Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Okuduğum ikinci şiir oldu. Edip Cansever’i Nazım’dan daha çok beğendim. Özellikle Mendilimde Kan Sesleri ve Ramiz dayıdan duyduğumuz Ölümü Gömdüm Geliyorum muazzam şiirlerdi.

Tarz olarak umutsuzluk ve karamsarlık hakim olsa da tam anlamıyla karanlık değil; Edip abim aşkın tüm olumsuzluklarını anlatırken bir yandan sevmeyi, ölümü anlatırken ise yaşamı hatırlatıyor.

Güzel sevmiş, güzel yazmış. Tomris hanım da ne karıymış arkadaş, diyesim var. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar; meziyetli tüm şairleri peşinde sürüklemiş. Kadın sihirli değnek gibi. Hangi şairin yüreğine dokunduysa, şairin şiirler döktüğü kadın olmuş. Ne sevilesi kadınmış. Yürekte büyük izler bırakmış. Turgut Uyar ile Cemal Süreya’yı da okursam, Tomris’e bir başka aşık, olarak listeye girmem olası.

Açıkçası bana da şiirler yazdıracak kadınlar oldu ama insan okuyunca anlıyor ki şiir gerçekten büyük bir meziyet. Edip Cansever… Fazla şiirden ölen insan. Bir ölüm bir adama bu kadar çok yakışırmış. Böyle anıldığını görseydi eğer, ölümünden kıvanç duyardı.

7 Beğeni

Bu kitabı ilk defa okuyorum, 6:45 çevirisi kötü olduğu için sürekli ertelemiştim. Alfa bastıktan sonra da çok acele etmedim, nasip bugüneymiş diyelim. Kitabın yazılışının üzerinden tam 53 yıl geçmiş. Hikayede birazcık olsun bir “eskimişlik” var mı? Bence kesinlikle yok. Benim bilimkurgu türündeki kalite kıstasım büyük oranda bu, gerçekten iyi olan kitapların yazılışlarının üzerinden 50 geçse bile “eskimişlik” hissettirmiyor. Elbette öznel ve benim kişisel görüşümdür.

Şimdi kitaba ve yazara geri döneyim. Öncelikle şunu söylemeliyim ki PKD edebi anlamda gerçek bir usta. Tıpkı Ursula K. Le Guin, Tolkien, Ernest Hemingway gibi… Sadece bilimkurguya meraklı ve hayal gücü kuvvetli olan birisi değil, kurgu oluşturmayı çok iyi biliyor. Edebi inceliklere son derece hakim, bunu kitabı okurken rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Usta işi bir eser.

En beğendiğim/sevdiğim bilimkurgu eserleri arasına girdi bu kitap. Bilinç, varlık, istekler, arzular gibi insana dair, insanı insan yapan kavramları kitapta son derece başarılı bir şekilde işlemiş yazar. Karakterlerin bu kavramlar üzerinde düşünmeleri hiç yapay durmuyor. Hikayeyle uyumlu bir şekilde karakter geldiği noktada doğal olarak bu kavramları sorguluyor. Bu da son derece usta bir yazarlık örneği. Acemi yazarlar genellikle karakterlerine ısmarlama sorgulamalar yaptırırlar ve bu da okurda yapay bir his uyandırır. PKD bunu yapmıyor karakterleri hikaye akışıyla uyumlu ve doğal bir şekilde gelişerek sorgulamaları yapıyor. Bu kadar başarılı karakter gelişimi kurgulayabilen yazar sayısı oldukça az.

Hikaye başarılı bir polisiye olmakla birlikte oldukça katmanlı bir anlatım söz konusu. İç içe geçmiş birden fazla hikaye söz konusu. Rick Deckard’ın android avı hikayesi ve bu hikayeyle temas halinde olan eşiyle olan hikayesi, koyunu üzerinden anlatılan kendi varoluşsal hikayesi ve Rachel ile olan hikayesi. Rachel’ın kendi hikayesi ve androidlerin kendi hikayeleri de mevcut.

