Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Yayınevi çok da iyi değil. Ama okumada problem yaşamadım.

12 Beğeni

Bir Faunun Öğleden Sonrası - James Lasdun (Çeviren: Özlem Yüksel)

James Lasdun, 2013 yılında, eski öğrencisi Afarin Majidi’yi kariyerini “mahveden” geniş kapsamlı bir “stalking” ile suçladığı Give Me Everything You Have’i kaleme alıyor. Hemen ardından Majidi de kendi hikâyesini anlattığı Writing and Madness in a Time of Terror’u kendi imkanları ile yayınlıyor. Atak ve karşı atak ile alevlenen bu yangın, Bir Faunun Öğleden Sonrası’nı doğru bir bağlamda incelemek için elzem bir atmosfer yaratıyor. Gerçek ile kurgunun, anı ile kurmacanın sınırlarının belirsizleştiği atmosferde Lasdun, Bir Faunun Öğleden Sonrası ile tartışmalı bir üst konsept-öte soru(n) yaratıyor: Kendi geçmişinin küllerini yeniden yakıp geçen bir “erkek yazar” #MeToo hikâyesi yazabilir mi?

Bir gözümüzü gerçeğe sabitleyip okumaya devam ettiğimiz romanda Lasdun, bize gençliğinde cesur bir gazeteci olarak nam salmış alabildiğine “beyaz” ve ayrıcalıklı karakter Marco Rosedale’ın uzun yıllar önceki çalışma arkadaşı Julia Gault tarafından retrospektif olarak tecavüz ile "suçlanması"nın hikâyesini anlatıyor. Psikolojik gerilim olarak da nitelendirilebilecek bu hikayede Lasdun, anlatısını isimsiz ve “güvenilmez” bir anlatıcıya emanet ediyor. Mesafeli ve tarafsız olduğunu iddia ederek başladığı yolda ardı arkası gelmeyen çözümsüzlüklerle kendine olan inancını yitiren anlatıcı, bir anlamda romanın diğer -ve aslında asıl- kötüsü olarak şekillenmeye başlıyor. Ve kendinden çok emin şekilde dile getirdiği o sözü ile romanın -ve gerçekliğin- belkemiğini yaratıyor: Hakikatin açığa çıkarılması zor olabilir ama bu var olmadığı anlamına gelmez, kesinlikle bir inanç meselesi ya da Schrödinger’in kedisi değildir. Ve bu inançla ilerlediği yolda içsel sorgulamalar ve “görünüşte objektif” subjektiflikten başka sonuç elde edemeyerek o “eril emin” belkemiğini paramparça ediyor. Gerçeklik, bir grup konsensusu tarafından kabul edilmiş bir sosyal fenomen olarak karşımızda yükselirken “neyin olup olmadığı” meselesi, neredeyse mitik olarak nitelenebilecek bir içe bakıştan öteye gidemiyor.

Mallarme’nin erkek erotizmini sembolize ettiği şiirinden, şiirden doğan Debussy senfonisinden ve ünlü Rus balet Nijinsky’nin unutulmaz performansından aldığı ismiyle Bir Faunun Öğleden Sonrası, devam eden vicdan muhasabeleri ve incelikli tarzı ile hakikat sonrası çağın orta yerinde Trump’tan yükselen turuncu kötü kokulara bulanmış bir “gerçeklik masalı” yaratarak bize gerçekliğin tekelinin imkansızlığını sorgulatıyor. Üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir modern zamanlar miti.

~

İlgilisine Debussy’nin Prélude à l’Après-midi d’un faune senfonisi:

9 Beğeni

Foucault Sarkacı

Bu kitabı seçmemde emeği olan herkese teşekkür ederek başlayayım. Umberto Eco’dan daha önce Gülün Adı’nı okumuştum. O kitapta olan durum bu kitapta da var: Kitabın ilk 100 zayfası biraz zor ve bilgi bombardımanı şeklinde, ki Eco bu kısımlara kefaret diyor. Yani ilk 100 sayfada biraz sabretmeniz lazım, devamında kitap açılıyor hatta baya akıcı bir hale geliyor.

Kitap akıcı ama yorucu da aynı zamanda. Belirli bir entelektüel birikim istediğini söylemem lazım, en azından Hristiyanlık hakkında, orta çağ hakkında, kabalacı gelenek hakkında ufak çapta da olsa bir şeyler bildiğinizi var sayarak yazılmış. Benim şansım Tapınak şövalyeleri hakkında birkaç belgesel izlemem oldu açıkçası. Bunlara hakim olduğum için çok da zorlanmadım okurken. Jacques De Molay ve IV. Philippe konusu da zaten sevdiğim bir tarihi konudur. Bu bölümlerde fazlasıyla keyif aldım.

