Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)


Kitap özgürlüğe politik veya felsefi olarak değil sosyolojik olarak bakıyor. Sosyoloji modern kahinlik değildir, geçmişin bir izlenimidir. Bu yönden kitap bilimsel bir metin. Bauman’a göre özgürlük ancak “modern” kapitalist Batı toplumu içinde var olabilir. Bireysel özgürlük, tüketici özgürlüğüdür. Biraz inceleyen herkes bu “özgürlüğün” ve kapitalizmin gelişiminin eş doğrultuda olduğunu görebilir. Bu açıdan özgürlük, insanlığın evrensel durumu değil, tarihsel ve toplumsal bir yaratımdır. Özgürlük ve kapitalizm arasındaki ilişki birinin diğeri olmadan defolu olacağı şeklindedir. Mark Emmison için kapitalizmdeki kaynakların değiş tokuşu, insan iradesindeki neden-sonuç ilişkisine denk düşer. Bu özgürlüğün temel, tamamlayıcı özelliğidir. Kapitalizm ekonominin gömülü olduğu dönemlerde işleyen tanıdık yükümlülüklere, komünal bağlılıklara, ortaklık dayanışmalarıma, dini ritüellere karşı gelmiş ve ekonimi alanını neden-sonuç hesabı ve seçme hakkına sahip eylem için özgürleştirmiştir.

Özgürlük arzusu yapamama ve kaçamama hissiyle gelir. Yani baskının deneyimlenmesiyle. Özgürlüğün en net hali, bir kısıtlama üzerinden tanımlanmasıdır. Özgürlüğü sürekli bir durum olarak canlandırmak oldukça güçtür. Örneğin Aziz Pelagius kader fikrine karşı çıkar ve insanın özgür iradesine koşulsuz inanır. Kilise tarafından sapkın ilan edilir. Augustinus ve diğerleri onu ilk günahı, yani mevrus günahı reddetmekle suçlar. Pelagius için azat edilmiş bir köle köleliğinin izini taşımaz veya çocuğuna aktarmaz. İnsan suçu kişileştirmeyi başaramadığında sorunu toplumsal baskıya, yani sisteme atma eğiliminde olur. Özgürleşmek, sınıf atlamak demektir. Özgürlük bu açıdan bir sınır çizer. Özgürleşebilmek için bir bağlılığa ihtiyaç duyarsınız. Özgürlük soyluluk anlamını zaman içinde yitirse de, ayrıcalık anlamını korumaktadır.

images (76)
Panoptikon

Bauman, kitabın ilk bölümünde Panoptikon’dan bahseder. Panoptikon Bentham’ın tasarladığı bir hapishane modelidir ve kitabın temelinde yer alır. Bu tasarım sayesinde mahkumlar, gözlemlendiklerinden asla emin olamadıkları için sürekli gözlemlendiklerini düşünerek hareket edeceklerdir. Panoptikon mahkumların kişiliklerinden, içsel özelliklerinden veya düşündüklerinden bağımsızdır, onlarla ilgilenmez. Sadece yaptıklarıyla ilgilenilir. Bentham’a göre insan seçim yapma şansı olduğu anda seçime yer bırakmayan, riskler içermeyen o barış ve sakinlik durumunu seçer. Bu noktada bu Hobbes’ın teorisine benzer. İnsanlar kendi iradelerini kendilerinden daha üst bir olguya bırakarak riskli olan seçim yapma zorunluluğundan kaçmak isterler. Panoptikonun özü görülmeden görme mekanizmasıdır. Denetçinin sürekli kendilerini gözetlediğine ikna olan mahkumlar bir daha asla ifadelerine sahip olamayacaklardır ve iradeleri kullanılmadığı için günden güne solacaktır. “Gözetleyenleri kim gözetleyecek?” sorusu oldukça temel bir sorudur. Gözetçiler de denetçiler tarafından gözetlenir ve mahkumlara özgürlük verme yetkisi dışında ellerinde bulunan bu özgürlüğü nasıl değerlendirdikleri denetlenir. Panoptikonu tasarımcıdan alan başmuhafız, buraya bir kar kapısı ve işletme olarak baktığı için amaca yönelik hareket edecektir. Panoptikon, birilerinin özgürlüğünün diğerlerinin bağlılığı üzerinden kazanç ve diğerlerine özgürlük sağlamasıdır. Birilerinin tutsaklığı, diğerlerinin özgürlüğünün bir gereğidir. Panoptikonun mahkumu, bir fabrika işçisi imgesini taşır. İkisi de içinde bulundukları sistem tarafından mevcut iş gücü ve zaaflarının kullanılması için gereken mükemmel koşullara ulaşılmasını sağlama amacıyla bulunurlar. Panoptikonun merkezi kendi değerlerini dayatma güdüsü barındırmaz. Sadece yöneticinin üstünlüğü mesajını verir. Parsons’un işlevselci toplum teorisi aktöre hem özgürce seçmeyi verir, hem de tüm eylemleri rastgeledir ama kültürün bu müdahelesi tüm aktörler için aynıdır. Bentham’ın sistemi olgusal olarak eşit ve aynı şekilde özgür failler arasındaki etkileşimlerin sonucu değil, bazı insanların diğer insanlar için belirlediği bir şeydir.
Başmuhafız panoptikonda kar amacı güderler ve yasa koyucunun özgür bir fail olan başmuhafızın işine karışmasına ihtiyaç yoktur.

