoist. Ne gerek var bunlara? Hiç de değişmiyor. Her zaman böyleydi. Yok efendim hiç vazgeçemediği Earl Grey çayını koymuş da, Kayseri sucuğunu dolaptan çıkarmış da, Porto şarabıyla şöyle böyleymiş. Ne abi bunlar? Hadi bir iki serpiştir araya hoş bir detay olsun da nedir yani bu mezatta malını öven satıcı gibi her şeyin başında bir ayrıntı vermek? Bilmem hangi şehirdeki bilmem ne binasıyla ilgili hiç gereği olmayan bilgiler, tarihten bazı anekdotlar. Bakın bunların hikâyeye katkısı olsa yazıyı inanılmaz yere taşıyabilecek ayrıntılar olurlardı ama kullanım biçimleri tamamen “bakın ben çok şey biliyorum alın siz de faydalanın hadi yine iyisiniz” kafasında.

Evet eleştirim bu kadardı :slight_smile: Bundan başka bir sıkıntı göremedim. Bahsettiklerim de dediğim gibi kitabın değerinden bir şey kaybettirmiyor.

Zülfü Livaneli’nin bu kitapta izlediği anlatıcı biçimi çok hoşuma gitti. Özellikle, iki farklı zamanda bu anlatıcı Maya Duran’ı takip etmemiz ve bu zamanların birbirine yetişip kesişmesini beklemek keyifliydi. Üstelik yazım Maya’nın bir kitap oluşturması şeklinde zekice ve katmanlı olarak ilerliyor. Yani biz hem uçaktaki Maya’yı hem de onun yazdığı kitabı takip ediyoruz gibi. Çok güzel.

Etkileyici bir diyalogu buraya da iliştirmek isterim;

-Ama benim aklım Süleyman’ın gençlik arkadaşını boğdurmasına takıldı. Niye yaptı acaba bunu?
-Normal bir nedenden dolayı, iktidarda olduğu için.
-Her iktidar adam öldürür mü?
-Evet! İktidar zulüm demektir. Hele denetlenemeyen iktidar.
-Peki iyi insanlar iktidara gelirse?
-Öyle şey olmaz!
-Neden?
-İyi insanlar iktidara gelemez, gelse bile iktidar onu bozar, zalim yapar.

13 Beğeni

aden0020d6c381c3afa9b1878c3586c9025c

Sonunda Lem’le tanıştım. Müthiş bir hayalgücü. Kitabın ortalama 3’te 2’lik bölümü tasvirlerden oluşuyor. Bu tasvirlerin bir kısmı ise hayalde dahi canlandırılamıyor. Mesela fabrika kısmını ben bir türlü kafamda canlandıramadım. Buna rağmen kitabı okurken hiç sıkılmadım. Kitaptan aksiyon bekleyenler sıkılabilir ama kitaba bir gezegeni keşfetmek için girişenler oldukça zevk alacaktır. Ayrıca kitap tamamen durgun bir kitap da değil. Yer yer aksiyon var.

Gelelim çeviri ve editörlük kısmına. Tabiki de orijinali ile karşılaştıramayacağım için çeviriyi anlaşılabilirlik ve cümle kurulumu açısından yorumlayacağım. Kitap genel olarak rahat bir okuma sunuyor. Ama bazı cümleler anlaşılmaz ve bozuk cümleler de yer yer göze çarpıyor. Bunları göz ardı ettim. Lakin o kadar çok harf hatası vardı ki saçımı başımı yolmamak için kendimi zorladım. İlk yüz sayfa nispeten iyiydi, sonraki sayfalarda ise neredeyse her sayfada bir harf hatası vardı. Kitap boyunca Savunucu diye çevrilen kelime kitabın sonlarında Defender diye karşıma çıkmaya başladı. Harıl harıl ikilemesi iki yerde harıl hani olarak yazılmıştı. Ben Alfa’yı anlamıyorum. Bu kadar büyük bir yayınevi bu kadar güzel yazarları basıyor ama editörlük ve son okumaya zerre önem vermiyor. Alfa’dan alacağım onlarca kitap var ama bu özensizlikleri yüzünden almaya korkuyorum. Umarım diğer Lem kitapları böyle değildir. Okuyanlar bilgi verebilirse memnun olurum.

