Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Japon Klasikleri 4: Ardından, Natsume Soseki

Natsume Soseki’nin Ardından’ını okurken Japon Klasikleri dizisinden yeni bir kitap haberi geldi. Dizinin beşinci kitabı Hagakure: Saklı Yapraklar- Tsunetomo Yamamoto olarak duyuruldu.

Japon edebiyatıyla ilgili bu diziden daha önce üç kitap ve başka yayınlardan da birkaç eser okumama rağmen her kitapta farklı bir dünyaya açılıyor gibiyim. Bu nedenle o yabancılığımın farkında olarak beklentimi en aza indirgeyerek okumaya başlıyorum. Ve böyle yaptığımdan mıdır nedir bilmem ama beğenmediğim bir kitap da olmadı diziden. ‘Bayıldım, aşık oldum’ gibi görüşleri açık açık belirtmesem de bu diziyle aramda bir bağ oluştuğunu görebiliyorum şu an. Sevdiğimi de kabullenebiliriz. :slight_smile:

Ardından yazardan okuduğum ilk kitap, zaten dilimize de yeni kazandırılmış olduğundan iyi denk geldi. Yazarın çok bilinen kitaplarının aksine böyle bir kitabıyla başlamam da kötü bir başlangıç olmadı. Henüz okunma sayısı az ve okuyanların bir kısmı beğenmediklerini sert bir dille ifade etmiş olsalar da üç günlük Ardından yolculuğumdan oldukça memnunum.

Daisuke otuzuna yeni girmiş, varlıklı ailesine bağımlı, evliliği ve işi olmayan, sadece kitaplarıyla haşır neşir olan biri. ‘‘Oblomovvari’’ denilmesinin sebebi ise kendi düşünceleri içinde yaşaması ve bu süreçte bir şey yapmak için nedeni olmadığına inanan bir tavırda olması. Gonçarov’un Oblomov’unu okuyanlar için daha anlaşılır ve tanıdık biri Daisuke. Tamamen Oblomov’un aynısı demek yanlış bir ifade olur ama esintilerini hissedebilirsiniz belki. Daisuke’nin Oblomov’dan farkı beni sinir etmesi. Kitabın başlarında aşırı duygusuz göründü bana ve sonrasında bu görünüşünü unutturan şeyler yaptı tabii. Daisuke-Oblomov olayına çok takılmayalım çünkü kitabın kendisinden uzaklaşmak istemeyiz. :slight_smile: Ha bir de unutmadan Melville’nin Katip Bartleby adlı eserini bilenler bilir; ‘‘Yapmamayı tercih ederim.’’ Daisuke’nin ailesiyle ve çevresiyle ters düştüğü anlarda bu kalıbı anımsatan tarzda cevaplar vermesi bana Bartleby’i hatırlattı. Japon ailelerin bizden daha geleneksel olduğunu gösteren bir portre çizmiş Soseki; Daisuke’nin cevaplarına karşın ailesi de çok sabırlı. Babası eski samuray geleneklerinin kafasında olduğu halde gayet iyi idare ediyor; bu durum gözümden kaçmadı.

Meici döneminin sonundaki değişimler ve Japonya’nın Batı modernliğini örnek almaya çalışması, ayrıca ülkenin bu çabalar içinde kıvranırken çeşitli borçlara girmesi gibi durumlar, kitabı gözümde çok daha değişik kıldı. İçinde sadece yasak bir aşkın olacağını düşünürken yozlaşmış bir toplumun ve ekonomik krizin pençesine düşen Japonya’nın genel sorunlarıyla baş başa kaldım. Bu eleştirel sürece de Daisuke’nin hiçbir şey yapmayarak ve çalışmaya inanmayarak aslında yaptığı eylemsizliklere bir anlatıcı yani yazar bakışıyla tanık oluyoruz. Odak noktası Daisuke ve arkadaşı Hiraoka’nın eşi Miçiyo olduğu halde bir toplum analiziyle iç içe oluyoruz gibi bir şey bu.

