Her ne kadar aslen Yerin’e dair bir kitap olsa da (kendisi en az sevdiğim karakterdir) serideki açık ara en sevdiğim kitap oldu. Heyecanı bir saniye bile düşmedi, kitap boyunca adrenalin pompalayıp durdum. Hani şansım olsa kitaba girip Lindon ile birlikte savaşacağım, o derece sevdim.
Dross’u okumak hala aşırı keyifli. Yerin ve Ruby ilginç bir ikili oldu, özellikle Ruby’yi ve Lindon’a karşı özel ilgisini, Lindon’ın Point Sage olmasını, Fury’nin “sıkılmasını” ve kitabın sonundaki “Bloopers” kısmını ilgiyle okudum. Bir de ilk kitapta Gold’lara ilah gözüyle bakılırken, şimdi Gold’lara Copper gibi davranılması da ayrı bir garip geliyor bana, hala alışamadım sanırım buna.
Serinin sekizinci kitabı olması itibariyle artık bazı şeyler yavaştan da olsa belirleşmeye başladı ama hala cevaplanmamış tonlarca soru var. Serinin 12 kitap olması planlanıyor, şu ana kadar 9 kitap çıkmış durumda ama yazar ortalama 8-9 ayda bir kitap çıkardığı için serinin bitmesini beklenmeden okunabilir.
İlk 3lemeyi bitirdim. Daha önce Fırtınaışığı ve Savaşkıran kitaplarını okuduğum Brandon Sandersonun ilk yazdığı seri. Bu arada zaman çarkı son 3 kitaptada muhteşemdi. Beni seriye aşık etti.
Herneyse… Gelelim kitap hakkındaki eleştirme. Ben ilk olarak seriyi çok çok beğendiğimi söyleyebilirim. İlk kitapda beni çok sarmasada 2. ve 3. kitapta adeta seriye adapte oldum ve hızına kapıldım. Serinin konusu ve kurgusu muazzam fakat karakterler konusunda çok pozitif olamadım. Isınamadım açıkçası. Kitap olarak ise bu kitap çok güzel bir bitiş olmuş. Yazar bize verdiği gizemlerin neredeyse hepsini tane tane ve aksiyon içinde bize çözdürdü. İlmek ilmek işlenmiş bir seri yazmış yazar. Aksiyon kısımları bile gizemlerin çözülenmesi yanında sönük kalmış. Heyecan çok sıkıydı. Finali muazzamdı. Zaman Çarkının finalini Brandon Sandersona vermelerinin en büyük sebebi Sissoylu son kitap olsa gerek diye düşünüyorum.
Aklında seriyi erteleyenlere kesinlikle seriyi okumalarını tavsiye ediyorum. Tek sıkı eleştirim bence biraz uzatılmış ciltler. Onun harici karakterler zayıf, özellikle yan karakterler.
Hepinizi seviyorum saygılar.
Bende ilk kitapta çok sıkıldım ve boğuldum ama uzun zaman sonra tesadüfen 2.kitaba başladım ve konunun derinliği ilgimi çekti… Sonrası zaten çorap söküğü.
İş Kültür’den taze yayımlanmışken ve Didar Zeynep Batumlu’nun çevirilerini seviyorken dördüncü Dickens okumam Büyük Umutlar oldu. Yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara, not ala ala harikulade bir okuma yapıyorum. Muazzam bir eser. Bitmesini hiç istemiyorum. Uzun zamandır hiçbir okumamdan bu kadar keyif aldığımı hatırlamıyorum.
Türkçe’ye kazandırılmış olmasından son derece mutlu olduğum, doğanın eşsiz büyüsünü bize satır satır ikram eden bu ekoloji kitabı sadece alana ilgi duyanların değil, geleceğe dair umutları olan herkesin okuması gereken ve tabii ders çıkarması gereken bir eser. Kitap önce on iki aya bölünmüş doğa gözlemleriyle başlıyor. İkinci bölüm -şu an bu bölümdeyim- yazarın ağırlıklı olarak düşüncelerini aktardığı bir bölüm. Son bölüm ise toprak restorasyonuna -yazarın uzmanlık alanı- dair detaylı bilgiler içeriyor.
