Muhafızlar! Muhafızlar! kitabı, Bekçi serisinin ilk kitabı. 4 kitabı basıldı şimdiye kadar. Bu serinin The Watch adlı bir dizisi var, okumadan önce bakabilirsiniz. Bire bir kitaptan gitmese de kitabın atmosferini güzel yansıtmıştı. Ben diziyi izledikten sonra seriyi okumaya başladım.
O zaman bende ordan devam edip ikinci bir şans veriyim keza merak ettiğim bir seri. Teşekkurler bilgi için.
Sevgili Nietzsche bu kitapta da pek insanca kitabında olduğu gibi özgür ruhlara hitap ediyor mevcut gelenek ve görenekleri direnen yasadışı diye ilan edilen kimselere yönelik bir kitap ve sık sık örgütlü bir güç olma durumundan bahsediyor, evlenme konusunda düşündükleri biraz tuhaf, türün ıslahı soy arıtımı düşüncesiyle evlenmeyi destekliyor ve garip bir şekilde sadece özgür ruhların evlenmesini istiyor ; geleceğin kusursuz insanı için.
Kitap bir şey öğretmek amaçlı değil daha çok manevi bir kaynak gibi düşünülebilir tefekkür ve derin düşünme ile okunabilir ve kitapta derin bir bilinç akışı tekniği var, aforizmalar halinde yazılmıştır ama kafka’nın aforizmaları gibi değil. Epikuros etkisi bu kitabında da devam etmekte nietzsche bu kitabında Kantçı ve Schopenhauercu idealizmi reddediyor daha çok Darwin’e dönüyor yüzünü tek bir doğa dünyası vardır ve insan bu dünyada evrilmiş bir organizmadan başka bir şey değildir görüşüne sahip oluyor . Determinizm görüşü aynı şekilde devam etmektedir ve psikolojik hazcılık bencillik diğer kitapta olduğu gibi bu kitapta da devam ediyor. Nietzsche’nin standardına göre neredeyse hiçbir aklı başında insan ‘iyi’ olmak istemez. Başkalarıyla arkadaşlık etmekten zevk alırız, başkalarına karşı iyi ve şefkatli olmayı severiz ve kesinlikle hayatımızın geri kalanını kendi düşüncelerimizle meşgul etmek istemeyiz. Nietzsche kendi düşüncesine takıntılı görünüyor ve bu onu büyük sonuçlara götürüyor. İnsanlar, kendileri üzerinde, başkaları üzerinde, dünya üzerinde güç için çabalarlar; insanlar (en azından çoğu) efendiye dönüşmüş kölelerdir; insanlar hastadır, kendi tutkuları ve boşluklarından muzdariptir; ve tanrıyı öldürmemizin de pek bir faydası olmaz … 🤦Ahlak, olduğu gibi görülmeli: bir illüzyon. Ahlak yoktur, tüm ahlak biçimlerine karşı radikal şüpheci olmalıyız ve öncelikle kendi hayatımızı iyileştirmekle ilgilenmeliyiz.Ne kadar yükseğe uçarsak uçamayanlara o kadar küçük görünürüz.İnsanlık tarihinin en büyük beyinlerinden biri tarafından göklere çıkarılan zamansız felsefe. Gerçekten okuyun , okutun .
Öncelikle, Neil Gaiman’ın bu kitaptaki yazım dilini sevemediğimi söylemeliyim. Çok basit. Sade denilemeyecek kadar basit; etti, yaptı, çıktı, zart-zurt, çıkh çıkh. O kadar basitti ki, ağır bir dili olan klasik eserlerden birinde boğulduğumu sandım.
Gaiman bize güzel bir hikaye anlatmayı başarmış. Ama çok basit. Bir çocuğun bile bir şeylerden ders almasını istemiş. Olay örgüsü, kurgu, kısacası dili de basit olunca etkilenmediğimi fark ettim. Beğenmedim.
Belki de Gaiman için kötü bir günümdü. Belki okumaya ara vermem ve tekrar o açlığı hissedene kadar uzak durmam gereken bir zamandır. Kabahat Gaiman’a patlamış olabilir. Bilmiyorum. Ama ben, beğenmedim. Overrated bir yazar olduğunu düşündüm. Okyanus’u da okuyup beğenmezsem Gaiman benim için bitebilir.
