Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Yazar evreni sığ tutuyor, karakterleri sığ tutuyor, olayları sığ tutuyor ama çılgınlar gibi şiirsellik ve felsefi derinlik katıyor. Haliyle ortaya ilginç bir şey çıkıyor.

1 Beğeni

16 Beğeni

Anladım hocam. Ben bu seriye başlamadan önce güzel bir evren tasviri, iyi bir karakter bekliyordum. Ama beklemediğim şey olunca hayal kırıklığı yarattı eser bana. Dediğiniz gibi şiirselik ve felsefi derinlik anlamında bende beğendim. Birinci kitaba göre yazar bu kitapta iyice kalemini güçlendirmiş.

1 Beğeni

Toplam 4 cilt bu seri, 27 fasikül! Son bir cilt kaldı ithaki’nin basacağı. Bunun da, Jupiter’in Mirası’nın da ilk üç cildini hızlı basıp 4ü beklettiler anlaşılmaz şekilde. Bir an önce tamamlarlar umarım.

3 Beğeni

image

The Path of Flames - Phil Tucker

SPFBO okumalarımda sıra 2016’nın ikincisi olan The Path of Flames’te idi. Chronicles of the Black Gate serisinin ilk kitabı olan Flames’in konusu şöyle:

Yasak büyünün karanlık gücü Ascendant İmparatorluğu’nu tehdit etmekte. Kara alev ve kör nefret ile kuşanmış olan Agerastian kafirleri, İmparatorluğu birleştiren portalleri yok etmekte kararlı. Kötü bir geçmişe sahip olan yaver Asho, efendisi Lady Kyferin ile birlikte kötü şöhrete sahip bir yere sürülür. Trajedi, ihanet, canavarlar ve yaklaşan bir ordu ile kuşatılmış olan Kyferinler’in geleceği tehlikededir. Asho tek kurtuluşlarının, kendi yaralı ruhunda gizlendiğini fark eder - kaderlerini değiştirebilecek ve savaşın gizli sebebini ortaya çıkartabilecek bir sırdır bu.

Kitap, bir savaş sahnesi ile başlıyor ve burada canavarlar, insan dışı ırklar, büyü ve toplu katliamlar ile karşılaşıyoruz. Bazı sahneleri kafamda canlandırmak zor olsa da genelde heyecan dozu ve anlatım hızı yüksek bir şekilde kitaba giriş yapıyoruz. Sonrasında işler biraz yavaşlasa da bir turnuva ile tekrar hızlanıyor, sonrasında yine stabil hale geliyor ve son savaş ile de bitiriyoruz. Biraz rollercoaster gibi ilerliyor kitap. Kitap toplamda 6 ya da 7 farklı kişinin gözünden anlatılıyor. Bazı kısımlar sıkıcı bazıları ise merak uyandırıcı olduğundan ve bölüm başlarında da PoV’nin kime ait olduğu yazıldığından dolayı, o bölüm sevmediğim biri gelirse hızlı okuyarak geçiştirdim.

Dünyası (worldbuilding) aslında ilginç tasarlanmış, konusu (plot) kendini merak ettiriyor ama yazım kalitesini (prose) ben bayağı zayıf buldum. Bunlara biraz detaylı değinmek istiyorum.

Dünyası güzel çünkü farklı bir sistematiği var, biraz daha geleneksel fantastik kurgu sevenlere hitap ediyor. Ascendancy Cycle denilen bir döngüleri var ve bu sistem içerisinde de kast sistemi mevcut. Ana karakterimiz olan Asho, Bythian denilen ve köleden beter olan bir ırktan geliyor. Herkesin amacı öldükten sonra Beyaz Portalden geçerek yükselebilmek, en büyük korkuları da Kara Portal’e düşmek. Grace adı verilen ve İmparatorluğun en kudretli kişisi haricinde 6 ya da 7 tane (tam hatırlamıyorum sayıyı) Virtue (Erdem) yer alıyor ki bunlar ultra güçlü karakterler. Bir de bunlara karşı savaş açan (bu savaşla başlıyor zaten kitap) ve sapkın olarak değerlendirilen, kara büyü kullanmakta herhangi bir beis görmeyen Agerastian’lar var. Ayrıca büyü de öyle rastgele kullanılamıyor, büyü kullanmanın bir bedeli var.

