Arka arkaya iki kolay anlaşılır, “popüler” felsefe kitabı okudum. Bir seneden beri kurgu yazını dışında pek bir şey okumadıgım icin araya bilim, felsefe, politika ve tarih sıkıştırmaya karar verdim. Her iki kitabı da çok beğendim, her ikisinin de hem çevirileri hem editörlükleri dört dörtlüktü.
Felsefenin Kısa Tarihi’nde 40 önemli filozofun, kronolojik olarak, dört beş sayfalık felsefeleri ve hayat görüşleri mükemmel biçimde özetlenmiş. Kitap, Sokrates’le başlıyor ve cağdaş filozoflardan Peter Singer’la sonlanıyor. Nigel Warburton’in üslubu yalın ve eğlendirici. Her bölümü severek okudum ve daha önce (utanarak!) hicbir eserlerini okumadığım David Hume, John Stuart Mill, Jeremy Bentham ve A. J. Ayer gibi filozofları kısacık da olsa tanımış oldum.
Sokrates Öncesi ve Sonrası ise Senem Onan’ın çevirdiği ve Celâl Sengör’ün editörlüğünü yaptığı, araya yüzlerce dipnot sıkıştırarak okuyucuyu bilgilendirdiği, antik Yunan filozoflarına odaklanan bir eser. Milatlı Thales, Anaksimandros ve Pythagoras gibi Sokrates öncesi bilim adamı/filozofların görüşleriyle açılıyor. İyonya Okulu olarak adlandırılan bu bilim felsefesi filozofları, dünyayı ve evreni açıklamak için ilk defa pozitif bilimleri kullanıyorlar ve “tanrılara ve dine” gereksinmiyorlar.
Kitap sonrasında Sokrates’in felsefesine giriyor. (Sokrates felsefesini yazıya geçirmeyi reddettiği için, onun hakkında bildiklerimizi öğrencileri Platon ve Ksenofon’a borçluyuz.) Devamında, Platon’un Sokrates’ten esinlenmesinden, onun fikirlerini kendi dehasını katarak geliştirmesinden bahsediliyor. Kitap, Platon’un öğrencisi Aristoteles’in, Platon’un soyut ve “bilinmezci” görüşlerinin aksine (Formlar teorisi), daha empirik ve pratik, doğayı doğrudan gözlemleyerek anlayabileceğimizi savunan görüşleriyle noktalanıyor.
Rafael’in Atina Okulu resmi:
Solda yaşlı Platon, semayı işaret ediyor. Sağda, öğrencisi Aristoteles elini ileriye yatak şekilde uzatarak, daha pratik ve empirik felsefesini vurguluyor.
ROSEMARY’NİN BEBEĞİ - IRA LEVIN
Kitabı bitirdim. Kendini okutan, sıkmayan bir kitap ama gram korkunç bir şey gözüme çarpmadı. Sadece sonlara doğru hafiften gerdi ve kitap bitene kadar ana karakterler (özellikle Rosemary) bana sinir krizi geçirtti Devamlı bir gizem havası var, bu yönden oldukça güzeldi ama korku olarak zayıf buldum açıkçası. Konusu; Rosemary ve Guy çifti bir apartmana taşınır ama o bölgede hep gizemli olaylar, ayinler, cadılık, intihar vakaları meydana gelmiş ve halen gelmekte, ama olsun ev güzel, ev büyük, ev tam hava atmalık
O yüzden o daireye taşınıyorlar ve taşınmalarıyla birlikte yavaş yavaş olaylar gelişiyor. Normalde kitaba 6.5 puan verecektim ama kitabın sonunu beğendiğim için yükselttim.
Puan: 7.5/10
Ray Bradbury’den Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana kitabını bitirdim. Kitap şiirsellik açısından iyiydi. Bradbury’nun klasik üslubunu burada da görüyoruz. Ancak karanlık- korku öğeleri açısından zayıftı. Bradbury’den okuduğum tüm kitapları şu ana kadar severek okudum ama bu kitap beklediğimi vermedi malesef. Sonbahar Ülkesi’ne 10 puan verirken bu kitaba 7 puan veriyorum. Sanırım öyküde daha başarılı Bradbury. Güneşin Altın Elmaları bu seriden çıkarsa onu da okurum ama.
Yani şu seriden okuduğum kitaplar içinde iyi dediğim kitaplar Sonbahar Ülkesi, Cadılar Bayramı Ağacı ile kitaplarını başka yayınevinden okumuş olsam da Poe ve Lovecraft kitapları.
Hareket İblisi ile İtfaiyeci’yi yarıda bıraktım, Dokudünya ise gizem açısından eksik bir kitaptı. Yani bıraktığınız herhangi bir yerden devam etmeye itecek bir şey yoktu. Olay örgüsü açısından iyiydi ama beni oku demiyordu kitap.
