Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Demek ki tarzı bu :joy: . Bu tarz hiç gitmedi bana. Kaç gündür almıyorum kitabı elime. Ama okuyacağım. Sonra da Hugo’ya uzun süre için veda etmeyi planlıyorum.

1 Beğeni


Bilge Karasu - Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
İlginç ama bir o kadar da güzel bir kitap. İnternette nasıl başlarım yahu ben bu Karasu’ya diye düşünürken ilk olarak Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın okunmasının tavsiye edildiği gördüm. Doğru bir tavsiye bence. Ama okuması hiç kolay değil. Üç öyküden oluşuyor. Hepsi birbiriyle bağlantılı. Spoiler vermeme gibi bir endişem yok çünkü kitap hakkında spoiler verme şansız yok. İlki olan “Ada” okuması en keyifli olandı bence. Bizans’ta “resim-kırıcılık” olarak adlandırılan bir baskı döneminde keşiş olan Andronikos, yıllarca inandığı ve kutsal kabul ettiği resimleri reddetmesi gerektiği ona dayatılınca bir kaçış haline giriyor. Yıllarca kutsal kabul ettiği meseleleri sırf siyasi sebeplerden reddetmek istemiyor ve derin bir felsefi sorgulama düşüyor. İnanç nedir, neden inanıyorum, dini semboller neden kutsaldır gibi soruları bir ada yolculuğunda kendine tekrar tekrar soruyor. Oldukça özgün bir filozofun öyküsü onunki.

Andronikos’un manastırdan ona haber vermeden kaçıp gittiği arkadaşı Ioakim’in öyküsünü ise “Tepe” isimli öyküde okuyoruz. “Resim-kırıcılık” dönemi bitmiş, resimler yeniden kutsal sayılmıştır. Andronikos ölmüştür ve Ioakim bu sefer bir tepe mitine sarılır. Birbiriyle doğrudan bağlantılı bu iki dışındaki “Dutlar” öyküsü ise Bilge Karasu’nun bu öyküleri yazdığı süreçte aynı meseleyi bir kere daha sorguluyor. Birbiriyle bağlantılı bu üç öykü oldukça sağlam. Hiç kolay bir okuma serüveni değil ama dil ince ince işlenmiş ve çok dolu. Mutlaka denemeniz gereken bir yazar. Ben devam edeceğim. Sıradaki eser konusunda tavsiye verebilirsiniz. Bir tavsiyem daha olsun, mutlaka 1000Kitap’ta alıntılar kısmına bakın, çok güzel cümleler var.

9/10


Nihad Siris - Sessizlik Ve Gürültü
Tek oturuşta, bir otobüs yolculuğunda okuduğum muhteşem bir kitap. Niğde-Ankara otoyolunun ıssızlığında okuduğum, AŞTİ’ye inmeme 10 dakika kala bitirdiğimde birkaç farklı duygu hissetmiştim. Bir, bu kadar yoğun bir konu nasıl bu kadar akıcı anlatılabiliyor; iki, nasıl bir distopya bu kadar gerçeğe yakın olabiliyor; üç, temel distopik öğeler nasıl bu kadar iç içe geçebiliyor?

Üç duyguyu da anlamlandırabiliyorum. Daha önce akıcı kitap okumamış değilim, distopyalar da zaten gerçekliklerle ilişkilidir, ögeler meselesine gelirsek de herhalde bu da iyi bir teknik ile halledilebilir. Edebiyat onlarca yetenekli yazarla dolu sonuçta. Fakat ikinci sebebin en önemlisi olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de yaşayan biri için en vurucu olanın o olduğuna inanıyorum. Kitabın konusuna değinmesem olmaz değil mi?

Yazar Fethi Şiyn bilinmeyen bir Arap ülkesinde eskiden ünlü olan bir yazardır. Eskiden kelimesi önemli çünkü Şiyn bazı şeyleri reddeder ve bunun sonucu olarak ününü olmasa da gördüğü ilgiyi kaybeder. Yazması yasaktır, Lider’e biat etmeyen tüm kalemler gibi. Şiyn’in sıcak bir yaz sabahı uyandığı gün, Lider’in iktidarı ele geçirişinin yirminci yıl dönümüdür. Bir hafta süren kutlamalar onlarca insanın ölümüne sebep olur. Yaşanan izdihamlar ve hastanelerde yaşanan doluluklardan sebepli müdahale eksikliğidir bunun sebebi. Fakat bu sorun değildir çünkü Lider uğruna yapılan bir şeyde ölmek bir onurdur. İşte Şiyn böyle bir toplumda, bize çok uzak olmayan bir toplumda yazmayı reddeder. Çünkü ya Lider’in borazanı olacaktır ya da kabirin tadına bakacaktır. Şiyn’in içinde bırakıldığı bu ikileme evleneceği kadın olan annesi ve evleneceği kadın olan Lema’nın da dahil edilmesiyle iyice çıkmaza düşer. Ya onurundan vazgeçecek ya da yaşamından.