Batılı yazarları ve ressamları takip eden Daisuke kendi ülkesine dair her şeyi çekilmez bulur; evlenmez ve çalışmaz nedeni ise borçlu bir ülkede çalışmanın sadece aç kalmamak için olduğuna inanarak bunun onurlu bir eylem olmadığına karar vermesidir. Ailesinin evlilik baskılarını önemsemez; kitaplarıyla, bahçesine bakarak ve arada bir yürüyüşe çıkarak sürdürür kendince doğal ve dertsiz yaşamını. Eski bir arkadaşı olan Hiraoka da bir nedenle eşiyle beraber Tokyo’ya dönünce dananın kuyruğunun koptuğu yere geliriz.

Kitabın ortalarında olaylar durgunlaşır çünkü yasak aşkın şiddetini ve ailenin baskılarının yoğunluğunu görmeyiz. Ben Japon edebiyatının sakinliği içinde boğulurken bu sırada Daisuke, bir ailesi bir de Hiraoka-Miçiyo çifti arasında mekik dokur. Büyük gelişmeler beklemeden kendinizi bu sakin akıntıya bırakın ve sonlara yaklaşmak için sabredin derim.

Olaylar ilginç bir hal almaya başlıyor çünkü. Kendinden ve prensiplerinden hiç ödün vermeyen Daisuke’nin planlarında unuttuğu bir şey var halbuki: AŞK. Bu duygu yüzünden neler olacak Daisuke’ye acaba? Kitabın sonu herkesi tatmin etmeyebilir ama benim için ‘‘son’’ hiçbir zaman önemli olmadığı için okumaktan pişman olmadım bu kitabı. Bu son olayına takılmamayı Hayao Miyazaki animeleri sayesinde öğrendim. :slight_smile: Yazarın çok bilinen Ben Bir Kediyim, Madenci ve Gönül gibi kitaplarını da listeme aldım. İçlerinden okuduklarınız varsa da önerilere açığım ayrıca. :slight_smile:

İthaki Yayınları’na bu dizi ve muhteşem kapak tasarımları için de TEŞEKKÜRLER.

24 Beğeni

İncelemeniz çok güzeldi, teşekkür ederim. Kitabım kargoda, bekliyorum ve incelemenizi okumak bekleyişimi sabırsızlaştırdı😄. Natsume Soseki ile kütüphanede rastgele gözüme çarpan Gönül (Kokoro) kitabıyla tanıştım. Çok severek okudum Gönül kitabını ve Ardından’ın açıklamasını okuduğumda ona benzer esintiler hissedince sipariş vermeden edemedim.

1 Beğeni

Rica ederim, ben de çok teşekkür ederim :slight_smile: Gönül’ü okuma listeme eklemiştim okumalarımda öne çekerim belki (bu kadar sevildiyse ve Ardından’a benzer esintileri varsa değer :slight_smile: ) Umarım en kısa zamanda elinize ulaşır ve okumaya başlarsınız, keyifli okumalarınız olsun :))

1 Beğeni

Blood Music - Greg Bear
Bu novelette’i (nasıl çevirmek lazım acaba) Hugo ödülüyle ilişkili novelettle’ler arasında buldum, 1984’ün kazananı. Greg Bear ismi kulağıma sıkça çalınan bir yazardı zaten ve okumak istiyordum. Türkçede sanırım sadece bir kitabı (ya da serisi) var İthaki’den çıkan. Daha fazla uzatmadan hikayenin bütün akışı:

Hikayenin anlatıcısı tıp fakültesinden eski arkadaşı, uzun zamandır görmediği Vergil Ulam’la karşılaşır günlerden bir gün. Okulda şişman, eşek şakaları düşkünü ve sivri bir karakter olan Ulam incelmiş ve zarifleşmiştir. Çok geçmeden sırrını hikayenin anlatıcısına açar. Bir genetik araştırma laboratuvarında çalışmış ve kendi kanı üzerinde deneyler yaptığı fark edildiği için de buradan kovulmuştur. Ne var ki deneyleri başarılıdır ve ak yuvarlarını genetik olarak değiştirerek kendine tekrar enjekte ettiği kanı onu dönüştürmekte ve evrimde başka bir noktaya doğru taşımaktadır.