Şans vermeyi düşündüğüm Kara Örümcek, Tut ki Bir Rüya Gördün ile Tuhaf Hava ve Üç Sahtekar kitapları var.
Şunu da sormak istiyorum. Alfa toplu olarak Sherlock bastı malum. Direkt öykülerden başlasak olur mu? Hontoni arigato gozaymasu.
Kırmızı ve Siyah - Marie - Henri Beyle Stendhal (Çeviren: Şerif Hulûsi)
Kırmızı ve Siyah, romantik bir başkarakterin gerçekçi bir portresi, bir bildungsroman, Fransa tarihine ait dönemsel bir analiz ve Auerbach’ın deyimiyle “küçük burjuva kökenli bir yurttaşın sadece, handiyse mutlak gücü elinde bulunduran kilise sayesinde bir yerlere gelebileceğinin, bile isteye ikiyüzlü olmanın” romanı. Yetenek, sıkı çalışma, hile ve içten pazarlıktan müteşekkil Julian Sorel’in başka çıkması gereken ya da bir başka deyişle organik bir bağ kuramadığı bir dünya içerisine tesadüfen atılmasının hikâyesi. Ve bu hikâye peşinde sürüklenen sayısız varsayımlardan biri olarak adı, Sorel’in ikircikli yol ayrımı, Kırmızı ve Siyah, ordu ve din. Peki günümüz okuru için Kırmızı ve Siyah sadece bu perspektifler arasına konumlandırılıp "klasikler müzesi"nde tozlanmaya mı bırakılmalı? Bu noktada cevabımız hayır; araçlarımız sınıf, ırk ve cinsiyet; hedefimiz sosyokültürel ve tarihsel bir bağlamsallaştırma olmalı. Stendhal’ın altını, çarpıcı bölümlerde sayısız kez çizdiği hayvandan insana, ötekileştirilenden kabul edilene büyüyen bir baskı ve boyun eğme gölgesini fark etmeli elbette. Bir de yoldaş seçmeli kendimize, en iyisinden, Beauvoir mesela. Karıştırmalı sayfalarını İkinci Cinsiyet’in. Ve durmalı o noktada, Beauvoir’in kaleminin kağıda bıraktığı üç kelimeye odaklanmalı anlamak için: Gerçek olanın romaneski. Kimi anlamak? Elbette kadınları, Madam de Rênal’i, Mathilde de la Mole’u. Bir yandan hatırlarken Effi Briest’i, Mtsenskli Lady Macbeth’i. Karnaval romantizmi ile porselenleştirilen kadın imajını darmadağın eden “etten kemikten yapılmış” kadınları görmeli. On dokuzuncu yüzyılın orta yerinde gerçekliğin tarafını seçen kadınları, tüm mistikleştirmelerden uzakta tüm ikilemleriyle yükselen ve yalnızca basit bir insan olabilmenin huzurunu yaşayan tanrısallıktan uzak Stendhal kadınlarını. Ve Simone’a kulak vermeli: Düşlerin uydurduğu hiçbir şey gerçek bir insan varlığından daha sarhoş edici olamaz. Ve okumalı yeniden Stendhal’ı, romaneskten feminizme uzanan damarlarını görmeli. Varmalı o deniz fenerine, ve bakmalı, üzerinde siyah harflerle tozlanmış bir yazı: Ne denizkızı ne de peri, yalnızca kadın.
Bernhard Schlink - Okuyucu
Vurucu, çarpıcı, alt-üst edici bir roman. İlişkiler ön planında Nazi Almanya’sının pisliklerden, yargı sorunlarına kadar geniş bir arka planda konuları işliyor kitap.
15 yaşındaki sarılık hastası ana karakterimizin 35 yaşında bir kadına aşık olması ve onların ilişkisi işleniyor. Bir rastlantı eseri bu kadınla tanışan çocuk hastalığı atlattıktan sonra ona teşekkür etmek için yeniden evine gidiyor. Bu teşekkür ziyaretinde başlayan ilişkileri çocuğun tüm davranışlarını değiştiriyor. Çocuk kadın vücudunu bu kadın sayesinde tanıyor vs. Buralarda kendisinden yaşça büyük bir kadına aşık olmanın ona nasıl etkiler verdiğini görüyoruz. Kadınla bisikletli tatil yapabilmek için pul koleksiyonunu satıyor ve hoşuma giden bir ayrıntı olarak, otele anne oğul olarak yazılıyorlar. Fakat ilişkilerinde yaşanan bazı sorunlar var, bu sorunların sebebini de kitabın sonunda öğreniyoruz. Böyle basit bir meseleden çıkan sonuçlar oldukça şaşırtıcı, fakat incelememi okuyan kimsenin spoiler yemesini istemem.