Tüm hikayeler kendi içlerinde ilerliyor, gelişiyor ve birbirlerine bağlanarak tamamlanıyor.

Spoiler vermeden hikayeye değinebileceğimi sanmıyorum ve yazarın beni etkilediği nokta hikayeden çok hikayeyi işleyiş biçimi olduğu için bunun üzerinde durmak istedim. Anlatım biçimi/tekniği olarak kusursuza yakın bir anlatım söz konusu. PKD’nin asıl farkı bu bana kalırsa. Kitap çok akıcı ve hızlı okunuyor, sürekli merak uyandıran unsurlar devreye giriyor, biran önce okuyup bitirmek istiyorsunuz, twistler (ters köşeler) çok fazla evet ama bunların olduğu çok fazla kitap var zaten onun için PKD’nin ve bu kitabın asıl alametifarikası biçim olarak mükemmel olaması bana kalırsa.

Öncelikle yazar olmak isteyenlere ve tüm okurlara tavsiye ederim bu kitabı.

10/10

18 Beğeni

Kapak çok iyiymiş. İngilizce seviyesi nasıldır acaba?

Birkaç bilimsel terim dışında sıradışı kelime hatırlamıyorum.

Jose Saramago - Kopyalanmış Adam

Konusu

Sıradan bir tarih öğretmeni olan ana karakterimiz bir gün bir meslektaşının önerdiği bir filmi izlerken, filmdeki bir figüranın kendisinin tıpatıp aynısı olduğunu fark eder. Karakterimizin kendisinin birebir aynısı bu kişiyi bulmaya çalışması üzerine gelişir hikaye.

Deneyim ve Düşüncelerim

Saramago’dan okuduğum ilk kitaptı. Yazarın diline ve üslubuna alışmam epey zamanımı aldı fakat alıştıktan sonra da artık bir kitap okuyormuşum gibi değil de bir arkadaşımla konuşuyormuşum gibi hissettirmeye başladı.

Kitabın ilk yarısı oldukça durağan ve gizemli idi. İkinci yarıda bu gizemler yavaş yavaş aydınlığa kavuştu ve hikaye daha sürükleyici bir hâl almaya başladı. Sonlara doğru olacakları artık iyice anlamış oluyorsunuz ama yine de hikaye sürükleyiciliğinden ödün vermiyor. Kitabın sonuna kadar merak içinde okuyorsunuz kitabı.

Uzunca bir süre Saramago kitaplarını okumakta çekincem vardı. Dili hep gözümü korkutuyordu. Geçenlerde @MelihAntepli 'in tavsiyesi üzerine sonunda başlamaya karar vermiştim, kendisine teşekkür ediyorum buradan bir defa daha :slight_smile: . Eğer benim gibi başkaları da var ise bu kitap ile bir şanslarını deneyebilirler. Yazara başlamak için güzel bir kitap oldu benim için.

15 Beğeni

Beğenmenize sevindim. Sanırım aramıza bir Saramago sever daha katılıyor :slightly_smiling_face:

Yazarın en sevdiğim yönlerinden birisi de kitaplarının hep bu havada geçiyor olması.

4 Beğeni

0001921506001-1

Şampiyonların Kahvaltısı

Kurt Vonnegut evreninin kırmızı halısı diyebiliriz sanırım; Kilgore Troust, Rabo Karabekian, Eliot Rosewater gibi meşhur karakterlerimiz bir arada, tabii kitaplarının hepsini okumadım ama bu meşhur karakterlerini duymuştum. Bence Vonnegut’a başlamak için Mezbaha No5’le beraber en uygun eserlerden. Öncelikle Kurt Vonnegut’ı biraz araştırmanızı, fikirlerini bilmenizi tavsiye ederim. O şekilde çok daha anlamlı oluyor kitapları. Bazı kitaplarında kurguya dahil olmayı seviyor veya hayatından izler yerleştiriyor kitaplarına.

