Gizemli bir monolit, Ay’ın yüzeyinde gömülü halde bulunduğunda, bilim insanları büyük bir şaşkınlıkla bu monolitin en azından 3 milyon yıllık olduğunu keşfederler. Daha da hayret verici olan, ortaya çıkarıldıktan sonra monolitin Satürn’e doğru güçlü bir sinyal göndermesidir. Bu sinyalin kaynağını öğrenmek için Discovery yola çıkar. Discovery’nin tayfası en iyinin iyisidir ve yanlarında, onlara destek olması için bilinç sahibi süper bilgisayar HAL 9000 de vardır. Fakat Hal’ın programlaması insan zihnine biraz fazla benzemekte ve Discovery’nin her bir parçasının kontrolünü elinde bulundurmaktadır. Monolitin peşinden gitmek istiyorlarsa, bu psikotik bilgisayarla başa çıkmak zorundadırlar.
Arthur C. Clarke’ın Stanley Kubrick ile beraber geliştirdiği, filmle aynı zamanda yazılan bu klasik roman, uzay keşfiyle insan evrimini, yapay zekâyla insanın evrendeki yerinin sorgulamasını bir araya getirdiği kurgusuyla, bilimkurgu yazınında bir dönüm noktası niteliği taşıyor.
DÜŞÜNCELERİM
Açık açık söylüyorum, hayal kırıklığı. Öncelikle kitap bana inanılmaz kopuk geldi. Bitirince araştırdım ki, Clarke önceden yazdığı iki üç kısa öyküyü kırpıp kesip yapıştırarak yeni bir kitap yazmış. Elimdeki 250 sayfalık versiyonu şöyle tarif edeyim:
50 sayfa: Encounter in the Dawn öyküsü.
20 sayfa: The Sentinel öyküsü.
100 sayfa: Uzay istasyonu ve uzay gemisinin içi nasıl görünüyor, astronotlar nasıl yemek yiyor, nasıl duş alıyor ve güneş sistemimizi tanıyalım… Bu kısımlar kitabın çıktığı zamana göre oldukça akıllıca, fakat 2021’de okuyan ben sanki bana dört işlemin nasıl yapıldığı anlatılıyormuş gibi hissettim.
50 sayfa: Neydi bunun amacı dedirten bir robot isyanı hikayesi. Ana konuyla bağlantısı vardır herhalde dedim ama hayır. Yolculuk buraya kadar inanılmaz sıkıcıydı biraz aksiyon ve gerilim eklensin diye yazılmış.
Son 30 sayfa: Çocukluğun Sonu finalinin bir değişiği, ama yarısı kadar epik değil.
Yani işin aslı bu sadece 100 sayfalık bir hikaye. Keşke filmini izleseydim dediğim bir kitap oldu.
İlk okumamda 3 yıldız verdiğim bu kitap muhtemelen bir sonrakinde 4 ve üçüncüde 5 yıldız alacaktır zira tek okumayla anlaşılacak bir kitap değil. Hint mitolojisi ve budizme hakim olmayan benim gibiler için sudan çıkmış balığa dönmek an meselesi. Öncesinde Siddharta’yı okumanız öneriliyor ki bu doğru ama ben onu okuduğumda da pek anlamamıştım. Konuya hakimiyet çok önemli. Bir yerden sonra reenkarnasyonlara zaman kaymalarına kayıtsız kalıyor ve anlamadan okumaya başlıyorsunuz.
İyi bir değerlendirme olmuş. Bu kitabı uzun zaman önce bende okumuştum ama hem okumakta zorlanmıştım hem de anlamakta zorlanmıştım. Bir daha okumalıyım dediğim kitaplardan biri
İlk kitabın özellikle başlarında biraz sıkılmış olmakla beraber yarısından sonra yavaş yavaş açılıyor kitap.
İkinci kitap ilk kitabın yüz yıllar sonrasından başlıyor ve iki ve üçü tek kitap olarak düşünebiliriz. 2-3 güzeldi, Üçün sadece sonunu biraz yavan buldum onun haricinde okumaya değecek güzel bir seri.