Plot olarak da beğendim, gizli saklı kalan şeylerin ve kutsal atfedilen duyguların yavaş yavaş yıkılmasını çok severim (kendim de geçmişte böyle bir tecrübeden geçtiğim için bu durumla bağ kurabiliyorum). Bu kitapta henüz netleşmese de serinin gidişatı “kutsal olanlar aslında kutsal değil, sizin o doğru bildikleriniz kökten yanlış” diye bağırıyor. Belki klişe gelir bazılarına ama ben seviyorum, özellikle kişilerin bu sütunların yıkılırkenki duygularına tanık olmak eşsiz bir deneyim (tabii, iyi yazılmışsa).

Zayıf kısımlara gelirsek, öncelikle yazım stilini ve diyaloglarını beğenmedim. Özellikle diyalogları çok daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum. Keza isim seçimleri de bir tık benzer ve karmaşık geldi benim zevkime göre. Bazı isimlerin de eğer rastlantı değilse başka kitaplardan araklandığı (esinlenildiği) çok net. Ayrıca hikayede de bazı kopukluklar vardı (bunlar sonradan dolduruluyordu ama ilk okurken “ne oldu burada ya, buraya nasıl geldik” diye sordurtuyordu). Ben daha akıcı olmasını yeğlerdim.

Bu kitap bana tadı çok güzel bir yemeğin kötü bir sunumu gibi hissettirdi. Çok ama çok daha iyi yönetilebilir hatta kitaba seviye atlattırılabilirdi. Ama sanırım self-published olması sebebiyle belki de bir editör denetiminden geçmemesinin de etkisi olmuştur. Sevmedim diyemem ama potansiyeline göre de hayal kırıklığı oldu maalesef. Özellikle de SPFBO ikinicisi olabilecek bir kitap mı emin değilim, zira 2016 yılının 1. ve 3. kitapları bu kitaptan çok daha iyiydi (mesela ilk kitabın sonraki kitaplarını okurum büyük ihtimalle ama bu seriye devam etmem, üçüncünün tüm kitaplarını zaten okudum). 2016 için sıralama yapacak olursam da şöyle yaparım:

  1. Paternus
  2. The Grey Bastards
  3. The Path of Flames

Seriyi tavsiye edemiyorum. Eğer SPFBO okumaya niyeti olan varsa 1 ve 3. kitaplara öncelik vermesini tavsiye ederim. Kitaba notum 5.5’tan 6 / 10.

11 Beğeni

Bu aralar pek vakit ayıramadım buraya ama şimdi geri döndüm :slightly_smiling_face:

Adsız2

KANLAKARIŞIK

Kitabı bitirdim. Okuması keyifli bir kitaptı. İçerisinde her yazara ait bir hikaye var. Bu hikayelerden kimisini beğendim, kimisini daha vasat buldum, ama bazı hikayelerde ufak ufak adalet ile ilgili ya da başka konularla ilgili iğnelemeler vardı ki bu yönden de sevdim.

Puanım: 8/10

Adsız2

SHERLOCK HOLMES KIZIL TAKİP - SIR ARTHUR CONAN DOYLE

Kitabı bitirdim. Okuduğum ilk Sherlock Holmes kitabıydı ve sevdim. Çeviri olarak hatalı ya da düzgün diyemem, çünkü o konularda bilgim yok ama okurken ne çeviriden rahatsız oldum ne de rahatsız edici hatalarla karşılaştım. Okursanız eğer bu kitaptan başlayın, çünkü Sherlock Holmes ile Dr. Watson’un tanışmaları hakkında bilgi veriyor.