İnsan aslen özgürdür çünkü eyleme geçme hakkı ona aittir ve bu hakkı kullanmak için gelecek odaklı bir amacı vardır. Özgürlük sınırlı bir ayrıcalıktır. Magna Carta öncesi özgürlük dar bir zengin ve güçlü sınıf tarafından kraldan kazanılmış bir ayrıcalıktır. Özgür insan, asil soydan gelenler için kullanılan bir sıfattır. Bireysellik tehlikelerle doludur ve bunun için temelde ona karşı olan bireyüstü otoriteye muhtaçtır. Toplumsal gereklilik bir kakafoni halini alır ve uyumlu tonu ayrıştırmak dinleyiciye kalır.
Akıntının yokluğunda gemiler jiroskoplara ihtiyaç duyarlar. Bireysel davranışlarda ise insan için “özdenetim” denir. Modern bireyin özgürlüğü bu nedenle belirsizlikten, dışsal gerçekliğin belirgin kararlılık eksikliğinden, toplumsal baskıların içsel çatışmalarında doğar. Durkheim modern anlamda bireyselliğin doğuşunu büyüyen iş gücünü ve her toplum üyesinin bütün ve kapsamlı bağlılık iddiası olmayan özelleşmiş, plansız otorite alanlarına maruz kalmasıyla ilişkilendirir. Simmel için bireyselliğin modern şehir ortamının sunduğu kaotik etkiler kasırgası içinde kişinin umut edebileceği tek sağlam zemin kendi "kişisel kimliği"dir. Luhmann’a göre her kişinin her bir "altdizge"ye yabancılaşması bireysel gelişim için geniş bir alan açar ve iç yaşamının denetim altında ulaşamayacağı zenginlik ve derinliğe ulaşacağını söyler.

Bu konuda Elias’ın “eleme yarışı” ve “tekel işlev” kavramları oldukça önemlidir. Serbest rekabet içinde yarışı kaybedenlerin çoğu kazanan bir avuç insanın hizmetçisi haline gelir. Mükemmel eşitlik içinde başlayan bu yarış sonucunda az sayıda güç sahibi tekelleşmeye başlar. Guillaume pazardan satın alınan mallarda kullanıcı işlevinin değil simge işlevinin en üst seviyede olduğunu söyler. Yani ürünler bedene ve ruha arzu edilen, seçkin ve özel simgesi verir. Kapitalizm artık rekabet ile tanımlanamaz. O serbest halini bırakalı çok olmuştur. Artık küçük ve küçülmeye devam eden bir merkez tarafından yönetilen organize bir sistemdir. Tüketici pazarını çekici yapan şey insanlara diğer alanlarda yapılan baskıların aksine bir özgürlük sunmasıdır. Hem de paradoksal bir biçimde bedelsiz olarak. Pazar yöntemi benliği imgeler kullanarak inşa etmektir. Bu imgeler o kadar geniştir ki her insan bu imgelerden eşsiz kombinasyonlar oluşturabilir.
Reklamlarda kullanılan dil insanlara ihtiyaçlarını giderme dışında psikolojik bir kazanç da verir.
Sembolik tüketim dünyası yardım alan insanların sembolik baskılanışına ihtiyaç duyar. Abel-Smith’e göre sosyal yardımlar gri, sıkıcı ve itici gibi dururken; özel sektör halka indirin kuponları, fon müziği ve ambalajlama sunar. İçinde yaşadığımız toplumun ve bireyin merkezinde tarihsel olarak bir erdem olarak görülen iş bulunur. İşyeri bireyi toplumsallaştırma işlevini görür. Sendikalar işçilere daha iyi ücret ve daha uygun koşulları vermiş gibi görünse de uzun vadede enerjiyi tüketici pazarına hedefleyerek bu muhalif enerjiyi etkisiz hale getirmiştir. Kapitalizm ikinci evresine, tüketici evresine girerken merkezden işi alıp yerine bireysel özgürlüğü almıştır. Tüketici için gerçeklik hazzın düşmanı değildir. Trajik an, zevke yönelik doyumsuz dürtüden çıkarılmıştır. Tüketicinin deneyimlediği şekliyle gerçeklik, bir haz arayışıdır. Özgürlük daha çok ile daha az tatmin arasındaki seçimle ilgilidir, akılcılık ise ilkini ikincisine tercih etmektir. Marshall McLuhan “mecra(araç) mesajdır” demiştir. Mesaj içerik değil onun formu ve onun aktarılma şeklidir. Medya insanın görüş alanını dolduracak kadar büyük ve renklidir. Başka bir şey için yer yoktur. Politikacılardan tutun da teröristlere kadar herkes televizyon için hareket ederler. Hirschman vatandaşın güçler üzerine baskı kurabilmesinin iki yolunu fark etmiş ve bunlara ses ve çıkış adını vermiştir. Malları satın almayı reddetmek çıkış, tüketici koruma komiteleri aracılığıyla arz yapısına daha çok katılması yani ses. Gargantua’da Theleme’in kalın duvarları günümüzün kalın tüketici özgürlüğü duvarları gibidir. Huxley ve Orwell’ın distopik dünyalarının ortak noktası isyan etmemeleridir. Huxley’de isyan edilmez çünkü istenmez, Orwell’da da edilmez çünkü edilemez.

Yani Batıda özgürlük kendi haline bırakılmış olma olarak değil, kendi kendine hükmetme yeteneği olarak devrimlere izlek olmuştur. Özgürlük sınırlar ve sınıflar içinde özgürlük demek olduğu için paradoksal bir nitelik de taşır.

Kitap hakkında tuttuğum notlardan oluşturduğum oldukça geniş bir incelemeydi bu. Aynı şekilde özgürlük kavramı konusunda da iyi bir yazı olduğunu düşünüyorum. Fakat yazının sonuna gelmişken tekrar ediyorum, bu kitap bir felsefe kitabı değil ve oldukça bilimsel bir metin. Okuması zor olabilir, ben sürekli not alarak gerekirse küçük ek okumalar yaparak okudum kitabı. Sosyolojiye ilgili olanların, özellikle konuya ilgili olanların bakması gereken bir kitap. Bauman okumaya devam edeceğime eminim.
9/10

11 Beğeni

Zülfü Livaneli’nin son çıkan kitabı "Balıkçı ve Oğlu"nu bitirdim. Livaneli yazar olarak beğendiğim bir isim. Çok usta bir yazar olarak göremesem de daha okuyup da kötü olduğunu düşüneceğim bir kitabı olmadı. Ülkemizin çeşitli konuları, hikayeleri, olayları hakkında çok akıcı bir dille aktarıyor. Son yıllarda gündemi meşgul eden mülteci durumu, kaçak yolla giderken bu insanların yaşadığı dramlar çerçevesinde oğlu Deniz’i denize kurban vermiş bir balıkçının hikayesini okuyoruz. Ben genel olarak beğendim. Etkileyici ve güzel bir kitap. Livaneli seviyorsanız mutlaka tavsiye ederim.