Dünyalar Savaşı ile ilgili ne söyleyebilirsin? Filmini izlediysen onla karşılaştırabilir misin? İnsanlar uzaylılara at arabalarıyla falan mı karşı koymaya çalışıyorlar?
Gerçekten tedirgin edici bir öykü Kumadam. Gotik atmosferi hissediyorsunuz. Dil ve anlatımda sıkıcı pek bir şey yok. Tabii 1800’ lerin dili ve türkçeye çevirisinin de nasıl olacağını tahmin edersiniz: Daha kibar cümleler.
Kitapta ek olarak Issız Ev adında bir başka hikaye daha var ama Kumadam’ ın gerisinde kalıyor. Yine Issız Ev de huzursuz edici bir öykü.
Henüz filmini izlemiş değilim, maalesef. Kitabı okuduktan sonra izlerim diyordum ama okuduktan sonra da sıraya koyup izleyemedim. O yüzden filme dair pek yorum yapamayacağım. Yalnızca fragmanına bakarak söyleyebilirim ki film günümüze uyarlanmış bir hikâye sunuyor. Wells romanda, yaşadığı dönemle aynı zamanda geçen bir hikâye tasarlamış.
Dünyalar Savaşı’nı okuyalı epey oldu aslında. Hikâyenin aklımda kalan kemik yapısı şöyle (yanlışsam düzeltin lütfen. ); Dünyaya Mars’tan kimliği belirsiz cisimler fırlatılıyor ve bunlardan biri İngiltere’nin bir şehrindeki (Londra olması lazım.) bir ormanlık alana düşüyor. Günler sonra da bu kimliği belirsiz cisimlerin içinden çıkan ahtapotvari uzaylılar, o klasik uzaylı filmlerindeki gibi, konuşmadan etmeden dünyayı talan etmeye başlıyorlar. Bize hikâyeyi anlatan da bu istilayı anbean yaşayan bir adam. Hikâyeyi onun ağzından dinliyoruz ve şehrin bütün sokaklarının isimlerini saya saya çevresini betimliyor, yaşananlara dair hislerini anlatıyor. (Beni sıkan yönü de buydu zaten. ) Uzaylı yaratıklardan kaçışını, bu sırada bir sığınak bulmaya çalıştığı anları izliyoruz. Kısacası, bu uzaylı istilasını yaşayan Londralı bir adamın o süreç içerisinde yaşadıklarını, hissettiklerini onun zihninden okuyoruz. Belki şimdi okusam zevk alırım, bilemiyorum. Dediğim gibi, dönemine göre çok farklı bir yapıt. Biz klasik uzaylı istilası fikrine alışkın olduğumuz için sıkıcı gelmiş olabilir bana. Yalnız, yine de söylemem gerekir; romanın geren bir havası var, en azından bana öyle geldi. Bu yönünü sevdim diyebilirim. Sonu da beklenmedik bir şekilde bitiyor. Son sayfaları ‘‘Ee, n’olacak ki şimdi?’’ diye diye okurken sıra dışı bir sonla karşılaşıyoruz. Bu kısmı da iyiydi.
Düzenleme ile bu yazıya da şunu eklemek istiyorum.
Böyle demişim ama bu sadece ilk bölümler için geçerli. Zamansız almıştım ve belli bir süre içinde geri vermem gerektiği için çok okuyasım yoktu. Bu sefer İki günde bitirdim ve su gibi aktı kitap. Zaten aşağı da masal okur gibi okuduğumu belirttim.
İlk kitabı tekrar okuyup ilk filmin bittiği yere kadar da ikinci kitabı okuyup -yani ilk bölüm- filme geçtim. Şimdi şöyle ki, ortak noktaları kadar apayrı noktaları da olduğu için düşüncelerimi belirtmek istedim. Filmleri kitaptan çok kesinti yaptığı için beğenmediğini dile getiren büyük bir kesim de olduğu için okurken aklım sürekli filme gitti. O yüzden de yazıyorum aslında.