Lider’in kurduğu o sistemin bizim de dahil olduğumuz Orta Doğu coğrafyasının değişmez bir parçası olması ilginç geldi belki bana. Kutsal hale getirilen, varlığı Tanrı’nın bir lütfu olan liderler bu coğrafyanın her yanında. İzdiham yoluyla değil de pandemi ortasında salonları akın akın dolduran kalabalıklar gördük biz. Aynı Lider’de olduğu gibi onun da fotoğrafları her yerde. Aynı Lider’de olduğu gibi onun da şahsına yönelik konuşmak bile tehlikeli ve onun aleyhinde olan her şey teröristçe, dış güçlerle beslenmiştir.

Lider’in borazanlarının yarattığı bir gürültü yığını içinde, aydınlık, aşk ve ceza gibi kavramlara değinen başaralı bir yazar. Jaguar kalitesiyle bir kitabı daha bitirdim. Yazarın başka kitapları çevrimiş olsa onları da okumak isterdim.

9/10

13 Beğeni

William McNeil Dünya Tarihi kitabını okuyorum.

Genel itibarı ile oldukça dengeli bir dünya tarihi kitabı. Piyasa çokça bulunan “Dünya Tarihi” adı altında satılıp %90’ı “Avrupa Tarihi” olan kitaplardan değil. Her döneme, her coğrafyaya, her topluma eşit davranarak, belli kısımlara derinlemesine girip belli kısımları üstünkörü bırakmıyor. Dönem toplumlarının sanat, bilim, mimarlık, teknoloji gibi bilişsel tarihine değinmesi de güzel. Çevirmeni Alaeddin Şenel de açıklayıcı dipnotlar ve ufak eklemeler ile metni çok daha anlaşılabilir bir hale getirmiş.

Yanlız yazar bazı görseller için renklerinin canlılığından, iki tablo arasındaki renk farklarından, renk uyumundan bahsediyor fakat imge 160TL’ye sattığı kitabın tüm görsellerini renksiz bastığı için bunların bir anlamı kalmıyor.

21 Beğeni

Sir Gawain ve Yeşil Şövalye (Çeviren: Nazmi Ağıl)

On dördüncü yüzyılın bilinmezliklerle örülü sosyokültürel mirasından doğan bir “şövalye romansı” olarak Sir Gawain ve Yeşil Şövalye, yüzeyde, dinleyicisine heyecan dolu bir “oyun içinde oyun” sunan “ateş başı” anlatısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir Noel vakti, “hikâyelere aç” Kral Arthur’un masasında peydahlanan macera, baş karakterimiz Gawain’in Yeşil Şövalye isimli gizemli bir “adam” ile bir baş kesme oyununa girişmesi ve ardından yaşayacağı bir yol hikâyesinden ibârettir. Yazarı bilinmeyen bu anlatı, bu Orta Çağ fantazmagorisi, nefis bir ritim, şaşırtıcı virajlar ve etkileyici iç ve dış alan betimlemeleri içeren yazıdan çok sese yakışan bir yaratıdır. Ancak bu "ateş başı şiir"inin ozanı, bize yalnızca hikâye anlatıcılığının püf noktalarını sunmaktan fazlasını da vermektedir. Derinlere indikçe kendimizi bir sonsuzluğun içinde bulmamak işten bile değildir. Orta Çağ mizojinisinin yatağında doğan bu eril anlatı nehri, beklenmedik dişil bir damardan kuvvetini almaktadır. Nehrin dibinde bizi anlatının -ve hayatın- yüzeyinden dışlanan figüratif ve sembolik bir feminen tortu beklemektedir. Gawain’in suçlamaları Havva’ya dek götürdüğü antifeminist bir manifestoyla sonlanan metin, aslında domine eden ve kader belirleyen, “anlaşılmaz ve gizemli” kadınların yazıp yönettiği -ve oynadığı- bir feminen figürler tiyatrosudur. Bir tılsım olarak Meryem ve yaratıcı olarak Morgan ile fetişize edilmiş iki dişil anıta, ihtişamlı Guinevere ile derinlikli “baştan çıkarıcı” Lady Bertilak ile iki dişil anıt daha eşlik eder. Kökenleri önce derinlere, oradan Jung’a uzanan bu dişil "iki"ler metin boyu refigürasyonlarla hikâyeyi ve kaderleri yazar. İkinin olduğu yerde üç de eksik olmaz elbette, ve nihayetinde beş. Beş köşeli yıldız, beş fazilet, beş yara ile metin Hristiyanlık öncesi zihnini bir Noel hikâyesine taşırken bir yandan da eril ve dişilin doğasına uzanan bir maceranın ta kendisi olur. Pentagramın sonsuz kusursuzluğundan, Lady Bertilak’ın hediyesi altın sırmalı yeşil kuşağın erotik utanç ve kastrasyon korkusu ile dolu sonlu kusurluluğuna uzanan bir metafor maratonu izlemekteyizdir aslında. Sir Gawain ve Yeşil Şövalye, nefes alan bir tarih sunar bize. Kendiliğimizin derinliklerine uzanan evrensel bir macera, hikâye anlatıcılığının yadsınamaz dişil doğasına bir güzelleme.