Şampiyonların Kahvaltısı okuduğum en enteresan kitaplar arasına girdi. Çok farklı bir kitap, yazarın resimlerini de içeriyor, resimler şu şekilde;

Şu da çok sevdiğim bir mezar taşı tasarımı;


Kitap oldukça hızlı okunabiliyor. İlginç bir kurgusu var. Yazarın da dahil olduğu üç farklı koldan akıyor diyebiliriz. Her zamanki gibi Vonnegut olacakları bize önceden bol bol anlatıyor ve olaylar bir şekilde o noktaya ulaşıyor, biz de bu süreci okuyoruz. Tabii kitap neredeyse tamamen göndermelerden ve eleştirilerden oluşuyor. Kara mizahı ne kadar etkili kullanabildiğini biliyoruz zaten yazarımızın ama bu kitapta ekstra kuvvetli bu konuda. Edebiyat fakültelerinde ders olarak anlatıldığını duymuştum, gerçekten örnek olarak gösterilebililecek özgünlükte bir kitap. Ben de yazar olsam bu şekilde bir kitap yazabilmeyi isterdim açıkçası.

Vonnegut çok ilginç bir insandır, çoğu okur duymuştur ilginç karakterini ve hayatını. Örneğin sigara kullandığını ama taahhüt edilen ölümün gerçekleşmediğini söyleyerek şirkete dava açacağını espirili bir şekilde dile getirmiş bir söyleşide, şu şekilde anlatmış durumu;

12 yaşımdan beri filtresiz Pall Mall’den başka sigara içmedim. Ve yıllar var ki Brown&Williamson hem de paketin üstüne yazarak beni öldürmeyi vadediyor ama artık 82 yaşına geldim. Eksik olmayın sizi pislikler.

Görüşlerini ve hayata bakışını da severim kendisinin. Yine görüşlerini şu iki sözü oldukça güzel bir şekilde gösteriyor diyebiliriz sanırım;

"Tanrı bugün yaşıyor olsaydı, ateist olmak zorunda kalırdı."

"Dünya uzaylıların akıl hastanesidir."

Bir de 1988 yılında Time dergisinde yayınlanmak üzere Volkswagen bazı yazarlardan 100 yıl sonrasına mektup yazmasını istiyor, onlardan birisi de Vonnegut. Alkole tövbe eden bir alkoliğin (Reinhold Niebuhr, teşekkürler @M3rett0 ve @Abraxas) şu sözleri ilgili mektupta en sevdiğim bölümdür;
“Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenebilmem için huzur, değiştirebileceklerim için cesaret ve aradaki farkı anlayabilmem için akıl ver.”

Mektubun tamamını okumak isteyenler için

M.S. 2088’in bayanları ve bayları,

Bana, geçmişten miras kalan bilgece sözlerin hoşunuza gidebileceği ve yirminci yüzyılda yaşayan bazılarımızın size böyle sözler göndermesinin iyi olacağı söylendi. Shakespeare’in Hamlet ’indeki Polonius’un tavsiyesini hatırlar mısınız acaba?

“Hepsinden öte, önce kendine doğru ol.” Ya da St. John the Divine’da* geçen, “Tanrı’dan korkun, O’nu yüceltin! Çünkü O’nun yargılama saati geldi!” emrini? Yaşadığım yüzyıldan size ya da aslında herhangi bir zamanda yaşayan herhangi birine verebileceğim en iyi öğüt sanırım, içkiye tövbe eden bir alkoliğin ettiği dua olacaktır: “Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenebilmem için huzur, değiştirebileceklerim için cesaret ve aradaki farkı anlayabilmem için akıl ver.”