27 Beğeni

Ölü Canlar - Nikolay Vasilyeviç Gogol (Çeviren: Ergin Altay)

Panoramik bir tuvale döktüğü zihin renklerini ansızın, orta yerine bile varamadan, alevler içinde bırakıp sonsuz Rus bozkırının orta yerinde yol alan köhne bir troykadan fırlatıp atan bir yazar Gogol. Çok sevgili dostu Puşkin’e yazdığı heves dolu mektuplarındaki harflerin her bir kıvrımına yansımış tutkusunu, Ölü Canlar’ını yarı yolda bırakıp bu dünyadan ayrılan bir çaresiz yaratıcı. Dante’nin İlahi Komedya’sının Rus pikaresk ikizini doğurma, Cennet-Cehennem-Araf’ı Suç-Ceza-Kefaret’e dönüştürmenin peşinde, kendi eserini alevlere teslim eden, yarım kalmış heveslerin yazarı Gogol. Bu bağlamda Ölü Canlar, onun bu trajik sanatçı imajından bağımsız değerlendirilemeyecek bir anıt-roman olarak yükseliyor.

Gogol’ün epik şiir olarak tanımlamayı tercih ettiği yarım kalmış üçlemesinin yadigarı Ölü Canlar, bir yol macerası ekseninde ilerleyen ve dönüp duran epizodik anlatılardan oluşan, hem bu kurgusal inşaa hem de başkarakteri Çiçikov nedenli pikaresk olarak nitelendirilebilecek bir roman. Gogol’u okumak tam da bu noktada Rusya’yı okumakla eş oluyor. Rusya’nın mikrotemsili olan portreler galerisinin merkezindeki Çiçikov ise Rusçadan çevrilemeyecek bir kelimenin, poshlost’un vücut bulmuş hali. Poshlost; ahlaki ve ruhsal düzlemde bayağı, sıradan olan ve antientelektüel davranış kalıplarının gelenekselci bir dar zihinde peydahlanması olarak tanımlayabileceğimiz “philistinism” kavramı ile beraber açıklanabilecek, Rus pikaresk anlatının temellerini oluşturan bir insanı temsil ediyor. Gogol, sıradanlığın sığlığını kavramların sonsuzluğuna dönüştürerek bu kesik-roman boyunca bize zamansız bir çürümüşlüğü Rus bozkırından çıkarıp Dünya edebiyatına armağan ediyor. Kendinden geçmeler, Gogol mizahı ve bol miktarda kır(/z)gınlıkla imbiklediği fikirlerini bize bir “potansiyel” olarak miras bırakıyor. Son tahlilde reformist olarak tanımlanamayacak derecede belirsiz ve kurgusal klişelere kurban Ölü Canlar, belki de tüm zamanların en hüzünlü roman-yaşamının ta kendisi.

12 Beğeni

Son bir haftada okuduğum iki klasik eserden kısa kısa bahsedeceğim.

mih_200

İngiliz ve Amerikan Edebiyatından Seçme Öyküler

Kitaptaki öykülerin çoğunu sevdim. Kitabın çevirisi de su gibi akıp gitti. Ama beklediğimden çok harf hatasıyla karşılaştım. Yine de kabul edilebilir bir düzeydeydi bu yanlışlar benim için. Aden’de olduğu gibi 50 küsur değil 10 küsur yanlış saydım. James Joyce ve Virginia Woolf’un öykülerini sevemedim.

Bir Hayat

Maupassant’ı ilk kez öyle zannediyorum ki ortaokulda duydum. Çehov’la birlikte anılan bu yazar olay öyküsünün, Çehov da durum öyküsünün babası kabul edilegelir. Mauppassant’ın romanlar da yazdığını biliyordum ama bu kitabı okuyuncaya kadar usta bir öykücü olduğu kadar usta bir romancı da olduğunu bilmiyordum. Kitap adı gibi bir hayatı anlatıyor. Başkarakterimizin başından geçen umut, korku, aldatılma, kaybetme, kazanma gibi bir hayatta insanın başına gelebilecek olayları çok güzel ve akıcı bir kurgu içinde anlatmış. Kitaba bayıldım.