Kitap genç-yetişkin olarak geçiyor, ama belki kalbim irin dolu olduğu için sevememişimdir. Yetişkinler için fazlasıyla basit. Genç kardeşlerimiz için de basit olduğunu düşünüyorum. Eh çocuklar için desek tam anlamıyla uygun olur mu bilmiyorum, dil basit olsa da korku teması oldukça var. Genel hitap ettiği doğru. Kitabın şirin olmaya çalıştığı da doğru.
Bir de işin bir başka boyutu var ki o da hikayenin bir şeyler anlatmak istemesi ve bunu basit, oldukça basit bir dille yapması. Kurguyu baştan sona adınız gibi okuyabiliyorsunuz. İşin bir diğer başka boyutu o korku teması da aslında zaten ders içeriğinin başlıca nedenlerinden. Bu yüzden çocuklara yönelik olduğu bana daha doğru geliyor.
Genç-yetişkin, her yaşa hitap ediyor palavraları da artık kabak tadı mı vermeye başladı. Pat Rothfuss zaten Gaiman hayranı ve yalakası olduğu için adam dışkıyla ilgili bir makale yazsa, harika bir romandı deyip 5 yıldız basacak birisi. Bu kitap bu kadar ödül almış, yarısı da genç-yetişkin ödülü, çocuk kitabı demeyeyim diyorum; sonra onların da yalakalık yaptığını düşünüyor insan.
Bilemedim.
Sevmedim.
Dürüst olayım mı? Neil Gaiman’ın romanlarından Anansi Çocukları, Yokyer, Amerikan Tanrıları ve Mezarlık Kitabı’nı okudum. Koralin’ in de filmi çocukluk travmam. Hepsi iyi kitaplar ama çok net şekilde en beğendiğim işi Sandman oldu. Bence romancılığı biraz abartılıyor ve çizgi romanda kesinlikle daha başarılı.
Bu bana da söylendi ama çizgi roman okumayı sevmediğim için o yönüyle açıkçası pek ilgilenmiyorum.
Aslında ilk hedefim Yokyer okumaktı fakat Amazon Prime kullandığımdan dolayı ve stoklarında olmadığı veya indirim yapmadıkları için alamadım.
1984, George Orwell, çevirmen Ülker İnce.
Ülker İnce çevirisi olması beni bu baskıya çekti.
Yıllar yılı bu kitaba neden “1984” ismi verildiğini merak ettim. Sonuçta 2084 de denilebilirdi. Okumaya başlar başlamaz anladım ki gerçek Büyük Birader tarafından sürekli değiştiriliyorsa yılların da önemi yok. Olayların geçtiği tarihi bilmek mümkün değil. Büyük Birader tutup kendi yönetiminin başladığı yılı 0 (sıfır) yılı olarak tanımlayabilirdi örneğin.
1948 yılında tamamlayıp sayıların yerini değiştirmiş. Ayrıca uyarının aciliyeti için 130 yıl sonrasını seçmek anlamsız olurdu.
Evet evet, yani yılın bir önemi olmadığı için 48’i 84 yapmış olmalı. 19’u 91 de yapabilirdi.
130 yıl veya 400 yıl sonrasını belirtmek bilimkurgu yazmaya oturan bir yazar için mühim olmasa gerek. Yani uyarının aciliyeti meselesi bu roman için geçerli değil. Okur tarihin ne kadar yakın olduğuyla ilgili bir endişe hissetmemiştir eminim, içeriği önemsemiştir.
Huxley hikâyenin tarihini 26. YY olarak belirttiği için uyarısının ciddiyeti azalmadı.
Jack McDevitt Engines Of God’ı okudum. Hikayenin genel başlangıcı hakkında şurada bahsetmiştim.
Kitap temelde iki ana bölümden oluşuyor. Sanki iki sezonluk bir dizi gibi ortasında ilk kısımdaki olaylar iyi kötü bir sona gelip sezon finali yapıyor. İkinci yarıda ise çözüme kavuşmamış ana hikayenin yeni olay zincirleri ile devam ettiği ikinci sezon başlıyor.