Kitabımız çok katmanlı ve çok zamanlı bir kitap. Hem kabala geleneği hakkında ilerliyor, hem tapınak şövalyeleri hakkında, Gül Haç Biraderleri’ni yer yer merkeze alıyor, bazen de Hassan Sabbah ve Haşhaşiler merkeze geçiyor. Konuyu Casaubon ismindeki ana karakterimizin ağzından okuyoruz aynı zamanda diğer kahramanımız Belbo’nun yazmış olduğu notlardan, pnun psikolojisini, görüşlerini okuyarak da bir diğer katmanımıza ulaşıyoruz. Yine Diotallevi bir diğer önemli karakterimiz, az konuşuyor ama öz konuşuyor. Çok bilgili ve olaylarda kritik şekilde erki ediyor yönlendirmeleriyle. Romanın şimdiki zamanında ilerlerken bir yandan ikinci dünya savaşı dönemi italyasında ve devamında gelişen iç savaş ve 60’lı yıllar öğrenci olaylarına değiniyor, diğer taraftan da 12. Yüzyıldan günümüze tapınak şövalyelerinin tarihini işliyor. Tüm bu katmanların yanı sıra gizli tarikatlar, yer altı tünelleri hakkında söylentiler, bol bol komplo teorileri, karanlık ayinler, afro güney amerika dinleri vs gibi pek çok konuyu da kurguya yediriyor.

Kitap tam bir eco-roman denilen türde; yani polisiye, tarih, fantastik, gizem, suç, psikoloji… Hepsi iç içe geçmiş şekilde, tarih ve kurgu harmanı. Yani tarih nerde başlıyor nerde kurgu devreye giriyor kestirmek güç. İnanılmaz bir birikimle yazılmış ve her noktasından emek fışkırıyor, dolayısıyla da öyle elime alayım üç beş günde okuyayım kitabı değil. Tavaş yavaş, sindirerek, kurguyu karıştırmadan okumak gerekiyor.

Kitapla ilgili söylenebilecek çok fazla şey var, ben de biraz karışık yazmış olabilirim. Yorumlaması çok kolay değil bu kitabı ama bir gün mutlaka okunması gereken eserler arasına yazabilirim. Ben okuma deneyimimden oldukça memnun kaldım. Eco okumaya devam edeceğim ama biraz ara vermem de gerekiyor. :slight_smile: Herkese keyifli okumalar dilerim.

30 Beğeni

Etkilendim, elimdeki Tolkien okumasını Yüzüklerin Efendisi üçlemesi) bitirdikten sonra başlayacağım.

1 Beğeni

Adsız2

SHERLOCK HOLMES DÖRTLERİN İMZASI - SIR ARTHUR CONAN DOYLE

Serinin ikinci kitabı da bitti. İlk hikaye olan Kızıl Takip’e nazaran bu hikayeyi daha gizemli ve daha güzel buldum. Sherlock’a sorarsanız ilk hikayeyi hiç sevmemiş :joy: Ara ara yazım hataları gözüme çarptı ama rahatsızlık boyutlarında değildi. Bunlardan gözüme çarpanlar; iki kere art arda ‘‘kadar’’ yazılması, ‘‘takma bacaklı’’ yerine ‘‘takma bacalı’’ yazılmış olması gibi. Çevirisi hakkında doğrudur - yanlıştır diyemesem de saf, anlaşılır, akıcı bir çeviriydi.

Herkese keyifli akşamlar ve keyifli okumalar dilerim :coffee:

13 Beğeni

Arap Kıyameti - Etel Adnan (Çeviren: Serhan Ada)

Etel Adnan. Bir göçebe. Şehirler, sanatlar, diller ve dünyalar arası bir seyyah. Şair, yazar, ressam. Nihayet şahit, ille de şahit. Ve Arap Kıyameti. Panoramik turuncu kapaklar arasında melez bir metin, görsel bir şiir, sürreel bir tanıklık, postkolonyal bir çığlık. Ve sessizlik, ille de sessizlik.