15 Beğeni

Bitti. Sıra üçüncüsünde ama önce ders çalışmaya “çalışacağım”. :buyucu:

14 Beğeni

Ben de Labirent: Son İsyan’ı okudum.
Yine heyecanın ve gizemin eksik olmadığı bir kitaptı. Sonu da şok etkisi bıraktı. O nasıl bir sondu öyle! En son sayfada bile böyle bir şeyle karşılaşacağımı beklemiyordum açıkçası. Seriyi çok sevdim. Tanıştırdığınız için çok çok teşekkür ederim :slightly_smiling_face: :blue_heart: Yan kitaplar ana kitaplar kadar iyi değil diye duydum ama bazı soruları cevaplıyormuş, bugün başlarım Ölüm Emri’ne.

Ahah, iyi bilirim o "çalışma"yı. Labirent serisi çalışma konusunda bayağı zorladı beni, hep dedim bu sayfayı da bitireyim çalışacağım, tamam şu bölüm de bitsin, sayfayı yuvarlak bir sayıya tamamlayayım bırakıyorum, bu son, 15 dk daha okuyayım sonra gidiyorum. En son baktım 50 sayfa kalmış, kitap bitsin gidiyorum demekten başka çarem kalmadı :sweat_smile:

8 Beğeni

Yazdıklarınızda kendimi görüyorum! :smile: Gerçekten de böyle oldu. Her dakikayı değerlendirip “Bari diğer bölüme gelene kadar okuyayım.” diyorum.
Evet Labirent serisinin ara kitapları beni de pek sarmamıştı ama yine de okumuştum çünkü James Dashner gerçekten sevdiğim bir yazar.

Asıl ben teşekkür ederim okuma-izleme arkadaşım olduğunuz için. Bu başlık çok iyi oldu. :yellow_heart:

2 Beğeni

images - 2021-01-10T212341.236

Evreni karşınıza alıp onunla çatışmaya kalktığınızda, aslında evrenin sizi oraya koyduğunu fark ederseniz eylemlerinizin kime hizmet ettiğini söyleyebilir misiniz?

Mesihini kaybetmiş her din ayrılıklar yaşar ve her ayrışma kendi haklılığını en doğru taraf olarak kabul edip evrenle bir çatışmaya girer. Peki böyle bir rekabet ortamında kim hayatta kalır? Evrenin alacağı şekil tamamen kimin hayatta kalacağına bağlıdır. Peki kâinat tüm bunları oturduğu yerden izler mi yoksa zaten alacağı şekil için çoktan kimin hayatta kalması gerektiğine bilinç düzeyini aşan bir yöntemle karar vermiş midir?

Gözlenen ve gözlemlenemeyen evrenin verilerde yarattığı belirsizliğin gölgesinde, mesihini yitirip yozlaşmış bir dinin ekseninde, evrene şekil vermek için verilen bir mücadeleyi okuyoruz bu defa. Bu kitapları yazmak için gereken tüm o bilgilerin tek bir kişiden çıkmış olmasına şaşırarak.

24 Beğeni


5. kitap bitti malesef geriye bir kitabım kaldı. Olsun Elric her zaman benim yoldaşım olacak. Kitabın içerisindeki Elric Rüya Diyarlarında öyküsü (veya roman da olabilir) çok hoşuma gitti. Elric okumayalı bayağı oluyor. Elric ile biraz hasret giderdim diyebilirim. Açıkcası herkese tavsiye edemem her ne kadar sevsemde çoğu kişinin tarzına uyabileceğini zannetmiyorum. Ama Raistlin, Geralt, Drizzt gibi karakterleri seviyorsanız kesinlikle bu seriye bayılacaksınız. Sonuçta Elric bir nevi bu karakterlerin esin kaynağı sayılır.