Sayısız kez yeniden Modern İngilizce’ye çevrilen metni, Türkçede Nazmi Ağıl’ın hikâyeyi iliklerimize dek hissettiren özenli çevirisi ile okumak da gerçekten büyük bir şans. Şimdi David Lowery’nin 2021 yapımı uyarlaması The Green Knight da gösterimdeyken yeniden bu hikâyeyi okumak ve üzerine derinlemesine düşünmek için tam zamanı. Lowery’nin hikâyeyi ele alışı ile bu değerli metin, gizli kalmış feminen doğasına yeniden kavuşuyor. Hikâyeyi kadınlar yazıyor, oyunu kadınlar oynuyor, bağlar kopuyor, sınırlar esniyor, her şey çürüyor. Lady Bertilak’ın sesi yükseliyor, ayak izlerimizi çimenler bürüyor, doğa bizi ele geçiriyor. Ve ormanın derinliklerindeki tilki bize fısıldıyor, eve geri dön. Yeşil, aslında dişil. Sir Gawain ve Yeşil Şövalye, hikâyelerin kökenine bizi bağlayan bir göbek kordonu.

13 Beğeni

Keşke başka bir şey dileseymişim, ama bu kadar kalpten istediğim bir şeyin var olmasıyla yetineyim.
Biri seri için bir youtube kanalı açmış ve içinde kitap özetleri var👌

https://youtube.com/channel/UCV9ins9xzbeDBnfS6-eQBXw

1 Beğeni

Bu ciltte öykülerden öykülere sürüklendik. Eğlendiren, düşündüren, şaşırtan; kısacası tüm duyguları hissettiren bir cilt oldu. Gaiman’ın kıskandıracak kalemi ve zihni var. Pek de kıskanamıyorum çünkü bambaşka seviyede. Zaten tarzlarımız da zaten hiç uyuşmuyor. Mitolojiye veya tarihi bir olaya yorum getirme işi benlik değil.

Kardeşlerin de sahne alması okuma şevkimi katladı. Özellikle Ölüm’ü görmek (kendisi seri içerisinde favori karakterim olur) yüzüme tebessüm konduruyor. Evet. Oldukça tezat bir durum.

Giriş öyküsü kısaydı. Öğütleyici nitelikteydi. Anladığım kadarıyla Gaiman şöyle söylemek istemiş: ‘‘Dene, kazanma ihtimalini göz önünde bulundurarak kaybet. Denememek, mağlubiyeti baştan kabullenmektir zaten. Yenil, ama dene.’’

İkinci öykü, Joshua Norton’un öyküsü. Yaşanmış tarihi bir olaydan alıntı bir hikaye ve Neil Gaiman’ın kendi kurgusuna göre şekillendirmesi müthiş bir iş. Kim bilir, belki de tam da Gaiman’ın anlattığı gibi olmuştur.

Üçüncü öykü, Fransa’nın terör dönemini anlatan, Rousseau etkisinde kalmış Robespierre’in hikayesi. Fakat yine Gaiman’ın kendi hikayesine göre kurguladığı bir şekilde sunuluyor bizlere. Keşke Joseph Fouche’a da yer verilseydi dedim. Ciltteki favori öykülerimden biri oldu. Oldukça beğendim.

Dördüncü öykü, virgülün ve cümle kullanımının arttığı, haliyle şiirselliğin ön planda olduğu bir anlatıma sahip. Gerek anlatım, gerek öykü, fena değildi. Sonu çok belli edildi, bu zaten herkesçe aşikar bir durum. Verilen mesaj güzeldi. Sadeydi. Düşünü kurduğumuz, aradığımız, peşinde koştuğumuz emellerimizin, özünde istemediğimiz şeyler olabileceği yahut ummadığımız gibi çıkabileceğiyle ilgiliydi. Ben böyle yorumladım. Yanlış da olabilir.

Beşinci öykü, muhteşem. Tarih-mitoloji ve Gaiman’ın kendince yorum katması… Çok beğendim. Çok sevdim. Anlatımda da farklılığa gidip yine uzun cümleler kullanmış fakat bu sefer ziyadesiyle teatral bir anlatıma bürünmüş. Mitolojiyi okumayı seviyorum. Ama bir yandan ise okumak ahlakımı bozabiliyor; çünkü din olgusu, gözümdeki ciddiyetini yitiriyor. Tüm dinler epik bir masaldan ve şiirden ibaret geliyor bana. İnsanların bir şeye amaç yükleme gayretiyle oluşmuş, korkuların doğurduğu sığınak. Neyse, bu öyküyü sevdim ve beğendim. Tarih-mitoloji harmanlama olayını Gaiman cidden iyi yapıyor. Özellikle bu öyküdeki duygu aktarımı çok başarılı. Gaiman’ın fikir çeşitliliği çok fazla. Yaratıcılık üst seviye. Haliyle ortaya ufak ufak öyküler çıkması doğal.

