Onu da okuruz. Yaşımız daha genç. 25 genç mi yoksa her şey için çok mu geç xd
Gayet genç bence. Keşke ben de 25 yaşında olsam.
İŞTE TANRILAR - ISAAC ASIMOV
Yazarın okuduğum ilk kitabıydı ve aşırı beğendim, elimden bırakasım gelmedi. Tabii bunun bana iyi ve kötü yönleri oldu. İyi yönü seveceğim bir yazar daha kazanmış oldum, kötü yönü tonla para gidecek
Kitapta bilimsel birtakım yazılar var ama o kısımların fazla üstünde durmazsanız kitap su gibi akar, yok 2-3 kere daha okuyayım ne demek istemiş ne anlatmaya çalışıyor falan derseniz yine anlamama olasılığı bir hayli yüksek. Çeviren not ile bazı terimleri anlatmış onları bile pek anlamadım ama konu olarak resmen kitap sizi o evrene çekiyor diyebilirim. Eğer paralel evrenlere dair merakınız da varsa kesinlikle beğenirsiniz.
Sonuç olarak kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.
Kitaba puanım: 9.5/10
Herkese iyi geceler, iyi okumalar dilerim
Varoluş ve din üzerine sorgulamalar yapmak için Borges’ın Babil Kütüphanesine dayandırdığı bir ortam kurgulayan yazar, sonsuz ihtimal içinde bir hakikati aramanın imkansızlığını, bu arayış sürecinde insanların psikolojilerini korumak adına şiddete-yalnızlığa-kurban vermeye-kendini cezalandırılmaya olan meyillerini gözler önüne seriyor.
Belki de cehennem kıyametin hiç kopmamasıdır. Sonlu sonsuzluk karşısında kurtuluşu vaat edilen insanın çırpınışını anlatan kısa ama etkili bir hikaye.
ESKİ MISIR TARİHİ
Yazarın Eski Yakındoğu Tarihi kitabını okuyup beğendiğim için aynı formatta olan bu kitabını da okumaya karar verdim.
Kitap tarih öncesi Mısır’dan başlayıp Roma’nın ikiye bölünmesine kadar olan dönemi kapsıyor ve çoğunlukla siyasi tarihe odaklanıyor. Her dönem için iç siyaset, dış ilişkiler, din, dil ve sanat anlayışındaki değişiklikler, teknolojik gelişmeler ve mezarlar başta olmak üzere büyük inşa projelerine değiniyor.
Anlatım resimler, haritalar ve anekdotlar ile zenginleştirilmiş. Ayrıca eski yazıların çevirilerine ve tarihçilerin üzerinde anlaşamadığı kısımlara da yer verilmiş.
Mısır tarihini merak edenlere öneririm.
Yedinci cilt, serinin en güçlü hikayelerinden birini sundu. Morpheus ile Hezeyan’ın, Yıkım’ı arayışına şahit olduk. Kendi adıma bu cildin bir başyapıt olduğunu söyleyebilirim.
Nereden başlayacağımı bilemiyorum: Yıkım’ın yaşam felsefesi edinilecek konuşmasına methiyeler mi dizmeliyim; sonsuz yaşama sahip Rüya ve Hezeyan’ın, yolculuk süresince edindiği ufak tecrübelerin büyük değişimlere yol açtığını mı anlatmalıyım; yahut temiz bir dille, derin bir hikayeyle bizlere muhteşem bir sunum yapan Gaiman’ı tebrik mi etmeliyim? Zor bir durum içerisindeyim.
Kardeşlerin tümünü gördüğümüz bir cilt oldu. Hepsi kanlı sonsuz karşımızdaydı. Fakat sadece gördük mü gördük onları? Sadece bedenen mi gördük onları?
Hikaye boyunca Morpheus ve Hezeyan’ın diyalogları yer yer tebessüm ettirse de, aslında yürek burkan bir altyapıya sahipti. Morpheus zaten iletişim konusunda sıkıntı çeken birisi. Üstüne Hezeyan’ın şirin deliliği de eklenince, ortaya büyük bir kopukluk çıktı. Aralarındaki iletişimde bir türlü birbirlerine ulaşamadılar. Hezeyan, bence kardeşler içerisinde en yalnızı. Morpheus’dan bile yalnız. Kimsenin anlayamadığı, münakaşadan uzak durulan, kardeşlerin en küçüğü, en masumu.
Yıkım, bize yüklenen sorumlulukları ve kendimize yüklediğimiz sorumlulukları terk edebileceğimizi, ve ne yapmak istiyorsak onu yapmakta özgür olduğumuzu hatırlattı. Kendi arzularının peşinden koştu. Onu yaratan fani zihinlerin beklentilerine kulak asmayı bıraktı, kendi arzusunun beklentilerine kulak verdi. Kendi gibi davranmak istedi Yıkım.