Puanım: 9/10

Herkese keyifli günler ve keyifli okumalar dilerim :coffee:

15 Beğeni

Ciltle fasikülü karıştırdım sanırım. Bilgilendirme için teşekkürler. :smiley:

1 Beğeni

Kadınların Özgürleşmesi - John Stuart Mill (Çeviri: Damla B. Aksel)

John Stuart Mill, androsentrik ve müzmin cinsiyetçi Batı felsefesinde dikkat çekici bir istisna olarak feminist tarih yazımında önemli bir dönüm noktası yaratıyor. Yalnızca bir filozof ve teorisyen olarak değil, politik bir figür olarak devri için çizgi dışı sayılacak eylemlere attığı imzası; partneri Harriet Taylor ile eklemli düşünce pratikleri ve Elizabeth Cady Stanton gibi birinci dalga feminizmin kilit isimleri ile fikir alışverişleri The Subjection of Women (Kadınların Özgürleşmesi) 'ının fikri köklerine işaret ediyor. Mill’in Viktoryen anlayışın kalbinde, İngiliz yönetim aygıtlarının tam ortasında yarattığı bu metin "cinsiyetlerin doğası"nın tamamen kabullerden ve toplumsal yaratıdan ibaret olduğunu savunan; evliliği yasal kölelik olarak niteleyen, kadın-erkek ilişkisinin doğrudan köle-efendi eksenindeki yaygın kabulunun ikiyüzlü doğasının ipliğini pazara çıkaran bir metin olma kapsamı ile çok önemli bir düşünsel anıt olarak karşımıza çıkıyor. Önümüzdeki metin, sözün özü, devir değiştirici bir anın çekirdeğini içinde barındıyor. Bu noktada tartışılması gereken ise Kadınların Özgürleşmesi’nin zamansız bir doğruluğa işaret eden, her yönüyle kabul edilebilir bir metin olup olmadığı. Aynı metin içerisinde “kadın doğası” konseptinin bir sosyokültürel dayatmadan doğduğunu okuyup, bir yandan da kadınların "siyasete girmesi"ni savunurken “onlara has” zihinsel kalıpların uygunluk ölçütü olarak sunulduğunu izlememiz; kadının ev içi rollerinin gerekli olduğu ve her şartta devam edeceğini ve oy hakkı meselesinin bu konuyu sekteye uğratmayacağı yönünde açıkça belirtilenler Kadınların Özgürleşmesi’nin devrimselliğine gölge düşüren ayrıntılardan yalnızca bazıları. Devamlı altı çizilen "herkesin yararı"na savunularının rahatsız ediciliği de cabası. Nihayetinde Mill, devrinin hayret ve tepki ile karşıladığı sıradaşı bir manifestoya hayat vermiş olsa da, günümüz feminist okuruna eril kafa karışıklığı ve orta yolculuğun getirileri ile örülmüş yer yer oldukça çelişkili bir metin sunuyor. Belki de bu noktada çözüm, nihayetinde bu metnin feminist bir felsefe metni değil, siyasal bir manevra metni olduğunu düşünerek bağlamsal bir okuma yapmaktan geçiyor.

10 Beğeni


Albert Camus - Veba
İçinde bulunduğumuz son iki yılda yeniden ünlenen bir roman, duymamak mümkün değil ismini. Camus benim en sevdiğim yazarlardan. Neden? Çünkü Camus aracılığıyla nitelikli ve derin edebiyatla tanışma şansı buldum. Yabancı üzerine okumalar yaparak felsefeyle ilgilenmeye başladım, bir çok Camus kitabını da edindim. Bu kitabı aslında bu kadar bekletmezdim yani, ama hypeının biraz azalmasını bekledim demem doğru olur. Salgın hastalıktan bahseden bir kitabı salgının tam ortasında değil de, şu günlerdeki gibi biraz daha sonlarında (umarım yani) okumayı tercih ettim, doğru karar olmuş bence.

Kitap Daniel Defoe’den bir alıntıyla başlıyor. “Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyler göstermek kadar mantığa uygundur.”
Daniel Defoe

Daniel Defoe’nun Veba Günlüğü’nü okumuştum geçen sene, o da hoşuma gitmişti. Camus de sanırım okumuş olacak ki ondan bir alıntı ile başlamayı uygun görmüş. Fakat bu noktada şunun farkına varıyoruz ki, Camus burada belki de veba diyerek bir hastalığı göstermekle beraber, başka bir hapsedilmişliği, belki de Nazi veya Fransız işgalini gösteriyor. Varoluşçuluk ile ilgilenenler bilirler, dünya savaşları bu gibi umutsuz felsefelerin doğumunun temel sebebidir. Fakat Camus ve Sartre felsefeleriyle dünyanın üzerindeki pesimist havanın ne kadar absürt olduğunu gösteriyorlar.