Altıncı öykü, benim de çok ilgi duyduğum tarihi bir kişilik olan Marco Polo’ya yer verilmiş. Dizisinin ilk sezonunu izlemiştim fakat beğenmemiştim. Marco’nun gezgin hallerini görmek istiyordum. Ama bütçe nedeniyle de imkansız bir durum tabii. Bu öyküyü de beğendim. Öykü sevmeyen biri olmama rağmen bu ciltteki öyküler nedense hiç sıkmadı beni. Gerçekten çok yaratıcı bir yorum katma kabiliyetine sahip Neil Gaiman.

Yedinci öykü, Orfeus’un Şarkısı… Şampiyonlar ligi. Her yönüyle şampiyonlar ligi. Fazlasına gerek yok. Tüyler diken. Neil Gaiman put, bense onun Yahudi’siyim. O Sergen Yalçın, bense yeteneğine yazık ettiği için eseflenen Lucescu’yum.

Sekizinci öykü, kutsal kitap olarak geçen mitlerde, Havva ile Adem’in farklı varyasyonlarını okuduğumuz bir öykü oldu. Habil ve Kabil’in anlattığı da fena değildi tabii, fakat Adem ile Havva miti ilgimi çok çekiyor. Eğlenceli, epik ve bol metafor barındıran bir hikayesi var bilindiği üzere. Çokça kez dinlemeye alıştığım için, eh, dediğim bir öykü oldu.

Dokuzuncu öykü, kullanılan punto yüzünden hiç odaklanamadım. Zaten okumadım. İnanılmaz derecede zor okunan bir punto kullanılmış. Nasıl okuyacağım bilmiyorum. Atlamadan okumaya çalışacağım, umarım okumayı başarabilirim. Belki düşüncelerimi sonradan ekleyebilirim.

Dizisini bekleyen arkadaşlar: Bu hataya sakın düşmeyin. İşin başında Gaiman var, evet, ama beni dinleyin. Gaiman’a değil, bana güvenin. Çünkü seride verilen edebi lezzeti, Gaiman’ın kendisi bile dizide veremez. Çok zor. Edebi bir şölen sunuluyor çizgi romanda. Çizgi roman okumayı sevmiyordum. Sandman yüzünden öteki çizgi romanlara da ilgim arttı. Seri yüzünden Vaiz’in ilk cildini sipariş ettim. Sandman maddi olarak bana bela açtı. Kendimce şunu söylemeliyim ki Gaiman romanlarına bulaşmayın. Bu adam tüm yeteneğini Sandman serisine kusmuş sanki. İnanın öyle. Bir daha kendisinin bile çıkamayacağı bir seviyeye çıkmış. Sandman okuyun, okutun.

Uzun süredir sadece Sandman okuyorum. Umarım DC comics reklam ücretlerimi karşılar. Neil Gaiman imzalı set de bekliyorum. Bari el değmişken birkaç seri daha yollasınlar, fena olmaz.

15 Beğeni

Bir Hikaye İncelemesi

Perili Ev - Virginia Woolf - (Bütün Öyküleri’nden) (Çeviren: Deniz Arslan)

1921 tarihli “Pazartesi ya da Salı” öykü derlemesinde Woolf, kulağımıza postmodern bir “Perili Ev” hikâyesi fısıldar. Geçmişin korkularının kurgusal bir dönüşümüdür bu. Yeni bir terör, kısacık ama vurucu bir şiir. Geride kalanlar, hissedilenler ve yaşananlar; Viktoryen doğaüstü hayaletinin yerini alan safi ışıktan bir sağanak. Woolf’un bizi hapsettiği bu hayaletli ev, kendi evimizdir aslında. Titreyen lambalar, süzülen güneşte yüzen toz zerreleri, kucakta kayan bir kitap, yalnızca sarı tarafı gözüken bir elma. Hangi saatte uyanırsınız uyanın, bir kapının kapandığı o bildik bilinmezliklerle dolu yuva. Adımlarda bırakılan anıların nabza dönüştüğü bizden bir parça. Woolf oynatırken kalemini defterinde, ikinci şahsa bu yüzden kaydırır durur sesini. Anlatılan sahiden bizizdir, kendi hayalet hikâyemizi yaratan yıldız tozları. Orada burada bırakılmış anılar, solan fotoğraflar, tozlanan raflar ruhsal bir höyük yaratır durur çünkü hayatımızda. Woolf da elbette, ruhların arkeologuna dönüşüverir. Uyku ile uyanıklık arası o gelgitli anlardan toplar solgun çiçekleri. Rüya ile gerçeğin silik sınırlarında dikilip durur, izler sessizce, tam da hayalet gibi. Gerçeği bulanıklaştıran o titrek algının ışığından besler mürekkebini. Hayalet hikâyesi, aşk hikâyesine evrilir. Ya da geri döner. Sınırların alabildiğine solukken, aşk da yalnızca bir hayalettir. Ne parlak kırmızı ne de capcanlı bir sarı barınır o yerde, yalnızca pastel, o da ölesiye solgun. Tek parlayan yalnızca gün ışığıdır, sessiz öğleden sonraların tozlu uzantısı, yeniden kavuşmanın o kadim simgesi, titrek bir uyandırıcı. Tek parlayan gömülü olandır yalnız, onların ve bizim hazinemiz, kalpteki ışık. Terör de belki de yalnızca bundan ibarettir, yok olmaya mahkum soluk hatıraların rüyalarda buluşan hayaletleri.

