Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Proust okuyun,okutun arkadaşlar…

12 Beğeni

image

Uncrowned - Will Wight

Şu ana kadar en sevdiğim Cradle kitabı oldu. Kitap isminin spoiler olmaması da isabet olmuş.

Bu kitapta, önceki bölümde hazırlanılan Uncrowned turnuvasına tanıklık ettik. Karşılaşmalarda rahatsızlık veren hiçbir şey olmadı, gayet dengeli ilerledi olaylar ama Dross haliyle fark yaratıyor. En sevdiğim karakter olmayı rahat bir şekilde başardı, Eithan’ı tahtından etti. Bu sırada Northstrider da iyice işin içine girmeye başladı. Keza Abidan tarafında da işler karıştı. Bakalım sekizinci kitapta işler nasıl ilerleyecek?

Çevirisi olsa çok kişinin seveceğini tahmin ediyorum bu seriyi. İngilizce bilip de shounen manga veya high fantasy sevenler için güzel bir alternatif olacaktır diye düşünüyorum.

image

Kara Yıldız - Jesper Ersgard

Storytel original olan ve İsveçli yazarlar Jesper ve Joakim Ersgård tarafından yazılmış olan Kara Yıldız, aslında bir üçlemenin ilk kitabıymış. Ben bilmeden başladım ve devamının olmadığını görünce ufak bir hayal kırıklığı oldu maalesef. İlk kitabın sonu Üç Cisim Problemi’ne benziyor biraz, tam onun bittiği şekilde bitiyor. O seriyi okuyanların aklında bir fikir oluşacaktır kanısındayım.

Uçuş sırasında bir uçak tüm mürettebat ve yolcularıyla birdenbire kayboluyor ve 3 kişi uçağın akıbetini araştırmakla görevlendiriliyor. “Gelecekten gelen bir mesaj” ile işler iyice karışıyor. Kitapta bilim unsurları çok “light” seviyede tutulmuş, yazarlar okuyucuyu hikayenin akışına odaklamak istemiş. Hard sci-fi sevmeyenler için ideal bir kitap zira ilk birkaç saatten sonra olaylar hızlanmaya başlıyor ve gerçekten ilginç bir hale dönüşüyor. Yine de sonlarında biraz konsantrasyonumun bozulduğunu itiraf edeyim. Bu arada ekleyeyim, orijinal hiçbir şey yok kitapta, böyle yeni bir şeyler okuyayım diyenlere hitap etmeyecektir.

Genel olarak sevsem de sonunun bir tık sönük kalması sebebiyle 7 puan alabildi benden. Light BK okumak isteyenlere tavsiye ediyorum.

19 Beğeni

Benim de yazarın okuduğum ilk ve tek kitabı, yarısından sonra bitirmek için kıvranmıştım açıkcası. Yani benzer tarzda olan harry potter nerede bu vasat kitap nerede…

HP okumadım. HP ile karşılaştırarak haksızlık yapmış olmayalım. Fakat söylenenlere bakınca Gaiman’ın her eseri o baba serilerin seviyesindeymiş gibi bir hava var. Sandman yüzünden kaynaklı olabilir. Bu romanın sorunu; vurucu tek kısmını da tahmin ediyorsun. Mesela Gaiman bir yandan öğütleyici bir tarafla da anlatmayı seviyor, bu yüzden kitapta da çocuksu bir hava vardı. Zaten karakterin yaşı itibariyle aksi düşünülemez, ama kitabın vurucu olması gereken tek kısmını ben 80 sayfa önceden tahmin etmek istemiyorum.

Okyanus’da çocuksu bir yan bulunduğu için ister istemez klişe barındırmak durumunda kalıyor. Belki Gaiman’ın dilini (bana göre) zayıf bulduğumdan hikayelerini beğenmiyor olabilirim. Duyguları geçirmekte başarısız. Akıcı olacağım diye okuru koşturur halde bırakıyor. Olumsuz görüşümün en büyük sebebi de aynı veya daha az sayfaya sahip daha vurucu kitaplar okumuş olmam.

2 Beğeni

Oscar Wilde, sevgilisi Lord Alfred Dougles’la yaşadığı “münasebetsiz” ilişki yüzünden, dehasının ve şöhretinin doruğunda, kendi deyimiyle “hasat döneminde”, zamanının İngiltere mahkemelerince iki yil hapse mahkûm ediliyor. Hapisten çıktıktan iki sene sonra da müflis, perişan, işsiz ve düşmüş bir halde vefat ediyor.

De Profundis, Oscar Wilde’ın Alfred Douglas’a hapishaneden yazdığı, uzun ve sert bir eleştirel mektup. Bu acı yazgısından hem kendini, ama büyük ölçüde de sevgilisini sorumlu tutuyor (Mahkeme kararına götüren olaylar başlı başına bir roman konusu.)