Fakat bu tam olarak Ulasm’ın evrimi değildir. Zira kendine enjekte ettiği kan bilinçlenmiş ve Ulam’ın içindeki evreni keşfetmeye başlamıştır. Ulam artık bir galaksidir ve bu galaksinin içindeki medeniyetlerin galaksinin bilinçli bir canlı olduğunu keşfetmesi çok uzun sürmeyecektir. Bu aşamada içindeki medeniyetlerin çokluğu karşısında Ulam zavallı ve tek bir bireydir.

İşler çığrından çıkmaya ve medeniyetler Ulam’ın dışına bir çeşit köpük biçimde sondalar (Ulam’ın deyimiyle astronotlar) yollamaya başlayınca Anlatıcı Ulam’ı ve bütün medeniyetleri öldürür.

Ne var ki artık içinde olduğu medyumu tanımış olan bu canlılar Anlatıcı’ya da bulaşmıştır. Sonra da Anlatıcının sevgilisine. Her ikisi de çok geçemeden dönüşüme girer ve kanlarındaki medeniyetler için sorun çıkarmayacak derecede hareketsiz organik yığınlara bir nevi ağaca dönüşürler. Ki oturdukları dairenin su tesisatı aracılığıyla bu salgın her yere yayılır.

Hikayenin minimal olmasına rağmen çok etkileyici olduğunu söylemeliyim. Bu minimallik hissi kurgudaki bri eksiklikten mi kaynaklanıyor emin değilim fakat. Greg Bear’ın aynı isimde bri de romanı var. Sanırım bu hikayeyi genişleterek bir romana dönüştürmüş ki bu çok mantıklı. Hikayede daha geniş bir anlatımı hak eden ya da böyle bir beklenti oluşturan bazı yerler var. Romanı da okuyup hikayenin nereye doğru genişletildiğine bakmak iyi bir oyun olabilir. Mesela hikayenin salgın kısmı çok hızlı, adeta bir iki cümleyle oluyor. Romanın da bu noktadan genişlemiş olmasını bekliyorum.

Kapatmadan önce küçük bir not. Vergil Ulam’ın isminin Manhattan Project matematikçilerinden ve evrimsel biyolojinin matematiği üzerinde de çalışmış olan Stanislaw Ulam’dan geldiğini tahmin ediyorum. Muhtemelen daha isabetli bir seçim dijital ortamda evrim üzerine çalışmış Nils Aals Baricelli olurdu.

13 Beğeni

Passing - Nella Larsen

Passing, Türkiyeli okur tarafından pek aşina olunmayan bir dönemden, “kükreyen” 20’li yıllara damgasını vuran Afroamerikan kültürel hareketi olarak tanımlanabilecek Harlem Ronesansı’ndan doğan çarpıcı bir roman. Kendisi de “Karayipli” bir baba ve Danimarkalı bir annenin çocuğu olan yazar Nella Larsen’ın otobiyografik gölgeler bırakarak yarattığı Passing, yazıldığı dönemden bugüne yazarın magnum opus’u Quicksand’in gerisinde bekleyip duran bu sessiz “diğer başyapıt”; gerek adaptasyon kalitesi, gerek sinematografisi, gerek muhteşem oyunculuklar ev sahipliği ile oldukça başarılı bir filme dönüşerek kendini yeniden çağdaş okura hatırlatma şansı buluyor.

Passing, “açık tenli” bir siyahi kadının (Clare) ırk temelli sosyoekonomik statü değişimini, yine bu değişimin bir başka ucunda yer alan çocukluk arkadaşı Irene’in gözünden anlatan postmodern bir geçiş (passing) anlatı örneği. Ülkemizde daha çok köle (slave) anlatısı koluna aşina olduğumuz (ki en yakın örneklerinden biri olarak muhteşem Begüm Kovulmaz çevirisi ile Siren Kitap imzalı Yeraltı Demiryolu verilebilir) Afroamerikan edebiyatının öksüz kolu geçiş anlatısını, köle anlatısının odağı olan fiziksel sınırların yerini görünmez zihinsel ve sosyal sınırlara bıraktığı bir diğer sınır (border) anlatı biçimi olarak tanımlamak mümkün.