Kadınla ilişkileri bitiyor ve yıllarca birbirlerini görmüyorlar, ta ki çocuk hukuk fakültesine giresiye ve hocası Nazi dönemi suçlularının yeniden yargılanmasını sağlayan bir profesör olasıya kadar. Hocasının yürütülmesini sağladığı davanın zanlılarından biri de bu kadın. Nazi döneminde bir ara toplama kampında çıkan yangında esirleri kurtarmamaları yüzünden yargılanıyorlar ve kadın mahkum ediliyor.
Biz işte tüm süreçte çocuğun ağzından aşık olduğu ama onu terk eden kadına bakışını görüyoruz. Kadının uzun hapis yıllarında da adam kadına eskiden yaptığı gibi romanları okuyor, fakat bu sefer kasetlere kaydedip hapishaneye gönderiyor. 15 yıllık bu sürecin sonunda da kadın hapisten çıkıyor fakat hiç beklenmedik şeyler oluyor ve çocuk, dava sürecinde fark ettiği ama söylemediği, kadının hayatını bitiren o sır ile tekrar yüzleşiyor.
Muhteşem bir roman, kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Yüzyıl sonra Suç ve Ceza, Savaş ve Barış seviyesinde bir roman olarak anılacağını düşünüyorum. Kitaptaki hukuki ayrıntılar da yazarın kendisinin yargıç olmasından kaynaklı olsa gerek. Dili çok güzel, konu muhteşem vs. yazara bakmaya devam edeceğim.
9/10
Enis Batur - Gülmekten Ölmek
Meraklısı değilseniz, okumanıza gerek olmayan bir kitap. İncelediği konular çok geniş, fakat inceleme biçimi çok soyut. Enis Batur ile çok ortak zevkimiz var; Beckett, Rimbaud ve Kafka gibi. Enis Batur bunlara, onların üslubu ile yaklaşıyor sanki. Görseller, kapak tasarımı, okuma kolaylığı açısından güzel. Fakat sanki Enis Batur kitabı okur değil de kendisi anlasın diye yazmış.
Yılların birikmişliği var kitapta belli, bahsedecek şeyler dolmuş dolmuş, Enis Batur da bunları kitaba aktarmış. Görsel seçimleri bence oldukça iyiydi, fakat şöyle söylemeliyim kitaptan hiçbir şey anlamıyorsunuz. Sembolizm de yok, abstract bir sanat değeri de yok. Akılda kalanlar, okunmuşlardan hatırlananlar var kitapta.
Ama bu anlamsız bütün içinde çok güzel hikâyeler de var, mesela şu Demokritos’un hikayesi:
“Hikâye hem de nasıl alımlı. Demokritos Abderalı; halkı tarihe alıklığıyla geçmiş o yerleşim birimi Trakya’da, Ege kıyılarındaymış. Gün gelmiş, Demokritos kentin dışına çıkmış, dermeçatma bir kulübeye yerleşmiş, ne olduğunu anlamak için yanına gelen Abderalılar filozofun durmadan güldüğünü görünce endişeye ve kedere kapılmış, dönemin ünlü hekimi Hippokrates’e mektupla durumu bildirerek yardımını istemişler. Demokritos’u tanımayan, ama ona uzaktan büyük saygı besleyen hekim hemen yola çıkmış, Abdera’ya vardığında onu yanına götürmüşler, iki ulu adamı başbaşa bırakmışlar. Bir bütün gün dinlemiş filozofu Hippokrates ve asıl delirenin Abderalılar olduğunu anlamış: Bu durumda yapılası tek şey, gerçekten de, gülmekmiş.”
Kitabın en güzel bölümü, ismini de veren gülmekle alakalı bölüm. Bergson’dan Demokritos’a gülmenin geniş bir felsefesini gösteriyor bize. Gülmekten ölmeye dahil kısım:
“Başka dillerde rastlanıyor mu bilmem, bizimki elveriyor: Gülmekten ölmek.
“Gülmekten öldüm” bir deyiş biçimi, bir yakıştırma tabiî:
Cümleyi kuran karşımızda, sapasağlamdır; herhangi bir nedenle çok, ölesiye gülmüş olduğunu aktarır. Ben duymadım ama, ölürken gülen herhalde yoktur ya, en azından kuramsal olarak, gülerken, çok, pek çok güldüğü için ölen, bir bakıma çatlayan kişi(ler)den söz edilebilir sanırım.”
Kitabı okumanıza çok da gerek yok, ama ben sevdim. Enis Batur’a bakarız belki, daha doğru bir kitapla.