Oscar Wilde öyle bir dâhi ki, bu mektubu bir edebiyat şaheserine dönüştürmüş. İçinde güzel sanatlara, Hz. İsa’ya ve Hıristiyanlığa, Yunan edebiyatına ve romantizme, topluma, dostluğa, sevgiye ve kedere ait müthiş tespitleri var.

Böyle önemli ve tanınmış bir sanatçıya ayrıcalık tanınmadan, gözünün yaşına bakılmadan yapılanları da ilginç buldum. İki yıl boyunca kuru ekmek ve suyla hayatını geçirmek zorunda bırakıldığı Reading Hapishanesi hücresi:

“Bana senden başka dostlar verdiği için her gün Tanrı’ya şükrediyorum. Her şeyi onlara borçluyum. Hücremdeki kitapların parasını bile, Robbie harçlığından ödedi. Serbest bırakıldığımda üzerime giyeceğim giysiler de aynı kaynaktan gelecek. Sevgi ve şefkatle verilen bir şeyi almaktan utanmıyorum. Gurur duyuyorum. Bir aksilik olmazsa, mayıs sonlarında salıverileceğim; hiç vakit kaybetmeden Robbie ve More Adey’yle, yurtdışında, deniz kıyısında küçük bir köye gitmek istiyorum. Euripides’in Iphigeneia’yla ilgili bir oyununda dediği gibi deniz, dünyanın lekelerini ve yaralarını temizler.”

“Toplum bireyi müthiş cezalara çarptırma hakkını kendinde bulur; ama kötülüklerin en büyüğü olan sığlık, yaptığını anlamasına engel olur. Bireyin cezası bittiğinde onu tek başına bırakır; yani bireye karşı en önemli sorumluluğunun başladığı noktada, onu terk eder. Aslında kendi eylemlerinden utanır ve nasıl insan borcunu ödemediği alacaklıdan, onarılmaz biçimde incittiği kişiden kaçarsa toplum da cezalandırdığı bireyden kaçar. Ben diyorum ki, ben çektiğim acıyı anlıyorsam “toplum” da bana verdiği cezayı anlamalı, karşılıklı nefret ve şiddet ortadan kalkmalı.”

15 Beğeni


Vejetaryen - Han Kang

Konusu:
Rüyalar başlamadan önce Yonğhe ve kocasının hayatları gayet sıradandı. Evliliğin tekdüzeliğinde normal bir yaşam sürerlerken, Yonğhe rüyalar görmeye başladı ve vejetaryen olmaya karar verdi. Evdeki tüm etleri bir torbaya doldurdu. Kalamarları. Yumurtaları. O hafta kocası, iş yerine ilk kez ütüsüz bir gömlekle gitti. Bu, korkunç değişimin başlangıcıydı.
Han Kang bizleri cinselliği, şiddeti, ilişkilerimizi ve saplantılarımızı sorgulayacağımız rahatsız edici bir yolculuğa çıkarıyor.

Düşüncelerim:
Bu zamana kadar okuduğum en farklı kitap olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Üç bölümden oluşuyor. Her bölüm olayları farklı bir karakter anlatıyor. Kitabın bazı yerlerini rahatsız edici bulsam da kitabı çok başarılı buldum. Yazarın diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum.

12 Beğeni

Merhum babamın 1973 de Ankara’da satın alıp Van’da görev yaparken okuduğu ciltli Sefiller. Vefatından 3 ay sonra elim anca gitti, yeni okuyabiliyorum. Tabii her elime alışım ayrı bir mücadele ama olsun.

Yalnız Altın Kalem yayınları ne güzel baskı yapmış, kitaba başlamadan önce yazarın hayatı, eserine etkisini kısaca anlatmışlar. Şimdilerde önsöz diye spoilerı dayayıp geçiyorlar.

Gecenin bu saatinde biraz kişisel bir paylaşım oldu, forumun samimiyetine verin lütfen :blush:

38 Beğeni

10/10 :star:

Yaşar Kemal bu kısa romanı 31 Ocak 1951’de bitirmiştir fakat daha sonra eseri kaybetmiştir. Kadirli’deki annesinin sandığında bulunmuş, ardından amcasının oğlu tarafından 1966’da kendisine getirilmiştir. Eserin ilk beş sayfası kopmuş olmasına rağmen bu sayfalar, yazar tarafından yeniden yazılmıştır. Neredeyse hiçbir değişiklik yapmadan 1982’de yayımlanmıştır.

Bir yorum görmüştüm ‘‘Yaşar Kemal’in tek bir romanı vardır o da İnce Memed’dir. Diğer bütün romanları onun parçalarıdır.’’ gibi bir şeydi. Gerçekten hangi kitabını incelesem/okusam sanki her an bir yerlerden İnce Memed çıkacakmış gibi geliyor.