Hikaynin gizem unsurları, arkeolojik kazılarda bulunan artifactler ve bilinmeyen kadim uygarlıkların araştırılması konusu ile, gerilim ve tempo ise “zamana karşı yarış” teması ile verilmiş. Hep bir “Acaba zamanında yetişecek mi ?” durumu söz konusu. Bu tür bir temayı sevenlerin de hoşuna gidecektir.
Kitabın ilk yarısında bilinmezlikler, keşifler, diplomasi trafiği, zaman karşı yarış derken tempo hayli yüksekti fakat kitabın bu temposu ikinci yarının başında ani bir düşüş yaşadı. Yaklaşık 100 sayfa kadar sonra kısmen toparlansa da okuma temposunu sekteye uğratıyor.
Hikayedeki hemen her karakterin geçmişi ve özellikleri belli oranda detaylandırılıyor, yüzeysel şekilde geçiştirilmiyor. Yine de hikayenin yüksek temposu ve sürekli kendini koruyan gizem unsurunun yanında özellikle yan karakterler yeteri kadar ön plana çıkamamış gibi geldi. İki kişi arasında vuku bulan aşk, kavga, laf sokma vs. gibi olayların da sonraki zamanlarda etkisi hissedilmiyor. Karakterler konusunda pek başarılı bulmadım.
Yer yer hikayenin ağırlığına ters bir şekilde çocuksu kaçan veya tutarsız duran kısımlar olsa da genel olarak gizem, arkeoloji ve bilimkurgu türünün bence gayet başarılı bir karışımıydı.
BENJAMIN BUTTON’IN TUHAF HİKAYESİ - F. SCOTT FITZGERALD
Kitabı bitirdim. Oldukça ince bir kitap tam çerezlik. Konusuna çok girmeyeceğim çünkü zaten çoğunuz ya filmini izlemişsinizdir ya da okumuşsunuzdur. Bu arada hazır filmi demişken yine olmazsa olmazımız hikaye uzasın diye kitapta olmayan bölüm yakaladım. Örnek vereyim; filmde trafik kazası sahnesi vardı galiba kaderle ilgiliydi, hatırlamışsınızdır umarım. Öyle bir şey kitapta yok. Filmi tekrar izlesem belki çok başka eklenmiş şeylerde görürdüm ama izleyeli epey oldu.
Herkese keyifli günler ve okumalar dilerim
Katherine Paterson - Terabithia Köprüsü
Filmini izledikten sonra kitabını okudum. Okuduğum iyi oldu, filmde belirsiz olan birkaç yerin cevabını kitapta buldum. Filmde yer alan görsel efektler ve eklenen sahneler nedeniyle filmini en başarılı kitap uyarlamalarından birisi olarak görüyorum. Kitabın baskısı yok ama bulursanız okumanızı veya filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Ruh Adam
Türk edebiyatının en iyi eserleri arasında gösterilen Ruh Adam’ı bitirmiş bulunmaktayım. Selim Pusat karakteriyle de tanışmış olduk. Görüşlerini kesinlikle sevmedim, karakterin tutumu fazla militarist ve kadınlar hakkında görüşleri fazlasıyla çağ dışı. Ama sonuçta karakterlerin görüşlerine göre değerlendirmeyi çok sevmiyorum kitapları, asıl bu görüşlerinde haklı çıkma çabası, bize bunları kabul ettirme çabası olup olmadığına bakarım. Selim Pusat özelinde ise karakterin tuhaf olduğunun hem kendisi hem de çevresi farkında. Yani bize çok da haklı çıkma gayesinde değil. Onun için bu görüşleri sıyırabiliriz. Örneğin Yalnızız kitabında da Peyami Safa kendi görüşlerini karakter aracılığıyla bize veriyor ama orada karakteri haklı çıkarma çabasında kurguyu büküyor. O kitap da çok beğendiğim bir kitap ama fikirleri çok da atamıyoruz kurgudan (bu arada Yalnızız da bir bölüm var, bir kitapta nasıl korkutulur, tedirgin edilir, bunu sonuna kadar gösteriyor Peyami Safa). Ruh Adam gerçekten edebi olarak da kurgusal amlamda da çok başarılı bir kitap. Keyifle okudum, beğendim. Psikolojik kitaplar sanırım bana oldukça hitap ediyor. Ruh Adam da politik görüşler bir yana bırakılarak şans verilmesi, okunması gereken bir eser.