6/10
Çocukluk - Tove Ditlevsen (Çeviren: Leyla Tamer)
Bir rüzgar esip sürüklüyor çocukluğumuzu, ince ve yassı, pembe bir krepon kağıdı misali. Hakiki ama yalanlara gebe naif bir hatıra gibi, resimli bir kitabın parlak sayfalarında donuk bir gezinti. Benim hikâyem, senin hikâyen, onun hikâyesi ya da Ditlevsen’in kendisi. Bu dünyaya yabancı, kafası geleceğin sorunları karşısında mahşer yeri, ensesinde o çok uzakken yakın olan ölümün nefesi. Otobiyografinin ötesi, kurmacanın gerisi, otokurmacanın tedirgin nesnesi. Karşımızda yükselen Çocukluk, Ditlevsen’in sonsuzluğa açılacağı bir kuş kafesi.
Bir sayfa açılıyor önümüzde, bir manzara resmi. Güzel ama donuk, eski bir İskandinav kartpostalı, bir ev, tüten bir baca, asla açılmayan bir pencere ve pencereden süzülen soğuk ikindi güneşi. Birtakım hakikatleri parlatan soluk sarı bir çaba bu. Fakat amansız ve gri gerçekler vardır elbet, hiçbir çabanın aydınlatamayacağı gölgeler. Mutlu olmasına izin verilmemiş ve kimsenin mutlu olmasına izin vermeyen ebeveynler; bazen küçümseme, bazen aşağılama ve bazen de bir kanama ile yarım bırakılan hikâyeler. Soğuk ve rüzgarlı bir çağ bu çocukluk, aile kasvetli, aile yıkıcı, aile karanlık. Ve yıkmak diyor Ditlevsen, ve yalan söylemek. Çünkü gerçeği ortaya çıkarmak için yalana sığınmalı ara sıra. Ara sıra. Çoğunlukla. Hemen hemen her zaman?
Kimsenin şiirlerini sevmediği bir çocuğun hikâyesi Çocukluk, kendisini dinleyip anlayacak o gizemli kişinin peşindeki avarelerin buruk bestesi. Kitaplardan bilinen ama çocukluğun bahçesinde rastlanmayanın peşindeki kayboluşların tedirgin yankısı. Maskelerin masalı bu. Maskeler, ki arkasında erkekler, gizli gizli ağlayan, cenderelerde kısılı, sessiz ve yalancı. Maskeler, ki arkasında kadınlar, hayatları ıskartaya çıkartılanlar, varolmak için erkekleşmeye mahkum edilenler, sırtından sopa karnında sıpa eksik edilmeyenler. Maskeler, çocukluğun elma çiçeğini yetişkinlerin yalan hayatından korumak isteyen ama koruyamayan o aciz kalkanlar.
Pul pul dökülen bir deri, belleğin derinlerinde bir tortu: Çocukluk bu, sahibi küçük Tove, küçük sen, küçük ben. Dikiyoruz gözlerimizi gecenin karanlığına, arıyoruz akşam yıldızını, bilerek payımıza düşeni: Başucumuzda kalan, kırık dökük bir çiçek dürbünü.
Şerif Hulusi çevirisini nasıl buldunuz acaba?
İngilizce dışı orijinli metinlerde karşılaştırma yapamadığım için çeviri için objektif bir yorumda bulunamıyorum. Ancak çevirinin bir çıktı olarak tek başına metnin ruhuna uygun hissettirdiği konusunda subjektif bir yorum yapabilirim.
Dünyanın Merkezine Yolculuk - Jules Verne
Ikinci Verne kitabım, Dünyanın Merkezine Yolculuk oldu. İsmet Numanoğlu seslendirmesi gayet başarılı idi, özellikle profesörün duygularını çok güzel yansıtmış.
Storytel’de öyle olduğuna dair hiçbir bilgi görmesem de sanırım kısaltılmış edisyonu dinledim. 1000kitap’ta bu baskıyı seçince (Bilgi Yayınevi Çocuk Klasikleri), yanında kısaltılmış yazıyor çünkü. Sorun etmiyorum zira daha uzun olsa belki sıkılırdım ama en azından kısaltılmış olduğunu bilmek isterdim. Bu konuda Storytel’e eksi puan veriyorum.
Bu seferki hikayemiz jeoloji profesörü Lidenbrock ve yeğeni Axel’ın, kitabın adından da anlaşılacağı üzere dünyanın merkezine yolculuklarını anlatıyor. Onlara bu yolculukta rehberleri Hans eşlik ediyor. Kitapta okurun aklına gelebilecek soruları Axel amcasına soruyor ve amcası da kendi hipotezlerini anlatıyor. Bunla ilgili olarak ben biraz bilimin dışına çıkıldığı için ufak da olsa bir rahatsızlık duyuyorum ama kitabın kurgusal olduğu ve yazıldığı çağı göz önünde bulundurduğum zaman, bu rahatsızlık kayboluyor.
Yazıldığı çağ demişken, o dönemde bilim neleri öğrenmişti, kitabın ne kadarı kurgusal, ne kadarı bilimsel diye bir araştırma yapmadım ama yapan varsa okumayı çok isterim. Verne okumalarıma devam edeceğim ama bu tür bir rehber olsa çok yardımcı olurdu.