Tüm romanın merkezinde olan Doktor Rieux işte bu umudu en sağlam taşıyan kişilerden biri. Salgının sürdüğü aylar boyunca canla başla çalışan doktor, aslında kitaba başka bir açıdan da katkıda bulunuyor. Fakat orası spoiler olur geçelim. Benim dikkatimi çeken ilk ayrıntı; aynı bizim ülkemizdeki salgında da olduğu gibi yetkililerin başta tespit edilen şeye ismini koymaktan endişe duyması, ismi koyduktan sonra halka bunun çok da önemli olmadığını söylemeleri ve sonra iş ellerinde patlayınca şehri kapatmak zorunda kalmaları. Anlıyoruz ki, dünyada yönetimler bir gram bile yol alamamış, kendi iktidar arzuları için binlerce insanın canıyla oynamaya devam etmişler. Bir diğer ayrıntı ise ürünlerin tükenmeye başlaması, suçluların ve yasal kalpazanların karaborsadan para kazanmaya başlaması. Kitapta bu açıdan bitmek olgusu o kadar güzel aktarılmış ki. Aynı şekilde karantina başlayınca yaşanan ayrılık ve özlem duyguları da muhteşem yansıtılmış. Hepimizin deneyimlediği şeyler bunlar, ayrıntılı anlatmama gerek yok.

Biraz da kitaptaki yan karakterlerden bahsedelim, benim ilgimi aslında en çok bunlar çekti. İlki Grand, bir memur ve bir edebi eser yazıyor. Onun o eserde kelimlerle birer birer oynaması, başka hiçbir şey düşünmemesi, ölürken bile onunla ilgilenmesi o kadar etkileyiciydi ki. İkincisi Doktor Castel, bu doktor vebaya karşı bir serum geliştiriyor ve şehir dışından içeriye gelmesine izin verilen tek kişi de Castel’in eşi, ikisinin birbirini tamamlaması ve Castel’in serumunun başarısı da güzel bir ayrıntıydı. Cottard isimli karakter ise veba öncesinde suç işlemiş, veba sebebiyle hapse atılmaktan yırtmış biri. Vebanın devam etmesini isteyen tek kişi aynı şekilde. Cottard kaotik fikirleriyle renk katmış. Sırada benim favorim Tarrou var. Tarrou vebayla savaşmayı göze almış, yanlız yaşayan, savcı olan babasının evinden geçmiş bir sokak filozofu aslında. Kim olduğu pek bilinmiyor, fakat onun organizasyon yeteneğine çok güveniyorlar. Belki de kitaptaki en dramatik son da onun oluyor. Cottard’ın cümleleri ve konuşmaları o kadar doğru yere basıyor ki, bazenleri onun günlüğünden sayfalar da okuma şansı buluyoruz. Diğer bir karakter Rambert. Rambert şehirde kapalı kalmış yabancı bir gazeteci, aylarca şehirden kaçıp karısının yanına gitmek için uğraşıyor, bu fırsat eline geçtiğindeyse bir seçim yapması gerekiyor, mücadele ile kaçış arasında. Bahsetmeye değer gördüğüm son karakter ise Rahip Paneloux. Rahip halkın her felaket sürecinde olduğu gibi ilk başlarda yardımı tanrıda aramasını, sonrasında ise ilgiyi yitirmesini bize gösteriyor. Paneloux ve Rieux arasındaki din-bilim tartışması da bunun bir yansıması.

Karakterler, kurgu vs. açısından muhteşem bir kitap. Tam bir Camus romanı. Sadece bazen çok yorucu olabiliyor, yine de benim için akıcıydı, gündüz okumanızı tavsiye ederim. Bundan sonra Camus’nün yazdığı her şeyi okumaya devam edeceğimi adım gibi biliyorum.
9/10

(Oldukça güzel bir iki altıntıyı da eklemek isterim.