Güneş hakkında soyut bir şiir olarak aldığı ilk nefesi 1975’te alevlenen Lübnan İç Savaşı ile kesilip uğursuz bir felaket şahitliğine dönen bir kelimeler denizi. Ya da gökyüzü. Ortasında güneş, renkten renge çürüyen, kah ağlayan kah kurban isteyen. Arap Kıyameti bu, anlatıcısı belirsiz bir hikâye. Konuşan kim ya da ne, kaç kişi var orada? Yine mi sen? Hepsine sessizlik. Arap Kıyameti bu, Adnan’ın takıntılı tekrarlamalarının ete, kemiğe, kana ve ışığa dönüşü. Defalarca renklerini feda ettiği Tamalpais Dağı misali, şimdi de güneş alıyor nasibini. Algılamanın hem nesnel hem öznel ikiliği. Değişen güneş, değişen dil. Arap Kıyameti bu, konuşan bazen kelimeler, bazen şekiller, abartılı işaretler, sessizlikler, kara delikler. Sahne bir tiyatro, kimi zaman büyür harfler, öter baykuşlar. Sesler yükselir uğursuzca, metin alır götürür seni. Adnan’ın okları çevirir sayfaları, akan giden sen olursun. Arap Kıyameti bu, doğası gereği sesli, doğası gereği suskun. Yüksek sesle okunmalık ya da sadece bakılmalık. Diyonizyak, şiddet dolu, aşırı ve dengesiz. Ama nihayetinde gece. Ve ay. Sessizlik. Arap Kıyameti bu, ufukta insanlığın son bulduğu düşüncelerin doğduğu simsiyah bir deniz.

Etel Adnan: İmkânsız Eve Dönüş Sergisi 8 Ağustos’a kadar Pera Müzesi’nde. Sergiyi ayrıca çevrimiçi olarak da gezmeniz mümkün. Öncesinde Arap Kıyameti’ni okuyup gezmeli. Güneşlere bakarken o muhteşem katastrofiyi ucundan da olsa hissedebilmek için.

7 Beğeni

Kadınlar Ülkesi - Charlotte Perkins Gilman

Olumlu yorumları olduğu için Kadınlar Ülkesi’ni Storytel’de dinledim. Seslendirmeyi (Gökçe Eyüboğlu) maalesef pek beğenemedim. Bunun iki sebebi var: Anlatıcısı erkek olan bir kitabı neden bir kadın seslendirmiş anlamadım, kitap bir feminist ütopyası olabilir ama anlatıcısı erkek. O yüzden anlatıcı - seslendirmen uyumsuzluğu vardı. Bir de diyalogların seslendirmesi çok düzdü, herkes aynı tondaydı. Diğer seslendirmenlerden sonra maalesef zayıf geldi.

Kitapla ilgili yorumda bulunmadan önce yazarın karakteri ve motivasyonlarını bilmek kitabı değerlendirmede etkili olacaktır diye düşünüyorum. Charlotte Perkins Gilman, yaşadığı dönemin önemli feminist yazarlarından birisi. Ona göre insan kaderini değiştirebilme gücüne sahiptir, bu sebeple de başkalarının etkisi ve yönlendirmesi olmadan kendi kaderlerini yazmaları gerekir. Bu düşüncesini ve feminizmi birleştirdiği zaman da, erkeklerin kadınları sokmak istediği kalıpları yıkmak isteyen birisi olarak karşımıza çıkıyor Gilman ve bahsi geçen kalıpları yıkmanın yollarını arıyor. Kadınlar Ülkesi de bunun örneklerinden birisi.

Kadınlar Ülkesi’nde üç erkek, duydukları ama inanmadıkları ve sadece kadınların yaşadığı söylenen ülkeye doğru yola çıkarlar. Bu erkeklerden ilki çoğunlukla nötr kalmaya çalışan ve anlatıcımız olan Vandyck (nötr olması sebebiyle anlatıcı olarak seçilmiş olabilir), diğeri kadınlara hayranlık derecesinde duygular besleyen ve grubun romantiği olan Jeff ve sonuncusu da Gilman’ın en çok vurguladığı, ataerkil toplumun salt temsilcisi olan Terry’dir. Ülkeye girmeden önce özellikle Terry merkezde olmak üzere bu ülkenin sürdürülebilir bir ülke olamayacağı çünkü kadınların doğası gereği kıskanç ve birbirleriyle anlaşmaktan aciz insanlar olduğu düşüncesi hakimdir bu üçlüde. Böyle bir toplumda düzeni sağlamak olanaksızdır. Ayrıca üreyemeyen bir toplumun da devamlılığı mümkün değil diye düşünmektedirler. Ülkeye vardıklarında yaşadıkları ise sürpriz bozan olabileceği için o kısmı size bırakıyorum. :slight_smile:

Kendim de ataerkil bir toplumda yetişmiş ancak modern hayata uyum sağlamış ve eşine mümkün olduğunca destek olmaya çalışan bir erkek olarak, ara sıra modern hayat ve eşitlik ile ataerkil yetiştirilişim arasında çatışma yaşıyorum. Bu sebeple hem Terry’yi ve düşünce yapısını hem de Jeff’i anlayabiliyor ve onlarla empati kurabiliyorum. Yani Terry’nin kadınlara kolaylıkla hakim olabileceği hatta onlara hükmedebileceği fikri ile kadınlara duygusal olarak yakınlık hisseden, onları taçlandırmaya çalışan Jeff’in arasında gidip geldim kitap boyunca. Gilman’ın da amaçlarından birisinin bu olduğunu düşünüyorum.

Kitabı sevmekle birlikte bazı konularda zayıf kaldığını düşünüyorum. Örneğin erkeksiz devam edebilme açıklaması çok yavandı bana göre, daha güzel bir çözümü olmasını beklerdim. Ayrıca çok güzel ve önemli bir konuyu biraz daha derin ve biraz daha sert anlatmasını temenni ederdim, belki Vandyck yerine Terry anlatsa öyle de olabilirdi. Bilmiyorum, belki karakter temellidir bu anlatış. Mesela Jeff anlatsa belki daha ağdalı bir dil olabilirdi. Yine de bende güzel bir konuda harika bir fırsat tepilmiş hissiyatı oluştu.

Kitabı ataerkil erkeklerin kadınlara bakıç açılarını merak edenlere tavsiye ediyorum. Ayrıca kadınların da erkek egemen olmayan bir toplumda var olabileceklerini gösterme açısından da kıymetli bir kitap. Aydınlanma yaşar mısınız bilmiyorum ama en azından ufkunuzun genişleyeceğini, kitaba katılmasanız da Gilman’ın vurgulamak istediği şeyleri içten içe kabul edeceğinizi düşünüyorum.

22 Beğeni

Ben bunun gibi anaerkil toplum yapılarını ele alan kitaplar okuduğum zaman genelde rahatsız olurum. Aynı şekilde ataerkil yapıdan da aynı oranda rahatsız oluyorum. Bir erkek nasıl ki Gilman’ın dünyasında bulunmakta bir dışlanmışlık, değersizlik hissediyorsa bir kadın da ataerkil toplumda aynı şekilde hissediyor. Bence bu kitap empati açısından çok güzel bir kitap.

Bana kalırsa her iki tür toplum biçimi de rahatsız edici. Bir tarafın baskın, umursamaz, kendi kurallarına aşırı bağlı, katı oluşu doğru değil. Feminizm, ister istemez ataerkil yapıdaki kadının yeri ve hissettiği bitmek bitmeyen baskılama ile aşağılama yüzünden anlamca zedeleniyor. Gilman bence bu konuda hassas bir yaklaşım sergilemeye çalışırken bazı konularda fazla yüzeysel davranmış. Dönemin ve kadının düşüncelerini ifade etmesindeki saldırılar düşünüldüğünde, toplumun ataerkil yapısının empatiye yöneltildiğinde ortaya çıkan öfke düşünülürse iyi idare etmiş.

Sonuç olarak toplum yapısını tam tersine çevirdiğinizde erkeklerin aciz, güçsüz, önemsiz vb. dayatmalar altında kalıbından nasıl taştığını güzel anlatmış.

7 Beğeni

Çok haklısın. Kadının hor görüldüğü, ezildiği bir kitaptan da rahatsız olurdum. Ama burada (yani feminist bir kitapta) Gilman’ın amacını bildiğim ve görece soft bir anlatımı olduğundan pek rahatsız oldum denemez. Hatta daha hardcore bir anlatım beklerdim ama sanırım o da senin gibi düşünecekleri de hesaba katarak ayarlanmıştır şiddet dozunu. Empati konusuna da sonuna kadar katılıyorum (ön yargı ile okunmazsa).

2 Beğeni

Alışılmadık ve onaylanmayan bir konu üzerinde yazılacağı zaman her kesimi bir şekilde bir noktadan yakalamak gerekir bence. Ancak böyle bir şekilde sesini herkese duyurabilir. Mutlaka Amazon tarzında vahşi bir yaklaşım ele alabilirdi fakat bu sefer bir anda hedef haline gelirdi.