Arsene Lupin’i Storytel’de görünce denemek istedim hemen. Konusunu biliyordum ama kitabını okumamıştım. Kitap, Umut Tabak seslendirmesi, kendisi en çok Kurtlar Vadisi dizisinde Polat Alemdar’ı seslendirmesiyle tanınır. İşini mükemmel yapan ses sanatçılarından birisi ancak daha önce Storytel’de dinlememiştim. Dinleyip de hayran olduktan sonra hemen başka neler seslendirmiş diye baktığım ikinci kişi oldu (ilki Murat Eken). Bu sayede yani seslendiren üzerinden arama yaparak hiç aklımda olmayan farklı yazarlar ile tanışmış da oluyorum.
Kitap küçük öykülerden oluşuyor (bilsem başlamazdım sanırım). Kronolojik bir sırada da değiller, bazen günümüze geliyor bazen de geçmişe gidiyor. Hepsini sevdim diyemem ama 3-4 tanesini dinlemek keyifliydi, bende ilgi uyandırdı. Birkaç tanesi ise sıkıcıydı.
İlginç olan, “acaba Lupin ile Sherlock karşı karşıya gelse kim kazanır” diye düşünürken, kitapta karşıma Sherlock çıktı. Hatta ikinci kitabın adı da Lupin vs. Sherlock imiş. Böyle hoş bir tesadüf oldu. Karşılaşmayı da sanırım hangi karakterin yazarı yazıyorsa o kazanır.
Kitabı dinlerken “sonu belli olan şeyleri neden okur / izleriz ki” diye düşündüm. Sanırım bu tür bir kitap ya da filmde sonuçla değil de yolculuğun kendisi eğlenceli / ilginç oluyor. Yoksa “mutlu son” ile biteceğini bildiğimiz aksiyon filmlerinin hiçbirini izlemememiz gerekirdi. Lupin’i de yakalanmayacağını veya kurtulacağını bile bile okumamızın sebebi de süreçte ona hem fiziksel hem de mental olarak eşlik etmek olsa gerek. Sizin farklı fikirleriniz varsa okumayı çok isterim.
Bir Salinger hayranı olarak en az 5 defa okumuşumdur Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı.
Sizin yazdıklarınızı düşününce içimden şu geçti; “Keşke şimdiye kadar okumamış olsaydım da, şimdi ilk defa okuyor olsaydım.” İlk okuyuştaki büyülenme başka oluyor ama yine de her seferinde güçlü, içten, eğlenceli ve duygulu gelir bana bu kitap.
Öykü yazan biri olarak da oldukça kıskandırır beni Salinger. Bütün kitaplarını da, hayata karşı tavrını da çok severim.
Şu sesli kitap uygulamalarına girdiğimden beri daha önceden pek de ilgimi çekmemiş, çok satan kitapları dinlemeye başladım. Sırf kitap dinlemek için yürüyüşe çıkıyorum.
Kendine Ait Bir Oda
Ne kadar dolu dolu bir kitaptı. Şakaya vuracağım. Tam 1001 kitap hesabı açıp tüm kitabı baştan sona tek tek alıntı olarak girmelik Woolf’un düşüncelerini okumak lazımmış.
Bir İdam Mahkumunun Son Günü
Şimdi, “Kardeşim, bu ne kalitesiz bir yorumdur.” diyeceksiniz ama bende durum bu. Adam “Ölücem” diye ağladı ağladı durdu. Başında adalet olmazsa, ortalığı kaos götürüyorsa istediğin kadar ağla, bişey bişey başın bişeysini bişey çeker. Neydi o atasözü? Eminim ki o dönemde başının temiz bir şekilde vurulmasından daha kötü durumlara maruz kalanlar vardır. Kitabın sonuna doğru artık şu adamı infaz etseler de sızlanması son bulsa dedim kendi kendime.
Evet bu kalitesiz yorumumun varoluş sebebinin, dönemin korkutuculuğunun etkisi altında olmayışımdan ve okunacak bir eser olarak da zaman içerisinde bu tür eserlerden bolca gördüğümden ötürü olduğunu düşünüyorum. Modern tüketici olarak infaz mahkumunun havalı haraketler yapacağı beklentisindeydim. Ayrıca önsöz hikayeden daha iyidi.
Ha bir de, idamın yasaklı olması gerektiğinin iyi bir kanıtı.
Cradle okuduğum kitaplar arasında pace’i en hızlı olanlardan birisi, belki de en hızlısı. Daha ilk sayfalardan beşinci vitese takıyor ve sonuna kadar böyle devam ediyor, tıpkı ralli gibi. Ancak bu kitap vitesi 5’ten 2’ye düşürmüş. Çok hızlı bir yolculukta verilen bir mola gibi geldi bana.