Yazı daha çok karakterler ile ilgili olacak gerçi. Şoyle ki; karakterler kitapta bana çok düz geliyor şu an için. Özellikle Boromir ve Aragorn. Şiirsel konuşmaları ve karakterlerin birbirleri ile olan dialogları çok güzel. Masal okur gibi okuyorum, bir bakmışım sayfalarca okumuşum bile ama filmler olmasaydı Boromir’i bu kadar sevmezdim kesinlikle bunu belirteyim. Karakterin divandan sonra neredeyse dialoğu yok, olan yerlerde ise hep yüzüğe yönelik fesat bir karakter edasında. Aslında olması gereken zaten bu. Yüzüğün Boromir üzerinde ki etkisi kitapta daha güzel yansıtılmış kesinlikle ama filmlerden çok sevdiğim o yiğit karakterin yiğitliklerini göremeyince insan garip hissediyor. Yiğitlikten kastım Boromir’in savaşının kitapta olmaması. Aragorn savaş bittikten sonra yetişiyor ve iki üç kelimeden sonra Boromir hemen ölüyor. Aragorn ile o yürekleri dağlayan konuşmasının ve “Seni takip ederdim kardeşim, kumandanım, kralım.” repliğinin olmaması bana çok eksik hissettirdi yani kitapta. Aynı şekilde Aragorn ve Uruk Hai savaşı da yoktu ona da şaşırdım. Boromir’in arkasından söylenen ağıt mükemmeldi ama. O yerleri okurken içim titredi.
Diğer karakterler de çok düz geliyor aynı zamanda. Aslında bence bu tamamen dialog eksikliğinden kaynaklanıyor. Ya da ben kitaplardan önce elli kere filmleri izlediğim için bana öyle geliyor bilmiyorum. Şu an Sam dışında hiçbir karakter ile ne bağ kurabildim ne de ilgimi çekti açıkçası. Gimli ve Legolasın yakınlaşma şekli mesela tek bir cümleden ibaretti. “Gimli ve Legolas ise eskisinden çok daha yakın ve iyi bir arkadaş-ikili olmuştu artık” gibi bir cümle vardı o kadar. Mery ve Pippin zaten yürümek hariç kitapta yok yani.
Kitabı okuyup filmi izleme şeklinde devam etmeyi düşünüyorum 3 kitap içinde. Şimdilik beğenmeyen insanların haksız olduğunu düşünüyorum. İlk kitap için alınan kararlar bence beyaz perde için doğru kararlarmış. Direkt kitabın aynısı olsa filmi bu kadar tutmazdı diye düşünüyorum şimdilik. Kitabı edebi olarak nasıl şaheser ise filmi de kitaptan ayrı olarak bir şaheser olmuş. Hem bu kadar farklı yapıp hemde bu kadar güzel yapmak büyük başarı bence.
Kitabın en çok hoşuma yanı ikilemler oldu. Ne yaparsa yapsın iki tarafa da yaranamayan insanlar… Hayatımdaki fazla eşyalardan kurtulmam gerektiği hissine de kapıldım kitabı okurken. “Acaba ben mi eşyalara sahibim yoksa eşyalar mı bana sahip?” fikrinin cevabını da kesinkes buldum. Omzumuzdaki yükler, sıkıştırılmışlık hissi ve distopyanın sadece gelecekle ilgili olmadığı düşüncesi kitap boyunca peşimi bırakmadı.
Bazılarının distopyası, bazılarının ütopyası olabilir.
Clarke’ın bu kitabı uzun süredir listemdeydi ve daha önce okuyan arkadaşlarım da çok sevdiklerini söylemişti. Ayrıca @HamdemitAbi’nin aşağıdaki yorumu da beni iyice meraklandırmıştı.
Bu sebeple dün akşam okumaya başladım. Görece kısa olduğu için de bugün akşam bitti. Piranesi hikayesiyle okuyucuyu kendine bağlıyor ve çok güzel bir okuma deneyimi sağlıyor. Konusu ve hikayesi oldukça yalın (basit değil), o yüzden pek bir şey yazmak istemiyorum zira ne yazarsam yazayım spoiler olur diye endişe ediyorum. Ama dediğim gibi, çok keyifli bir kitap (en azından ben çok keyif aldım), Piranesi okuması çok keyifli bir karakter. Okurken onda kendinizden bir şeyler mutlaka bulacaksınızdır.