1 Beğeni

Kurucular - Daniel Polansky

Kurucular sıradan bir intikam hikayesini basit bir dille anlatan ve türüne Fabl diyebileceğimiz bir Novella. Biraz klişe de diyebiliriz, hatta okurken bir film senaryosu havası da hissedebiliriz. Ancak bunlar benim aldığım keyfi düşürmedi, gayet beğendim.

Negatif sayılabilecek girizgahtan neden beğendiğime bağlamam gerekirse ilk olarak bir çırpıda okunabilecek akıcılıkta. Hayvan karakterlerin; ırklarından ve cinslerinden gelen özelliklerinin karakterizasyonu ile yansıtılmalarını çok beğendim. Kısa kitap ve novellaları pek beğenmeyen, fazla doyurucu bulmayan biri olarak, yazarın kitabın başlangıcındaki tek tek tanıtılan karakterleri ile beraber olay örgüsünü oluşturmaya çalışmasını da beğendim. Boşlukta bir nefeste bitecek bir kitap arayanlara güzel bir macera olacaktır.

14 Beğeni

Seksen Günde Devri Alem - Jules Verne

Londralı beyefendi Phileas Fogg, üyesi olduğu Reform-Kulüp’te gazetesini okurken seksen günde dünyayı dolaşmanın mümkün olduğunu öğrenir. Bu olağanüstü yolculuk 19. yüzyılda sanayi devrimiyle gelen tren ve buharlı gemi gibi toplu taşıma araçlarının yanı sıra 1869 yılında açılan Süveyş Kanalı sayesinde yapılabilmektedir. Ancak arkadaşları bu yolculuğun mümkün olmadığını düşünür. Kulüp arkadaşlarıyla bu yolculuğu seksen gün içinde tamamlayacağına dair bahse tutuşan Fogg, aynı gün uşağı Passepartout’yla birlikte Londra’dan ayrılır. Bu meydan okumayla başlayan bin bir türlü maceraya, bir polis soruşturması, bir de aşk hikâyesi eklenir.

Yine Storytel’de dinlediğim bir kitap oldu. Erdem Akakçe en beğendiğim seslendirmenlerden birisidir, yine harika iş çıkarmış. Özellikle Fogg’un duygu ve heyecandan yoksun düz sesi ona cuk oturmuş. Akakçe’yi tebrik ediyorum, sırf onun yüzünden Savaş ve Barış’a başlamayı planlıyorum. :slight_smile:

Kitaba dönecek olursak, konusu yukarıda yer alıyor ki zaten Verne tüm kitap isimlerinde kitabın içinde ne olup biteceğini zaten baştan söylüyor (Meteor Avı, Dünyanın Merkezine Yolculuk gibi). O yüzden bu sefer dünyayı seksen günde dolaşmaya çıkıyoruz Fogg ve Passepartout ile birlikte. Fogg inanılmaz dakik ve bir o kadar da gizemli bir karakter. Traş suyunu 86 yerine 84F olarak getirdiği için uşağının işine son verecek kadar planlı ve programlı. Fogg’a hemen kızmayın, eğer eski uşağını kovmasaydı, Passepartout ile tanışamazdık. :slight_smile: Passepartout, Fogg’un yeni uşağı ve kendisi bir Fransız. İşe başladığı gün devri aleme çıkmak zorunda kaldığı için sudan çıkmış balığa dönse de hemen uyum sağlamayı başarıyor. Tabii, bu süreçte başına gelen talihsiz olaylara da katlanmak zorunda. Yine de bence kitabın kahramanı Passepartout’dur. Ayrıca Passepartout’nun Fogg’a karşı duygularının gelişimini takip etmek de çok keyifliydi. Yolculuğa sonradan katılan iki karakterin de hikayey derinlik kattığını düşünüyorum. Özellikle müfettişe önce biraz kızsam da sonradan sempati duyduğumu itiraf etmek istiyorum. :slight_smile:

Kitaptaki yolculuklar bizi 1900’lü yılların öncesine götürüyor. Verne’ün mısralarında kaybolan okuyucular (ya da benim gibi dinleyiciler), kendilerini tarihin eski yaprakları arasında buluyor. Yaşanan her macerada sanki kendisi de oradaymış gibi heyecanlanıp, Fogg ve Passepartout ile birlikte heyecanlanıp, onlarla birlikte üzülüyor. Sanırım Verne’ü bu kadar yıl sonra bile “eskimeyen” yapan da bu kaliteli yazım olsa gerek. Okumadan önce “acaba 20’li yaşlarımda okusam daha mı çok severdim” diye düşünmüştüm ama yanılmışım, o zaman da okusam bu kadar severdim sanırım. Çocuklarım biraz daha büyüse de, yatmadan onlara Verne kitabı okusam diye hayal kurmaya başladım bile. :slight_smile:

Üçüncü Verne kitabım ancak en sevdiğim kitap oldu. Balonla Beş Hafta da çok güzeldi ama bu kitap küçük bir farkla önde demek mümkün, bunun da temel sebebi sondaki sürprizdi, beklemiyordum açıkçası. Herkese şiddetle tavsiye ediyorum, hatta eğer mümkünse dinleyin. Gerçekten farklı bir deneyim oluyor.

16 Beğeni

THE DISPOSSESSED (MÜLKSÜZLER)

Mülksüzler, Anarres ve Urras adlı iki birbirine zıt gezegenin arasında kalan bir fizikçiyi anlatıyor. Urras adlı kapitalist, endüstriyalist, emperyalist, sınıfçı ve cinsiyetçi bir gezegende yıllar önce sosyalist bir devrim gerçekleşmiş, ve devrimciler Urras’ı terk edip Anarres’e yerleşmiş. Burada da anarşist, sosyalist, liberteryen ve herkesin eşit olduğu bir ütopya kurmuşlar.

Ana kahramanımız Anarres’li fizikçi Shevek ise yıllar geçtikçe toplumunun devrimci ruhunu kaybettiğini ve yaşanan her olağanüstü halin ardında bürokrasi kalıntıları bıraktığını fark eder. Tüm ırkların peşinde olduğu Genel Zaman Teorisi’ni bulan Shevek, bu keşfini herkesin iyiliği için kullanmanın bir yolunu arar. Amacına ulaşmak için, hain damgası yemek pahasına Urras’a gitmek zorunda kalır.

Hikaye, her bölüm Urras ve Anarres arasında geçiş yaparak işleniyor. Urras bölümlerindeki Amerika eleştirileri bilindik olsa da Shevek’in yaşadığı kültür şokları güzeldi. Anarres bölümleri ise toplumun yapısı gereği daha ilgi çekiciydi.

Sonunun biraz havada kalması dışında beğendim. Politik bilim kurgu sevenler okumalı.

22 Beğeni

Daha İyi Bir Türkiye İçin Hangi Fikri Yıkalım? - Gökhan Şen

Gökhan bey görüşlerine ve bilgi birikimine değer verdiğim, sabah denk geldiğimde kendisini sıklıkla dinlediğim çok kıymetli bir insan. Kendisini belirli aralıklarla dinlediğim ve izlediğim için ülkedeki mevcut sorun ve aksaklıkları birinci elden görüp satır aralarından da ülkesini ne kadar seven biri olduğunu hissettiğimi belirtebilirim. Bu derlemesi üzerinde çalıştığını duyduğum anda okunacaklar listeme alma temel nedenim de buydu; benim gibi umutlarını kaybetmiş sonraki nesillere kıyasla hala düzeltilebilecekler adına alanında uzman kişilerin belirteceği görüşleri okumanın keyif verici olacağını hissettim.

Otuzdan fazla alanının önde gelen uzman kişilerinin fikirlerini belirttiği bu derlemede harika yazılar olduğu gibi, olmasa da olurmuş dediklerim maalesef mevcuttu. Bazı yazarların belirttiği düşüncelerin yazdığı alt başlığa tam oturmama gibi sıkıntıları mevcuttu bana göre. Mesela Hatice hanım ekonomi politikaları yerine kadın politikaları ve istihdam alanına yazsa daha iyi olurmuş gibi. Ya da bazı hocalarımız sanki ders ya da bir sunumlarının slaytlarından kopyala/yapıştır yapıp ödevini Gökhan beye teslim etmiş gibi bir yazı göndermişler şeklinde hissettim maalesef :slight_smile: Derlemenin hazırlayanı olarak Gökhan Şen’in aynı zamanda tüm yazarlarını belirteceği çizgilerde tutacak bir editörlük de ortaya koyması gerekirdi, kitabın tek eksisi bu olmuş bana göre. Yine de toplama baktığımızda bilgilendirici, keyif verici ve bilmeyen okurlar için vizyon katıcı yazılar çok daha ağırlıkta.