Bizim yüzyılımız, öncekiler gibi bilge sözlerin bolca sarf edildiği bir dönem olamadı bence, çünkü insanlığın vaziyetiyle ilgili en güvenilir bilgiye ilk biz ulaştık. Kaç kişiydik, ne kadar besin üretip ne kadar toplayabiliyorduk, ne kadar hızlı üretiyorduk, bizi hasta eden şeyler nelerdi, neden öldük, yaşam formlarının bel bağladığı havaya, suya ve toprağa ne kadar zarar verdik, doğa ne kadar acımasız ve saldırgan olabildi gibi, gibi… Tepemize çöken bunca sorunun arasında, kim kalkıp bilgeliği mumyalayabilirdi ki?

Beni en çok şaşırtan ise Doğa’nın hiç de doğa tutkunu olmadığı gerçeğiydi. Gezegeni yerle bir ederken de, ortalığı yatıştırıp her şeyi farklı bir biçimde bile olsa yeniden bir araya getirirken de yardımımıza ihtiyacı yoktu ve biz canlılar, onun bunları yaparken hiçbir şeyi geliştirmediğini, sadece değiştirdiğini görüyorduk. Yıldırımlar düşürüp ormanları ateşe veriyordu. Tarıma elverişli arazilerin üzerine lavlar döküp, uçsuz bucaksız yollar açıyordu. Buraların büyük şehirlerdeki otoparklardan farkı kalmayınca da yaşam yok oluyordu. Daha evvel buzul parçalarını Kuzey Kutbu’ndan koparıp Asya’ya, Avrupa’ya ve Kuzey Amerika’ya sürüklemişliği vardı. Doğa’nın günün birinde bunlardan vazgeçeceğini düşünmemiz için hiçbir neden yoktu ortada. Şimdiyse Afrika’daki çiftlikleri çöle çeviriyor. Gelgit dalgalarını dev tsunamilere dönüştürmesini ya da tepemize uzaydan meteorlar yağdırmasını bekler hale geldik. Yalnızca evrimin nadide örneklerini yok etmekle kalmıyor aynı zamanda okyanusları kurutup, kıtaları da boğuyor. Eğer ki insanlar gerçekten Doğa’nın onlara dost olduğunu düşünüyorlarsa başka hiçbir düşmana ihtiyaçları yok demektir.

Evet, yüzyıl sonrasının insanları olarak sizler bunu gerçekten anlamalısınız ve dahası bunları torunlarınıza da anlatmalısınız. Mevzu belli bir sayıdaki canlıya, belli bir yerde, belli bir zamanda, belli bir miktarda yiyecek sunmaya geldiği zaman Doğa acımasızlaşır. Hem siz, hem de Doğa böylesi bir nüfus artışı karşısında ne yaptınız peki? Biz buralarda, 1988’lerde kendimizi yeni bir tür buzulmuş gibi görüyoruz. Sıcakkanlı ve zeki… Durdurulamaz… Her şeyi çabucak yalayıp yutan, ardından pat diye sevişen ve çoğalan…

Düşünüyorum da Doğa’yla birlikte bunca insana yiyecek yetiştirmek için yaptıklarınızı dinlemeye dayanabilir miyim, emin olamıyorum.

Ayrıca üzerinizde denemeyi düşündüğüm çılgın bir fikrim var. Şöyle ki, başlıklarında hidrojen bombaları olan füzeleri birbirlerine bakacak şekilde çevirip ateşleyerek, zihnimizi yukarıda belirttiğim ciddi sorundan bir an olsun başka yöne kaydırabilir miyiz? – Doğa bize karşı daha ne kadar zalimleşebilir ki? Doğa dediğin, Doğa değil midir?

Sanırım artık içinde bulunduğumuz karışıklığı daha büyük bir duyarlılıkla tartışabiliriz. Umarım kör cahil optimistleri lider konumuna getirmekten vazgeçmişsinizdir. O tarz tipler yalnızca mevzunun tam olarak ne olduğu hakkında herhangi bir fikriniz bulunmadığında faydalı olurlar — tıpkı son yedi milyon küsur yıldır yaptıkları gibi. Zira benim zamanımdakiler, elle tutulur işler yapabilecek büyük kurumların başına geçip, büyük felaketlere yol açıyorlar.