Kitap Marshall Planı kapsamında Çukurova insanının makine ile tanışmasını ele alıyor. Köylerinden ekmek parası için ayrılan 4 yetişkin 1 çocuğun makineleşmeden habersiz bir şekilde Çukurova’ya inip iş bulma mücadelesiyle başlıyor. Fakat yolda yaşadıkları bir sıkıntıyla işleri farklı bir amaca yöneliyor.

Okuyun, okutturun…

14 Beğeni

Undine - Friedrich de la Motte Fouqué (Çeviren: Zehra Kurttekin)

Undine, ilk olarak 16. yüzyıl ortalarında simyacı Paracelsus tarafından su elementini temsil eden bir figür olarak Antik Yunan’ın nymphalarıyla birlikte kolektif hayal gücü mikrotarihimizde yerini alır. Suyun dişil addedilegelmiş doğasında hayat bulan superileri olarak Undine’lerin kurgusal çevrime katılması ise 19. yüzyılda Alman romantik Friedrich de la Motte Fouqué kalemiyle gerçekleşir. Suyun belirsizliklerden müteşekkil doğasına kenetli, kendilerine ait ruhları olmayan Undine’lerden biridir Fouqué’nin Undine’i. Parlak zırhlıları ve haşmetli atları ile ataerkinin kadim mirasçıları olan şövalyelerin cirit attığı topraklarda gizemin, bilinmeyenin, korkulanın ta kendisidir Undine. Eril zihnin tahakküm sınırlarının ötesinde hareket edebilen o tuhaf kadınlardan biri. Ancak ve ancak aşık olup evlenince bir “ruha” kavuşma dayatmasıyla kendi doğasında paryalaştırılan kendine ait bir kadın. Fouqué bize ateş başında dinlenecek o masallardan birini anlatır; gizemli ormanlar, söz dinlemez nehirler, korku dolu göller vardır dünyasında. Masalı dinledikçe ateşin sıcaklığı ruhunuzu kemirir, o ateştir bu, cadıların peşindeki o vahşi buyurgan ateş. Ve döner sayfalar, takvim yaprakları bir bir düşer, tarihler 1961’i gösterirken Ingeborg Bachmann, Undine’nin doğduğu topraklardaki o saldırgan kıvılcımları mürekkebi ile söndürüverir. Undine Gidiyor öyküsünü yaratır: Canavarlar diye haykırır ona ruh “bağışlayacak” tüm Hans’lara. Her harfle Undine’i koparır zincirlerinden, nesneleştirilen kadını özneye çevirir. Bachmann’ın yapısökümü yıllar sonra yönetmen Christian Petzold’un Undine’sine de hayat verir. Modern zamanların Undine’i, yine aynı topraklarda, Berlin’de bir tarihçi olarak reenkarne olmaktadır. Petzold bize doyasıya aşık olan, kendini gerçekleştirebilen ve nihayetinde soğukkanlılıkla intikamını alıp suya dönen bir Undine verir. Kalbini önce durduran sonra uyandıran bir modern zaman mitolojisi. Böyledir işte Undine’nin hikâyesi, devinir durur suyun kendisi gibi. Eril aklın keyfiyetinde bazen peri bazen canavar, ama hep kendisi. Alev almış bir cinsin büyülügerçekçi bir portresi.

8 Beğeni


İkisini birlikte okuyorum :mechanical_arm:

8 Beğeni

Connie Willis - Doomsday Book’u (Kıyamet Kitabı) okudum. Spoiler teşkil edecek bir şey yazmayacağım.

Hikaye, Oxford Universitesinde tarih bölümü öğrencisi olan Kivrin’in, ortaçağda yaşayan insanların toplum yaşantısı hakkında bilgi toplamak için 1320 yılına ışınlandıktan sonra ortaya çıkan bir aksiliğin, hem günümüzde hem geçmişte yarattığı problemleri konu alıyor. Kivrin’in gittiği 1320 yılında başına gelenler ve Kivrin’i geçmişe gönderen bilim insanlarının günümüzde yaşadıkları iki koldan sırayla anlatılıyor.

Yazar 1320 yılında geçen konuşmalarda doğal olarak thee, naught, mayhap vs. gibi arkaik ingilizce kelimelere yer vermiş. Bunun haricinde zorlayıcı bir dili ve anlatımı yoktu. Hatta basit bile diyebilirim.