David Lowery’nin 2017 tarihli A Ghost Story’si Perili Ev’in ilk cümlesi ile açılır, hikâyenin olduğu sayfayı da filmin can alıcı bir anında kadrajına dahil eder. Lowery, Woolf’un bu postmodern hayalet hikâyesini ayrılık, acı ve baş etmeye dair nefis bir filme dönüştürür. Kenarları yuvarlanmış bir aşk mektubu, okunmamaya yazgılı bir mektup, gitmek ve kalmak üzerine sessiz bir şarkı. Bir rüya için ağıt.

7 Beğeni

Mavi Sürgün - Halikarnas Balıkçısı

Pembe sabahlar, mavi öğlenler, altın ikindiler ve menekşe akşamların diyarına bir yolculuk hikâyesi anlatır Halikarnas Balıkçısı Mavi Sürgün’ünde. Hikmetinden sual olunmaz İstiklal Mahkemesi’nin kararı onu hayatının en güzel yıllarına postalarken, Halikarnas Balıkçısı maviliklerden kendine uzanan bir seferin kaptanına dönüşür. Yıllar geçer, demlenir mavi, alır kalemi, yazar Balıkçı. O Mavi Anadolucu damar tıp tıp atar kelimelerinde, hissedersiniz akan o Akdeniz gibi tuzlu kanın heyecanla akışını. Rutinden, her günkü hayatın fenalığından, güneş batarken insanın içini kaplayan o hasretten alır kuvvetini, Mavi Anadolu’nun üzerliklerine övgülerle koyulur yola Balıkçı. Zamanında Shakespeare’lerin, Dante’lerin, Milton’ların sayfalarına mücevher gibi saçtıkları o Meçhul Diyar ve Tılsımlı Ada ütopyasına bağlar kalbini, kendi oyduğu tünelinden kaçmak için var gücüyle mücadele eder, yine kendiyle. Yolu, geçmişe çıkar, Eski Yunan’a. Durur mesele bir anda, kollarında jandarma, izlerken Çine Çayı’nı aklına düşer Marsiyas ve Apollon arasındaki o meşhur yarışma. Sonra Gökbel’e dalar gider, dünyaya ait olmayan bu yabanıllıkta aklına Faust’tan bir sahne düşüverir. Yere, denize ve vakte sevdalıdır Balıkçı. Alabildiğine hesapsız, içten o Mavi Anadoluluk sayesinde kalemine bulaşması olası o üst-orta sınıf ayrıcalıklı erkek bakışını da serin sularda yıkayıverir. Kimliğini siler, denizlere dahil olur. Avucunun mavileşmediğine şaşacak, dev gibi gökler ve denizlerin diyarında saydam bir maviliğe dönüşüm hikayesidir bu. Bir özlem, bir kavuşma ve bir ayrılıştan vücut bulan o dışarılık hissi belki de bundan ibarettir. Mavi Sürgün, kurmaca ile gerçeğin sınırlarında bir oyundur. Halikarnas Balıkçısı da Homo Ludens’in vücut bulmuş hali.

7 Beğeni

Kara Kule(4) - Büyücü ve Cam Küre

Sonunda bitti. Hem geçmişi anlatması hem de büyük bir çoğunluğunun gergin bir bekleyiş içinde geçmesi nedeniyle ilgimi pek çekmemişti ve kitabı yaklaşık bir yıla yakındır erteliyordum. Ancak serinin devamını merak ettiğim için %20’lik bir kısmı atladım ve öyle devam ettim. Sonu fena değildi ancak kitabı bütünüyle okuyan birisinin finalden daha fazla memnun kalacağını düşünüyorum.

Kara Kule(5) - Calla’nın Kurtları

Hala okuyorum.
Hikaye normal Kara Kule seyrine geri dönüyor: Ana karakter grubu kuleyi aramaya devam ediyor; kıyamet sonrası (veya anı) neredeyse boş bir dünyada uzun yolculuklar yapıyorlar, çeşitli olaylarla karşılaşıyorlar, arkadaşlıklarını güçlendiriyorlar vs.
Şu an ilerleyişten memnunum.