Rüya, kibirden ve egodan oluşmuş yüksek duvarlarını yıktı sonunda. Vazgeçti oğlu için gururundan. Değişim, kendin olmaktan çıkmak anlamına gelmez. Rüya anladı nihayet. Ve kucakladı Ölüm’ü, Keder’i, ve Kader’i, ve Hezeyan’ı, hatta Arzu’yu.
Bu cilt acıklıydı. Fantastik karakterler ve fantastik durumlar üzerinden anlatılmış gerçekçi, çarpıcı bir hikaye.
Basit görünen ölümler gerçekleşti hikayede. Aniden, öylece ölüverdi bazıları. Ölümün ne kadar basit, hayatın ne kadar anlamsız olduğunu bizlere hatırlattı. Kurduğumuz düşlerin tek bir nefesle son bulabileceği gerçeği. Lakin bu anlamsızlığa, kendimizce bir anlam, bir gaye yükleyerek yaşamı mantıklı kılabileceğimizi de görmüş olduk.
Düşüncelerim bu yönde; çünkü Yıkım, madalyonun iki yüzü olduğunu söyledi: ‘‘Ablamız (Ölüm) hayatı tanımlıyor, tıpkı Keder’in umudu, Arzu’nun nefreti, Kader’in özgürlüğü tanımladığı gibi.’’
Her zaman daha fazlası vardır, özellikle Sandman için. İllaki kaçırdığım detaylar olmuştur. Başka okurların yorumları da okunmalı.
Usulca yaklaşıyorum Sandman’i bitirmeye,
Hazır değilim bu uzun süreli birlikteliğin bitmesine.
Köpek Suratlı Maymun - Jaroslav Hasek
Aslan Asker Şvayk’ı Storytel’de bulamayınca Hasek’in öykü kitabı olan Köpek Suratlı Maymun’u dinlemeye karar verdim. Çok yanlış bir tercih yapmışım. Baştan sona sıkıldığım bir kitap oldu. Seslendirme de biraz yavan geldi. Neyse ki okuduğum diğer yorumlarda Şvayk’ın çok daha iyi olduğu söylenmiş (umudumu kaybetmedim).
Öykü sevmeyen biri olarak bende mi sorun yoksa kitaptaki öyküler mi başarısız bilemiyorum. Hatırladığım kadarıyla şu ana kadar tek sevdiğim öykü kitabı Sherlock Holmes oldu (onda da kısa kısa anlatıp olaylar çözüldüğü için sevmiştim sanırım). Bu kitapta ise toplam 11 öykü var ve bir kısmı yavan, bir kısmının belli bir sonu bile yok, bir kısmı da hicv içeriyor (onlar biraz ilgimi çekti, itiraf edeyim). Öykü severler şans verebilir ama benim için vasatın altında kaldı maalesef.
R.U.R.- Rossum’um Uluslararası Robotları // Karel Capek
Kısa bir kitap okumak istedim çabuk bitmesi için tiyatro formatında yazılmış meğerse 1 oturuşta bitti . Robot kelimesini dünya dillerine kazandıran yazarmış bu açıdan önemli bir kitap. Benzer hikayeler çok okudum daha önce pek etkilenmedim bu nedenle. Yani olsa da olur olmasa da olur diye düşünüyorum.
Doğan Cüceloğlu -Korku Kültürü’nü okuyorum. Örnekler fazla uzatılmış ama güzel, anlaşılır. Kitap 2004 basım o yüzden şu alıntıyı paylaşmak istiyorum.
Bay Moscarda bir gün eşinden burnunun sağa yatık olduğunu duyunca, tepesi karlarla dolu dağların ortasında yürek yırtan bir çığlık kopuvermiş ve Bay Moscarda’nın tüm akıl sağlığı, çığ etkisi yaratan bu cümlenin altında kalmıştır.
Peki, bir cümleyi bu kadar sarsıcı yapan nedir? Tüm ömrünüzü kendi bedeniniz içinde geçirmenize rağmen (astral seyahatler ve hastanede sıra beklenilen zamanlar hariç) bedeniniz hakkında bir gerçeği bir ömür boyu fark edememiş olmak gerçeklik algınızı sorgulamanıza sebep olabilir.
Algılarımız sayesinde yaptığımız yorumlarla, hakkında fikirler edinip bu fikirlerin temellendirmesi ile oluşturduğumuz gerçeklik kavramımız, aslında çok hassas bir ipin üzerinde değil mi sizce de?