Şu an ihtiyacımız olan liderler ise inatla yaşama tutunarak, Doğa’ya karşı nihai bir zafer kazanacağımızı iddia edenler değil, Doğa’nın hırçınlığını ve makul ateşkes koşullarını dünyaya gösterecek kadar cesur ve zeki olanlardır. Ateşkes koşulları ise şunlardır:

  1. Nüfusunuzu azaltıp sabitleyin.
  2. Havayı, suyu ve toprağı kirletmekten vazgeçin.
  3. Savaşa hazırlanmayı bırakıp gerçek sorunlarınızla ilgilenin.
  4. Hâlâ yapabiliyorken çocuklarınıza ve elbette kendinize etrafınızdakileri öldürmeden küçük bir gezegende nasıl yaşayabileceğinizi öğretin.
  5. Bir trilyon dolar harcarsanız bilimin her şeyi çözeceğine inanmayı bırakın.
  6. Siz ne denli yıkıcı ve savurgan olursanız olun, torunlarınızın bir şekilde başka gezegenlere göç edip düzgünce yaşayacağını düşünmekten vazgeçin. Bu hem zalimce hem de aptalca.
  7. Ve bunun gibi falan işte.

Yüz yıl sonraki hayat hakkında çok mu karamsar görünüyorum? Bunun sebebi belki de biliminsanlarıyla çok fazla, siyasetçilere konuşma metinleri yazan tiplerle ise çok az vakit geçirmemdir. Kimbilir, M.S. 2088’de belki de tüm hayatlarını tek bir çantaya sığdıran evsizlerin bile cebinde roketler ya da helikopterler falan vardır. Herkes, dünya üzerindeki her şeyi birbirine bağlayan bilgisayarların tuşlarını tüm gün parmaklayıp, portakal sularını astronotlar gibi pipetlerle içiyorlardır.

Sevgilerle,

Kurt Vonnegut

Bu çılgın adamı gerçekten seviyorum, kurguları fazlasıyla kendine has. Bilim kurgu dozu düşük oluyor genelde, bu sebeple her türlü okura hitap ediyor bence (tabii absürtlüklere aşırı karşı birisi değilseniz). Ben severek okudum, sizler de seveceksiniz diye düşünüyorum.
images

Herkese keyifli okumalar dilerim. :slight_smile:

26 Beğeni

‘‘Saramago’ya Giriş 101’’ tarzında önerebileceğiniz başka kitaplar var ise seve seve ilgilenirim :smiley:

2 Beğeni

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, Mağara, Körlük kitaplarını beğeneceğinizi düşünüyorum :slightly_smiling_face:

3 Beğeni

Düzelttiğiniz için teşekürler. Hemen düzenleyeyim o kısmı.

Ben de öyle düşünüyorum ama Dönüşüm’le vaz geçmeniz kötü olmuş. Dava’ya da fırsat bulunca bir bakın derim, tabi onun da dili ağır gelebiliyor kimselere ama benim daha çok hoşuma gitmişti.

3 Beğeni

Teşekkür ederim :slight_smile: (20)

1 Beğeni

ŞEYTAN’IN GÜNLÜĞÜ - LEONİD ANDREYEV

Kitabı bitirdim. Yazar aykırı düşüncelere sahip olduğu için zamanında pek çok edebiyat eleştirmeni tarafından topa tutulmuş ( Maksim Gorki bile eleştirmiş). İnsanları, dini (özellikle anladığım kadarıyla katolikleri, papayı) eleştiren bir kitap. Hiç sıkmayan, beğenerek okuduğum bir kitap oldu Şeytan’ın Günlüğü. Kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye ederim. Konusu; Şeytan can sıkıntısından Dünya’ya inip biraz oyun oynamak ister ve oldukça zengin bir adam olan Wandergood’un canını alarak onun bedenine girer. İnsanları çok seven ve bu yüzden parasını insanlara dağıtmak isteyen iyilik meleği gibi gözükür ve olaylar gelişmeye başlar. Şeytan mı daha Şeytan yoksa İnsan mı?