Houston, Houston Duyuyor Musun?
James Tiptree Jr. (Alice Bradley Sheldon) daha önce Kurma Kız kitabıyla tanıştığım bir yazardı. O kitabı dönemine göre gayet başarılı bulmuştum ama çok fazla beğenmemiştim, bu kitabına ise bayıldığımı söyleyebilirim. Her iki kitabına da bakınca bilim kurgu edebiyatı içerisinde daha iyi yerlerde olabilirdi diye düşünüyorum.
Kitabın kurgusu oldukça başarılıydı. Kitap ortasından başlıyor, en azından bir 10 15 sayfa şans vermelisiniz anlamak için, sonra oturuyor zaten. Güneşin etrafında keşfe çıkan bir uzay aracı ekibi, dünyayla iletişime geçmeye çalışıyor. Frekanslarında yabancı bir ses duyuluyor, devamında ekibi şaşırtan olaylar başlıyor ve biz de karakterlerle beraber ne olduğunu anlamaya, çözmeye çalışıyoruz. Çok güzel bir bilim kurgu novellası, çok sevdim. Bilim kurgu sevenlere tavsiye ederim.
Rus Öyküleri
Üç adet öyküden oluşuyor;
Timsah
Dostoyevski’nin bu öyküsü bana aşırı derecede Bulgakov’u hatırlattı. Oldukça ironi yüklü ve bürokrasi eleştirisi temelli bir kitap. Kafkaesk diyebileceğim derecelere varıyor bazen. Güzel bir hikayeydi.
Elazar
Bu kitpta en başarılı öykü İvan İlyiç’in Ölümü olabilir ama ben en fazla bu hikayeyi beğendim. Andreyev çok güzel bir kurgu oluşturmuş. Anlatımı da oldukça şiirsel. Elazar’ın gözlerine bakmış kadar oldum okudukça.
İvan İlyiç’in Ölümü
Tolstoy’un bu meşhur öyküsü de kitabımızın son hikayesi. Gerçekten yazıldığından çok daha fazlasını anlatıyor. İvan İlyiç’in yaşamı doğrultusunda Rus toplumunu, ailesini, arkadaşlarını çok güzel anlatmış kitap.
Rus Öyküleri benim çok beğendiğim bir kitap oldu. Babil Kitaplığı’nda okuduğum en iyi eserlerden olduğunu söylemeliyim. Üç hikaye de birbirinden başarılıydı.
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Hüseyin Rahmi Gürpınar zamanının çok ötesinde bir yazar. Gulyabani gibi bir harikanın yazarı zaten. Bu kitap da konu olarak döneminin çok ilerisinde ama kurgusal olarak yer yer sıkıldığımı da itiraf etmeliyim. Halley kuyruklu yıldızı dünyamıza yaklaşmaktadır (tabii milyonlarca km uzaktan da olsa). Halkta bir yığın bilgi kirliliği, batıl inançlar var. Kadınlardan yana şansı açık olmayan ana karakterimiz İrfan Galip okumuş, bilgili bir dönem genci. Mahalleliye Halley kuyruklu yıldızı hakkında bilgi vermek için konferanslar düzenliyor. Tabii işler bambaşka yerlere çıkıyor devamında. Güzel bir kurgu ama süprizler fazlaca anlaşılıyor okurken. Arada sıkılmış olamama rağmen beğendim yine de kitabı. Sanırım Gürpınar kitaplarına da devam edeceğim.
Herkese keyifli okumalar dilerim.