5 Beğeni

image

Ucube Kocakarılar - Terry Pratchett

Cadılar alt serisinin 2. kitabında Havamumu Nineye yeniden kavuşmanın keyfine varırken; Ogg Ana ve Magrat’ın da eklenmesi ile beraber Cadıları ve onların bakışı ile Diskdünyayı güzelce bir sindirdim yine. Havamumu Nine, Ogg Ana ve Magrat’ın arasındaki kimya ve dinamizm mükemmeldi. Artık bekleyerek başında oturduğum nüktedanlıklar ile bol bol tebessüm ettirdi Ucube Kocakarılar. Tiyatro sanatına gösterilen saygı duruşu ve alt metinlerde işlenişi kitabın bir diğer başarılı öğesiydi. Benim geniş bir tiyatro ya da shakespeare kültürüm olmadığı için muhtemelen çoğu göndermeyi de kaçırmışımdır diye düşünüyorum ancak benim yakaladıklarımla bile saygı duyulası bir iş olduğu belli oluyordu.

Koçbaşı dağlarındaki ufak Lancre krallığında geçen yavan üst konu ise beni tatmin etmeyen kısmı oldu. Başarılı işlenen asıl etmenler ile göz ardı edilebilir bir krallık ve iktidar hikayesi gibi dursa da, kitabı gözümde mükemmel olmadan bir tık alt seviye tuttu gibi.

13 Beğeni

Stephen King - O
:clown_face:
Daha önce filmleri izlediğim için konuyu biliyordum. Bu yüzden sadece kitapta beğenmediğim yerlerden bahsedeceğim. İlk olarak anlatımı demek istiyorum. Bir bölüm karakterlerin çocukken yaşadıklarını okuyoruz. Ardından gelen bölüm karakterlerin yetişkinken yaptıkları. Bu beni epey sıktı ve yordu. İkinci beğenmediğim yer Pennywise’ nin basit bir şekilde kaybetmesi. Kitabı okurken nasıl olduğunu daha detaylı öğrenirim diye düşünüyordum. Son olarak ise Beverly’ nin yaptığı. Buna gerek var mıydı?
Bu yazdıklarım dışında kitabı sevdim.

11 Beğeni

Daisy Miller - Henry James (Çeviren: Gülümser Ağırer)

Henry James, bir görgü komedisi olarak açar sahneyi Daisy Miller’ında. Derinlerden bir ilhamla, bir esriklik fırtınasıyla yaratır eserini ve bu görgü komedisi buz dağının görünen kısmına dönüşüverir çevrilen her sayfada. Toplumsal baskı ve kısıtlamalardan ibaret Jamesyan atmosferde kendine özgürlük alanı yaratmaya ant içen bir kadın yükselir cümlelerin arasından: Lisa Johnson’ın deyimiyle “kovboy feminist” bir Amerikan kahramanı. Düşünce ve eylemlerinde özgür, kurallarını kendi yaratan bu kovboy feminist, Amerikan edebiyatından kadının objeden süjeye dönüşümünün de simgesidir. Cesur ve “iyi” bir kahraman olarak Daisy Miller’ı, başta âşığı Winterbourne olmak üzere içinde bulunduğu topluluğun tüm üyeleri patriyarkal bir ikili değerlendirme sistemine tabii tutup ona “kötü” ve “vahşi” etiketlerini layık görür. Masum, edilgen ve evcimen olmayı, yani "gerçek kadınlık kültü"nü, “safi yanlış” olduğunun altını çizen şiddetli kahkahası yerle yeksan eder. Daisy sokağa çıkar, geceyi her ne pahasına olursa olsun geri almak için dışarı atar kendini. İstediği yerleri görmezse ölecek, Kolezyum’u ay ışığında seyretmezse nefes alamayacak bir flanözdür. Maskülen bir motif olarak yürüme eylemini ve dış mekanın eril tahakkümünü inatla ve öfkeli neşesiyle tersine çevirir. Kendisine bir insan değil, erkek arzu ve cinselliğinin ürünü bir kategori olarak değerlendiren Winterbourne’a veryansın eder. Patriyarkanın hem kadın hem erkek temsilcilerine meydan okur, “ahlaksız” damgasını gururla taşır. Düzenin onu gizlemek için verdiği güneşliği erotik bir jest makinesine dönüştürür. Geleneksel dişil alanların değil, doğanın bir parçası olduğunu her hücresi ile savunur durur. Ve James bize meselenin bir Avrupa-Amerika zıtlıklar komedisinin çok ötesinde olduğunu her harfiyle bir kez daha gösterir. Daisy’e tepeden bakan tavrı metnin sonunda bambaşka bir bakışa yerini bırakır. Bir esriklik fırtınasının eseri, tüm zamanların en önemli feminist figürlerinden birini yaratan kıvılcıma dönüşür. Daisy’nin gür sesi sonsuzlukta yankılanır. Boyun eğmez ve durdurulamaz bu ses, kadının sessizlik hapishanesinden kurtuluşunun edebi anıtıdır. Baştan aşağı yanlış olmanın mağrurluğunda, zamana meydan okuyan.