Algılarımız yanılabilr, algılarımız etkilenebilir, algılarımız çoktan başka bir şeyin kontrolünde olabilir. Ve biz ölçüm aletinin kusurundan habersiz ölçüm yaparken yanlış bir veri elde edip bu veriyle de bir gerçeklik inşa ettiğimizde bir gün bu binanın altında kalmamız kaçınılmaz değil midir?
Kendimizi kendi algılarımızla tanıma şansımız böyle riskler içerirken başkalarının algılarına güvenip bir gerçeklik inşaa işine girsek peki? Bu defa da onum bakış açısının ne kadar güvenilir olduğunu sorgulamamız gerekir. Her insan muhatabı olduğu kişinin algılarında bir izdüşüm oluşturur. Bu izdüşüme gerçeğin ta kendisi deme şansımız yok. Başkalarından aldığımız verilerle kendimizin ancak bir kesitini elde edebiliriz. Ki bu da karşı tarafın algılarının yanılma payı yapmadan ölçüm yapabildiğini varsayarsak.
Bir de işin iletişim boyutu var. Muhatabımız bizim hakkımızda görüşlerini bizle kelimeler yoluyla paylaşacak olsun. Bir kelimenin bile herkesçe farklı bir yorumu olabilir. Ve bir kaç kelimeden oluşan bir cümle kelime başı farklı yorum olabilir. Her kelimeyi bir resim olarak ele alırsanız bu resmi herkesin farklı yorumlaması mümkündür. Dolayısı ile muhatabımız bize anlatmayı umduğu şeyi en iyi karşıladığını düşündüğü cümleyi kurarken biz aslında o kelimleri kendimizce yorumlayacak ve muhatabımızın asıl bahsetmek istediği şeyi belki kavrayamacağız bile.
Ve gerçekliğimiz yine bulanık bir suya dönecek. Muhatabımız her açıdan tanırsak belki kast etmek istediği anlamı kurduğu cümlelerden çıkarabiliriz. Ama daha kendimizi bile hatalı tanıyıp tanımadığımız konusunda şüpheliyken karşımızdaki isterse hayat ortağımız olsun onu her açıdan tanımak ve aklından geçeni onun aklındaki bir hücre kadar iyi bilebilmemiz mümkün müdür?
İşin tam bu noktasında etrafımıza bir baktığımız zaman, çevremizdeki insanları aslında oldukları gerçeklikleri ile değil, bizim onları algılamamızla öyle olduklarını varsaydığımız kurgusal rolleri içinde görmemiz gerekmez mi? Gerçeklik ve kurgusallığın belirsiz yüzdelerle dağıldığı bir varlık sahası mı elimizde kalan tüm bu sorgulamaların sonunda?
Şimdi çizginin hangi tarafında durmak daha sağlıklı? Delilik, bünyemizde, bir soruyla kapısını açtığımız bir hücrede kilitli mi? Farkındalığa iten bir sebep ile normalde fark etmediğimiz ama hep orada olan şeylere karşı artık duyarsız kalamamak mı delilik? Yoksa en son bakış açımızla bir önceki ruh halimizi değerlendirmek yine bir ölçüm hatası mı?
- sayfanın sonunda burama kadar doldum işte. Yazarken yazacaklarımı unuttum dua edin xd
(Yazımımda anlam karmaşası, hata, veya herhangi bir kusur olursa affola. Uykusuzluktan ölüyorum.)
Bu tiyatro oyunuyla tanışmama vesilen olan kişi Neil Gaiman’dan başkası değil. Öylesine büyük bir zeka ki, Sandman serisi için nokta atışı uyacak bir esinlenmede bulunmuş. Shakespeare zekasından az kalır yanı yok.
Shakespeare için 200 üzeri IQ’ya sahip olduğu söylenir. Zekasındaki yüceliği gördüm. Oyunu beğenmedim açıkçası. Fakat Shakespeare’in sunduğu metaforlar, absürt aşk komedisi, ironi, gerçek ve düş, ve insanın doğasını çözümlemiş aklı sahiden etkileyici.
Bilinçaltı üzerine teşhisleri ve aşka dair nükteli tutumunu sevdim. Eserlerindeki karakter öldürme sevdasından çokça bahsedilir. Bu eserinde, eser içerisinde sergilenen bir tiyatro oyununda karakterlerini bir bir indiriyor. Sanırım kendi eserlerini de selamlamış.
Uzunca bir inceleme yazmayı düşünüyordum. Vazgeçtim.
Shakespeare, okuruna karşı alaycı bir tutum sergilemiş. Bunu muzip bir dille yapmış olmasına rağmen onun Oyununa gelmeyeceğim.
Oyunun anlatmak ve aktarmak istediği şeyler, kapanışta müthiş bir dille vurgulanıyor: Shakespeare oyunu okuduğumuz için ağdalı, fakat çok temiz bir dil. Tekrar tekrar okudum son sahneyi.