Ailenizin filozofu Nietzsche, bu kitabında artık spinozacı olduğunu ilan ediyor. Bir spinoza canın panteist dünyayı olumlayıcı vizyonuna sahip oluyor. Bengi dönüş fikrine de spinoza ve emer son panteizmi ile epeyce meşgul olduğu için giriş yapıyor. Bengi dönüşün Bengi dönüşü arzulamanın mümkün olan en yüksek hayat sevgisini ifade ettiği için burada ilk kez açığa kavuşacaktır. Bengi dönüş, zamanın ve geçiciliğin kaçınılmaz olduğu bir dünyada mümkün mertebe kalıcı mevcudiyeti yaklaşmayı garantiler ve kitapta insanlara değil de yoldaşlara hitap ediyor gibi söylevleri vardır. Kendi yasasına sahip olan insanlara seslenir, özgür ruhlu insanlara seslenir ve bana göre kitapta 3 argüman var; ilki, gelişen kültür. İkincisi, halk olmanın ne anlama geldiği. Üçüncüsü ise kültürel bir sağlık teorisidir yani kültürel bir evrim teorisi de denebilir. Nice kültürel Evrim teorisini hayatta potansiyel olarak düşman çevrede en uyumlunun ayakta kalması olarak nitelendirir yani bir yana sosyal darwinci olarak görülür. Ve ortak inanç ortak ahlakın bireylerin toplum olarak ayakta kalmasını kalıcılaşmasını sağlar der. Geleceğin sanatını da yeni inanca bağlar antik yunandaki apolloncu görüşü ve kahramanları yüceltir ve kitabın özü aslında Tutarlı benlik olmaktan fazlasıdır insan anlatmaya karar verdiği hayattan olmaya karar verdiği kişiden hoşlanmalıdır. İnsan, hayatı sevmeli, hayatı ve her şeyi sevmeli çok az bir olumsuzlama bile amor fatiyi başarısızlığa uğratır, kişinin bengi dönüşünü sevebilmesi gerekir:confetti_ball:
Nietzsche’nin mutluluk idari de budur zaten Bengi dönüşü arzulamak yani amor fati.
Zygmunt Bauman - Retrotopya dün bitti.
‘‘Müesses nizamı belirleyen biz değilizdir fakat onun 7/24 gardiyanlığını oynaması gereken bizlerizdir, her birimizdir.’’
‘‘Dünyanın gidişatına dair kritik soruları, çağdaş toplumun koşullarını gerçekçi bir bakış açısıyla kabullenerek soran yazar, on yıllarca süren çalışmalarının getirdiği bilgelikle, kapitalizmin ve akışkan modernliğin bizi çelişkili bir şekilde vadesi dolmuş sanılan geçmişteki toplumsal formlara doğru çekip çekmediğinin cevabını Retrotopya’da arıyor. Sınırları giderek “geçirgen” hale gelen ulus-devletlerin işlevsizleşmesinin doğurduğu politik iktidarsızlığın, değişiminn sarsılmaz temposuyla birleşmesinin yarattığı “sosyal bozulma” ve “yaklaşmakta olan felaket” kaosundan çıkış yolu bulmaya çalışıyor ve geçmişle gelecek arasında sıkışmış olan dünyaya gözlerini kapatmadan önce, yaşadığımız çağın muhasebesini yapıyor.’’
James Tiptree, Jr. - Uzaktan Kumandalı Kız bugün bitti.
(Bana göre) samimi bir anlatım tarzıyla güzel bir hikaye anlatılmış. İşlediği konu (adeta) bugünü anlatıyor gibi. Reklamların yasaklandığı bir dünya, bu yasağı çiğnemek için bulunan yol vb. Bir kaç saat içinde hızlıca okuyup keyfine varılabilecek bir kitap. Bu ablamızın diğer kitaplarını da düşündürdü bana.
Abbas Sayar - Dik Bayır
Okumak konusunda en istekli olduğum türlerden biri köy romanları, belki de bir süredir kafamın kenarına kazılmış olan köy romanı yazma isteğinden bu. Sanki, bu ülkenin bir öyküsünü anlatacaksak, bu öyküyü ne başka memleketlerden esinlenme şehirlerimizle, ne de odaların içeriyle anlatabiliriz. Şehirliyi bile anlatmak, anlamak istiyorsak, köyün ardına düşmeliyiz. İşte Dik Bayır’a tüm bu istek ve merak ile başladım.
Abbas Sayar aslında Yılkı Atı kitabını merak ettiğim bir yazardı. Eminim o da çok güzeldir.