Passing’i özel kılan ise onu çağdaş okuruna da sıkı sıkıya bağlayacak anlatı unsurlarından müteşekkil doğası. Hem üslup hem kurguda başat unsur olarak kimlik, kimliksizleşme, aidiyet ve parçalanma; kesişimselliğin doğası gereği kaçınılmaz bir şekilde cinsiyet; risk alma-geri çekilme metaforu ile belirginleşen, “queer” anaforuna sıkı sıkıya tutunan bir cinsel özgürleş(eme)me ve lezbiyen alt metni bu unsurlar arasında öne çıkanlar.

Larsen’ın yazınsal ustalığı ise metnin belkemiğine yerleştirdiği okuma-okunma ikiliğinde yatıyor. Irene’in roman boyu "geçiş"in öznesi Clare’ı, okurun ise “gizli özne” Irene’i okuduğu bir kulaktan kulağa oyunu yaratan Larsen, anlatısını dokunsal bir oyuna çeviriyor diyebiliriz.

Irk, sınıf ve cinsiyet bağlamında sayısız okumalara yelken açtıran “gizli hazine” içeriği, karakterlerinin kaygan doğasını inşa ediş şekli, metnin gizemli ve dokunsal özü, trajik melez/femme fatale anlatısına getirdiği feminist bilinci ile Passing, zamansız bir anıtsallıkla edebiyatın kıymeti bilinmeyenleri arasında gururla ve vurdumduymazca yükseliyor.

11 Beğeni

Neil Gaiman’ın sorununu buldum. Usta bir kalem olmasına karşın acemi yazarların sahip olduğu hastalıktan mustarip: Yazdığı şeyleri silmeye kıyamıyor yahut her yazdığının iyi olduğuna inanıyor.

Gerçekten başka bir açıklaması yok.

Neil Gaiman herhangi bir yayınevine bir eser götürdüğünde, o eser vasatı aşmıyorsa bile kabul edilir. Benim yayınevime gelse, ben de kabul ederdim, yalan yok.

Fakat birileri Gaiman’ı bu konuda uyarmalı. Aklına gelen her öyküyü ve hikayeyi kaleme döküyor, objektif bir gözle okuyamadığına eminim. Bir konu aklıma geldiğinde, o hikayenin ne kadar kaliteli olup olmadığını düşünürüm. Gaiman çıtayı o kadar yükseltti ki, bu öyküleri sırf çerezlik yazıyor olsa bile ben bu tarz işlerini kötü olarak algılıyorum. Gaiman’ı gömüyorum, sebebi ise Sandman’de yaptığı harika işlere şahitlik etmiş olmam. Bu hakka sahibim. Gaiman’ın kendisi bana bu hakkı verdi.

Pelerinli Süvari’ye Ne oldu?, dört ayrı öykü kapsıyor. İlk ve çizgi romanın da asıl öyküsü olarak geçen öykü için vasat diyorum, geri kalanına vasat bile diyemiyorum.

Bu adam tekrardan Sandman seviyesine çıkmadığı sürece eserlerini beğenmeyeceğim sanırım.

6/10

13 Beğeni

Anna Burns - Sütçü

1-2 gün içinde video incelemesini de paylaşacağım.

Bana bilmediğim bir konuda bol bol araştırma yaptırmış, izletmiş, okutmuş bir kitap oldu. Başlarda çok sıkıldım, hatta tamamında sıkıldım ama oldukça öğretici ve her sayfasında yazım tekniği hissedilen, özenli bir eserdi.

Kuzey İrlanda iç işlerine karışmış gibi hissediyorum kendimi bir haftadır. :slight_smile:

Çeviride ufak sıkıntılar olsa da benden geçer not aldı çünkü çevirmesi çok zor paragrafları başarıyla Türkçeye geçirebilmiş Duygu Akın. Bir iki kelime tercihi talihsizliği olsa da emeğe saygı diyorum. Zaten sonraki baskılarda düzeltilmiş bazı hatalı kelimeler.