Kitaba notum 7/10. Sıralama yapacak olursam, Balonla Beş Hafta bence hem daha iyi bir hikayeye hem de daha derin karakterlere sahipti. Ondan bir tık geride kalsa da yine de sıkılmadan dinlediğim bir kitap oldu. Verne, yeni bir hayran kazanmış olabilir.
Aynı isimle film de vardı. Konu olarak da benzer, bu kitabın uyarlaması mı onu bilmiyorum ama güzeldi.
Sadece bana mı oluyor bilmiyorum ama verne i okurken hep birşeyler eksik hissediyorum.
Ben de hayal meyal hatırlıyorum. Bir ara bakarım belki, teşekkürler hatırlatma için.
Bende olmadı. Belki beklentilerle alakalıdır. Verne uzmanlığı ile yakından uzaktan alakam yok ama iki kitabından görebildiğim kadarıyla Verne bilimsel macera (aksiyon) romanı yazmaya odaklanmış. Karakter gelişimi, dünya tasarlama veya ters köşe ile ilgilenmiyor gibi. Eğer aradıklarınız bunlarsa, eksik kalma hissi normal.
MEZBAHA BEŞ - KURT VONNEGUT
Kitabı bitirdim. Yazarın okuduğum ilk romanıydı. Kitap garip gelecek belki ama hem okuması biraz karışık hem de çok akıcıydı. Zamanda bir oraya geçip bir buraya geçirmek ve bunu yaparken de akıcılığı bozmadan anlatmak istediğini de çok güzel anlatabilmiş yazar. Konu olarak; Billy Pilgrim isminde bir adamın hem İkinci Dünya Savaşında yaşadıklarını, hem bugün yaşadıklarını, hem gelecekte yaşadıklarını zamanda Billy’nin atlamalarıyla okuyoruz, ayrıca uzaylılar da var. Ama zamanda atlayabilmesi ve uzaylıların kitapta geçiyor olması bilimkurgu havası verse de benim gördüğüm kadarıyla yazarın sadece anlatmak istediklerini, hicivlerini belki daha iyi anlatabilmek adına sadece araç olarak kullanmış gibi hissettim. Kitapta yazar pek çok konuyu hicivlese de asıl anlatmak istediği konu savaş. Savaşın nasıl bir şey olduğunu çok güzel anlatmış yazar. Öyle kahramanlıklar, Ramboluklar falan beklemeyin. Gerçek bir savaş nasıl ise öyle. Sefalet, açlık, soğuk, kan ve ter… Bunları anlatırken hem güldürüyor hem üzüyor. Kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye ederim.
Puan: 10/10
Herkese keyifli okumalar ve keyifli akşamlar
Açıkçası Bizimkinin ön planda olmadığı ciltleri sevemedim. Yok oradan bağlanmış, yok buradan şu çıkmış, beni bir türlü yakalayamadı bu ciltler. Tamam, bunlar tabii ki güçlü bir yazar yetenekleri. Fakat Sandman’i daha çok tanımak, daha çok görmek istiyorum. Bu durum serinin akışını ciddi biçimde zedeliyor.
Rüya Kral’ına Rockstar derken bu kadar ciddiydim işte. Olmuyor onsuz. Sevmek tek kişiyle olacak iş değil. Sevilmemek de öyle. İstiyorum, Düş’ü, görmek istiyorum.
Kvothe olsa görmesem de olur. Auri’nin tekil hikayesini bile neredeyse Kvothe’un hikayesinden daha çok seveceğim. Elodin için de aynısını derim. Yahut Fitz yerine Soytarı’yı, Dokuzparmak yerine Jezal’ı, Arthur Dent yerine Ford Prefect’i okurum. Yadırgamam.
Sandman’de bu durum olmadı. Bu iyi mi kötü mü bilemedim. Karakteri sevdik sevmesine, e kardeşim aşk duyulan bir kadını özler gibi özlüyorum seni. Bak adam yazmış, uğraşmış, özlemeyeyim seni.
Eh, tabii ki bu kadar yazıdan sonra olumsuz görünecek değerlendirmem, ama öyle değil.
Kadın karakterlerimizi sevdim. Hepsini de beğendim. Ancak özellikle Wilkinson’a ayrı bir sempati duydum. Gaiman iyi iş çıkarmış. Hikaye iyiydi, Barbie’yi daha önceki 1. veya 2. ciltte görmüştük, tam hatırlayamadım şimdi.
Şimdi sorun dediğim kısım; yani Morpheus’un az yer alması ve bunun okuyucu üzerinde kötü bir etki bırakmasına geliyor. Ana tema Bizimkinin hikayesi olmadığında, okuyucu negatif etkileşim alabiliyor.