Her zaman Lindon’ın ailesiyle ne zaman tekrar karşılaşacağını düşünürdüm (Lindon da düşünüyordu), kısmet bu kitabaymış. Yine de sen git o kadar çalış, deli yerlere yüksel, seni Badge’den dolayı hala Unsouled zannetsinler. Acıdım adama.
O kadar Lord savaşlarından sonra olaylar Jade savaşlarına dönüşünce ilk yüzde 70 bir tık sıkıcı gelse de, Dreadgod kısmı ve umutsuzluk hissini aktarması kısmında başarılı olduğunu kabul ediyorum.
Nasıl sekizinci kitap en sevdiğim kitap olduysa, bu kitap da seride en sevmediğim kitap oldu (sevmediğim değil de en az sevdiğim diyelim). Yine de yazara hakkını vermek lazım, sanırım onun da “dinlenmeye, soluklanmaya” ihtiyacı var.
Bu arada kitapta LoTR kitaplarına iki referans vardı. Birisi Daruman (ne kadar da yaratıcı bir referans), diğeri de Bloopers kısmında Legolas’ın replikleri. Bir sürü başka referans da vardır kesin ama ben bunları pek yakalayamıyorum (LoTR kör göze parmak sokarcasına olduğu için ben bile fark ettim).
Serinin onuncu kitabının ismi Reaper. İsminden de anlaşılacağı üzere büyük ihtimalle Ozriel ve Abidan üzerine olacak gibi. Tabii yukarıda da işler karıştığın için merak etmekteyiz. Umarım en kısa sürede gelir onuncu kitap.
Bolca Kierkegaard dolu bir kitap. Bu da benim için +1 oluyor zaten. Kierkegaard en sevdiğim ve birçok açıdan kendimi en yakın gördüğüm filozoflardandır. Kitabımızdaki ana karakter de kendini Kierkegaard’a çok yakın görüyor, bu açıdan çok hoşuma gitti bu kitap.
Kitabı okumadan önce Kierkegaard bilmek faydalı olabilir ama bilmiyorsanız sorun yok ana karakterle beraber siz de öğrenirsiniz. Ana karakterimiz Laurence “Tubby” Passmore oldukça ünlü bir sitcomun senaristidir. Onun gözünden, yazdığı bu günlükten aileye, yalnızlığa, varoluşa, cinselliğe, dine, ahlağa ve daha bir çok konuya bakıyoruz. Passmore bu günlüğü psikiyatrının ya da onu deyimiyle deli doktorununun tavsiyesi üzerine yazıyor. Fakat onun terapisi sadece bununla sınırlı değil, haftanın her günü farklı terapiler de alıyor. Mutlu bir evliliği olduğunu zanneden bu adamın zihinsel olarak geçirdiği değişimi onun sayfalarından ve iş arkadaşlarının, karısının gözünden okuyoruz ara ara. Kah Kierkegaard’ın peşinden, yinelmeyi keşfedebilmek için Kopenhag’a gidiyor, kah ilk aşkını bulabilmek için İspanya’ya Santiago Hac Yoluna gidiyor.
Oldukça keyifli ve benim için yeni bir okumaydı. Kierkegaard hakkında da ilginç şeyler öğrendim. Mesela onun da kifoskolyozu varmış. Yazara devam ederim belki.
Ayfer Tunç’un Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura adlı kitabı var elimde okuyacağım, Etrafımda hep çok iyi bir yazar diye yorumlar görüyorum ama kitaplarının kapakları ve isimleri bende büyük önyargı oluşturmuştu ilk başta. Wattpad kitabı gibi isimleri hep.
Elinizde olan kitaplar hakkında bir fikrim yok ama okuduklarım kadarıyla oldukça güçlü bir kalemi var. Kapak tasarımı Can yayınevi ile alakalı biraz da, ben çok rahatsız olmuyorum. Yeşil Peri Gecesi başlığı, uzaktan tabir ettiğiniz gibi “watpadd” tarzı olabilir ama içerisinde yer alan anlamı ile harika. Ön yargınız kırılır umarım
Vov! Ne hoş kitaptı be. Kitap hakkında çokca güzel his ve düşüncem var. Şu an için en baskını Müstecaplıoğlu ile tanışmanın verdiği mutluluk. Daha da radarımdan kaçırmam.