Dünya ve ülke gündemini, günlük olarak ekonomik gelişmeleri takip eden ve hayata daha makro perspektifte bakan birisi iseniz kitabın içeriğinde sizleri şaşırtacak yenilikler yok. Kendi adıma bu arayışta da değildim, tam tersi alanında uzman ve ileri gelen bu yazarların paylaştığı görüşlerin kendi fikirlerim ile karşılaşmasından daha bir zevk alarak ayrıldım. Tam tersi bir açıdan bakan bir okur iseniz de yine kitap keyif verecektir çünkü okunması ve dili gayet akıcı olmuş. Çoğu yazar bilmeyenlere anlatır şekil sunmuş fikirlerini.

Kişisel olarak Gökhan beyin giriş kısmını, ekonomi politikalarını, tarım politikalarını 1-2 istisna yazar kısmı hariç çok beğendim. Eğitim ve bilim politikalarında da yazar bazlı aşırı beğendiğim bölümleri mevcuttu. Genel okuma anlamında roman şeklinde yaklaşmamayı öneririm. Zaten kitapta 30 civarı yazarın görüşü mevcut, 5-10 sayfa aralığında bölüm düşmüş herkese. Ben yan okuma kitabı yaparak masa kenarında beklettim genelde ve boş olduğum kısa zaman dilimlerinde sıradaki yazarın bölümünü okuyarak kitabı değerlendirdim.

5 Beğeni

Genç Bir Doktorun Anıları - Mihail Bulgakov

Bulgakov çok merak ettiğim bir yazar, özellikle de Usta ve Margarita kitabı. Storytel’de yakında çıkacağını görünce çok mutlu oldum, önden de yarı otobiyografik bu kitabını dinlemek istedim. Seslendirmeyi önce yadırgadım, böyle daha tok, daha kalın seslere alışmışım sanırım. Ama sonra kitaba ismini de veren “genç bir doktoru” hatırlayınca, daha genç, daha tiz ve daha enerjik bir sesin genç bir doktorla daha uyumlu olduğunu düşünüp kanıksadım. O yüzden seslendirmeye geçer puan veriyorum.

Konusu şöyle: Devrim zamanı Rusya… Karakışı aratmayacak kadar soğuk, kasvetli bir eylül günü, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir doktor, şehirde çoktan unutulmuş geleneklerin ve boş inançların hüküm sürdüğü uzak bir kasabaya gelir. Devrim, büyük şehirlerin merkezlerinde hayatı ve zihniyetleri altüst ederken, bu genç doktor ülkenin ücra bir bölgesinde kadercilikle ve batıl inançlarla zorlu bir mücadeleye girişir. Zor bir doğum, hassas bir cerrahi müdahale, uzaktaki bir hastaya ulaşabilmek için şiddetli bir kar fırtınasına rağmen göze alınan bir yolculuk, ağrılarını dindirmeye çalışırken morfinman olan bir meslektaş… Genç doktorun gündelik hayatında karşılaştığı bütün zorlu sınavlar, Bulgakov’un elinde olağanüstü güçlü bir anlatımla, dram sınırlarında gezinen bir dokunaklılıkta öykülere dönüşür.

Doktorumuz, tıp fakültesinden mezun olduktan sonra ücra bir köye geliyor ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor. Doktorun, tecrübesizliğinin yarattığı korku ile birlikte “başaramama” endişesine sürekli şahit oluyoruz. Buna dönemin köylüsünün cehaleti de eklenince okuması merak uyandırıcı öyküler çıkıyor ortaya. Merak uyandırıcı dedim ama kitap aslında görece sert olarak da tanımlanabilir. Rusya’nın soğuğu, hastaların cehaleti, doktorların yaşadıkları sıkıntıları üst üste koyduğumuzda grimdark bir kitapla karşılaşıyoruz.

Bulgakov’un bu kitabı edebi kaygılardan ziyade mesleki bilgilerini ön plana çıkararak yazdığını düşünüyorum. Kullandığı teknik terimler ve görece düz yazımı, bir günlük okuyormuş hissi uyandırıyor (zaten kitabın bir kısmı bir başka doktorun günlüğü). Tıpla ilgili çokça dizi izlemiş birisi olarak terimler ve anlatım bana yabancı gelmedi ama birçok kişi arada bir durup araştırma yapmak zorunda kalabilir diye düşünüyorum. O yüzden de kesin okuyun olarak sınıflandırabileceğim bir kitap olamıyor maalesef.