Gerçekten ilginç bir ilerleyiş var. Önceki cilt tavanı delip geçerken bir sonraki cilt sönük kalabiliyor.
Önceki cildin ardından Zincire Vurulmuş Prometheus’u okumuştum. Değerlendirme yapacaktım lakin eski serilerdeki ve tiyatrolardaki göze batan purple prose olayı yüzünden bu tiyatro oyununa pek odaklanamadım. Artık günümüzde de şiirsel bir üslup üzerine zorlama uğraşı verildiği için bu tarz stiller midemi bulandırmaya başladı. Kafamı nereye çevirsem şiirsel üslup yaratmaya çalışan yazar var. Özgünlük biraz kayboldu. Survivor izlemedim ama kesitlerinden tanıdığım Bozok var. Onun gibi sövmeye başlayacağım en sonunda. Esasında pek de özetlenecek bir şey yok, Prometheus oyunuyla ilgili: Adalet ve sistem eleştirisi. Tabii mitoloji üzerinden gerçekleşiyor. Kısa olduğu için de pek etkilemedi zaten beni. Üzerinden de geçtiği için söylenecek bir şey bulamadım. Keşke zamanında görüşlerimi belirtseydim.
Fazlaca tiyatro okuyan biriyseniz, mitoloji temalı bu tiyatro oyununu okumanızı tavsiye eder miyim bilmem. Pek tiyatro oyunu okuyan birisi değilim. Ama ben beğendim. Kendimce tavsiye etmiş olayım.
Sandman’i tavsiye etmeme gerek yok. Var mı? Her cilt tavsiye etmek yorucu olmaya başladı. Okuyun, sonra teşekkür edersiniz. Söverseniz beni bulmayın, ben önermedim.
WHAT’S WRONG WITH THE WORLD
Yazar, filozof ve ilahiyatçı G. K. Chesterton’ın 20. yüzyılın başlarındaki İngiltere hakkındaki düşüncelerini ve çoğunlukla da şikayetlerini aktardığı kitap. Başlıktaki “The World” yanıltıcı görünse de, değindiği konular sadece İngiltere’de değil tüm Batı’da konuşuluyordu. Yani Kalvinizm ve Püritanizm ile ilgili birkaç sayfayı saymazsak, kitabı anlamak için İngiliz siyasi tarihi bilmenize gerek yok.
Konu başlıklarını saymam gerekirse: Sosyal Darwinizm, Modernizm, Fütüroloji, Sosyalizm, oligarşi dediği İngiliz yönetimi, Feminizm(Süfrejet Hareketi), özel mülkiyet, aile yapısı, cinsiyet rolleri, eğitim(özellikle de devlet okulları) vs.
Muhafazakar bir Hristiyan olan Chesterton ile görüşlerimiz pek uyuşmadı, ama katıldığım veya katılmasam da ilginç bulduğum argümanları da var. Buna rağmen bilgilendirici bir okuma oldu ve ayırdığım zamana değdiğini düşünüyorum. Bazen tarihin yanlış tarafında kalmış kişileri de okumak lazım.
Argonautlar - Maggie Nelson (Çeviren: Selin Siral)
Roland Barthes, “seni seviyorum” diyen özneyi, gemisini adını değiştirmeden yolculuk esnasında yenileyen Argonautlar’a benzetir. Parçalar değişse de ismin ya da benliğin aynı kaldığı zamansız bir Kıta Avrupası mitidir bu. Nelson da ismiyle değişen ve gelişen bir ototeori yaratır kendi Argonautlar’ında. Aşktan ve tutkudan, bireysellikten ve çift olmaktan, seksten ve annelikten konuşur durur. Kelimelerden söz açar, dilden ve anlamdan bahseder. Kendinizi Wittgenstein’dan Deleuze’e, Butler’dan Ahmed’e uzanan bir yolculukta bulursunuz. Hem yapısöküm hem de yapıdöküm. Nelson, alabildiğine kişisel yazarken alabildiğine de evrensel frekansı yitirmeden dönüştürür metni. En doğrusu da budur belki, Argonautlar’ı yazmaz Nelson, dönüştürür. Feminist ve queer teoriye dair zihninin dipsiz tavan arasına davet eder bize, ver elini hallaç pamuğu. Harry’i anlatır, aşklarını yazar; bir yandan birbirlerini soyar bir yandan da etiketleri söke taka ilerlerler. Harry dönüşür bir yandan, zincirlerinden azade olur; bir yandan da Nelson gebeliğin tuhaf, yabani ve alabildiğine gizil-queer dönemeçlerinde evrilir durur. Kral olduğunu düşünen krallara ve kürsüde ahkam kesen şanlı beyaz erkeklere meydan okurken, Argo’nun yelkenleri şişer durur. Yelkenler fora, normalliğin uzlaşma içinde ve parıltılı cazibesinden uzaklara. Nelson, kişisel olanın politikliğinden aldığı güçle, tam da heybesindekilere yaraşır bir kitap yaratır. Anı, otobiyografi, kurgu, teori, deneme ama “hem ondan hem bundan” değil, olması gerektiği gibi: Hiçbiri. Bırakalım geride kalsın hepsi, söylemsel tutarlılık mesela, neyin nesi? Nelson; bir yazar, bir şair ve bir oyunbaz; sürer durur Argo’yu ve kalbin çok cinsiyetli annelerine devingen bir destan yaratır: Hiçbir şeye hizmet etmeyip, kendi anlamsızlığında anlam ararken süregiden bir ezgi olarak insanlığının farkında olan herkese.