7 Beğeni

@isos81

Sen yazarın kara delik fiziğine gösterdiği hassasiyeti merak edince, olay ufkunun dışarısından içeriyi gözlemleme gibi bir hatanın yapılmadığını konuşmuştuk. Ama şimdi başka bir konunun altında bit yeniği var mı diye işkillendim. :slight_smile:

Hikayede vurgulandığı gibi, olay ufkunun içerisine düşen gemi ve mürettebatı için zaman, kara deliğin yerçekiminden çok uzaktaki bir gezegendeki zamana kıyasla çok yavaş geçiyor. Yani olay ufkunun içerisindeki mürettebat için 1 gün geçiyorsa, o uzak gezegende belki de yıllar geçmiş oluyor. Adam yaşlanıp öldükten sonra bile, sevgilisinin büyük ihtimalle hayatta olacağını düşünüp suçluluk psikolojisi altında eziliyor (survivor’s guilt). Buraya kadar sanırım bir kural ihlali yok.

Benim merak ettiğim ve kitapta açıklanmamış kısım ise, olay ufkundaki geminin ne kadar sürede kara deliğin singularity’sine erişip yok olacağı (gemi singularitye belli bir mesafede atom-altı parçacıklarına ayrılıp yok olacak ve mürettebat ölecek, hayatta kalacakları, uzun veya kısa, sınırlı bir süre var).

Yazar hatırladığım kadarıyla kara deliğin cinsini açıklamıyordu, ama hayatta kalan kahramanın yukarıda bahsedilen psikolojisi ele alınınca, bunun bir süper kütleli kara delik olduğu anlaşılıyor. Aksi takdirde, daha küçük bir kara delikte, gemi olay ufkuna henüz girmeye başlamadan bile önce, yerçekiminin mürettebatın kafalarıyla ayakları arasında yaratacağı aşırı kuvvet farkı, onları spagghettification diye tabir edilen şekilde koparıp öldürecekti.

O zaman geriye geminin süper kütleli bir kara delikte ne kadar süre hayatta kalabilecekleri sorusu kalıyor. Böyle büyük bir kara deliğin olay ufkuyla singularitysi arasındaki muazzam mesafe, ideal koşullarda gemi mürettebatının yıllar boyunca yaşayabilmesini teoride mümkün kılsa da, yanıt, araştırdığım kadarıyla, belki bir kaç gün. Sebebiyse mürettebatın 7/24 kara deliğin içindeki yüksek enerjili radyasyona maruz kalacağı gerçeği :slight_smile: .

Yine de sonuç olarak o bir kaç gün bile dışarıda yıllara tekabül edebileceği için, Frederik Pohl benim fikrimce bu konuda da önemli bir hata yapmamış.

Sence kaçırmış olabileceğim veya yanlış bildiğim bir yer var mı?

2 Beğeni

Hocam Ramadan benim favori hikayelerimden biri (dokuzuncu hikayenin hangisi olduğunu anlayamamıştım yorumunuzu ilk okuduğumda, az önce kitabı açıp baktım). İlk okuduğumda sanırım benim de göz numaram temizinden bir 0.25 yükselmiştir (Metrobüste, 7 inç telefon ekranından okumuştum, Allah affetsin. Zoom yapabiliyor olmak güzeldi yalnız). Ama değdi :roll_eyes:

3 Beğeni

Aslında bir kara delik uzmanı değilim, sadece astrofizik ve teorik fiziğe özel ilgim var, birçok okuma yaptım. Bildiğim kadarıyla olay ufku sonrası bazı hesaplamalar yapılabilse de tamamen spekülasyon (Bu spekülasyonlardan en sevdiğim de, içinde bulunduğumuz evrenin, bir kara deliğin tekillik noktasında yer alıyor olma durumu :slight_smile:).

Burada bence de bir sıkıntı yok. Zaten Interstellar filminde de benzerini görmüştük. Gezegene inenler birkaç saat orada kalmış olsa da, uzay gemisine döndüklerinde siyahi mürettebat yaşlanmış, sakalları beyazlamıştı..

Benim bildiğim, olay ufkuna girdikten sonra başlıyor spagettileşme zira o noktadan önce hala kara delikten kaçma şansı var. Birkaç yere baktım, sonra şöyle bir şey gördüm:

When you start feeling pain depends on the size of the black hole. If you’re falling into a supermassive black hole, you’ll begin to notice the tidal forces within about 600,000 kilometers (372,822 miles) of the center – after you’ve already crossed the event horizon. If you’re falling into a stellar black hole, you’ll start feeling uncomfortable within 6,000 kilometers (3,728 miles) of the center, long before you cross the horizon.

Edit: Bunu tekrar okuyunca yanlış yorumladığımı fark ettim. Eğer stellar ise dediğin gibi olay ufkuna daha girmeden makarna olunuyormuş (ki alttaki video da destekliyor bunu).

Bunu doğru kabul edersek, kara delik kütlesi hakkında fikrimiz olması çok mümkün değil çünkü olay ufku sonrasında başlıyor makarnalaşma. Ama sonra şu videoyu izledim (ki What If sevdiğim bir kanaldır). Bu da senin dediklerini destekliyor.