Yaşananlar muhtemelen Bottom’ın rüyası. Tabii ki sadece onun değil. Bir Yaz Gecesi Rüyası, aynı zamanda okurun da rüyası.
Önemli icatlarla dünyayı değiştirmiş 51 mühendisin hayatlarına ve dünyaya bakış açılarına değinilmiş.
Kitabı teknolojinin gelişimini takiben 4 kısma ayırmak mümkün:
1- 18 ve 19. yüzyıllarda mimarlıktan ayrılarak zorlu problemlere çözüm arayışından doğan inşaat mühendisliği (tahkimat yapıları, köprüler, kanallar, kuleler ve rıhtımların inşaları).
2- 19. yüzyılda termodinamik yasalarının iyice anlaşılmaya başlanmasıyla büyük atılımlar yapan makina mühendisliği (buhar makineleri, soğutucular, türbinler ve gemi motorları)
3- 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Maxwell, Faraday, Helmholtz ve Hertz gibi fizikçiler ve mühendislerce elektromanyetizma yasalarının anlaşılması. Sonucunda elektrik mühendisliğinin doğuşu. (Marconi, Tesla, Edison, Bell, Westinghouse ve digerlerinin elektrik motorları, aydınlatma, telgraf, telefon, telsizi icat etmeleri. )
4- 20. yüzyılla beraber uçak, roket, elektronik ve bilgisayar mühendisliklerinin doğuşu. (ilk insanlı uçak, içten yanmalı motorlar, dizel motoru, roketin, televizyonun, transistörün ve bilgisayarın icadı).
Bilim ve teknoloji meraklılarına tavsiye ederim. Bahsi geçen hemen hemen her mühendisin ortak özelliklerini sosyolojik açıdan şöyle özetleyebilirim:
-
Onları genç yaşta bilime teşvik eden, kendileri de çok okuyan, aktif, kültürlü bir anne veya babaya sahip olmuş olmaları.
-
Bilime meraklarının henüz lise öncesi genç yaşlarda başlaması. Büyük çoğunluğu küçük yaşta marangoz, alet yapımcısı, şantiye, duvar ustası yanında veya telgraf bürosunda çıraklık vb. atölyelerde çalışarak el becerilerini ve mesleki meraklarını geliştirme olanağı bulmuşlar.
-
Girdikleri okullarda zekalarıyla kendilerinden söz ettirseler de, öğrenciliklerindeki başarılarını aslen çalışkanlıklarına ve azimlerine borçlular. Lisede ve üniversitede bölümlerini birinci olarak veya çok iyi derecelerle bitirip profesörlerinin takdirini kazanmışlar (örnek Hertz/Helmholtz). Yani çalışkanlık ve azim > zeka.
-
Aralarından ticarete kafaları basan ve çok zengin olmayı başaran çok iyi işadamları da çıkmış. Mesela Marconi, Edison, Westinghouse, Diesel (bu sonradan iflas etse de) ve Shockley. Ancak patent alma uğraşları ve patent kavgaları birçoklarına da illallah dedirtmiş ve iflaslarına neden olmuş.
-
51 mühendisin yarısı İngiliz, İskoç ve İrlandalı. 19. yüzyıl Britanyanın mühendislikte altın çağı olmuş. Adamların icat etmediği şey kalmamış. Diğer yarısı Amerikan, Fransız, Alman, Rus ve İtalyan. Aralarında sadece iki kadın var.
Ursula K. Le Guin - Anlatış bitti.
Uzun bir aradan sonra UrsulaRen’ deki Hainli Döngüsü’ ne geri döndüm ve Döngü’ nün son kitabı olan Anlatış’ ı bitirdim.
Kitapta Sutty isimli tarihçi bir ablamızın Yerküre’ den baskıcı bir rejime sahip olan Aka gezegenine gelmesini ve kaybolmaya yüz tutan ve yok edilmeye çalışılan kültürü keşfetmeye çalışmasını okuyoruz. Bilime ve ilerlemeyi kendisine şiar edinmiş bir devletin bu ilerlemeye engel olarak gördüğü geçmişini, geleneklerini yok etme çabası ve yer altına çekilen geleneklerin sürdürücülerinin çekişmelerini de okuyoruz.
Bir bilim kurgu romanı olmasına rağmen bilim kurguyu pek göremiyorsunuz kitapta(kişisel beklentilerim doğrultusunda). Kitap daha çok Taoizm öğretisini merkeze alarak bilim kurgu soslu bir hikaye anlatmış bize. Yanlış hatırlamıyorsam Döngü’ nün diğer bazı kitaplarında da Taoizim etkileri görülüyordu. Kötü mü? Değil. Beğendim mi? Bilim kurguda aradığım şeyler kitapta olmasa da Ursula Abla’ nın naif, akıcı anlatımıyla kitap kendini okutturuyor ve düşündürüyor. 10/7.