Kitap umduğumdan daha ağır bir tempoda ilerledi. Fazla uzatıldığını, tekrara düştüğünü, önemsiz karakterlerin bölüm içinde şişirilerek fazla yer kapladığını ve tutarsız olduğunu düşündüğüm kısımlar vardı. Bazı bölümleri okurken sıkılsam da elimde sürünmeden okuyup bitirdiğim ve genel anlamda beğendiğim bir kitap oldu diyebilirim. Yine de Nebula ve Hugo ödüllerinin ikisini birden alacak nitelikte bir kitap olduğunu kesinlikle düşünmüyorum.

Son olarak baktığım yerler kadarıyla Özlem Yüksel tarafından yapılan çevirisinde bazı yerlerde, “I forged it.” (Sahtesini yaptım.) cümlesini “I forgot it.” olarak yanlış okuyup, “Unuttum” diye çevirmesi gibi hatalar olsa da çeviriyi yeterli buldum. İthaki bunun yakında yeni baskısını yapıp BKK’ya ekler diye düşünüyorum.

18 Beğeni

NOT: Bu inceleme, Vakıf ve Dünya kitabının ilk yarısının kısa bir özetidir. Sürprizbozan içerebilir.

Vakıf ve Dünya

Vakıf ve Dünya, serinin bir önceki kitabı olan Vakıf’ın Sınırı’nın final kısmından hemen sonrasını anlatarak başlıyor. Pelorat, Trevizeyi ikna ederek yapacakları yolculuğa Bliss’in de katılmasını sağlar. Trevize, her ne kadar Bliss’in doğasından hoşlanmasa da Gaialıların beynindeki içerikleri kopyalayabilen ve neredeyse sınırsız bir bilgi deposuna sahip olan Bliss’in kendilerine yarar sağlayacağını düşünüp bu isteği kabul eder. İlk istikamet, Dünya ile ilgili binlerce efsanenin bulunduğu, Trevize’nin eski dostu olan Munn Li Compor’un (Vakıf’ın Sınırı kitabında geçiyor) memleketi olan Comporellon’dur. Comporellon’da yıllardır anlatılan efsanelere göre insanlığın ilk çıktığı gezegen olan Dünya’nın yüzeyi tamamen radyoaktif olmakla birlikte yaşamdan yoksundur. Comporellon’a varır varmaz başları belaya girer. Gezegenin ulaştırma bakanı olan Mitza Lizalor, gelişmiş bir teknolojiyle yapılmış bu vakıf gemisini ve Trevize’yi alıkoymaya çalışır. Bliss’in zihinsel yeteneklerinin yardımıyla Lizalor ile arasını düzelten Trevize, asıl görevinin Dünya adlı gezegeni bulmak olduğunu belirtir. Mitza Lizalor, Trevize’ye Comporellon’daki tarihçi Vasil Deniador ile görüşmesini söyler. Yaptıkları görüşme sonucu, Deniador’dan önemli bilgiler elde edinirler. Dünya’dan ayrılar ilk yerleşimci grubunun, efsanelerdeki isimleriyle Uzaycıların dünyaları vardır. Bir takım olaylardan sonra Dünya, yerleşimcilerle temasa geçmeyi yasaklayarak onları kendi hallerine bırakır. Bu yüzden bu dünyalar Yasak Dünyalar haline gelir. İnsanlık, Uzaycılarla yaklaşık yirmi bin yıldır temas kurmamıştır. Efsanelerde anlatılana göre elli adet gezegenle yaşadıkları söylenmektedir. Fakat Deniador, o gezegenlerden üç tanesinin koordinatını araştırmaları sonucu bulmuştur. Bu koordinatları Trevize’e verir. İlk koordinatı gemiye yükleyen Trevize ve ekibi yola çıkmıştır. Gezegene yaklaştıklarında Bliss, zihinsel güçleriyle gezegeni tarayıp üzerinde hayvan yaşamı olduğunu tespit eder. İnişi gerçekleştirirler, bazı harabeler keşfederler. Bliss ve Pelorat’ı yıkıntı harabelere inceleme yapmak üzere gönderen Golan,geminin başında nöronik kamçısı ve lazer silahıyla nöbet tutarken karşısında bir köpek görür. Köpekleri pek sevmemesine rağmen, köpeğin daha önce hiç insan görmemiş olabileceğini düşünen Trevize onunla dostluk kurmanın mantıklı olabileceğini düşünürken, bir sürü köpeğin etrafını çevirdiğini fark eder ve saldıraya geçeceklerini anladığında koşarak ağaca tırmanır. Köpeklerden birini lazer silahıyla vurarak parçalara ayırır. Bliss ve pelorat harabelerden dönerken nöronik kamçısiyla köpek sürüsünü dağıtır ve zor bela gemiye tekrar girebilirler. İlk gün Dünya ile ilgili pek bir bilgi elde edemezler. Bir sonraki gün ise Pelorat, harabelerin arasında keşif yaparken üzerine harfler kazınmış bir devrik taş bulur ve geminin tümleşik bilgisayarlı geliştirme özellikli makinesiyle fotoğraflar çeker. Üzerinde bulunduğu dünyanın Aurora dünyası olarak adlandırıldığını keşfeder. Ayrıca harabe halde, insana benzeyen bir robot bulmuştur. Bu keşfi Trevize’i çok heyecanlandırır çünkü bu robotun varlığı, efsaneleri doğrulamıştır. Bu bilgileri değerlendirmek üzere gemiye giderler, bir sonraki gün ise diğer koordinata doğru yola çıkarlar. İkinci koordinattaki gezegene inmeden önce Bliss, zihinsel gücüyle tarama yapar ve gezegende faal binlerce robot olduğunu farkeder. Karaya iniş yaptıklarında kendilerine doğru yaklaşan üç insan silüetini farkederler ve beklemeye koyulurlar. Nihayet bu üç figür karşılarına geldiğinde bunların kanlı canlı robotlar olduğunu anlarlar. Fakat bu robotlar Galaktik lisanın türevini türettiklerinden dolayı anlaşamazlar. Pelorat bu lisanı duyduğunda çat pat anlar ve çevirmen olarak öne çıkar. Konuşarak dünyanın nerede bulunduğunu anlatmaya çalışırlarken, gezegenin yerleşimcilerinden olan birisi tehditkar bir şekilde karşılarına dikilir. Adının Sarton Bander olduğunu söyler, robotların sahibi olduğunu ve kendi mülküne izinsiz girdiklerini Trevize’e bildirir. Bu adamdan gezegenin adının Solaria olduğunu öğrenirler, ve buradaki Solarialıların gerçekten Uzaycılardan olduklarını anlarlar. Yaklaşık bin iki yüz tane Solarialı, yerin altında robotlarıyla birlikte inzivaya çekilmiş ve kendilerini tamamen teknoloji ve bilime vermişlerdir. Bander, inanılmaz büyüklükte olan malikanesini gezdirmek üzere Trevize, Pelorat ve Bliss’i yanına alır, yerin altına inerler. Bander kendine dünya ile ilgili yöneltilen sorulardan tiksinir, ilk insanların ve Uzaycıların dünyadan çıkmasına rağmen dünyadan tiksindiğini söyler. Doğru bir zamanı kolladığında ise onları öldürmesi gerektiğini, gezegenin terkedilmiș gibi görünmesinin gerekliliğini, eğer onları öldürmezse başka iğrenç insanların da gezegene adım atacağını söyler ve tam saldırmaya hazırlanırken Bliss’in müdahalesiyle saldırısı başarısız olur, ve Bliss istemeden Bander’i öldürür. Bander’in malikanesinde on iki yaşlarında Fallom adlı bir hermafrodit çocuk bulurlar. Çocuğu tek başına bırakmak istemediklerinden yanlarına alırlar. Fallom, Dünya’yı bulmalarında kilit bir rol oynayacaktır.