19 Beğeni


Son iki günde okuduklarım;
Bir grafik roman(My Favorite Thing Is Monsters), beş çizgi roman. Hepsini beğendim ama Blacksad - My Favorite Thing Is Monsters - killadelphia - İce Cream Man’ i diğer eserlere nazaran daha çok beğendim.
Bu dört eser, kurgu ve çizimleriyle diğer iki esere göre okuması daha keyifli geldi.
Blacksad, Yapı Kredi tarafından tükenen ciltleri tekrar basılırsa kesinlikle fiziksel olarak dilimizde tekrar okurum. My Favorite Thing Is Monsters’ da Flaneur’ dan gelecekti ama pandemi yüzünden ertelendi :pensive:
Umarım diğer 4 İmage’ te dilimize kazandırılır :pray:
Hoşuma giden eserlerden birkaç sayfa paylaşıyorum;
Blacksad

My Favorite Thing Is Monsters

Killadelphia

İce Cream Man

Sabırla resimleri, yazımı incelediğiniz - okuduğunuz için teşekkür ederim :slightly_smiling_face:
Altı eseri de gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum :pray:

21 Beğeni

H. G. Wells ile ilk karşılaşmam oldu. Diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum.

Kitap çok akıcıydı, aksiyon dozu yüksekti. Kitabı sonuna kadar hiç kopmadan okudum.

Ayrıca bazı hayallerin sadece hayal olarak kalmasının hem kişi adına hem de diğer insanların adına daha sağlıklı olacağını anladım.

23 Beğeni

İhsan_Oktay_Anar_-_Puslu_Kıtalar_Atlası

İhsan Oktay Anar – Puslu Kıtalar Atlası

Yorum yazmadan önce bu başlıkta bu kitap hakkında daha önce yapılan yorumlara göz atmak istedim. Neredeyse her yorumda “bu kitabı nasıl bu zamana kadar okumamışım?” diye yazılmış, ben de bu ifadenin altına imzamı atıyorum. İtiraf etmeliyim ki özellikle fantastik ve bilim kurgu alanlarında Türk yazarlara karşı var olan önyargım sebebiyle bu zaman kadar beklettiğim bir kitaptı ama bu önyargıyı parçaladı attı. Kurgusuyla, diliyle, hikayesiyle her açıdan beğendiğim, tam olarak bizden bir kitap.

Jo Nesbo – Kızılgerdan

Bu yazardan okuduğum üçüncü kitap bu ve içlerinde en beğendiğim de bu oldu. Kitabın yazıldığı dönem ile (1999-2000 yılları) ikinci dünya savaşı yılları arasında gidip geliyoruz kitabı okurken. Norveç’in ikinci dünya savaşı yıllarındaki durumu hakkında az da olsa bilgi de ediniyoruz. Zekice kurgulanmış bir kitap. Bir polisiye romanı için görece yüksek sayfa sayısına (toplam 579 sayfa) sahip olmasına rağmen gayet akıcı ve hızlıca okunabiliyor. Sonuna yaklaştıkça az çok ne olacağını tahmin edebiliyorsunuz. Çevirisini orijinaliyle karşılaştırma imkanım yok elbette ama dil olarak bir olumsuzluk gözüme çarpmadı. Ayrıca tüm kitapta hiç yazım hatası da dikkatimi çekmedi.

Kitabın arka kapağında yer alan özet kısmında anlatılanlar pek iyi bir seçim olmamış. Burada anlatınlar kitabın ortasına gelene kadar gerçekleşmiyor. İsim verilmediği için çok ciddi bir spoiler oluşturmuyor ama kitaba başladığınızda sanki arka kapakta yazılanlardan başka bir kitap okuyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz.

23 Beğeni

Yazarı tarafından iptal edildi. Silinmesini istemiyor, böyle kalsın. Kapladığı yer için özür diliyorum.

14 Beğeni

Big

Sarı Odanın Esrarı’nı bitirdim. Ne olup bittiğine dair spoiler vermeyeceğim.

Hikaye temelinde, başta okuyucuya tamamen absürd ve gerçeküstü gelen bir suç olayının tüm kitap boyunca gizemini koruduğu ve her şeye rağmen kitabın sonunda oldukça mantıklı bir çerçeveye oturtulduğu klasik bir 19. yy dedektiflik hikayesi. Mekan olarak da bu türde sıkça denk geldiğimiz şekilde bir malikanede geçmekte.

Hikayede baştan sona olayın tam içinde 10’a yakın karakter bulunması ve çok katmanlı bir gizem yapısına sahip olması sebebiyle alışık olduğumuz dedektiflik öykülerinden çok daha fazla kompleks bir yapıya bürünüyor. Dağın tepesinden yuvarlanmaya başlayan küçük bir kartopunun aşağıya doğru yol aldıkça büyüyerek bir çığa dönüşmesi gibi, başta sadece tek bir suçun sebep olduğu gizemin üstüne her bölüm yeni buluntular ve kanıtlarla bir yenisinin eklenmesi ile kitabın ortalarında hikaye tam bir “bilinmeyenler yumağı” şeklini alıyor ve kitabın son sayfasına kadar da hiçbiri tam olarak çözüme kavuşmuyor.