Puanım: 10/10

Keyifli günler ve keyifli okumalar dilerim :coffee:

16 Beğeni

Vonnegut’a ait değil ama o sözler. Mektubunda da belirttiği gibi isimsiz alkoliklerin sükunet duası, eskiye gidiyor. :slight_smile:

4 Beğeni

Ben hep onun zannediyordum, içkiye tövbe eden alkolik derken üstü örtülü şekilde kendisini kastediyor sanıyordum. :slight_smile:

2 Beğeni

Aslı Reinhold Niebuhr’a aitmiş.

2 Beğeni

Erkeklerden Nefret Ediyorum - Pauline Harmange (Çeviri: Neslihan Elagöz)

Erkeklerden Nefret Ediyorum, gelişen ve değişen dördüncü dalga feminizmin en önemli metinlerinden biri. Pauline Harmange’in ilk olarak butik bir yayınevinde 400 baskı ile okuruyla buluşturduğu manifestosu, Fransa Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı danışmanlarından Ralph Zurmély’nin kitabın “cinsiyet temelli nefrete yol açtığı” testosteron paniği sonrası -en baştan beri hakettiği- büyük bir yankı uyandırıyor. Feminizmin dallanıp budaklandığı topraklarda, yüklü bir ikinci dalga feminizm mirasına sahip Fransa için hem yerel hem de -feminizmin doğası gereği- evrensel bir soluk yenilenmesi bu: Karşınızda yeni çağın kesişimsel radikal feminizmi.

Erkeklerden Nefret Ediyorum’u anlamakta anahtar kavram mizandri (erkek düşmanlığı), kitabın yayınlanmasını takiben gelişen Streisand etkisinin sebebinin de ta kendisi. Patriyarkal kodlar içerisinde, erkeklere dair genelleme yaptığınız takdirde bile mizandrist etiketinin alnınızda belirdiği bir dünyada yaşıyoruz diyor Harmange. Ve bu etimolojik kardeşliği tanımsal olarak yıkıyor. Ve soruyor: “Birazcık kafa yorsak, erkeklerden nefret etmek için çok fazla neden bulabiliriz. Peki binlerce yıldır egemen konumlarının sefalarını sürmelerine rağmen, biz bu zorbalığı hak edecek ne yaptık?”. Ve açıklıyor: “Erkek düşmanlığının belki bir hedefi var ancak neredeyse her gün, kurbanlarını abaküs sayar gibi saydığımız ölümcül bir bilançosu yok.”

Harmange, nefretin neşeyle kızkardeş olduğu bir gerçekliği kutluyor Erkeklerden Nefret Ediyorum’da. Bunu yaparken eril vasatlığı ateşe verip gudubet bir radikal olarak anılmaktan korkmadan büyük ve güzel bir şamata çıkarıyor. Ve bu mizandrist yapısökümünde erkeklerden yerlerini bilmelerini, kadınlara dirsek atıp öne geçerek değil patriyarkal baskı mekanizmalarını anlayıp sistemdeki yerlerinin farkına varan bir feminist odakta yer almalarını talep ediyor. Daha az yer alarak bir bedel ödemenin kaçınılmaz ağırlığını taşımayı öğrenen erkekler ve yakılmaktan korkmadan mizandrist şenlik ateşinin etrafında dans eden kadınlar: İşte bizim cesur yeni dünyamız.