Kişisel Düşüncem: Ne gezegenler arası politika, ne siyasi çıkar bunlar yok. Sadece Dünya gezegenini bulmak üzere kurgulanmış güzel bir bilim kurgu hikayesi var bunu beğendim.Fakat Asimov’un Dünya’yı neden arıyorlar sorusunu hatırlatmaması ve eski kitaplarda geçen olaylardan bahsetmemesi hikayede biraz kopukluk oluşturuyor. Diğer kitapların not tutarak okunması gerektiğini düşünüyorum. Finali güzel sayılabilecek bir şekilde bitse de Seldon Planı, finalde havada kalmış gibi hissettiriyor. Bunun dışında kitaptaki karakterlerin ikide bir cinsel ilişki üzerine muhabbete girmesi sanki saçma bir Netflix dizisi izliyormuş hissi oluşturuyor. Keşke bu muhabbetler olmasaymış. Bu tür olumsuzluklar olmasaydı on üzerinden on verirdim ama 8.5/10 diyorum.

14 Beğeni

ESKİ YAKINDOĞU TARİHİ

Kitabın adında 3000 geçmesine rağmen tarih öncesi(10000-4000) ve Uruk(4000-3000) dönemlerinden başlıyor. Asıl olarak Sümer, Akkad, Elam, Babil, Hitit, Asur, Mittani, Urartu, Fenike, İsrail, Med ve son olarak da Pers medeniyetlerini kapsıyor. Yeri geldiğinde ucundan da olsa Mısır ve Yunan medeniyetlerine de değiniyor.

Anlatım resimler, haritalar, çizelgeler ve tabletlerden alıntılar ile pekiştirilmiş. Modern tarihçilerin ortak karar veremediği konuların üzerinde ise ayrıca durulmuş.

Tarih için iyi bir altyapı kitabı olduğunu düşünüyorum. Okuması kolay ve meraklıyı fazlasıyla doyuracak kadar da detaylı.