19 Beğeni

Ayrıca bu kitabın bir de mini dizisini çekmişlerdi. Kitaba pek bağlı kalmasalar da güzel olmuştu. Başrollerde Daniel Radciffle ve Jon Hamm vardı.

1 Beğeni

Evet dizisi var, hatta yoruma ekleyecektim ama atlamışım. Teşekkürler hatırlatma için. :slight_smile:

Kitabı okurken, dizisi olsa kitaptan daha çok severdim diye düşündüm. Sonra başkaları ne yazmış diye bakarken dizisi olduğunu görüp şaşırdım (keşke başka şey düşünseymişim, hakkım boşa gitti). Sonra biraz YouTube üzerinden baktım ama Radcliffe en kötü oyunculardan birisi olduğu için hemen kapattım. :frowning:

1 Beğeni

Katılıyorum. (20 karakter)

Notre-Dame De Paris(Ötüken orijinal adıyla bırakmış) okuyorum. 173.sayfada olaylar başladı desem yeridir. Gerçekten bu tip kitaplar beni çok yoruyor. Dumas’ın bile verdiği tarih bilgisinin bir sınırı var. Hugo kilise hakkında ayrı olarak yayınlayabileceği makalemsi bir yazısını resmen kitaba bölüm diye eklemiş. Dönemin mimarisine ilgi duyan ve terimleri okuyabilen biri için güzel bir kitap olabilir. Ama beni mahvetti. Umarım kitabı bitirebilirim. Ne kitaplar biliyorum, bundan daha akıcı olmalarına rağmen yarım bırakmıştım. Ama inat ettim.

11 Beğeni

Okuyorum (Görsel Başlık)'a yazıyordum, konuya uygun değil diye kes-yapıştırla buraya alayım dedim. Normalde bitirdikten sonra yorum yazardım (gerçi yorum değil iç dökme oldu) ama tümünü bitirmem çok uzun sürer :slight_smile:

Sherlock’u ilk kez 7-8 yıl önce okumuştum, Martı’nın bastığı 5 cildin ikisini. Yarım kalmıştı ve uzun süredir okuyasım yoktu, hatırladığım kadar güzel değilse diye okumak istemiyordum. Hatırladığım kadar güzelmiş :smiley: Alfa basımı da çok güzel. Kağıt-kapak kalitesi olsun, 100 sayfada 1-2 hata olsun, insan bu devirde şaşırıyor :smiley:
Edgar Allan Poe de yarım bıraktığım yazarlardan biriydi. 2 cildi satmıştım. Geçen yıl, Can’ın bastığı Kuyu ve Sarkaç’ı okumuş ve çok beğenmiştim. İletişimden tekrar aldım. Ama ilk öykülerde yine çok sıkıldım. “Dehşet Öyküleri” derlemesi bana pek hitap etmedi ama devam edeceğim.
Witcher da yarım bıraktığım serilerden :slight_smile: İlk kitabı okuyup diğer 3-4 kitabı satmıştım. Bir yıl sonra tekrar okuyasım geldi, ilk kitabı tekrar okudum, hoştu. 2.kitapta yine sıkıldım sanırım. Hikayeler iyi güzel hoş da, diyaloglar bayıyor insanı. Sanki bütün karakterler aynı üslupla konuşuyor gibi. Hiçbirinin bir farkı yok gibi. Belki çevirinin çevirisi olmasının bunda payı vardır, bilemiyorum. En azından ana karakterlerin kendine özgü bir üslubu olsaydı. Bu haliyle sadece hikayesi için okuyorum, tat vermiyor.
Dostoyevski’yi 3-4 yıldır okumuyordum. Büyük kitaplarını okumuştum ama zamanla o okumaların yetersiz olduğunu fark ettim, alt metni anlamak için birikim gerekiyor ve bu da diğer kitaplarını okumama engel oluyordu. Sonrasında boş verip Öteki’ye başladım. Sosyoekonomik olarak, kültürel olarak “Öteki” olan, kendini diğerlerinin yanında “Böcek” hisseden Golyadkin’in hikayesi. Açıkçası çok özlemişim Dosto’yu. Bazı diyalogları ikişer kez okuyorum. Varsın alt metin kaçıp gitsin aradan :smiley: Herkese iyi okumalar.

12 Beğeni