“Bir savaş patladığında insanlar, ‘Uzun sürmez bu, çok aptalca’ derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi.”

“Geleceği, yolculukları ve tartışmaları ortadan kaldıran bir vebayı nasıl düşüneceklerdi ki? Kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olmayacak.”)

25 Beğeni


Jules Verne - Dünya’nın Ucundaki Fener

Genel olarak güzel bir kitaptı. Verne’in en iyi kitaplarından birisi olmasa da kendisini okutturuyordu.

14 Beğeni

En sevdiğim yazarın en sevdiğim kitabı Veba. 2-3 sene önce okumuştum ve salgın başladığında olayları sanki daha önce yaşamışım gibi hissettirmişti. Umut, umutsuzluk, özlem, elden bir şey gelmemesi gibi duyguları çok güzel yansıttığını düşünüyorum.

Sırada hangi Camus kitabı olduğunu sorabilir miyim?

2 Beğeni

Planetary Cilt 2: Dördüncü Adam bitti.

Planetary çizgi roman serisinin ikinci cildi de bitti. İlk cillte okuduğum hikayeler ve maceralar gibi ilginç ve sırlı maceralar bu ciltte de devam ediyor aynı tonda. İlk ciltte ekibimizi ve organizasyonu tanımıştık, gizemli olaylarla karşılaşmıştık ve Dördüncü Adam diye birisinden söz edilmişti. İkinci ciltte de gizemli, kozmik olaylarla karşılaşıyoruz(ben bir öyküde bir süper kahramana gönderme yapıldığını bile fark ettim) ve nihayet Dördüncü Adam’ la tanışıyoruz. Bu andan itibaren olaylar daha da çetrefilleşecek ve garipleşecek gibi. Orasını da üçüncü cildi alırsak anlayacağız (Alacağız gibi duruyor). :smiley:

Kurgusu, hikayesi, anlatımı çok hoş bir çizgi roman. Hikayeler güzel. Ayrıca Joss Whedon’ ın önsözünü okuyunca fark ettim ki ‘‘sinematik bir çizimi ve anlatımı var.’’ Gerçekten de filmi çıksa kareler hep bu şekillerde görünürdü sanki. Beni bekle üçüncü cilt. :smiley:

16 Beğeni

Sherlock Holmes (Akıl Oyunlarının Gölgesinde) - Arthur Conan Doyle

Sherlock Holmes’u ilk kez orta okul veya liseye giderken (yaklaşık 25 yıl önce) okumuştum. Hangi hikayeydi filan hiç hatırlamıyorum ama çok etkilendiğimi ve Holmes’un gözlem yeteneğine hayran olduğumu net bir şekilde hatırlıyorum. Mesela ona gelen olaylardan birisini, katilin ayakkabısındaki kırmızı renk çamurun sadece belirli bir bölgede bulunması sayesinde çözmüştü. Bu devirde yaşasaydı bu kadar başarılı olamazdı diye düşünmüştüm. Ancak şimdi fark ediyorum ki Holmes’u farklı kılan şey o döneme ait olgular değil, eşsiz gözlem yetenekleri. O yüzden fikrim değişti.

Günümüze dönecek olursak, Martı Yayınları’nın 5 kitaplık öykü serisinin ilk kitabını dinledim. Seslendirme gayet güzeldi, Dr. Watson ve Holmes’un seslerinin farklı olması öykülerin takibini kolaylaştırıyordu. Kaç öykü var saymadım ama ilk defa bir öykü kitabında sıkılmadım. Hatta gayet eğlenceli ve merak uyandırıcı idi. O yüzden kalan kitapları da dinlemeyi planlıyorum. Yalnız öyküler bir süre sonra birbirine benziyor (normal sanırım), sonuç ortaya çıkınca “ben bunu dinlemiştim” hissi oluşuyor. Kısacası her öykü eşsiz gibi görünse de aslında alt yapısı benzeyen öyküler var.

Bunlar haricinde Holmes’un karakteri, mesleğine olan sevdası ve bu sevdası için yaptığı araştırmalar, girdiği zorluklar gibi alt metinde verilen bilgiler daha çok hoşuma gitti. Mesela bir öyküsünde Holmes, bir konu hakkında yaptığı araştırmayı anlatıyordu Dr. Watson’a. O sırada meslek tutkusunu hissedebiliyorsunuz.