İsmet Özel - Tahrir Vazifeleri 1
Okuduğum en lezzetli metinlerden. Türk şiirinin yaşayan en büyük ismi İsmet Özel’in yazmayı kendine bir vazife olarak görmeye başlaması aslında Tahrir Vazifeleri. Bu da ilk kitabı. Sen Ve Ben isimli ilk bölümde Özel bu yazıları yazma sebebini ve insan olmaya değinir. Sağlam bir başlangıç. İkinci bölüm İkimizin Arasındaki Melek’te Eliot’un şiiri üzerinden anlamayı ve anlaşılmayı işliyor. Üçüncü bölüm olan Nedir Bu Tahrir Vazifeleri? bölümünde üç alt bölüm içinde biz Özel’in şiirden düzyazıya geçişini görüyoruz, ve kitabın en güzel paragrafı da burada:
“Düşkırıklığı dediğim zaman eskilerin “sükût-i hayâl” dedikleri şeyi kastetmiyorum. Hayal kurmakla başım hiç hoş değildir. Gelecekten beklediği nelerse onları kafada keyfince şekillendirip sonra onlara uymayan durumlarla karşılaşınca hayalleri yıkılan kimselerden değilim. Güvendiğim dağlara kar yağmış falan değil. Derinden bir düşkırıklığı benimkisi. Geçen her gecenin leyle-i kadr, karşılaştığım her kişinin Hızır olmadığını anladığım zaman kırılıyorum. Böylece kırılan bir düş haline dönüştüğümü görüyorum. Evet, bizzat kendim bir düşkırıklığıyım, kırık bir rüyayım ben. Ve hepimiz öyleyiz. We are such stuff as dreams are made on.”
Doğru ve Yanlış isimli bölümde doğrunun ne olduğuna değinir ve ilginç bir analoji kurar:
“Bizim dilimizde, Türkçede doğru doğuru’dur; yanlış ise yanılış. Gerek kâinatın düzeninde, çekip çevrilişinde ve gerekse toplumun biçim alışında, işleyişinde doğurucu olan, verimli, üretken, bereketli olanı doğru sayıyoruz veya saymamız gerekiyor. Doğru demek hayatın savunulması demektir. Buna karşılık yanlış bir bütün olarak tabiatı ve toplumu asıl doğrultusunda seyretmekten alıkoyma, onu yana çekme, yan’lılaştırarak yolundan saptırmadır. Dünya hayatı dediğimiz oyunda yananlar yanılışa uğrayanlardır.”
Acaba Ben Kendim Miyim bölümünde Allah’a ve hakikate getirir sözü, Olduğun Yerden Başla bölümünde bir Müslümanın görevlerinden olan başlamayı alır ve bir sonraki ve son bölümde anlaşılmak üzerine konuşur. Ve kitap şu paragraf ile biter.
“İnsanla ilgili hiç bir hususta mutlakıyetçi olmamanın yararına inanıyorum. Mutlak manâda niçin anlaşacakmışız? Kullandığımız dil mükemmel değil, onu kullanan bizler mükemmel değiliz. Buradan mükemmel bir iletişim beklemek kadar acaib şey olur mu? Bir insanın anlaşılmayışı onu yalnızlığa itebilir. Ama aynı yalnızlık tamamen anlaşılma sonucu da doğar. Tamamen anlaşılmak, anlayanın anlaşılanda anlaşılmaya değer bir şey bulmamasına varır çünkü.”
Diğer risaleleri de okuyacağım, zaten oldukça kısa hepsi. İsmet Özel bayıldığım bir isim.
9/10
Stephen Crane - Canavar
Tek oturuşta biten bir kitap. 1 saatte bitirdim, oldukça akıcı. Kitabın derinliği ile alakalı elbette bu. Konu olarak muhteşem bir konuya sahip.