0000000199335-1

Uzun bir ara vermiştim Agatha Christie okumaya ve "Sıfıra Doğru"yla bu açığı kapattım. Yine sürükleyici ve meraklar içinde okunan bir kitap. Diğer hikayelerinden farklı olarak bu sefer bir cinayetle başlamıyor. Cinayete giden yolda, “Sıfıra Doğru” bir akış içerisinde olayları okuyoruz. Zengin bir adamın yeni ve eski eşleni, çocukluğundan beri tanıdığı ve büyüttüğü ailenin malikanesinde tatil amaçlı bir araya getirmesi ve diğer karakterlerimizle beraber yaşanan olayları okuyoruz. Şahsen ben kitabın sonuna kadar kimin öleceğini ve kimin öldüreceğini merak edip durdum. Agatha Christie okuyucuya bu merak etme duygusunu yaşatmakta çok usta bir yazar. Keyifle okunabilecek bir kitap.

12 Beğeni


Lou Andreas-Salome - Feniçka
Salome’u çok sevmesem de ve eseri edebi olarak çok doyurucu bulmasam da, dönemi için oldukça önemli olduğunu tahmin ettiğim bir kitap.

Salome hakkında bir şey duyduysanız, büyük ihtimalle duyduğunuz Salome hakkında değil de Nietzsche, Freud veya öteki aşıkları hakkındadır. Üzücü olan da bu bence. Salome’un temel fikri zaten bir kadının erkek olmaksızın da olabileceği. Oldukça haklı bir dava.

Esere gelirsek kendini geliştirmeyi başarmış bir kadın olan Feniçka’nın, döneminin ortlama bir erkeği olan Max Werner’le yaşadığı arkadaşlık. Çok iyi betimlemeler olsa da kitap çekici değil ve sonunu merak ettirmiyor. Kısa diye okudum bitti. Salome’u okumaya devam edeceğim ama. Davasında çok haklı çünkü.
7/10

12 Beğeni

Forge_of_Darkness_Cover
Forge of Darkness - Steven Erikson

Kuduz bir Malazan fanı olduğum bu noktada bir kısmınıza aşikardır diye düşünüyorum; o yüzden bu kitaba şaşırmazsınız sanırım. Forge of Darkness, henüz 2 kitabı çıkan Kharkanas üçlemesinin ilk kitabı. Kitap beklemek istemediğimden baya bir süredir erteliyordum, yakın zamanda dayanamadım ve başladım.

Anlatım ana seriden azıcık daha… “değişik” gibi, bazı fanlar o kadar sevmemiş ama Kral’ın imzası net belli hocamlar. Aynı ağızdan anlatılıyor, sadece hikayeye uyum sağlamak için farklı anlatılıyor gibi bir his aldım ben.

Henüz başlardayım, ve spoyler olabilecek her türlü içerikten (kitap arkası yazısı vs. dahil) yıllardır cüzzamlıdan kaçar gibi kaçtığım için plotla ilgili pek bir şey bilmiyorum(tabi kitabın ismi ve ilk sayfadan Draconus’un varlığı bir takım fikirler veriyor kıps kıps); ama olaylar Malazan okuyanların aşina olacağı Kurald Galain’de başladı. Bakalım nereye gidecek.

Kitapla ilgili en sevdiğim nokta şu an için ana seride gördüğümüz bilmem-kaç-yüz-binlerce yıl yaşındaki tanrıların gençliklerini, toyluklarını tanımak oldu. Tanıdık isim gördükçe Umut Sarıkaya’nın malum karikatüründeki “televizyonda Türk kelimesini duyan adam” suratı yapıyorum, “ehele ehele” diye diye keyiflenip daha bir şevkle okuyorum.

Kral’ın yazdığı her şey gibi buna da puanım 10/10.

16 Beğeni

Aha! En merak ettiğim kitap. Üçüncüsü çıksın diye bekliyordum, dayanamamış başlamışsın hocam. Halbuki ne güzel etkinlik yapardık. :slight_smile:

Sürekli okuduğum ama anlam veremediğim “Erikson bu kitapta felsefenin dibine vurmuş” önermesi doğru mu, okuduktan sonra yorumlar mısın? Erikson’ın sosyolojik ve antropolojik referansları çokça var ama felsefik bir misyonu var mı bilemiyorum. Bir de neden fanlar tarafından pek sevilmedi, satışları düşük kaldı? Bunu da merak etmekteyim.

3 Beğeni

Şu ana kadar gördüğüm kadarıyla baya felsefe yapmış reyiz ama bir Dust of Dreams değil hocam. Dibine vurmuş diyemem, belki ilerde vuracakmıştır, göreceğiz. :roll_eyes:

Bir misyon ilerletmekten ziyade exploration tadı alıyorum hocam ben reyizin yazdıklarından. Bu konuda benim referansım Second Apocalypse; orada mesela bariz bir hard determinizm avukatlığı yapıyor Bakker, ona kıyaslayınca ben bir misyonun ilerletildiğini hiç göremiyorum. Daha çok reyiz bir sürü farklı fikri tam da o fikirlerin en zayıf olduğu yerlerden sınava tabi tutuyor gibi geliyor bana.

Bu konuda benim -şimdilik- hipotezim durumun Toll the Hounds kitabındaki Tiste Andii arc’ıyla ilgili olması hocam. Toll the Hounds harika bir kitaptı, ama misal ben de ilk okuyuşumda kitaptaki diğer ipliklere olan aşırı merakımdan o kısımları sıkıcı bulmuştum, bitmelerini istemiştim. Sanırım biraz da bu yüzden Tiste Andii’ler üzerine yazılmış kitap fikri pek çekici gelmiyor olabilir. En azından şu an için bir sorun göremiyorum zira ben.