Sonuç olarak, kitaba notum 8/10. Dahi dedektif kitaplarını sevenlere tavsiye ediyorum. :slight_smile:

14 Beğeni

Sanal Ülke - Simon Stålenhag

Hem Simon Stålenhag’ı hem de bu türde bir eseri Döngüden Hikayeler ile tanıdığım için, Sanal ülkeyi de bu ilk kitap ile karşılaştırmaktayım ister istemez. Bu kitapların türü art book mu, graphic novel mı tam kestiremiyorum ama beyefendiyi başarılı bulduğum kesin.

Döngüden hikayelerde işin hikaye kısmı çok kopuk kopuktu, önce çizimler yapılmış sonra her çizim için yan sayfasına bir hikaye karalanmış gibiydi. Sanal Ülke’de ise çizimlerle tam bir bütünlüğün yanında hikaye de tek bir akışkanlıkta ve çizimlerle beraber çok hoş bir birleşim oluşturmuşlar.

İşin hikaye boyutu yine az karakterli, topladığımızda bir öyküden hallice ya da bir novella seviyesinde. Çizimler ise asıl etmen, mükemmeller. Kitabın çoğunluk kısmını da bu görsellik oluşturduğundan, kısa okuma süresi ile başına oturulduğunda 1-2 günlük bir keyifle yaşanacak bir macera olmuş.

Simon Stålenhag’ın basılan bu iki kitap arasında bir de Things from the Flood diye kitabı varmış, neden onu atlayıp Sanal ülkeyi basmışlar diye biraz bakındım. Sanırım en meşhur ve beğenilen işi buymuş. Yakın zamanda Things from the Flood da gelirse onu da alır okurum diye düşünüyorum.

15 Beğeni

Mutlu Ölüm var elimde şu an, onu okurum bir iki ay içinde büyük ihtimalle. Şehre dönünce Düşüş ve Tersi Ve Yüzü’nü edineceğim.

2 Beğeni


Murathan Mungan - Yaz Geçer
Çok güzel bir şiir kitabı. Özellikle ilk şiir olan Yalnız Bir Opera şiiri oldukça hoş. Çokça da alıntı yaptım zaten kitaptan. Fakat, şiirler bazen acayip sıkıyor. Boş sembolizm yapmaya uğraşmış gibi duruyor. Baya birikmiş bazı şeyler Mungan’ın içinde, belli oluyor. Şiirleri yazması da baya uzun sürmüş, bu sebepten sanki farklı farklı zamanlarda devam edilmiş havası taşıyor.

Benim şiir zevkim biraz daha farklı bir noktada aslında. İsmet Özel, Metin Eloğlu, Arthur Rimbaud, Charles Baudelaire, Asaf Halet Çelebi, Walt Whitman gibi isimleri severim. Mungan da bu isimleri okumuş, özellikle Yalnız Bir Opera şiirinde iki tane İsmet Özel göndermesi buldum. Şiirin bir kısmı zaten Mataramda Tuzlu Su şiirini andırıyor.

Kitapta toplam 10 şiir var, uzunlu kısalı. Aşk üzerine ve elbette yaz üzerine çok fazla birikim yansıtılmış. Ben beğendim ama kopuklukluklar da rahatsız edici. Mungan şiirleri okumaya devam ederim belki.
8/10

13 Beğeni

Bir Mars Destanı 5/5

Kısa kısa öykü derlemelerinden oluşan bu kitabı gerçekten çok sevdim. Keşke daha önce okusaymışım. Yazar o kadar güzel açılardan bakmış ki bilimkurguya, çok etkilendim. Kitabın adından anlaşılacağı üzere ilk 2 hikaye Mars’ta geçerken geri kalan hikayeler çeşitli bilimkurgu öğelerinden oluşuyor. Benim en sevdiğim hikaye ise “Eğer Dünyaları” oldu. Dixon sen ne bahtsız adamsın yahu :slight_smile:
Marsta geçen öykülerde ise Tvirll çok sempatik geldi bana. (Bir bir iki, iki iki dört :slight_smile: ) Okumak isteyip bir türlü başlayamayan herkese öneririm bu kitabı. Çok şey kaçırıyorsunuz :slight_smile:

24 Beğeni

Mur Lafferty Altı Diriliş’i okudum. Spoiler vermeyeceğim.