Bölgenin en fiyakalı zencilerinden biri olan Henry Johnson’un başına gelen bir felaket yüzünden, halkın tabiriyle canavara dönüşmesini işler. Johnson hizmetçisi olduğu doktorun oğlunu bir yangından kurtarır fakat bu yangın onun yüzüne mal olur. Henry yüzünü kaybeder fakat o eski ışıltılı çocuktan eser kalmaz ve çocuk yüzüyle beraber aklını da yitirir. Çocuğunu kurtardığı doktor ise ona sahip çıkar fakat halka verdiği rahatsızlık yüzünden doktora da sorun yaratmaya başlar. Kitap işte bu olay üzerinden kimin gerçek canavar olduğunu sorgular. Yüzü yanan Henry mi, yoksa onu canavar haline getiren toplum mu?
Siyahi hakları ve toplumun içyüzü üzerine muhteşem bir konusu var ve oldukça rahat okunur bir kitap. Fakat konusu dışında derinlikten yoksun ve ciddi edebiyat okurları için o kadar da tatmin edici olmayabilir. Kafa dağıtmak için okunabilecek bir kitap.
7/10
Argonautlar Referanslı Bir Okuma & Deneyimleme Listesi
Nelson, Argonautlar’ıyla türler ötesi bir metne imza atarken amatör ve/veya akademik yolculuğunu zenginleştiren birçok sanatçıya ve onların farklı düzlemlerde varolan eserlerine de referanslarda bulunarak kapsamlı bir antoloji yaratıyor. Bu bağlamda Argonautlar, okuruna geniş bir yelpazede feminist ve queer okuma imkanlarıyla dolu bir öncü yolculuk olarak teorikten pratiğe uzanan bir köprüye dönüşüyor.
Bir tecrübe olarak Argonautlar okumasının çıktısı diyebileceğim, kendi okuma yolculuğum boyunca aldığım notlarla Argonautlar referanslı bir sanatçı ve yaratı listesi hazırladım. Listede kurgudan teoriye, fotoğrafta video enstalasyona yer alan doğrudan belirtilmiş eserlerin yanı sıra, Nelson’un eser adı vermeden bahsettiği yazarların -dilimizde ulaşılabilir durumda ise öncelikli o eser veya eserlerden seçerek- önemli bir eserine de yer verdim. Şimdi sahne, bu özel listenin:
Felsefi Soruşturmalar - Ludwig Wittgenstein
Roland Barthes - Roland Barthes
Diyaloglar - Gilles Deleuze & Claire Parnet
Geceyi Anlat Bana - Djuna Barnes
Hassas Düğmeler - Gertrude Stein
Cehennem - Eileen Myles
Self-Portrait / Cutting, Self-Portrait / Nursing, Domestic - Catherine Opie
Unbecoming Women - Susan Fraiman
Cinsiyet Belası - Judith Butler
Yine-Hâlâ - Jacques Lacan
Mutluluk Vaadi & Duyguların Kültürel Politikası - Sara Ahmed
Annem Sen Misin? - Alison Bechdel
Yoruma Karşı - Susan Sontag
The Cancer Journals - Audre Lorde
Aşk Üzerine Bir Diyalog - Eve Kosofsky Sedgwick
Bubbles - Peter Sloterdijk
When Our Lips Speak Together - Luce Irigaray
Cinsel Tacizle Suçlanan Feminist - Jane Gallop
Kırmızının Otobiyografisi - Anne Carson
A Kentucky of Mothers - Dana Ward
Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim - Maya Angelou
Wild Swans - Alice Munro
Puppies and Babies - A. L. Steiner
100 Blow Jobs - Annie Sprinkle
Ve sonunda Vakıf Serisi bitti. Dolu dolu ve harika bir seriydi. Hari Seldon ile başlayan seriye yine Hari Seldon ile veda etmek çok duygusaldı.
Kronolojik sıraya göre ikinci, yazılış sırasına göre sonuncu kitap olan Vakıf İleri, Hari Seldon’ın kurmak için çabaladığı Vakıf’ı ve daha çok onun özel hayatını işleyen bir kitap. Isaac Asimov her ne kadar ilk 3 kitaptan sonra uzun bir süre geçse de olayları ve karakterleri çok iyi adapte etmiş seriye. Özellikle Hari Seldon’ı böylesine derin işlemesi beni çok etkiledi.
Seri hakkında genel bir yorum da yapmak isterim kısaca. İlk üç kitap genel anlamda çok iyi olsa da sonra yazılan 4 kitap çok çok daha iyiydi. Özellikle bir mit haline gelenen Dünya’nın hikayesi ve Vakıf’ın kurulması ve gelişen olaylar seriyi eşsiz kılmış. Seriyi okumak isteyenlere de kesinlikle yazılış sırasına göre okumalarını tavsiye ederim. Bu şekilde seriden alacağınız zevk daha çok olacaktır.
Vakıf İleri’ye puanım 10/10. Seriye puanım 10/10. Isaac Asimov’a ise binlerce kez teşekkürler.