BİR DİLİM BİFTEK - JACK LONDON
Kitabı bitirdim. İçerisinde 2 kısa öykü var. ilk hikaye bir dilim biftek; Jack London bu kitabı izlediği boks maçından ( Jack Johnson - Tommy Burns) etkilenerek yazmış. Gençlik ile yaşlılık arasındaki farkları çok güzel anlatan kısacık bir hikaye.
Diğer kısa hikaye ise Meksikalı; Jack London burada ise gerçek bir boksör olan Joe Rivers ismindeki ve lakabı Meksikalı olan devrimci bir boksörden etkilenerek yazmış. Konu olarak Meksika’daki Diaz diktatörlüğünden, katliamlarından ve ırksal ayrımcılıklara değinmiş. Kapaktaki boksör Joe Rivers.
İki hikaye de çok güzeldi. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca çevirmen Levent Cinemre’nin notları o kadar yararlı olmuş ki anlatamam. numara çevirmen. ( İç ses: O değil ikidir övüyorum, diyecekler reklam mı yapıyorsun
)
Jack London’un boksla alakalı bir roman, bir novella ve iki hikayesi varmış. O iki hikaye bu kitapta var.
Herkese keyifli akşamlar ve keyifli okumalar dilerim
BİTTİ.

Üç bölümden oluşan kitap harman yeri…Öyle ki bilimin kurguyla bütünleşmesi hayranlık uyandırıcı.
Asimov ile ilk tanışıklığımız bu kitapla oldu, iyi ki.
Niyeyse önyargımı kıramıyordum, nihayetinde Forum’un önerilerini dikkate alarak kitabı edindim. Çok da uzun zaman oldu bitireli fakat fırsat yaratamadım yazmak için.
Bilimkurgu adı altında okuduğum çokça macera, sönük de olsa aşk içeren kitapları enerji harcamadan sektirir.
Dünyalı bir bakış açısı olarak bedavacılığın kötücül sonuçları parlak oklarla çok defa gösterilmiş. Ay, Güneş ve yıldızlar aşkına okunması gereken, dipsiz bir hayranlıkla tavsiye edilmesi gereken başucu kitabı diyebilirim.
Yarım yüzyılı aşkın zamandır aktif bir toplum olan Aylıkar arasında Deniz K.L olarak gezindim, şimdi sıra sizde Arzcık’lar. ( L “Luna” demek.)
Cosima - Grazia Deledda (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)
Grazia Cosima Deledda’nın on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Avrupa’nın ayrıcalıksız bir ucunda, orta sınıfın keşmekeşinde kendi sesini yaratma cesareti ile yazmaya tutkuyla sarılan ve 1936 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne uzanan ikinci kadın yazar olmasının hikâyesi, dün olduğu gibi bugün de edebiyat tarihinde hak etmediği bir şekilde satır arasına hapsolmaya devam ediyor. Zola’nın Germinal’i açarken ya da Hardy’nin Jude ile Arabella’yı karşılaştırdığı sırada yaptığı o sihirli mayaya benzer bir etkileyicilikten damıttığı mürekkebiyle “kanlı canlı” dünyalar yaratan Deledda, ikinci cinsiyet olmanın kaçınılmaz mahkumiyetine hapsolmanın bataklıklarında, ona kulaklarını tıkamayan okurlara uzanmaktan vazgeçmiyor. Bu inatçı ve kelimenin tam anlamıyla nefes alan kelimelerin yazarı Deledda, Cosima’sıyla otokurmacanın öncül metinlerinden birine imza atıyor. Sicilya’nın mit ve folkloründen kaynaklanan dişil tohumlardan filizlenen Cosima’nın hikâyesinde Deledda bize, dünyanın gerçekliğini kendi renklerine bulamadan tatmin olamayan çocukluğunu takdim edip, her şeye olağanüstü gözlerle bakmakla başladığı yolculuğunun ilk günlerine davet ediyor. Sosyokültürel uzlaşmalar ve toplumsal baskılardan, “kahramanın kendisi, dünyanın efendisi” olduğu evrenler devşiren Cosima, her şeye rağmen kendi olma/kalma iddiasından vazgeçmeyen bir kadının büyüme hikâyesi aslında. Sınıfsal ayrıcalıklardan uzak bir dünyanın çitlerinde kalmayı reddeden Cosima’nın, "eleştirmen"lerce “örgü örmeye, büyümeye ve iyi bir koca beklemeye” davet edildiği bir gerçekliğe çekiyor bizi Deledda. Ne istediğini tam olarak bilmeyen bir kadının, hızlandırılmış bir bildungsromanı bu. Tek başına kalmak, yolda ve yaşamda unutulmak üzerine düşünmeye çağırıyor uzaklardan bizi. Kendini bir Amazon gibi hisseden, ardından yatakları toplayıp odaları temizlemeye mahkum edilen zihninin zincirlerini kırarken bir devrimci olmaya çalışmıyor Cosima. Belki de tam da bu yüzden, tarihe takamıyor pençelerini, gözlerden ırak kalıyor. Deledda, Cosima’sıyla bize “boğucu eve” geri dönmek istemeyen hakikatini sunuyor: Arafta kalmak ve yalnızca beklemek isteyen, inatçı gözlerini gökyüzüne diken bir kadının zamansız gerçekliği.