Bu videoya göre stellar kara delik olsaydı, daha olay ufkuna gelmeden paramparça olman gerekirdi. Ama süper kütleli kara delikte işler değişiyor. O zaman dediğin gibi merkeze doğru yol alıyorsun. Bu yolculuk da radyasyon, yerçekimi gibi kuvvetlere geminin ne kadar direnebileceği ile orantılı olsa gerek (yanlış hatırlamıyorsam gemiyle birlikte düşüyorlar kara deliğe).

Buna da katılıyorum. Dediğim gibi, kara delik bilgim üst düzey değil ama rahatsız edici netlikte bir hata da göremedim. :slight_smile:

4 Beğeni

Vallahi ben bir yerde konusu açılsa da olaya balıklama dalsam diye kolluyorum sürekli, itiraf edeyim. O yüzden teşekkür etmesi gereken benim. :slight_smile:

Thorne’u zaten takip ediyordum, film sonrası açıklamalarını da izledim. Benim de sevdiğim filmlerdendir Interstellar.

1 Beğeni

image

Son Ceset - Celil Oker

Yanlış hatırlamıyorsam 5. Celil Oker kitabım oldu Son Ceset. Artık belirli bir örüntüde (pattern) gittiğimize eminim, bu da okuma zevkini (benim durumumda dinleme zevkini) biraz baltalıyor maalesef. Murat Atıl seslendirmiş kitabı, daha önce dinlememiştim ama diyaloglar hariç gayet başarılıydı.

Bu kitapta özel dedektifimiz hafif şantajvari bir teklif sonrası bir politikacının eşinden bir iş alıyor. Ancak her zaman olduğu gibi bir cinayet işleniyor ve Ünal kendini cinayeti araştırırken buluyor. Bu seferki olay örgüsünü çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim maalesef, zaten dolu dolu kitaplar da olmadığı için geriye pek bir şey kalmıyor. Ayrıca, kitabın başındaki erotizmin hikayeye ne kattığını hiç anlayamadım, sırf yazmış olmak için yazılmış gibiydi.

Oker’le ilgili birkaç tavsiyede bulunayım:

  1. Kitapları okurken arka arkaya okumayın (kitaplar bağımsız zaten).
  2. Olaylar birbirinden bağımsız olsa da kronolojik okumanızda fayda var zira bazı karakterler sonraki kitaplarda da karşımıza çıkabiliyor.
  3. Yukarıda bahsettiğim örüntü ve tekrar hissinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu konuda beklentinizi azaltırsanız kitaptan alacağınız zevkin artma ihtimali oluşur.

6 ay sonra görüşmek üzere Remzi Ünal. :slight_smile:

10 Beğeni

KENDİME DÜŞÜNCELER

Seneca’nın Ahlak Mektupları’ndan sonra okuduğum ikinci Stoik Felsefe kitabı oldu. Stoacılık ne bilmiyorsanız bu kitabı okuyarak öğrenmeye başlayabilirsiniz. Kısa, dili basit ve Stoacılık genellikle davranışlara odaklandığı için anlaması kolay bir kitap.

Özellikle 4-5 düşüncenin onlarca kez tekrar ettiğini göreceksiniz. Marcus Aurelius’un bunu bir kitap olarak yazmadığını, aldığı notların ve kendine telkinlerinin derlemesi olduğunu unutmayın.

13 Beğeni

Keşifler Zamanı //Barış Müstecaplıoğlu

Eymar ismindeki karakterin yolculuğunun anlatıldığı bölümlerde gerçekten sıkıldım ve hoşlanmadım okurken. Bunun dışında ise yine çok severek okudum. Hemencecik bitti zaten. Perg Efsanelerini okuyalı baya zaman geçmiş. Daha yakın zamanlarda okumak isterdim olayları daha rahat hatırlamak için. Bakalım bu maceralar nasıl sonlanacak :hugs:.

10 Beğeni


Georges Perec - Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi

Hiç Perec okumamış biri için ne kadar absürt ve eksikse, Perec’e alışkın kişiler için de eksik bir metin. Perec’in Paris’in bir bölgesinde farklı mekanlarda oturup gözlemler yapmasına şahit oluyoruz. Toplam üç günlük gözlemler bunlar. İnsanlara dair neredeyse hiçbir şey yok ve tamamen çevredeki nesneler söz konusu. Özellikle de otobüsler. Benim de çok sevdiğim bir şeydir otobüs hatlarını bilmek ve mümkünse farklı hatları deneyerek yolculuk yapmak. Bu açıdan benim için keyifli olması beklenebilir. Fakat Perec’e alışıldığı üzere deneysel takılıyor. Oulipo’nun en sağlam ismi belki de. Fakat bu kitapta deneysel oyunlar da yok. Genel olarak küçük bir gözlem denemesi diyelim. Hızlı okunuyor orası kesin. Çünkü olay yok.

O açıdan oldukça ortalama bir kitap. Sevmeyeni okumasın bence. Yine de Perec her zaman iyidir.
7/10

11 Beğeni