2 Beğeni

Tiste Andii’lar benim en sevdiğim ırklardan birisi olduğu için benim bu kitabı çok sevme ihtimalim iki katına çıktı. :slight_smile:

Belki de Erikson’ın Malazan’da ırklar ve hikayeler arasında tutturduğu muazzam dengesi, Kharkanas’ta tek bir ırka kaydığı için insanlar alıştıklarından çok farklı bir tat almışlardır. Mesela önce Kharkanas yazılsa ve ona hayran olanlar Malazan okusaydı, Malazan’ı eleştirirdi bir ihtimal (varsayım tabii).

2 Beğeni

THE BHAGAVAD GITA

Bhagavad Gita, Mahabharata destanının bir kesiti ve de Hinduizm’in kutsal metinlerinden bir tanesi.

Savaşma isteğini kaybeden Arjuna ve Tanrı Krişna arasındaki sohbeti konu alıyor. Krişna, Arjuna’nın yaradılışın yapısı nasıldır, hayatın amacı nedir, iyi insan nasıl olmalıdır, neden günah işleriz, vücudumuza nasıl söz geçiririz gibi sorularına cevap veriyor.

13 Beğeni

İkna Ulusu - George Saunders (Çeviren: Niran Elçi)

Bok gibi Noel’ler için yaşayan insanların yazarı Saunders, 11 öyküden oluşan İkna Ulusu’nda bizi ötekilerin “mecburen absürt” dünyasına sarsıntılı bir yolculuğa çıkarıyor. Metalaştırılan hayatların çaresiz kabullenişlerine doğru pupa yelken yol aldığımız bu “oldukça normalize edilmiş” Saunders rotasında karşımıza sonsuz olasılıkların yerelden evrensele uzandığı Amerikan rüyasının hasır altı edilmiş ya da edildiği zannedilen uçsuz bucaksız fırsatları seriliyor. Suratlarına SimuDudaklar’ından istediğiniz gibi seslendirebildiğiniz “KONUŞABİLİYORUM” marka maskeleri geçirdiğiniz bebekler, bolca Somaesk antidepresanlarla bezeli Yorgos Lanthimos replikası postapokaliptik ilişkilerin yuvalandığı yapay toplumsal düzencikler, “Aynımsı Cinsler Arası Evlilikler” hakkında ahkâm kesen Trump-Darwin kırmaları, iyi bir adamın elinden Noel’inin alınmasına seyirci kalacak karakterde zavallı çatı kaplamacıları ile Dickensvari bir fantazya, klinik deneylerin objektif parti süsleri arasında gizlenmiş alabildiğine subjektif maymunsal gerçekliği ve reklam aralarında Yahudi soykırımından "enstantane"lerle süslenmiş yeni-süper-gerçekçi Huxleyvari Netflix dizileri. Ve dev trans yağ içeren atıştırmalıkların koşturduğu, fruktoz şurubunun ambrosia farz edildiği dünyada tiranlığın portakallı şekerlemelere kaldığı, Doritos’un aile yapılarımızı yerle bir etmeyi başardığı ve nihayetinde aminimizi paketlemelere sunduğumuz halüsinojen etkisinde devleşen bir İkna Ulusu. Metalaştırılan hayatların kazıcısı Saunders, imza üslubunu cesur yeni dünyamızın barsaklarını deşmek için kullanırken İçSavaşDiyarı Feci Düşüşte ve Pastoralya’sının aksine daha soğuk ve mesafeli bir noktadan okuruna bakmayı tercih ediyor. Ne fazla kısık ne de harlı bir ateşle pişen kimyasal bir gelecek. Afiyet olsun!

10 Beğeni

images (83)
D. H. Lawrence - Adaları Seven Adam
Oldukça şiirsel ve kısa bir kitap. Adaları seven adamımızın üç adada yaşadıkları gibi bir konusu var. Bu adalara tutkun adam ilk olarak dünyanın belki de en güzel adasını bulur ve orada kendisine hizmet eden üç aile ile yaşamaya başlar, ardından bu güzel adada felaketler baş göstermeye başlar. Adasını satıp başka bir adaya geçer. Burası da güzeldir ve yanında o üç aileden ikisini getirir. Fakat günün sonunda bu adada felaketlere uğrar ve bu sefer de bu adayı da satıp daha küçük üçüncü bir adaya gider.

Bir adamın toplumdan, sıkıntılardan kaçışını okuduğumuz kısa bir kitap. Varoluşçu bir karakter gibi ama edebi olarak henüz o noktaya gelinmemiş bir dönemde yazılmış. Kitap oldukça güzel, Lawrence okumaya devam ederim.
8/10

11 Beğeni

Bu da mantıklı hocam, olabilir valla. Hangi açıklama en doğrudur emin değilim ama kitabın daha kötü olmadığına eminim, hahah.

Kurt Yolu- Beth Lewis

İnsanların büyük aptallık dedikleri Nükleer savaşın yıkımlarıyla Nükleer kış dünyayı etkisi altına almış ve dünyamız orta enlemlerdeki küçük bir alan dışında kartopuna dönüşmüş.

Nick Kunter (Çok beğenerek okuduğum Karanlık Ada kitabının yazarı) hikayenin geçtiği dünyayı Cormac McCathy’nin Yol kitabında olan dünyaya benzetmiş ancak bence iki hikaye aynı dünyayı anlatmıyorlar. Yol kitabında olan dünya küle ve toza dönüşen ölü bir dünyaydı Kurt Yolu’ndaki dünya ise vahşileşmiş ama yaşamın tüm çeşitliliği ile devam ettiği bir dünyayı anlatıyor.

Kitabın hemen ilk sayfalarında hikayenin finalinin önemli bir kısmını okuyoruz ve bundan sonraki sayfalarda hikayenin finaline doğru olan yolculuğumuz da hikayenin büyük oranda nasıl biteceğini bilerek okuyoruz.