Aslında tavsiye ederim ama herkese değil. Sarmazsa okuyamazsınız çünkü.

18 Beğeni

Fotoğraf yüklenmemiş. Haberiniz olsun.

1 Beğeni

" Belfast bizimle soluk alıyor Bobby Sands’lerin gögüs kafesinde" diyeyim.

Video inceleme de gelince dinler, izlerim.

2 Beğeni

Bildiğim kadarıyla daha 2. baskısı çıkmadı. Zor okunan bir kitap olduğu için pek satmıyor sanırım. Bu arada ilknokta’dan kitabı kontrol ettiğimde ‘‘iç sayfalara göz at’’ butonuyla karşılaştım. Başka kitaplarda göremedim bu seçeneği. Herhalde ithaki kitapları için bu imkan sağlanacak diye düşünüyorum.

2 Beğeni

Benim bilgim yok. Metin düzeltilmiş. Yani baskı yapmadıysa yeni yapılacak baskı düzeltilmiş şekilde çıkar. Yok yaptıysa düzelmiştir. :slight_smile:

İç sayfalara göz at ithaki grubunda vardı epeydir.

1 Beğeni

F&SF-041982

The Swarm - Bruce Sterling

1983’ün novellette dalında Hugo adaylarından biri. Bruce Sterling’in daha önce sadece William Gibson’la beraber yazdığı Difference Engine’ini okumuştum ve doğrusu iki yazarı birbirinden ayırt etmek için Sterling’den bir şeyler okumayı bekliyordum, bu bekleyiş Swarm’la son buldu. Fakat cyberpunka katkılarıyla bilinen Sterling’in bu öyküsünün onun genel yazınını tam olarak temsil etmediğini de düşünüyorum. Her neyse öykü şöyle:

Yıldızlararası yolculuk yapabilen uzaylıların insanlarla temasa geçmesinin ardından, ki bu işi becerebilen 19 ırk vardır, insanlar bilgi karşılığında uzaylılara enerji ve değerli madenler vermektedir. İnsanlar bu 19 türden her birine araştırmacılar yollayarak bilgi devşirmektedir. Doktor Afriel ise bu türlerin belki de en tuhafına, koloni halinde yaşayan ve görünürde hiçbir zeka belirtisi göstermeyen Swarm’a araştırmacı olarak gidecektir. Bir astroit üzerinde kurulu bu koloninin güneş görmeyen organik duvarları içinde, daha önceden araştırma için buraya gelmiş olan Doktor Mirny karşılayacaktır onu. Fakat Afriel’in Swarm’a dair başka planları vardır.

Ki bu plan, bir çeşit böcek kolonisi olan Swarm’dan bir yumurta kaçırıp insalığın kölesi olarak çalışacak kendi işçi swarmlarını yetiştirmek hatta daha ileri giderek organik uzay gemileri vs. yapmaktır.

Bu işe Mirny’yi ikna etmesi zor olmaz. Mirny Swarm’da uzun bir süredir yaşamaktadır ve Swarm’daki bazı parazit yaratıklardan (bunlar birden fazla türdür) ikisini yiyecek karşılığı evcilleştirerek işlerine koşturmaktadır. Zaten swarmda yemek yemek ve gözlem yapmak dışında pek bri işi yoktur. Yemek sorunu ise karanlık koridorlarda biten mantarlar aracılığıyla çözülür. Mirny’nin buradaki parazitleri (simbiyotları) eviclleştirmek kullandığı ve arada sırada girmesi gereken yerlerde bekleyen askerlere rüşvet olarak verdiği şey de bu mantarlardır.

Afriel zekadan yoksun bu böcek kolonisini manipüle edebilmek için bacağında, baypas edilmiş bir damarda saklayarak içeri soktuğu feromonları kullanır. Birkaç çeşit feromon getirmiştir ve kısa sürede hangisinin kime ne iş yaptırdığını öğrenerek, özel mülkiyetin hiç de hoş sonuçları olmayan bu koloninin içinde kendisine ve Mirny’ye özel bir alan yaratır. Fakat feremonların asıl amacı planının işe yarayıp yaramayacağını görmek, yani koloninin nasıl çalıştığını öğrenmektir.