Sherlock Holmes - Suç Detayda Saklıdır / Arthur Conan Doyle
Sherlock öykülerinin ikinci kitabının ilk kitaptan tek farkı, Sherlock’un özel hayatı hakkında bazı bilgiler öğreniyor oluşumuz. Toplamda 11 öykü var ve bunlar yine orta-iyi seviyelerinde dolaşıyor ancak bazılarında tekrar hissi oluşuyor (kitaplar arasına biraz süre koymak iyi olacaktır). Zaten Doyle belirli bir standartta yazdığı için öyle çok kötü bir Sherlock hikayesi okumadım henüz. Sadece “Albay’ın Ölümü” isimli hikayesi bir tık sıkıcı ve anlamsız geldi bana.
Aşağıda yazdıklarım, öyküler içerisinde aktarılan ve yukarıda bahsettiğim Sherlock’un özel hayatına dair bazı bilgiler. Ben spoiler olduğunu düşünmüyorum ama okuyunca kendim fark etmek istiyorum diyenler buradan sonrasını okumazsa iyi olur.
Bu kitapta Sherlock’un abisiyle tanışıyoruz ki abisi Sherlock’a göre kendisinden bile daha iyi bir gözlemci. Birlikte gözlem yaparken Watson’ın “yok artık” dediği sahne güzeldi, çünkü ben de “yok artık” demiştim. Bunlar haricinde, Sherlock’un bir iş üzerinde olmadığı zamanlarda hayata adaptasyonu azalıyor ve Watson’a göre tek kötü özelliği olan kokaini “hayatın monotonluğundan kurtulmak için” çekiyor. Ayrıca Sherlock çok iyi bir boksör. Son olarak, Sherlock gözlem yeteneğini başlangıçta hobi olarak geliştiriyor, sonradan bunu mesleğe çevirebileceğini fark ediyor.
Joe Hill’in İtfaiyeci’sini geçen sene okumaya çalışmıştım. İthaki’nin güzelim kapağı, tanıtım yazısındaki ilginç konu alakamı cezbetmişti. Ama okuyunca sahnelerin yavan, uzun ve mantıksız olması beni hayal kırıklığına uğratıp 100 sayfadan öteye götürememişti.
Ignatius günah dolu bir gecenin ardından kafasında keçi boynuzlarıyla uyanıyor. Garip görünmesinin yanında konuştuğu kişiye en pis nefsani arzularına takır takır söylettirebiliyor. Bu yeni gücüyle kız arkadaşının cinayetini çözmeye çalışıyor.
Konu fena değil, kapak yine gözümüzü almıştı zaten, başlarda hikaye biraz merakla başlıyor ama İtfaiyeci’deki sahneleri uzun uzun, ayrıntılara boğarak anlatması beni yine sıktı. Normalde bu tür bir anlatım çoksatanlarda olmaz, okuyucunun biricik merak duygusu diri kalsın diye habire fast-paced denilen hıphızlı, duygu durumları uçlarda gezinen bir anlatım kullanılır. Boynuzlar’da bu olay geçmişe dönüş, çocukluğun anlatıldığı kısımlarda kullanılmış, bitsin diye bazen betimlemeleri atladığım ya da hede hüde geçti bitti şeklinde hızlı okuduğum oldu.
Ama nedir, bu sefer kitabı bitirdim. Boynuzlar’a nasıl kavuştuğunu bilmek istiyordum ve son 100 sayfada tempo biraz hızlanmıştı zaten. Orta-üstü bir romandı ve birkaç yeni şey denemiş Stephen King’in yavrusu. Ama sanırım bir daha başka bir kitabını okumayacağım, beni daha fazla şaşırtabileceğini sanmıyorum.
İncelemeleri özlemişim, hadi bakalım. Üç inceleme birikti hepsini birlikte atacağım maalesef.