15 Beğeni

images (65)
J. D. Salinger - Çavdar Tarlasında Çocuklar

İncelemeye Holden Caulfield tarzında başlayacak olursam, bu kitaba bittim. Öncelikle neden bu kadar gömüldüğünü anlamıyorum, bence oldukça komik ve eğer derinlik arıyorsanız bunu da barındıran bir kitaptı. Evet dili çok “hödükçe”, ama zaten kitap 17 yaşında Amerikalı bir ergenin ağzından itiraflar şeklinde yazılmış yani. Ne bekleniyordu, oldukça derin Kafka cümleleri falan mı? Ki eğer aradığınız şey böyle alıntılanacak efsane cümleler ise onlardan da var kitapta bolca.

Konudan biraz bahsedeyim, Holden Caulfield okulundan bilmem kaçıncı kez atılmıştır ve bunu ailesi öğrenene kadar eve gitmemekte kararlıdır. Onun bu birkaç günlük kaçışını okuyorsunuz. Bu kaçışta insanlarla iletişim kurmak istiyor ama bir türlü kuramıyor vesaire. Holden’ın bu kaçışını bize anlatma üslubu oldukça komik, bilmiyorum belki de benimle yaşıt olduğu için kendime yakın hissettim. 40 yaşında birinin bu kitabı okumaya başladığında neden az çok ergen bir aptalın tripleri olarak gördüğünü anlıyorum. Yaşlılar şunu kabul etmeliler, gençler kadar iyi sorular soramıyorlar. Central Park’taki yapay göl kışın donduğunda içindeki ördeklerin nereye gittiği sorusunu bir yetişkin kolay kolay soramaz, çünkü yıllardır yaşadığı tuhaflıkları, soruları göz ardı etmeyi öğrenmiştir. Ama bir genç, özellikle bir çocuk daha yaratıcı şeyler düşünür ve sorar. Holden da en çok bu yüzden çocukları sever herhalde. Tek yapmak istediği bir çavdar tarlasında çocukları yakalamaktır. Kız kardeşi Phoebe ile çok açık konuşur ve herkesten nefret ettiği halde bir tek onunla birlikte olmaktan hoşlanır. Holden insanın büyüdüğünde ne kadar sıkıcı, monoton olabileceğini anlar, kendisinin de bu monotonluk içinde kaybolduğunun da farkındadır. Holden bu açıdan muhteşem bir anti-kahramandır, bir nevi C. veya Meursault işte.

Kitabı okumak gibi bir planınız varsa bence okuyun. Kitap klasik olarak geçiyor diye de kendinizi kasmayın, çünkü dili o bildiğiniz klasiklerden değil. Kendinizi kasmadan okuduğunuzda kahkahalar ile gülebileceğinize eminim. Salinger’in hayatı da oldukça ilginç zaten. Hatta size ilginç bir bilgi de vermiş olayım, Salinger’in askerdeyken görüştüğü kız, o askerden döndüğünde gidip Charlie Chaplin ile evleniyor. Salinger de zaten bu kitap ile ünlü olduktan sonra münzevi hayatı yaşıyor, adamın son 50 yılda çekilmiş tüm fotoğrafları markete gittiğinde papariziler tarafından çekilmiş.

Salinger okumaya devam edeceğim.
9/10

20 Beğeni

image

Pir-i Lezzet - Saygın Ersin

Herhangi bir beklentim olmadan, konusuna bile bakmadan başladım. Ersin’in Yedi Kartal Efsanesi kitaplarını okuyup da çok sevdikten sonra bu kitabını neden okumuyorum diye düşündüm, üstelik bu kitabı 14 dile çevrilmiş. Storytel’de dinledim, diğer kitaplarında olduğu gibi Emre Melemez seslendirmiş. Kendisi sevdiğim ve beğendiğim bir seslendirmen, dolayısıyla seslendirme konusunda hiçbir sıkıntı yoktu.

Konusu kısaca ve spoiler olmadan şu şekilde:

Yeryüzüne ender gelen bir yeteneğin, tatlara ve kokulara hükmederek zihinleri ve duyguları etkisi altına aldığı, aşk dolu bir destan… Gastronomi ile harmanlanmış, aşkla tatlandırılmış bir tarih yolculuğu (alıntıdır).

Kitabı nasıl anlatırım, nasıl överim bilemiyorum. Diğer yorumlara baktım, benzer şekilde insanlar etkilenmiş ve içlerindeki duyguyu aktarma konusunda çoğu kişi benim gibi kem küm etmiş. Hani çok güzel bir restoranda çok güzel bir yemek yersiniz de, arkadaşınız nasıldı diye sorunca böyle içiniz içinize sığmaz, “atmosfer, ışık, yemekler her şey çok güzeldi” diye üstünkörü anlatırsınız ama bu anlattıklarınız içinize sinmez ya, bu kitapla ilgili konuşurken böyle hissediyorum tam olarak. Ne söylersem söyleyeyim içime sinmeyecek sanırım.