Mirny’yle özel çemberlerinde yaşadıkları aşk hayatı ne kadar sürmüştür, astroidin derinliklerine güneş ışığı değmediği için bilmiyoruz. Fakat bu hayatın sonu gelir. Koloninin derinliklerinde yumurta üretmekle görevli Kraliçe kolonide hormonal bir dengesizlik olduğunu anlamış ve zekayı doğrumuştur.

Zeka ise Mirny’yi organik yollardan ele geçirmiş ve kadının hafızasını kullanarak Afriel’in planını öğrenmiştir. Bu yüzbinlerce yıl boyunca istikrarlı ve değişmeden kalabilen koloninin sadece gerekli olduğu zamanlarda doğurduğu bri şey olan zeka Afreil’i huzuruna çağırır. Teklif ettiği şey Afriel’in planladığı şeyin tam zıttıdır. Afriel’in kolonide kalması ve zekanın Mirny’den kopyalayacağı kadın klonlarla çiftleşerek koloninin içinde bir insan popülasyonu oluşturması. Zaten koloninin içindeki parazit türler olan simbiyotlar bir zamanlar aynı şeyi denemiş ve bu kararla karşılaşarak koloninin içinde üremeyi kabul etmiş, bir zamanlar yıldızlararası yolculuk yapan türlerdir. Zekanın bu planının sebebi orijinal türden oluşturduğu bu koloniye has türlerin gerekirse orijinal türle savaşmasıdır.

Öykünün basit bir dili var, fakat konsept çok karmaşık, yine de Sterling’in, özellikle koloni özelinde bu karmaşık yapıdan başarıyla çıktığını söylemek mümkün. Fakat aynı şeyi yıldızlarası yolculuk yapabilen 19 tür ve insanlığın durumu hakkındaki resimle ilgili söyleyemeyeceğim. Mesela bazı faction’lardan söz ediyor ki bunlar bu 19 türden biri mi yoksa insanlık mı çeşitli fraksiyonlara bölünmüş anlamadım. Bu anlayışsızlık anadilimde okumadığım için de olabilir, yine de burada bir sorun olduğunu düşünüyorum. Özellikle hikayeninin sonuna doğru icat ettiği trüklerle çok iyi bir hikaye olduğunu düşünüyorum.

edit: Love Death and Robots’un üçüncü sezonunda The Swarm’ın güzel bir uyarlaması var.

13 Beğeni

İncelemeniz için teşekkürler. Listemde olan bir kitap. Anlatım olarak hangi yazara veya hangi kitaba yakın? Yani şu kitabı okuyan, seven bu kitabı da sever diyebileceğiniz bir örnek- örnekler var mı? Gelir kısıtlı malum, artık ince eleyip sık dokuma durumundayız.

1 Beğeni

Postmodern yazım tekniklerini kullanan yazarları seviyorsanız seversiniz Anna Burns’ü.

Rachel Kushner
John Boyde
Hatta yoğun teknik kullanımıyla Orhan Pamuk diyebilirim.

Fakat hiçbiri pek de benzemiyor düşününce. Muhtemelen cuma günü daha detaylı bir şekilde bir videoda inceleyeceğim kitabı. O zaman kararınızı verirsiniz.

3 Beğeni

YAKUZA: JAPONYA’NIN SUÇ DÜNYASI

Kitabımız, Yakuza aktiviteleri başta olmak üzere Japonya’nın organize suç geçmişini enine boyuna işliyor. Bununla paralel olarak Japonya’nın siyasi tarihi, kültürü, iş hayatı, ekonomisi, hukuk sistemi ve Amerika-Japonya ilişkileri hakkında da inanılmaz bilgiler sunuyor.

Konu başlıklarını sıralayacak olursam:

Yakuza’nın feodal kökleri, ruhani ataları Machi-yakko, Bakuto ve Tekiya.