Barış Beyin, yazım aşamasında ilham almak için illüstrasyonlara ve konsept resimlere baktığına yemin edebilirim. Çünkü kitap boyunca bugüne kadar neler gördüysem hepsi gözümün önünden geçti. Gayet keyifliydi.
Barış Bey, kitabındaki hikayeden sonra Kayıp Rıhtım ruhlarının gazabına uğradı mı acaba ? Huysuz hayaletler olmuşuz, görüyor musunuz siz şu işi?
En beğendiğim hikaye sanırım ilki yani “Empatan” oldu. Kitap bilimkurgu, fantastik ve araf (?) temalarıyla üç bölüme ayrılıyordu. Genel olarak bilimkurgu öykülerini diğerlerine göre daha başarılı buldum. Yazarın fantastiğe bakışı beni biraz şaşırttı, iki hikayede “1984” hissi aldım. Afalladım. Beklentim bu yönde değildi.
Yazarın üretkenliğine hayran oldum. Tüm hikayeler, evrenlerine dair küçük detaylarla süslenmişti. Bu durum hikayelerin derin ve geniş hissettirmesini sağlıyor. Hep daha fazlası var diyorsunuz.
Ben yorumda da belirttiğim üzere bu kitabı “mola kitabı” olarak görüyorum (yine de en az sevdiğim kitap olduğu gerçeğini değiştirmiyor). Zaten Wintersteel’ı aşacak bir kitap yazabilmesi için Lindon’ın Tanrıya dönüşmesi gerekirdi heralde.
Tamamen katılıyorum. Burada kişisel gelişimden çok plot’a dair şeyler okuduk, onun da hatırı var.
Kitap puanım 7/10. Seri puanım 8/10.
Seriyi çok beğendiğim; özgünlük ve evren atmosferini okucuya hissettirme konusunda müthiş başarılı bir seri olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle de fantastik sever her kişinin kesinlikle Witcher serisini okumasını tavsiye ediyorum.
Serinin güçlü yanları:
Olay örgüsünün sadece karakterlerle sınırla kalmayıp tüm evreni kapsaması ve bu nedenle fantastiklikten ödün vermeden gerçekçi olmayı başarabilmesi.
Savaşın, vahşetin ve açgözlülüğün “kötülüğünü” okuyucuya duygu yüklü ama gerçekçi şekilde aktarabilmesi.
Serinin zayıf yanları:
Yazarın kök hikaye kurgusunu (Kadim Kan) hikaye geneline pek yedirememesi. Ciri’nin bir karakter olarak var olması ama doğru düzgün bir işlevden yoksun olması.
Karakterlerin seçimlerinin sürekli kader, yazgı gibi kavramlara atfedilmesi.
Kitap, tarihçi Yuval Noah Harari’nin beş bölüm altında topladığı 21. yüzyılla ilgili 21 denemeyi içeriyor.
İlk bölüm robotların yaratacağı işsizlik dalgası, big data, kararlarına başvurduğumuz algoritmalar, teknoloji mahremiyeti ve bu yeni sorunlar karşısında insanların liberalizme güveninin neden sarsıldığını açıklıyor.
İkinci bölüm ise dünya siyaseti üzerine. Küreselleşme artık bir hayal mi? Din ve milliyetçiliğin rolü ne olacak?
Üçüncü bölüm terörün etkisini ve üçüncü dünya savaşının ne kadar olası olduğunu tartışarak başlayıp dogmatik dinleri eleştirmeye atlıyor. Tema olarak biraz dağınık buldum.
Dördüncü ve beşinci bölümler ise dünyayı ne kadar bildiğimiz, daha iyi bilmemiz için yapabileceklerimiz, yeni yüzyılda akıl sağlığımız ve hayattan çıkarabileceğimiz anlamla ilgili.
Ben olsam kitaba 21 Ders değil de 21 Mesele veya 21 Sorun derdim. Çünkü yazarın girişte belirttiği üzere amaç çözümler sunmaktan ziyade sorunlardan haberdar etmek ve sorunların üzerinde düşündürmek. Bazı konuları fazla üstünkörü anlattığını düşünsem de, yakın geleceğin sorunlarıyla tanışmak isteyenler için iyi bir özet kitabı olmuş.