Dik Bayır, adı da üstünde, ta Celali İsyanları’nda dik bir bayıra kurulmuş bir köyün öyküsü. O günden, geçtiğimiz yüzyıla kadar okuyoruz en başta. Buralar oldukça yavaş. Ama gün, biraz daha yakına, 60’lar-70’lere doğru gelince daha akıcı ve merak ettirici oluyor. Su gibi okunuyor. Zor bir dili yok. Peyami Safa gibi. Hem psikolojik-sosyolojik tahlil, hem de edebi değer dolu sayfalar.
Bir köyün, “Alamancı” gönderme hevesiyle içine düştüğü durumu anlatıyor roman. Büyüklere, kadınlara, çocuklara taşradaki bakışı okuyoruz. Köy romanları önemli dedim ya, bu yüzden. Çünkü bugünün şehirli kitleleri bile hala aynı kültürel genleri taşıyor. Bundan uzaklaşmaya çalışınca da kaldığı araf, oldukça sorunlu bir toplum doğuruyor.
Roman çok güzeldi, Abbas Sayar okumaya devam edeceğim. 8/10, çünkü konu artık bugüne kadar klişeleşmiş bir hale geldi doğal olarak. Yoksa 9/10’luk roman.
Amin Maalouf - Ölümcül Kimlikler
Lübnanlı bir Hristiyan olan, aynı zamanda Fransız da olan Maalouf’un tüm bu kimlikler, etiketler üzerine yazdığı bir deneme kitabı. Yenilir yutulur cinsten mi? Sanırım öyle.
Lübnan da bize benzer bir geçmişe ve bir yapıya sahip. Kozmopolit bir ülke, ama bu kozmopolitlik ülkeyi bölmüş, savaşa sürüklemiş. Çok uzakta değil, 1. Dünya Savaşı’nda Anadolu halkları da böyle birbirine düşmüştü. O günlerden bize kalan da ırk isimleriyle, bir kimlikle hakaret değil mi? “Ermeni” demek halk arasında bir hakaret değil mi? İşte Maalouf, bu örneği vermese bile oldukça gereksiz kimlik ayrımlarıyla toplumların, kitlelerin birbirlerine neler yaptığına değiniyor. Sosyolojik boyutu bu. Türklere dair de güzel şeyler var. Maalouf Orta Doğu’yu okumayı bilen bir adam.
Kişisel açıdan, bana kim olduğumu, kim olmanın ne demek olduğunu bir kere daha sordurdu. Kimim ben? Türk’üm değil mi? Kesinlikle evet. Bu bir kimlik etiketi olarak bana ne gibi bir değer katıyor? Sahip olduğum başka etiketler ne katıyor? Diye düşündüm. İçinden çıkılmaz ama bana değer katan bir durum bu.
Kimlikleri dökecek miyiz? Dedemin Çerkez, babaannemin Ermeni, anneannemin Abdal, büyükbabamın Türkmen kökenli olmalarının ne gibi bir değeri var üstümde? Ben ne Çerkez’im, ne Abdal. Kendime Türkmen de demiyorum. Türkiye’de yaşamayı bile istemiyorum doğrusu. Nerede yaşacağım? Kanada mı? Umarım. O zaman ne olacağım? Bu beni ne yapacak?
Irk isimlerinin hayatına ne gibi bir etkisi var diyebilirsiniz, o her ırk benim bir özelliğimi sağlıyor. Önemli veya önemsiz bir özellik olabilir bu. Maalouf’da bu kimliklerin hem ne kadar önemli, hem de ne kadar önemsiz olduğunu aktarıyor aslında bize.
Kimlik felsefesi, kimlik siyaseti olunca ne olacağını da, sanırım Türkiye’de onlarca yıldır görüyoruz.
Kitabı beğendim, 8/10.
ZACHARIUS USTA - JULES VERNE
Kitabı bitirdim. 50 sayfalık kısa ve kolay okunur bir kitap. Yazar din ile bilimi karşılaştırmış ve yazar açısından din daha ağır basmış gibi geldi bana. Bilim Şeytandır demek istemiş gibi geldi ya da ben öyle algıladım bilemiyorum. Kitabın konusu; saat ustası Zacharius Usta’nın yaptığı saatlerin kusursuzluğu sonucu kibirlenmesini ve kendini Tanrı’ya denk görmesini konu alıyor. Kibir konusunu güzel işlemiş ama onu söylemeden geçmeyeyim.