Hikayede anlatılan post apokaliptik dünyaya ilişkin yazar çok bir şey anlatmıyor ve dünyadan çok hikayenin kahramanlarına odaklanıyor.

Kitaba 10 üzerinden 7 puan veriyorum. Karakter derinliğini biraz eksik buldum ve Nükleer kışın hüküm sürdüğü dünyaya, doğaya ilişkin kurguda biraz daha çok şey okumak isterdim.

İlgi çekici bir hikaye olmasına rağmen yazar cömert olduğu için merak ve gizem unsurları kolayca anlaşılabiliyor ve okuru şaşırtması gereken şeyler ortaya çıktıkça zaten daha önceki sayfalarda bunlar fark edilmiş oluyor.

Kitap post apokaliptik hikayeleri seven benim gibi okurların ilgisini çekecektir, kötü bir kitap değil ama türü seven okurlar için mutlaka okumalı diyeceğim bir kitap değildi.

Yaklaşık 430 sayfalık bir yolculuk hikayesi olan kitap akıcı anlatımı nedeniyle kısa sürede okunabiliyor

18 Beğeni

9786053756118

İlk cildin tam anlamıyla bir başlangıç olduğundan bahsetmiştim. Kabusların karizmatik lordunu tanıma fırsatı bulamadığımı dillendirmiştim. Fakat eyvah eyvah. İkinci cilt el yakıyor.

Açıkçası Gaiman’ın her yapıtının neden hep övüldüğünü veya abartıldığını anlıyorum. Sandman, insanların muhakemesini etki altına alıyor. Farseer’ı okurken başyapıta yakın olduğunu düşünüyordum. Seriyi tamamladığımda öyle olmadığını gördüm kendimce. Ve bunun hüsranını yaşadım. Sandman’in başyapıt olacağını düşünüyorum kendi andıma. Umarım bu sefer yanılmam.

Sandman bir kahraman mı? Bence değil. Kendi doğrularını yapan bir ölümsüz. DüşLordu. Morpheus. Rüya. Kabus. Kahramanlar gibi ilk önceliği bir başkasının canını kendi canının önüne koymak değil. Şartlar durumunda bunu yapmak zorunda kalıyor. Kendince olan düzeni, kendi gayesini sağlamaya çalışıyor. Morpheus’u kahramanlıkla ithaf etmek, onu ikinci sınıf çizgi roman karakterleriyle aynı seviyeye indirger.

Sandman bir insan mı? Tabii ki değil. Ama çoğu insandan daha insan olduğunu her ciltte biraz daha görüyoruz. Ya da insanlaştığını söyleyebiliriz. 500 yıldır bunu yapamayanlar da var.

Bu cilt beni oldukça şaşırttı. Gaiman üretken dönemlerinin doruklarında yazmış olmalı. İnanılmaz. Başka türlü nasıl özetlenir bilemedim. İncelikle düşünülmüş bir eser. Tarih, sosyoloji, psikoloji, mitoloji, siyasi, dini ve daha birçok öğe içeriyor. Ne ararsan var.

Hikayede beğenmediğim bir-iki şey oldu mesela; örgünün kolay bir şekilde bağlanma durumu. Ama serinin yapısı olarak epik bir olay görmeyi zaten beklemiyordum. Aslında epik bir hikaye kurgu anlatılmak istense, hikaye kesinlikle müsait. Fakat ilk ciltteki hikayenin tadını alınca, kesinlikle epik şeyler beklenmemesi gerektiğini fark ettim. Sandman’in derdi var. Bize içini dökmek istiyor. Lirik diliyle de bunu çok güzel yapıyor.

Gaiman’ın, Koralin, Okyanus ve Odd eserlerini okudum. Bu adam bütün ilhamını Sandman’e harcamış sanki. Romancılığını sevemedim. Olmadı. Uyuşamadık. Lakin onun altın eserine uğrayınca, işte şimdi işler değişti.

Açıkçası uzun süredir bu denli hayranlıkla okuduğum bir kurgu yok. 9 ve 10 arasında gidip geliyorum. Hiçbir şeyi beğenmeme huyum olduğu için, Sandman’i beğenince kendimden şüphe ettim: Acaba abartıyor olabilir miyim? Belki. Hislerim tazeyken yazdığım için bu ihtimal yüksek.

Özellikle Sandman’in geçmişine dair anlatılan hikayeler çok iyi.

Watchmen’i unuttuğumdan ötürü Watchmen’e geçmeyi planlıyordum.
Fakat serinin esaretine hapsedilmiş
Bulunmaktayım.
Ebedi Uyanış’a maruz kalmış olmalıyım.
Kim bilir;
Belki ben istedim
Esir olmak,
Arzularımın en şiddetlisiyle.
Düşlemiş olmalıyım kabusu;
Kederin hüznüyle,
Ölümün içtenliğiyle.

Evet. Daha ikinci ciltten kendisine bir şiir yazdıracak kadar gönlümü kazanmış bulunmakta. Çok utanç verici bir şiir deneyimi oldu, lütfen o konudan bahsetmeyin.

Umarım kalite böyle devam eder. Yoksa tüm ciltleri mahallenin ortasında yakarım.

16 Beğeni

Tespite şapka çıkarmaya geldim, gidiyorum.

2 Beğeni

Herkese selamlar. Yine oldukça uzun bir ara verdim kitap yorumlarıma. Yorumlamak istediğim baya bir kitap birikmiş, fazla detaya girmeden, elimden geldiğince bilgi vermek istiyorum bazıları hakkında. Mümkün olduğunca kısa tutacağım ki topamı aşırı uzun olmasın. :slight_smile:

Kedi Beşiği

Kurt Vonnegut okurken gülüyorsunuz, düşünüyorsunuz ama sonunda elinizde kalan hep biraz hüzün oluyor. Yazarın tüm kitaplarında bunu fark edebilirsiniz. Kedi Beşiği ise bu durumun belki de zirvesi. Bir çeşit kıyamet senaryosu da diyebiliriz. Kitabın bilim kurgu yönü çok kuvvetli değil, bilimsel dayanakları da önemli değil. Zaten Vonnegut’ın derdi de bunlar değil. Derdi insan eleştirisi, insanın kötülüğünü sorguluyor alt metinde. Atom bombası, buz-9, bokunonculuk, absürtlükler, harika karakterler, mizah ve kötülük. Kesinlikle okunması gereken bir Vonnegut eseri.