Hasan Ali Toptaş - Sonsuzluğa Nokta
Toptaş bu kadar popüler olmak için fazla zor bir yazar bence. Çünkü Türkiye’de popüler kitaplar genellikle kolay yenilir yutulur cinstendir. Toptaş’ın şu ana kadar basitçe diyebileceğim bir cümlesine bile rastlamadım. Bu onun ilk kitabı. Daha ilk kitaptan başlayan bir dil görüyoruz. Toptaş kitaplarında insanın zihninden geçen hiçbir şeyi gizleme ihtiyacı duymuyor. Bu yüzden onun kitaplarındaki karakterler karanlık, kötücül, sapık, deli gibi görünebilir; fakat hepsi sıradan bir insanın taşıyabileceği şeyleri taşır, sadece bunu belirtirler.
Bu kitapta Bedran’ın hikayesini dinliyoruz. Şoför olan babasının, istifçiliğe soyunmuş eşinin, siyasi çatışmalarda kimvurduya gitmiş arkadaşı İsvan’ın ve diğer insanların, evlerin, imgelerin Bedran’ın zihnindeki yansımaları bunlar. Geçirdiği bir kaza yüzünden yatalak kalan Bedran’ın hayatını sayıklayışını bir tabancayı arama sürecinde izliyoruz.
Kitabı oldukça beğendim ve Toptaş okumaya devam edeceğimi de biliyorum. İlk roman için oldukça üst seviyede.
8/10
Erasmus - Deliliğe Övgü
Erasmus’un kendini sanki bie bir tanrı yerine koyarak yazmış olduğu efsane metin. Kitap Erasmus’un İtalya’dan İngiltere’ye yaptığı yolculukta yaklaşık bir haftada yazılmış. Edebi olarak Montaigne’in Denemeler’i gibidir, yani yüzlerce yıl önce yazıldığı halde hala geçerliliğini taşır. Kitabın ismi ise Erasmus’un yakın arkadaşı olan Thomas More’a gönderme. Latince “morias” delilik demek, More’un Latinceleştirilmiş hali ise “Morus”, iyelik bildiren hali “Moria”. Erasmus böyle bir eseri yalnızca arkadaşının isteği üzerine yazabileceğini, ona böyle bir eser yazdırmanın bir deveyi dans ettirmek kadar zor olduğunu da söylemiş. Yolculukta yazıldığı konusu ise oldukça muhtelifli. Kimi kaynaklara göre kitap More’un malikanesinde yazılmış ve eseri daha az ciddi göstermek için yolculukta yazdım bakın, o kadar da ciddi bir şey değil mesajı verilmek için öyle aktarıldığından da bahsediliyor. Dönemi için cesurca bir metin işin özünde. Çünkü Erasmus bu kitapta kilise ve İsa ile güzel dalga geçiyor. O dönemde de kilise ile arası geriliyor zaten bu sebeple. Kendisine kızan din adamlarına karşı da, bunları ben söylemiyorum, La Folie yani delilik söylüyor demiştir.
Kitabın bana sordurduğu temel soru, insanlık bütün gelişimlerini deliliğe borçlu değil midir? oldu. Erasmus işte La Folie’nin ağzından bunu iddia eder. Erasmus’a kadar olan Sokrates, Aristo, Petrus gibi önemli isimler baş deliler, Thomistler, Okhamcılar, Scotuscular ise deli tarikatları olarak adlandırılmış. Yunan mitolojisine de bolca gönderme var, elimdeki Mitoloji Sözlüğü bana baya yardımcı oldu. Dipnotlarda da yeterli bilgi veriliyordu aslında. Hatta dipnotlar sıkıcı derecede fazlaydı. Okumayı bölecek hale geliyordu kimi zamanlar.
Erasmus kitapta deliliği yererek de över. Asla delilik saflık ve temizlik olarak aktarılmaz. Sadece onun insanın safi gerçekliği olduğundan bahsedilir. İnsan kendini akıllı olmaya zorladıkça akılsızlaşır. O yüzden bütün büyük akıllılar bir dönem deli olarak nitelendirilmiştir. Aslında eser içinde bir ironi barındırır, bu metin bizzat deliliğin kendisi tarafından yazılmıştır. O açıdan aslında “akıllıca” değildir.
Mutlaka okumanız gerektiğini düşünüyorum. Bir günde okumaya çalışmayın, ara ara açıp okuyun. Ve içindeki müthiş çizimlerin de tadını çıkarın.