Kitabı ben biraz Tower of God’a benzettim, biraz da Momo tadı aldım. Bu manhwa ve kitabı sevenlerin Piranesi’yi de severek okuyacağını düşünüyorum. Zaten Alfa yakın zamanda çıkartacak diye biliyorum, ben dayanamayıp İngilizce’den okudum, sizlere de tavsiye ediyorum. Kitaba notum 8.5/10.
70’li sayfalardayım. Yazarın gereksiz betimlemelerle aşırı şekilde boğmadan sadede gelmesini sevdim. Okuyucusunu fazla yormak istemiyor, derdini anlatıyor ve sürüklüyor. Dili akıcı ve net. Bir bıçak gibi. Lafını kısa kesiyor ve hikayenin hızını yavaşlatmıyor. Karakter bazında okuyanların genellikle favori karakteri Glokta olmuş. Şahsen Logen daha çok ilgimi çekti. Glokta’nın daha orijinal bir karakter olduğu aşikar, ama ilerledikçe karakterler hakkında düşüncelerim değişebilir.
Bence de başarılı bir film. İzlemesi aşırı zordu ama bitirdikten sonra beğendim diyebiliyorum. Tabi beni bu kadar sıkmadan kendini daha fazla beğendiren bir sürü film olmuştu. Sonuçta bu filmden üstte bir sürü film bulabilirim.
Majesteleri Michael Jordan hakkında yazar Sam Smith’in üçüncü kitabı. Yazarın daha ilk cümlede kendi ağzından dinliyoruz;
Ne düşündüğünüzü biliyorum: “Michael Jordan hakkında bir kitap daha mı? Yapma!”
Daha önce 1990 yılında çok konuşulan ve tepki çeken “Jordan Kuralları” ve sonrasında Jordan’ın ilk emeklilik sonrası geri dönüşünü konu alan “İkinci Geliş” kitaplarının da yazarı Sam Smith. Bu kez komple bir biyografi hazırlamış. Jordan efsanesine baştan sonra tanık oluyoruz.
Daha önce Jordan hakkında Günter Soydanbay’ın yazdığı, Mümin Sekman’ın editörlüğü ve yorumları ile katkı verdiği bir kişisel gelişim kitabı olan Jordanizm’i (Michael Jordan Başarı Koçunuz Olsaydı?) okumuştum.
Yakın zamanda da yine Martı yayınlarından çıkan Roland Lazenby imzalı Kobe Bryant kitabını okumuştum. O kitap Jordan kitabına göre neredeyse iki katı hacim ile ilk başlarda olaya babasından başlayarak konuyu çok uzatmıştı ve Kobe’yi ancak ilk yetmiş sayfadan sonra okuyabiliyorduk.
Jordan kitabı ise 350 sayfa ile doyurucu bir hayat hikayesi sunuyor bizlere. Daha doğrusu hayat hikayesinden ziyade Michael Jordan’ın NBA kariyerini anlatıyor. Çünkü çocukluğu, aile yaşamı, kolej yılları gibi kısımları atlayarak direk Bulls’daki kariyerinden başlıyor. İlk şampiyonluğuna kadar geçen 7 senedeki bireysel başarıları, sonrası gelen three-peat, ilk ayrılık, beyzbol hayatı, ikinci geliş, ikinci three-peat, yeniden ayrılış ve son olarak Wizards dönemi.
İlk emekliliğine kadar geçen zaman kitapta daha fazla yer kapsıyor ki 250 sayfaya ulaşıyoruz bu şekilde. Kalan tüm kısım sonraki 100 sayfada anlatılıyor ki son 20 sayfası yazarın teşekkürlerini sunduğu yazarın notu bölümü. Özellikle babasının cinayeti dönemi üzerinde çok durmayarak olayı dramaya dönüştürmemesini takdir ettim yazarın.
Yazı içerisinde yüze yakın NBA siması ile röportajlarından kısa alıntılar sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bu kısımları ayrı bir sevdim.
Kobe’de olduğu gibi, bu kitabı da özelde Jordan, NBA veya Basketbol severlere, genel olarak ise biyografi severlere tavsiye edebilirim.