Yanlış anlaşılmak da istemem, okuduğum en muhteşem eser değil. Sadece sıcaklığı, içerdiği duygularıyla etkileyici bir kitap. Binbirgece Masalları gibi, çok güzel çok keyifli zaman geçirtiyor insana. Bazı gizli kalmış duyguları açığa çıkartıyor. O yüzden herkese tavsiye ediyorum.

Bu arada Ersin çok sıkı bir araştırma yapmış belli ki, yemek tariflerini dinlerken vay be dedirtti, yapılan tüm yemekler için “keşke ben de tadına bakabilsem” diye düşündürttü. Bende bu etkiyi en son Hannibal dizisi yapmıştı.

Kitabı masalsa bir yolculuğu merak eden herkese tavsiye ediyorum. Kim bilir, belki sizin de içinizde bir şeyleri kıpırdatmayı başarır.

Nelere kadirdir bir yemek?
Hangi baharat kılavuzdur kalbe giden yola?

Kamer, Şems, Merih ve Zühre;
Hangi yıldızlar saklıdır sıcak bir tencerede?

Ve cevza ve mizan ya da kavs;
Hangi burcun kokusudur bir tutam tarçın?

Sarmısak deva mıdır yoksa bela mı?
İsmi nedir taze ekmek kokusunun?
Bir bardak şerbet unutturur mu acıları?
Ya da bir yudum çorba açar mı kapıları?

12 Beğeni

Dinlebi’ye üye olduktan sonra daha önce hiç okumadığım Kürk Mantolu Madonna’yı dinledim. Kitabın başında Maria’nın tam bir ömür törpüsü olduğunu düşünüyordum. :unamused: Kitap bitti ve hala aynı şekilde düşünüyorum. Ama şimdi daha ılımlıyım. Güzel kitaptı.

3 Beğeni

Rol Çalan Ceset - Celil Oker

Okuduğum en kötü Oker kitabı oldu. Öncekilerden yazım dili olarak hiçbir farkı yok ancak konuyu da, içindeki insanların hikayelerini de, basitliğini de sevemedim. Aşırı yavan geldi, hiç ilgimi çekmedi. Sonu, yani her şeyin Remzi Ünal stilinde bağlandığı kısmın etkisi de yok denecek kadar azdı. O yüzden bir inceleme / yorumlama şeklinde değil de, “vasatın altı” ve “okumasanız da olur” olarak işaretleyip fazla vaktiniz almadan burada sonlandıracağım.

10 Beğeni

Yaşar Kemal’in "Ağrıdağı Efsanesi"ni okuyarak bir eksikliğimi yavaştan kapatmaya başladım. Bu eksiklik ki daha önce edebiyatımızın mihenk taşı, gurur kaynağı, usta kalemi sayılan Yaşar Kemal’den daha önce hiç bir eser okumamış olduğumdur. Başlangıcı bu kısa kitapla yaparak, kendimi Yaşar Kemal’in diline ve yazım tarzına alıştırmak istedim. Yaptığı betimlemeler ve kelime kullanımıyla anlattığı hikaye o kadar gerçekçi kılınıyor ki sanki bizle gerçek bir hikayeyi o zamanlardan çekip çıkararak olduğu gibi gözlerimizin önüne seriyor. Ağrıdağlı Ahmet’in hikayesini ve efsaneye dönüşünü okuyoruz kitapta. Hikaye çok akıcı ve güzel yazılmış. Bu kısa efsaneyi bu kadar iyi yazabiliyorsa "İnce Memed"de beni nasıl bir macera bekliyor hayal bile edemiyorum. Ben gibi daha önce Yaşar Kemal okumayanlar varsa ben başlangıç için bu kitabı önerebilirim. Hem bir alıştırma hem de yazarın dilini kavrama imkanı sağlayacaktır.