Öte yandan içinde iki adet kroki bulunsa da, şatonun doğu duvarı, holün arka laboratuvara açılan kapısı, odanın avluya bakan penceresi, müştemilatın patikaya dönük olan pervazı, çatı katının bekçi klübesine bakan kanadı derken derken tam olarak kim nerede durmuş? Nereye koşmuş? Saat kaçta nereden gelmiş? Nereye saklanmış? Ne zaman nerenin kapısını açık bırakmış? Nereye doğru kaçmış? yer yer gözümde canlandıramadığım gibi takip de edemedim. Sürekli krokilere bakarak takip edilmesime edilir ama bu kadar sürükleyici bir hikayede her cümleden sonra krokiye bakmak benim için okuma deneyimini mahvetmek anlamına geleceği için yapmadım.

Genel anlamda yazarın karakter seçimleri alışılmışın oldukça dışındaydı. Öyle ki olayı baştan sona derinlemesine araştırıp çözüme kavuşturan ana karakterimiz dedektif bile değil :slight_smile: Ayrıca yazarın yarattığı açıklanamaz gibi görünen gizem ve oturttuğu mantık da gayet başarılıydı. Özellikle son bölümler jet hızıyla okunuyor :slight_smile:

Sonuç olarak ben beğendim, benim gibi 19.yy dedektiflik öykülerini sevenlerin de beğeneceğini umuyorum. Zaten yazar hikayede Arthur Conan Doyle ve Edgar Allen Poe’ya yer yer atıfta da bulunmakta :slight_smile:

Not : Yine Çınar Yayınları tarafından yayınlanmış olan “Siyahlı Kadının Parfümü” adında bir devam kitabı da bulunmakta.

22 Beğeni

Leibowitz İçin Bir İlahi

Okuma etkinliği kapsamında okudum. Kitabı beğendiğimi söyleyerek başlamalıyım. İlginç bir şekilde oldukça durağan bir kitap ama merak dozunu hep yüksekte tutmayı başarıyor. Hareketlilik olmadan bunu başarabilen kitaplara her zaman ayrı bir saygım olmuştur. Postapokaliptik olması ile de bir sıfır önde başladı zaten benim için.

Kitap üç bölümden oluşuyor. Genel olarak da bizi bir döngü içinde hissettiriyor. Üçüncü dünya savaşı nihayet kopmuş ve geride bilim ve kitap karşıtı bir toplum bırakmış. Yazar bu ortam etrafında din açısından önemli konuları ele almış, çeşitli sorgulamalar yapmış ve sizi de düşünmeye sevk eden bir kurgu yaratmış. Konusuna çok girmeyeceğim ama bol miktarda dini gönderme içeriyor. Eski ve yeni ahitler hakkında biraz da olsa bilginiz varsa daha fazla keyif alırsınız diye düşünüyorum.

Kitabın yaklaşımı konusunda aslında arada kaldım, yani yazarın durduğu yer çok muğlak, ancak zaten amaç da sanırım bu; yazar sizin sorgulamanızı ve düşünmenizi istiyor. Pek çok noktada kendimi düşünürken buldum. Aslında yazmak istediğim çok şey var ama heves kaçırmadan değinmem zor. Kısaca görüşler konusunda arada kalsam da genel olarak kitabı beğendim. Yalnız herkesin sevmeyeceği bir kitap. Ortaçağ ve Hristiyanlık konuları ilgisini çeken, postapokaliptik bir dünyada nasıl olur merak eden ve kitaptan aksiyon beklemeyen okurlara tavsiye ederim.

Herkese keyifli okumalar dilerim.