5 Beğeni

Erkek-kadın hakkında genelleme yapan bireyler kadar beyinsiz mahlukatlar olamaz sanırım. Bir erkek çıkıp ‘‘Kadınlar Köledir’’ diye bir kitap yayınlasa hoş olmaz. Bu tarz şeylerin değer niteliği taşımaması gerekir. Yazarın kendisi de erkek düşmanı olduğunu, erkeklerden nefret ettiğini belirtmiş. Bu gibi şahıslar yüzünden feminizm, erkek düşmanlığı olarak algılanıyor. Yazarın bu davranışı, doğru görülmesine sebep olacak değerlerini bile hiç edebiliyor.

2 Beğeni

Toplum yapımıza bakılırsa böyle bir kitabın yazılmasına gerek yok aslında. Maalesef kadınlar olarak zaten bize köle gibi davranılıyor. Evet, feminist erkek düşmanlığı demek değil. Eşitlik demek ama ataerkil bilince sahip bir toplumda oklar ister istemez erkekleri hedef alıyor. Ben de bunu hoş karşılamıyorum ama erkeklerin bir gün dünyada kadın olarak yaşamalarını isterdim. Toplum bilinci ve davranış yapısı maalesef kadınları hor görüyor. Üstelik bazı hemcinslerimiz de bu şekilde yozlaşmış durumda. Ataerkil düzen kadınları bakışları, davranışları, saygı düzeyi, söylemleri vs. olarak sürekli aşağılıyor. Küfürler bile kadınlar üzerinden oluşturuluyor.

Aynı şekilde anaerkil toplumu anlatan kitaplar da beni boğar mesela. Bu kitaplarda da kadınlar üsttür ve erkekleri baskılar. Genelde de okuyan kimseler bu tarz kitapları sevmez çünkü içe işleyen bir ataerkil bakış açısı vardır. Rahatsız eder. Var olan, bilinen düzen tersine dönmüştür. Sonsuza dek barış, mutluluk, savaşsız bir dünya nasıl gerçekçi değilse bu da sonuca asla kavuşamayacak bir konu bana kalırsa.

Şöyle bir etrafınıza bakın. Eşiniz, kız kardeşiniz, ablanız, anneniz etrafındaki erkekler tarafından ne kadar ciddiyetle ve saygıyla pür dikkat dinlenip kale alınıyor. İş dünyası da böyle. Kadınlara hep surat ekşiterek bakılıyor ve en ufak bir tatsızlıkta ciddiye alınmak yerine “Sen burada aklının ermediği erkek işiyle vakit harcayacağına çocuk doğur da bir faydan dokunsun!” tarzı bir aşağılama mevcut. Başarısızlıklar sadece erkekler için görmezden gelinebilir şeyler fakat kadınlar başarısız oldu mu davranış biçimi gerçekten sorunlu.

Artık iki taraf için de sürekli bir üstünlük kurma savaşı var. Bu şekilde hiçbir yere varılacağını sanmıyorum.

Kadınlar Ülkesi kitabı bana çok ilginç gelmişti mesela. Ursula kitapları da feminist temeli işler. Genelde bu kitaplar erkekleri rahatsız eder çünkü kadın odaklı ve güçlü kadın konuları ataerkil kökene terstir. Böyle bir toplum onları boğar ve yaşayamayacak gibi hissederler. Bu kitapları okurken bu duyguları hissetmekten rahatsızlık duymak bile konforlarını bilinçlerinde bozar. Biz kadınlar hep bu rahatsız, konforsuz, dehşete düşürebilecek bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Diğer açıdan kadın yazarların kitaplarında erkekler kendilerini kitaba kaptırmakta bazen zorlanıyor. Aynı şekilde ana karakterleri erkekler olan kitaplar da kadınları tam yansıtamaz fakat yüzde 90 kahramanlar erkek olduğundan ve yazılanlar da erkek yazarların elinden çıktığından kadın, roman dünyalarında bile sığ bir karakter olarak kalır. Kadınlar romanlarda bile öyle kolay kolay önemli rollerde yer alamaz. Bir şekilde erkek dünyasına ayak uydurmak zorundadır ya da basit biri olarak kalmak durumundadır.