0000000679924-1

İkinci kitap da yine ilk defa bir eserini okuduğum Orhan Pamuk’un “Kırmızı Saçlı Kadın” kitabıydı. Bu hafta ilkler haftası olsun dediğim için yine daha önce okumadığım bir yazar seçtim ve yine “nasıl okumam daha önce” diyerek hayıflanırken buldum kendimi. Başkası ne derse desin Orhan Pamuk iyi bir yazar olduğu ortada. 1980’lerden günümüze uzanan bir hikaye. “Küçük bey” Cem’in hikayesini okuyoruz. Yazar çok güzel bir dille bize bir insanın hayallerini, umutlarını, yanlışlarını, hayatındaki eksik kalan yönlerini çok iyi bir şekilde aktarıyor. Kırmızı saçlı kadına olan masum aşkın gelişimi, etkisi ve sonuçları insanı etkiliyor. Hikaye için tek kötü olarak söyleyeceğim şey istediğimden biraz farklı bitmesi. En başta Cem’in ağzından dinlediğimiz ve gelişen hikayenin sonunda, kitapta da çokça bahsettiği Oedipus’un hikayesi ya da Rüstem ve Sührab’ın hikayesi şekline dönüşmesine çok üzüldüm. Kitap boyunca Oedipus’un kaderinden kaçan kahramanımızın sonu yine onun gibi oluyor. Haddim olmayarak böyle olmasını istemediğimi söylemek istiyorum. Çünkü defalarca hem Oedipus’dan hem Sührab’tan bahsederken onların kaderlerinden farklı bi kader, farklı bir son bekledim. Belki babasız büyüyen Cem gibi olmasın istedim Enver’in sonu. Cem hem babasız hem de baba rolüne koyduğu insanın eksikliğini hayatı boyunca çekmişken, oğlu Enver’le karşılaşmasında daha bi oğlunu anlar halde olmasını bekledim. Birden anlayışsız Kral modunda oğluna karşı çıkması karakterimizin yapacağı bir şeymiş gibi görünmedi bana. Blur’lu daha çok fikir belirtmiş gibi oldum ama kitabı okumadıysanız buraya bakmayın lütfen ben sadece içimde kalmasın diye yazdım bu kadar :joy: :joy: :joy:

15 Beğeni

Ben de daha önce hiç Yaşar Kemal okumamıştım. Hatta belki ön yargılı bakıyordum. Sonra Binboğalar Efsanesi’ni okudum ve Yaşar Kemal’in anlatım dilini, yöreye özgü sözcükleri kullanım tarzını çok beğendim. İnce Memed, Bir Ada Hikayesi, Akçasazın Ağaları gibi serilerini satın aldım. Sanırım diğer kitaplarını da alacağım.

5 Beğeni

Yeşil Peri Gecesi/Ayfer Tunç
Kapak Kızı bitiminden sonra seriye devam ettim. Seri diyorum ama ayrı ayrı da okunabilir. Sadece herhangi bir sürpriz bozandan kaçınmak, ilerleyişi daha anlaşılır bir hale getirmek için Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi ve Osman sırası ile okuyorum. Bu sebeple kitap konusunu anlatmadan, bana geçen hisleri dilimden döküldüğünce yazdım.

Okuyalı ve bitireli epey bir vakit geçti. Ben rahatsızdım, üstüne Yeşil Peri Gecesi beni etkisine aldı, bırakmadı. Sıkça kendini bana hatırlattı. İşaretlediğim sayfaları okutturdu,aklımdan kendisini çıkarmadı, empati duygusundan beni asla mahrum bırakmadı.

Kapak Kızı incelemesinde söylediğim gibi, Şebnem’i dinliyoruz. Kapak Kızı’nı okuduysanız Şebnem’i dinlemek zorundasınız. Konuşmak ve onu anlamak bir nebze boynumuzun borcu. Neden bu kadar emin ve şartlı konuşuyorum merak ediyorsunuzdur belki.
Yeşil Peri Gecesi, günümüzün romanı. Yanı başımızın romanı:şiddetin, istismarın, iki yüzlülüğün…
Okumaya dayanamadığım cümleler, bilmediğimiz kapıların ardında yaşanıyor, bilmiyorum,bilmiyoruz bile.Birilerini kötülemek kolaydır karşılardan, kendi aynamıza bakmadan.

Ayfer Tunç ile tanıştığım için çok mutluyum, en sevdiğim kadın yazarlardan biri. Geriye dönüş tekniğini ustaca kullanıyor, hayranım. Üslubu, anlatışı ve yürekliliği için teşekkür ederim.
Kitap içinde kullandığı alıntılar, şarkılar, şiirler beni derinden etkiledi. Tüm alıntılar kitap sonunda nereden alıntılandığı ile birlikte yazılmıştı. Yerinde yapılmış olan alıntılar, okumaya bir nevi farklı tat katmış.
Alıntı ile veda etmek istiyorum, seriyi kendiniz okuyunuz. Şebnem’i anlayın. Ben ne kadar anlatsam, onun kadar açıklayamam.

Bizde itiraf yoktur. Bizde bahane, mazeret, gerekçe, sebep, kulp, kılıf, bir dokun bin ah işit vardır. 'Yaptım ama bi sor, niye yaptım’dır bizde itirafın karşılığı.

Şiddeti ve her türlü istismarı savunma biçimi günümüzde bu değil midir zaten?
9/10

19 Beğeni