Altı Diriliş, Agatha Christie’den aşina olduğumuz tek mekanda geçen bir gizem-gerilim kitabı.

Hikaye, zihin haritası çıkarılarak o ana kadar sahip olduğu tüm hafızası kaydelilen kişinin, ölümünden sonra oluşturulan genç klon bedenine bu zihin haritasının aktarılması yolu ile bir anlamda ölümsüzlüğün bulunduğu 2493 yılında geçiyor. Dormire isimli geminin altı mürettabatının, yolculuğa başlamadan önce kaydedilmiş olan zihin haritalarına sahip yeni klon bedenleri ile aniden uyanmalarını ve bir önceki bedenlerini uzay gemisi içinde garip şekillerde katledilmiş olarak bulmalarını konu alıyor. Zihin haritaları yolculuğa çıkmadan önce kaydedilmiş olduğu için bir önceki bedenlerinin yolculuk sırasında gemide geçirdiği 24 yılda neler yaşadığını bilmeyen, kim tarafından, neden ve nasıl nasıl öldüklerini hatırlamayan altı kişinin bu sorulara cevap aramasını anlatıyor.

Konu fazlasıyla ilgi çekici ve merak uyandırıcı. Dolayısı ile hikaye okuyucunun tüm ilgisini üstünde tutmayı başarır sanabilirsiniz ama durum benim için pek böyle olmadı. Bunun en büyük nedeni anlatımın ve karakterlerin aşırı basit yazılmış olması.

Zaten hikaye ilerledikçe gemide ipuçları bulurlar, bu ipuçları onları başka ipuçlarına yönlendirir, karakterler ne olduğu çözebilmek için kafa kafaya verip bu ip uçları üzerinde beyin fırtınası yaparlar. Bir o karakterden şüphelenirsiniz bi bundan diye bekliyorsunuz doğal olarak ama alakası yok. Biri bir şey biliyor ama söylemiyor, diğeri biliyor ama bildiğinin farkıda değil, öbürü unutmuş rasgele hatırlıyor vs. vs. vs. gibi sevimsiz, bayat, sıkıcı bir gidişat söz konusu.

Hikaye daha birinci sayfadan direkt olarak olayların tam ortasına dalıyor ve kitabın henüz ilk birkaç sayfasında karakterlerin hepsiyle tanışıyoruz. Yazar böylesine dikine bir girişin üstüne, henüz kitabın başında geminin ne taşıdığı, nereye gittiği, mürettabatın ortak noktalarının ne olduğu gibi konuları gidişatın içinde yayarak hikayeye yedirmek yerine sadece birkaç paragraf ile alenen özet geçiyor. Bu kadar bodoslama bir giriş zengin bir anlatım ile çok ilgi çekici olabilirdi fakat bu kadar sığ bir anlatımın olduğu bir hikayede malesef herşeyin içinin boş kalmasına yol açıyor. Yazarın dili de malesef oldukça basit. Cümlelerin çoğu wattpad kitapları gibi 4-5 kelimeden oluşuyor. Bu çeviriden kaynaklı değil, orijinal metinde de durum böyle.

Karakterler de bence kitabın oldukça başarısız olduğu konulardan biri. Zaten kitapta betimleme yok gibi birşey. Ne ortamın ne de karakterlerin hemen hiç biri doğru düzgün betimlenmiyor. Kitabın tek odak noktası olan karakterler, sanki vitrin mankeni betimleniyormuş gibi “İnce uzun yapılıydı, saçları kısaydı.” denip geçiliyor. Dolayısı ile ne karakterler ne de içinde bulundukları ortam gözünüzde canlanlanıp imgelenmiyor. Malesef karakterler gerçek bir insan karekterine sahip olmaktan da çok uzaklar. Gerçekçi olmayan şeyler söyleyip tutarsız ve yapmacık tepkiler verebiliyorlar. Kitabın başından sonuna kadar bir kuklacı hacivat-karagöz oynatıyormuş hissi verdi.