Son olarak alıntı ile bitiriyorum;
“…Kendilerinin tanrı olduğuna inananları ve Latince söylevlerinin arasına mozaik gibi yerli yersiz birkaç Yunanca kelime döşeyip muhteşen bir iş çıkardıklarını sananları. Dahası, yabancı kelimeler bulamazlarsa, küflü el yazmalarının arasından köhneleşmiş dört beş terim çıkarıp okuyucunun kafasını öyle bulandırırlar ki bu adamlar; hiç kuşkusuz anlayanlar kendileriyle gururlandıkça gururlansın, anlamayanlar da anlamadıkları şeye kat kat hayranlık duysun diye yaparlar.”
10/10
Frederich von Hayek - Kölelik Yolu
Geçtiğimiz yüzyılın en önemli iktisatçılarından olan Hayek, liberaller için “kutsal” denebilecek bir eser yazmış. Kitabın iddia ettiği temel argüman faşizmin ve sosyalizmin aynı olduğudur. Ve sosyalizmin kölelik yolu olduğu. Faşizm ve sosyalizm asla kesin hatlarla ayrılmaz çünkü ikisi de sizi kategorize etmek ve sizin yerinize karar vermek ister. Ve bu istek otoriter rejimler oluşturmaya mecburdur. Bu argüman elbette sosyalistleri çıldırtacaktır ama tüm önyargıları bir kenara atıp Hayek’e kulak vermek lazım.
Hayek için gelişmiş, müreffeh, adil ve iyi bir toplumun anahtarı binlerce yıllık geçmişi olan insan özgürlüğü ve özgür düşüncedir. Devletler güç sahalarını büyütmek için insanların özgürlüklerini bir kaynak olarak kullanırlar, bu açıdan devletin büyümesi yönünde politikalar izleyen tüm fikirler insan özgürlüğüne terstir. Devletin tüm bilgilere vakıf olması mümkün değildir ve gelenek adı altında at gözlüğü takar, sonuç olarak da hem ekonomi hem de sosyolojik yapı bozulur. Günümüzde devletlerin internet ile yaşadıkları sorunun sebebi de budur. Kendi yedikleri haltlar internet ile insanlara ulaşır. Bu yüzden tutuşa tutuşa sosyal medya yasaları çıkarmak isterler, ya da yasaklarlar.
Hayek’in bahsettiği kölelik yolunun en önemli örneği ise Küba Devrimi’dir. Binlerce insanı sefalete ve kelimenin tam anlamıyla köleliğe mahkum etmiş bu devrim, istenildiği kadar sol cenahın sorumsuz tarafları tarafından şişirilse de ne olduğu ortadadır. Küba’da muhalefet hakkınız yok, ama sorun değil yüce devrim için sonuçta. Küba o kadar iyi bir ülkedir ki vatandaşların ülkeden ayrılması, bu cenneti terk etmesi yasaktır. Buna rağmen kapitalist patronların fonladığı yaklaşık bir milyon kişi küçük botlar ile Amerika’ya kaçmıştır. Küba din denen zehiri de yasaklamıştır, 61’de Katolik Kilisesi kapatılmış ve tüm mal varlığına el konmuştur. Kapitalizmi yenmek gibi yüce bir amaç için insanlara zulmedilmiştir. Küba’da internete erişiminiz de sorunludur çünkü devlet sizin adınıza doğru yolu seçmiştir. Sizin yapmanız gereken o doğru yol için karın tokluğuna çalışmaktır.
Yani demem o ki, Hayek söylediği şeyleri hiç de bir yerlerinden uydurmamıştır. Bugüne kadar kurulmuş tüm sosyalist devletlerin aynı batağa batması Hayek’in argümanlarının fiili kanıtıdır. Lütfen Norveç sosyalist demeyin, kahkaha ile gülerim çünkü. Sosyal demokrasi olabilir elbette.
Kitabın Türkçe çevirisi oldukça sorunlu çünkü bir yarısı diğer yarısından 40 yıl önce çevirilmiş. O açıdan bir puan kırdım çünkü bazen okunması baya zor hale geliyordu. Liberte Yayınları’nın da bu konuda daha fazla çalışması gerektiğini düşünüyorum, aynı minvalde eserler basan Liberus daha başarılı bence. Hayek, Mises gibi üstadları okumaya devam edeceğim.
9/10
Herhangi bir şeye hevesim kalmadı, hiçbir kitabı bitiremiyorum. Kitap seçimlerimle alakalı olabilir. Olmayabilir de. O zaman şeytanla anlaşma yapan birinin duygu ve düşünceleri beni hayata döndürebilir diye düşündüm. :D(Aslında canım arkadaşım getirdi ve her şey kendiliğinden gelişti.)
Güzel ilerliyor. Cümleler kitap dipnotlarıyla daha anlaşılır oluyor. Kendimi anlatılan hikayeye kaptırdım. 60’tayım ama olsun.