31 Beğeni

Tam olarak ben de böyle hissetmiştim. Bu kadar durağan bir kitabı bu kadar merakla okuyacağımı hiç beklemiyordum. :slight_smile:

4 Beğeni

Pek bilinmeyen Türk şahsiyetlerinin kısaca anlatımını içeren bir kitap. Tabii iki istisna var çoğu kişinin bildiği Barbaros Hayrettin Paşa ve Mete Han’ın da kısa bir biyografisi var.
Yazar en çok Barbaros Hayrettin paşa üzerinde durmuş. Benim de en çok beğendiğim yazı da Hayrettin Paşa oldu. Adeta roman okur gibi okudum Hızır Reis’i.
Kitapta tek beğenmediğim şey şu: Çok fazla şahsiyet var ve bu şahsiyetler kısaca antılmış. Bu yüzden kafam çorba oldu. Bana göre tek olumsuz yönü bu.
Okumanızı tavsiye ederim. Hiç bir yerde duymadığım çoğu şahsiyeti bu kitapta gördüm.

11 Beğeni

image

Kısa bir aradan sonra tekrar PKD okumak istedim. Daha önce Toplu Öykülerde kısa bir öyküsü olan Uzaydaki Çatlak da ne zamandır göz kırpıyordu. Sonunda alıp okudum. İki oturumda kolayca okunan bir kitaptı.

Hepimiz PKD’nin nasıl bir yazar olduğunu biliyoruz. Onun gerçeklikle olan savaşına bu kitapta rastlamıyoruz. PKD, bu kitabında daha çok paralel evrenlere ve insanlığın evrimi üzerine kalem oynatmış. Bunu da o kendine has tarzıyla yapmış.

Uzaydaki Çatlakta olaylar, çeşitli karakterlerin kısa kısa tanıtılmasıyla başlıyor. PKD, bu kısımda karakter tanıtırken hikayeye konu olan esas noktayı da yavaş yavaş zihnimize oturtmayı başarıyor.

Teknolojisi gelişmiş, nüfus sorununun hat safhada olduğu ve seçimlerin yaklaştığı bir dönemi anlatan PKD, tüm bunlarla gelecekte böyle bir sorunla karşılaşırsak neler yapabiliriz diye düşünerek çeşitli öngörülerde bulunmuş. Devlet nüfusun artmasıyla işsiz kalan ve umudunu yitiren bireyler depoluk adı altında dondurma yolunu seçmiş. Tabii bunu devlet zorunlu kılmıyor. İnsanlar kendileri isteyerek de depoluk’a gidebiliyor. Peki depoluk bir çözüm mü? Elbette kalıcı bir çözüm değil. İşte bu noktada PKD, cebinden ‘‘başka gezegenlerde hayat arayışı’’ kozunu çıkarıyor. Depoluk’la uğraşan yönetim bir yandan da yaşayabilecekleri bir gezegen arayışındadır.

Philip K. Dick’in romanlarında karşılaştığımız en belirgin şeylerden birisi de, gelecekte gerçekleşmesi olası teknolojik aletlerdir. Uzaydaki Çatlakta ise bunlardan bir demet sunuluyor bize. Günümüzde insanları nasıl bilgisayar üzerinden iletişim kuruyorsa bu romanda da insanlar vidfon aracılığıyla görüntülü konuşabiliyorlar. Ayrıca öyle silahlar geliştirilmiş ki, bir suikastçı birini kilometrelerce öteden de vurabiliyor. Ama romanda öyle bir teknoloji var ki romanın iskeletini oluşturuyor adeta; Gezdirgeç.

İnsanlar yolculuğunu jet-çekirge dışında gezdirgeçlerle de yapabiliyor. PKD bir nevi ışınlanma gibi bir cihaz düşlemiş. Tam bu noktada bir gezdirgeçin arızalanmasıyla uzayda bir çatlak oluşuyor. Bu çatlak sonrasında ise seçim süreci de hareketleniyor. Nüfus sorununun çözümlenmesi için çatlakta beliren yeni bir dünya herkesin umudu olarak karşımıza çıkıyor.

Kısacası, ırkıçılığa, evrime, geleceğin dünyasına, nüfus patlamasına, paralel evrenlere, mutantlara ve daha birçok konuya değinen PKD, yine tadımlık bir roman sunuyor bize. Önce emekleyeceğiniz daha sonra ise ayaklanarak finale son sürat koşabileceğiniz akıcı bir hikaye sizleri bekliyor.

Kitaba puanım 7/10

26 Beğeni

Ben bilmiyorum. :pensive:

2 Beğeni