Son Şeyler Ülkesinde

Paul Auster’dan daha önce New York üçlemesi ilk kitabını okumuştum. Değişik bir tarzı var ve merak ettiğim yazarlardandı. Son Şeyler Ülkesinde bir nevi apokaliptik/postapokaliptik bir eser. İklim ve ekonomik krizlerin doruğunda, hayattta kalmaya çalışan karakterimizin gözünden, mektup aracılığıyla meçhul bir kişiye öyküsünü ve dünyayı anlatması şeklinde ilerliyor kitabımız. Başlarda biraz sıkıcı ilerlediğini söyleyebilirim ama ilerleyen dönemde oldukça ilgi çekici ve heyecanlı bir hal alıyor. Genel hatlarıyla mesajlarını ve anlatımını beğendim. Auster okumalarıma devam edeceğim.

Sapık

Sinemanın en meşhur karakterlerinden Norman Bates’in iç dünyasını yakından tanımak büyük keyif oldu. Filmini çok severim ama kitabı bambaşka bir seviyede. Karanlık Kitaplıktan okuduğum en iyi kitaptı. Konuyu bilmeme rağmen beni şaşırttı, heyecanlandırdı. Kitabın psikolojik betimlemelerini, atmosferini, karakterlerin yaklaşımını ve gerçekliğini çok beğendim. Zaten gerçek bir olaydan esinlenmiş. Gönül rahatlığıyla tavsiye edeceğim bir kitap daha eklemiş oldum kendime. :slight_smile:
images (1) (4)

Döşeğimde Ölürken

Sevgili @taurenim kitap hakkındaki düşüncelerimi merak ediyordu, bu vesileyle biraz bahsedeyim bu kitaptan da. Türkçe olarak okudum ben, Murat Belge’nin çevirisi övülüyor genel olarak, ben de dilini beğendim açıkçası. Orjinalinde nasıldır bilmiyorum ama kitaptan gözünüz korkmasın, bunu rahatlıkla söyleyebilirim (gerçi Amerikan edebiyatı dersiniz için orjinal dilinde okuyacaksınız diye kalmış aklımda ama değilse daha iyi zaten). Faulkner ile ilk tanışmamdı. Son dönem okumalarım içinde anlatımı ve tekniğiyle beni en fazla etkileyen kitap oldu. Birkaç yerde olumsuz yorumlar görmüştüm ama başkalarının yorumlarını çok da önemsememek gerektiğini tekrar anladım. Hele ki bu kitaba balon, boş vs diyen yorumlar benim gözümde tamamen değerini yitirmiş bulunmakta. Kitap bilinç akışı tekniği kullanmasına rağmen oldukça akıcı. Olayları anlamak bazen zorlaşsa da akış tamamlanınca yerine oturuyor diyebilirim. Merkezimizde Bundren ailesi var. Baba Anse Bundren, anne Annie Bundren ve 5 çocuğu etrafında gelişiyor olaylar. Özellikle Vardaman (hem en küçük çocuk, hem de sanırım zihinsel olarak biraz geri kalmış gibi) bölümleri bazen zorlayıcı olabiliyor. devrik cümleler, tam anlaşılamayan yerler tamamen bilinç akışını yansıtmasıyla alakalı. Yani yer yer karakterler beyninizin içerisinde konuşuyorlar, hatta siz düşünüyor gibi oluyorsunuz. Tıpkı düşüncelerin yarım kalması gibi, cümleler de yarım kalıveriyor. Pek çok bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kitap okudum ama Faulkner tarz olarak hepsinden farklı ve ayrı bir yerde duruyor gerçekten. karakterlerin her birinin düşüncelerini okuyoruz kitap boyunca. Kolay bir okuma değil ama öyle anlatıldığı kadar zor da değil. Okurken kaptırıp gitmeniz oldukça olası. Çok trajik bir hikaye ama mizah öğeleri de yer yer dikkat çekiyor. Anse karakterine uyuz olmamak elde değil (hele o sondan sonra). Özünde bir cenaze hikayesi ve buna bağlı bir yolculuk olmasına karşın, her karakterin kendine ait de bir derdi, hikayesi, hedefi mevcut. Ben biraz çekinerek başlamıştım ama sonuç itibariyle oldukça beğendim. Faulkner’a başka kitaplarıyla da devam edeceğim.

Tanrı’nın Bir Kulu

Cormac McCarthy’den daha önce Yol ve İhtiyarlara Yer Yok’u okumuştum. her iki kitap da oldukça etkileyiciydi. Yazarın yazım sitilinden dolayı sanırım, film izliyor gibi okunuyor kitapları ki hepsinin filmi de mevcut zaten. Tanrı’nın Bir Kulu ise diğer kitaplara göre daha karanlık ve kötü öğeler, rahatsız edici öğeler (ensest, nekrofili vs gibi) içeriyor. Bunu bilerek okumanızı tavsiye ederim. Eğer bu konulara hassasiyetiniz mevcutsa fazlasıyla rahatsız edici olacaktır. Çok hızlı okunabilen bir kitap, oldukça akıcı. Atmosferi ve hikayesi diğer iki kitaptan bile daha karanlıktı (ki Yol’dan sonra böyle bir şey olamaz sanıyordum). Genel olarak beğendiğim bir kitap oldu bu kitap da.
images (1) (2)

Kireç Ocağı

Thomas Bernhard çok ilginç bir kişilik. Gerçekten hayatı ve görüşleri incelenmesi gereken bir deli. :slight_smile: Cümlelerini okumak bazen çok şaşırtabiliyor insnı. Bu kitabında kendine has tarzının dibine vurmuş diyebilirim. Bilinç akış tekniğini 3. şahıs rivayeti anlatımıyla harmanlamış Bernhard. Bunu şu şekilde bir alıntıyla örneklendireyim kafanızda oturması için;

“Elbette, akıllı bir insan kireç ocağı civarına gelse kireç ocağının idil olmadığını derhal fark eder ama bildiğiniz gibi, demiş Konrad Wieser’e, insanlarla münasebetimiz olduğunda akıllı insanlarla münasebetimiz olmuş olmuyor, insanlar akıllı olduklarını iddia ediyorlar ama akıllı değiller, İnsanlar bir şeyler bildiklerini iddia ediyorlar ama hiçbir şey bilmiyorlar, insanlar her şeyi yalnızca iddia ediyorlar.”