Feministlerdeki bu erkeklere nefret duygusu söylemlerde saldırganlığa dönüşüyor çünkü kadın dır dır yapan, boş konuşan, çenesiyle adamları zıvanadan çıkaran mahlukatlardır. Yumrukla, sopayla, döner bıçağıyla erkeklere saldıramayacakları için öfkeyi nefretle dışa vuruyorlar. Bir çeşit etki tepki.

Bence erkek düşmanlığına başka bir tanım bulunmalı çünkü burada amaç saptırılıyor. Kadın erkeğin her alanda aynı özgürlüğe ve eşitliğe sahip olmasından ziyade “Erkeklere ölüm!” gibi bir temel düşünce varsa başka bir kavram bulunmalı buna.

Çok konuştum ama sonuçsuz şeyler bunlar hep. Kırmızı giydi diye kadın kusurlu bulunuyorsa erkek de mavi giyince kusurlu bulunduğunda tekrar konuşalım. Öyle bir paralel evren varsa zaten konuşmuş bile olabiliriz hatta.

@driveinthenails size cevap vererek başladım ama konuyu çok genişlettim. Kusuruma bakmayınız.

5 Beğeni

Ben de başlığın bu konuya uygun olup olmadığından emin değildim. O yüzden feminizm mevzusunu yaymamak adına yazar üzerinden gitmek durumunda kaldım.

Ayrıca söylemlerinizin çoğuna katılıyorum. Katılmadığım yerler var, o da genellemeye dönüşen kısımlar. Ama bu genelleme olarak gözüken söylemleriniz, bana o çoğunluğa olan serzeniş gibi geldi.

Ayrımcılığı yaratan cinsiyet değil, insandır, diye düşünüyorum. Başkaldırmaktan aciz insanlar ise eşitsizliğe göz yumar. Bu böyle böyle ayrımcılığı yaratanın insan olduğunu unutmamıza ve bunu bir topluluğa, bir ırka, herhangi bir şeye mal etmemize yol açar. Fakat ne söylersem söyleyeyim, gerçek şu ki dünyada erkek egemenliğinin, erilliğin olduğu doğru. Bu sorun ise ne yapıcı ne de yıkıcı çözümlenebilir. Çözümlenemeyeceğine katılıyorum.

1 Beğeni

Genellemenin olayı çoğunluğu ifade etmek değil midir? Genelleme demek herkes böyledir demek değil bence. Konunun içeriğine göre değişmekle birlikte çoğunluğu temsil eder diye düşünüyorum. Sorun bence o çoğunluğa hemen kendimizi dahil edip kişiselleştirmekte. Elbette herkes böyle değil. Kibar, efendi, saygılı pek çok insan var fakat 100 kişide 2 kişiyi konuşacaksak bunu ayrıca belirtiriz diye düşünüyorum.

Feminizm tabanlı yazarlar ve kitaplardan bahsederken genelde gözlemlerime dayanarak konuştum. Gerek bu başlık gerekse kitaplar hakkında yapılan yorumları göz önüne aldım. Gözlemlerime göre erkek bireylerin çoğunluğu bu kitaplara karşı soğuk bir bakış açısıyla yaklaşıyor ya da gerçekçilikten uzak olarak bakıyor ki bu da ayrı konu. Bilimkurgu ve fantastik eserlerin çoğu gerçekçilikten uzak olmasına rağmen bu ifade söylenmezken özellikle bu tarz kitaplarda bu cümleler sarf ediliyor. Bu da en başta dediğim rahatsızlık hissiyatını açıklıyor. Kadınlar da aşırı duygusal yaklaşabiliyor bu arada ama bu da herkes demek değil.

Ek olarak bu başlık kitaplar üzerinden fikir alışverişi yapmamıza fayda gösteriyor diye düşünüyorum. Kitapları okuyup yorumlamamızın amacı sadece düşüncelerimizi aktarmak olmamalı.

1 Beğeni