Hikayede yer alan geminin yapay zekasının “Ama şöyle olursa ne olacak? Yapay zeka size yardım eder. Ama böyle söylersek ne olacak? Yapay zeka sizi dinliyor olacak. Peki böyle bir şeyle karşılaşırsak ne olacak? Yapay zeka kontrolü devralacak.” şeklinde yazarın her başı sıkıştığında başvurduğu bir kaçış noktası görevi görmesi de gidişatı basitleştiren bir unsur olarak gözüme çarptı.

Hikayede insan klonlamanın etiği ve teolojisi üzerine ilgi uyandıran öngörüler ve irdelemeler de yer alıyor fakat anlatım ve karakterler bu kadar basit olunca bunların hiç bir derinliği ve önemi kalmıyor. Bu yüzden kitabı okurken aklımdan sürekli “Bu kitap keşke PKD gibi anlatımı on kaplan gücünde olan bir yazar tarafınan yazılsaymış.” diye geçirip durdum.

Kitabın muhtelif ödüllere aday gösterilmesini, yazarın politik doğruculuğun dibine dibine vurarak hikayeye gerekli gereksiz her sınıftan bir karakter koymasına ve süper ultra mega güçlü karekterli kadınların habire gözümüze gözümüze sokulmasına bağlıyorum. Zaten artık bunu yapmazsanız homofobik, seksist ve faşist damgası yiyorsunuz, o da ayrı bir konu. Aşırı basit anlatıma ve sığ karakterlere aşina olan young-adult ve wattpad okuyucularına gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim fakat iyi kötü edebi yönü de olan kitapları okuyanlar, ilkokul piyesi oykuyormuş hissine kapılıp okudukları hikayeden zevk almayabilirler.

16 Beğeni

METAMORPHOSES (DÖNÜŞÜMLER)

Dönüşümler, yaratılıştan başlayıp Julius Caesar’ın ölümüne kadar yaşananları anlatan bir epik şiir. Aynı zamanda Yunan-Roma mitoloji derlemesi olarak da görülebilir. Aralarında en meşhurlarının da bulunduğu 250’den fazla öykü içeriyor. Fakat bana her şeyi sıfırdan anlatacak ve her detayını öğreneceğim diye bir beklentiyle okumayın. Örneğin Perseus’un olduğu hikayeler var ama baştan sona Perseus’un hayatı anlatılmıyor. Sayfa sayısı bu kitaba yakın olan Aeneas burada birkaç bölüme indirgenmiş.

Ben çok az mitoloji bilgimle okumaya başladım. Okuduğum versiyonunda bol bol not vardı, onların yetmediği yerde de googledan isimlere baktım. Çok akıcı bir deneyim olmasa da eğlendim ve öğrendim.

Kitapta kimler var derseniz, baş tanrılara ek olarak: Daphne, Pan & Syrinx, Io, Phaethon, Narcissus & Echo, Bacchus, Cadmus, Perseus, Persephone, Arachne, Niobe, Procne & Philomela, Medea, Jason, Theseus, Minos, Cephalus, Daedalus, Hercules, Orpheus, Adonis, Midas, Achilles, Ajax, Ulysses, Aeneas, Scylla, Circe… saymakla bitmez. En sevdiğim bölümler ise Yaratılış Destanı, Procne & Philomela, Fama’nın Evi, Ajax ve Ulysses’in tartışması, Pisagor’un konuşması ve Epilog oldu.

13 Beğeni

Makine Yazı // John Crowley

Yeni yarıladım ve yaklaşık 1 aydır okuyorum :face_with_head_bandage: İnanın hiç akıcı değil bitse de gitsek modunda okuyorum. Bilimkurgu ögesi yok, doğru düzgün bir olay yok anlatıp duruyorlar. BK serisi biriktirmesem asla alıp okuyacağım bir kitap değil malesef. Tek beğendiğim yönü kitaptaki karakterlerin isimleri oldu. Günde Bir Kez , Konuşan Saz, Kırmızı Boyalı…gibi gibi

14 Beğeni