Yani anlatım genel olarak bu şekilde gidiyor, Konrad’ın X’e dediğine göre vs gibi.

Kitap sanırım 13. sayfa civarından sonra tek paragraf şeklinde yazılmış. Çok yoğun ve farklı bir anlatımı var. Kolay bir kitap olmadığını en baştan söyleyeyim. Konrad’ın karısını öldürmesiyle başlıyor ve bunun etrafında şekilleniyor kitap (spoiler değil, kitabın hemen başında bu olay) ve başka karakterlerin ağzından biz bu olayın öncesini, olayların nasıl geliştiğini okuyoruz. Konrad tam bir akıl hastası. İşitmeyle ilgili bir kitap yazmaya kafayı takmış ve bu doğrultuda karısına işkence ediyor ama karısının da çok normal olmadığını söylemeliyim. Tabii kadının engelli olması nedeniyle ona biraz daha anlayışla yaklaşabiliyoruz. Diğer karakterler hakkında da bir nebze izlenim ediniyoruz tabii. Bernhard pek çok fikrini kurgu içerisinde dile getiriyor. Görüşleri gerçekten çok ilginç. “İnsan insanlarla sadece kirlenir” diyor Bernhard kitabında bize; tabii Bernhard’ın insanları sevmediği malumunuz, bu kitapta da bunu baya hissettiriyor. Genel olarak zor bir okuma olsa da, insanda tekrat Bernhard okuma ihtiyacı duyuracak kadar da etkileyici bir kitap.

Hepinize keyifli okumalar dilerim. :slight_smile:

30 Beğeni

Çok beğendim incelemenizi. Benim için de son derece aydınlatıcı oldu. Amerikan Edebiyatı dersimizde hoca önermişti ama sorumlu tutmadı, o yüzden özel olarak İngilizce’sini edinmedim, bende de İletişim baskısı var yani.

Bilinç akışı tekniği hep korkuyla yaklaştığım bir çeşit o yüzden bundan da çekinmiştim ama yorumumuza bakarak oldukça merak ettiğim bir kirap haline dönüştü şimdi. Okuma sıramda önlere çekeceğim. Çok teşekkür ederim. :slight_smile:

1 Beğeni

Rica ederim, iş aralarında yazabiliyorum, daha uzun yazmak ve detaylı incelemek isterdim ama bu aralar hem özel hayatımda, hem iş hayatımda fazlasıyla yoğunum, ancak kitap okumaya zaman ayırabiliyorum. Siz de okuduktan sonra görüşlerinizi yazarsanız, hem kitap hakkında hem de bilinç akışı tekniği hakkında daha detaylı da konuşabiliriz.
İyi okumalar. :slight_smile:

1 Beğeni

image

The Grey Bastards - Jonathan French

Live in the saddle.
Die on the hog.

Önce konusu işe başlayayım:

Yukarıdaki deyiş, Lot Diyarlarında yaşayan yarı-orklara ait. Hoof adı verilen yeminli kardeşliklerde yaşayan ve eskiden köle olan bu yarı-orklar, savaşmak için yetiştirilmiş devasa domuzların sırtında Lot Diyarlarında devriye gezmekte ve asil Hispartha halkını acımasız orklara karşı korumaktadır.

Jackal, Gri Piçler’in yani Lot Diyarlarında hayatta kalmayı başarabilen 8 kardeşlikten birisinin üyesidir. Genç, yetenekli ve hırslı olan Jackal, yönetim şekli giderek tiranlığa dönüşen ve Piçler’in kurucusu olan Claymaster’ın yerine geçmek için planlar yapar. Yanında ise damarlarında insandan çok ork kanı olan ve ismi Oats olan devasa bir üç-kan ile tüm kardeşliklerdeki tek kadın olan Fetching yer almaktadır.

Yabancı bir büyücünün ortaya çıkması ile Jackal’ın planları kargaşaya dönüşür. Tutsak bir elf kızını kurtardıktan sonra ittifakları çatırdamaya başlar. İhanetçi Ay ismi verilen ve insan başlı atların kana susamış bir halde herkese saldırdığı gece yaklaşırken, Jackal sadakatinin neye olduğuna karar vermeli ve sadece kötülerin ödüllendirildiği bir dünyada kendi yerini belirlemelidir.

Hikayeye çok iyi bir giriş yaptım, zaten fena olmayan bir pace’i var. Konuyu anlamak çok zor değil, ekstra bir sözlük gibi bir şeye ihtiyaç yok. Kitap boyunca bu dünyaya ait özel kelimeler kullanılıyor (thrice, frail, thick gibi) ama bunlar hemen açıklandığı için “bu kim yaa” deyip durmuyoruz. Bunlar haricinde ben ana karakterleri insan ve elf dışında olan kitaplara ekstra bir sempati duyuyorum. Mesela Orconomics’in de ana karakteri bir cüce idi (mükemmel bir kitaptır). Burada da yazar, melez denilen yarı-ork’ları kitabın merkezine yerleştirmiş.

Kitapta yer alan ırklar; insanlar (olmazsa olmaz zaten), elfler, yarı-orklar, orklar, insan başlı atlar ve buçukluklar şeklinde. Büyü ve büyücüler var, önemli fonksiyonları da var ama çok fazla büyü olmuyor, toplamda 3-4 yerde var sanırım büyü işi. Daha çok hack-n-slash şeklinde geçiyor savaş sahneleri.

Kitabın ilk yüzde 40’lık bölümünü çok sevdim ve heyecanlandım. Ancak 40-70 arası maalesef tahmin edilebilir ve sıkıcı plot twistler yüzünden “meh” şeklinde geçti. Kalan kısmı ise toparladı ve sonu da güzeldi. Yine de seriye devam etsem mi emin olamıyorum, sanırım devam etmeyeceğim. Bu arada okumak isteyenler için belirteyim, kitabın devamı var ama ilk kitap kendi içinde tamamlandığından dolayı rahatlıkla tek başına okunabilir.

Kitapla ilgili sevmediğim bir başka husus da, yarı-orkların kullandıkları argonun ve yaptıkları seks şakalarının suyunun çıkmasıydı. Bir yerden sonra artık gözlerimi yuvarlamaya başladım (ama itiraf edeyim, bir iki yerde de kahkaha attım). Normalde bunlara pek takılmam hatta güzel tasarlanmış argo da çok keyifli olabiliyor ancak bu kitapta yer yer bu tür argolar artık ucuza kaçıyordu, bu da okuyucu olarak beni rahatsız etti.

Kitaba başlarken “filthiest fantasy” yorumunu görünce merak etmiştim acaba ne var içinde diye ama filthiest çok iddialı olmuş. Yine de içerdiği bol bol seks ögesi, argo kullanımı ve kanlı savaş sahneleri ile filthy bir kitap diyebiliriz rahatlıkla.

Dilimize kazandırılması zor, o yüzden çok fazla kişiye hitap edemeyecek maalesef. Ben de çok tavsiye edemiyorum, hele ki o sene üçüncü olan Paternus bundan çok daha iyi bir kitapken. Yine de “önceden köle olup, savaştaki hünerleri görülünce serbest bırakılan, önceki sahiplerini korumakla görevli olan ve üreme yeteneği olmayan yarı-orkların” hayatlarına göz atmak isteyen olursa, kötü bir tercih yapmış olmayacaktır.

Kitaba notum 7 / 10. Orta kısmı da diğer iki kısım kadar güzel olsa rahat bir 9 alırdı ama maalesef olmadı. Şimdi sırada 2016’ SPFBO’nun ikinicisi olan The Path of Flames var.

17 Beğeni

Herkesin kitap okuması gerektiğini düşünmem bir yana; herkesin de okumuş ve anlamış olması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. İçeriğinin sadece komünizm yergisiyle dolu olduğunu düşünmek oldukça kulaktan dolma bir kalıpların sonucu olacaktır. Kitabın sonunda yazarın hayatının kısa özetini okuduğumuzda bunu yazan ellerin, aklın bu alanda ne kadar usta olduğuna ikna oluyoruz.

SSCB tarihine çok hakim olmasam da kitaptaki olay örgüsünün Bolşevik Devrimi ve devamındaki olayların birer kopyası olduğunu fark ettim. Hatta ilerledikçe bundan o kadar emin oldum ki; Snowball’u Troçki, Napoleon’u da Stalin olarak farz ettim.

Evet, bu kitap hedefi oldukça aşikar bir yergi gibi duruyor. Ancak ben halen benzer memleketler olduğu kanısındayım. Her karakterin doğrudan bir karşılığı olmasına gerek yok. Yazar spekülasyon, propaganda ve oldu bittiler ile toplumun nasıl aptal yerine konularak canına okunabileceğini çok sade ve usta bir şekilde özetlemiş. Burada eğitimsiz ve eğitilmiş olmak istemeyen koyun kitlesinin ne kadar önemli olduğuna inanabiliyor musunuz? İşte böyle toplumlarda meritokrasiyi savunmaya devam edeceğiz :slight_smile:

Yoksa, kimse Jones’un dönmesini istemiyordur herhalde!

19 Beğeni


Leonid Andreyev - Şeytan’ın Günlüğü
Şeytan cehenneminden dünyayı izlerken canının sıkıldığını fark eder ve tahtından kalkıp dünyaya gitme kararı olur. Kendine de en uygun beden olarak Amerikalı bir milyoner olan Wandergood’un bedenini seçer. Kitap bu açıdan muhteşem bir konuya sahip. Şeytan dünyamıza gelecek olsa, elbette ki en temel güç unusuru olan paranın gücünü kullanmak isterdi.

Dünyamıza yanında yardımcıları ile inen Şeytan, bize kendisini anlatmanın bizim bu aciz dillerimizde ne kadar zor olduğundan bahsederek başlıyor günlüğüne. Biraz da ironik olarak, Şeytan’ın kötülüğü yapmak ve oyun oynamak için gittiği yer ise Roma. Roma’ya tüm servetini hayır işlemek için dağıtmaya gittiğini duyuruyor. Roma, yani Katolikliğin merkezi. Bu şekilde kiliseye yaptığı müthiş göndermeler var. Mesela Kardinal X.'in kendisinden tüm servetini yardım olarak istemesi gibi. Roma’ya giderken yaşadığı felakette evine sığındığı Thomas Magnus ise ayrı bir konu. Dünyayı yok etmek isteyen bu adam, tam da aslında kitabın konusu olan “Şeytana pabucunu ters giydirmek” kalıbını gerçekleştiren kişi. Magnus’un kızı Maria ise, olağanüstü güzelliğiyle Hz. Meryem’e benziyor.

Şeytan geldiği bu dünyada gördükleriyle oldukça şaşıracak. Ve Magnus’un da dediği üzere, insanların artık cehenneme gitmek için ölmesine gerek olmadığını anlayacak. Kitap içinde kopuklukluklar olsa da ben güzel buldum. Andreyev kesinlikle devam edeceğim bir yazar.
8/10

17 Beğeni