Japon aşırı sağının yükselişi ve yakuza bağlantıları, Genyosha ve Kokuryu-kai örgütleri.

Savaş sonrası dönem, Amerikan işgal hükümetinin Japonya politikası, CIA ve G-2’nin yakuza bağlantıları.

Japon Liberal Demokrat Partisi, Kishi hükümeti, Anpo Protestoları, Yamaguchi-gumi, Sumiyoshi-kai ve Inagawa-kai.

Lockheed skandalı, Yakuza savaşları, Yakuza’nın modernleşmesi, Minamata Salgını.

Japonya balon ekonomisi, Yakuza’nın finans sektörüne girişi, Susumu Ishii ve Sagawa Skandalı.

Balon sonrası artan Yakuza vahşeti, yeni Yakuza karşıtı yasalar, 1997 Sokaiya Skandalı.

Yakuza’nın diğer suçlularla ilişkileri: Sarakin(tefeciler), Bosozoku(genç motorcular), Sokaiya(şirket şantajcıları), Jiageya (emlak mafyası) vs.

Yakuza’nın deniz aşırı aktiviteleri: Kore, Çin, Pasifik Adaları, Avrupa, Latin Amerika, ABD vs.

11 Beğeni

Robert Louis Stevenson - Sesler Adacığı

Babil Kitaplığının 3. Kitabı Sesler Adacığı. İçinde dört güzel öykü var. Jekyll&Hyde’ın yazarı Stevenson’ın çarpıcı öyküleri bunlar. 19. Yüzyılın ikinci yarısında eserlerini vermiş yazar daha çok tekinsiz macera tarzında yazıyor diyebiliriz.

Birinci öykü fantastik bir ada hikayesi.

İkincisi bir lamba cini hikayesi ki bu da ilki gibi sınırsız paranın getirdiği yıkımı konu alıyor.

Üçüncü öyküde Markheim bir suç ve bilinmeyen bir güçle tetiklenen iç hesaplaşma konu alınıyor. Atmosferi ve karakterleriyle Jekyll&Hyde esintileri hissetmek mümkün.

Son öyküyse taşrada görev yapan bir papazın geçmişi hakkında tüyler ürperten bir korku anlatısı.

Ben hepsini beğendim, bir günde okudum. Tavsiye ederim.

14 Beğeni

Gulyabani:
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın okuduğum ilk eseriydi. Çok merak ediyordum. Keyifle okudum. Yazarın anlatımı, insan tasviri bana çok başarılı geldi. Yer yer yazarın iğneleyici dili düşüncelerine yansıyordu. Cinler, periler, gulyabani derken olaylar belli bir şekilde noktalandı. Sözün özü, hurafelere karşı yazılmış güzel bir eser. 1911 yılında yazıldığı düşünülünce epey etkileyici.

Puanım: 9/10

17 Beğeni

Geceye Uyananlar - Cahide Birgül

Geceye Uyananlar; tıpkı dünya üzerinde olduğu gibi yatakta da kendi sınırını aşamayan “hakkı yenmiş” bir annenin, ağzına kadar dolu hayata son damla olarak gelmiş bir kızın, görev gibi yaşamaya zincirlenmiş bir garip "ağabey"in, beden kılıfına hapsolmuş “deli” bir kardeşin ve hiçbir zaman orada olmasa da hatıralarının gölgesiyle karanlık kırbacını eksik etmeyen bir babanın hikâyesini anlatır bize uzak bir karanlıktan, bir haykırıp bir fısıldayarak. Cahide Birgül’ün elli üç yıllık kısa, dopdolu ve bilinmez hayatından bizlere bıraktığı bu “kirli” cevher; 90’ların “faili meçhul” Türkiye’sinde sıcacık yorganlarına sarılı, sabaha unutulacak rüyalar görerek kendilerini bir sessizlik örtüsüyle kandırıp duran “sıradan” insanların hayatlarının orta yerine saplanan bir kör bıçağın kabzasındaki simsiyah parıltının korkularla çevrili kaynağıdır âdeta.

Çağdaş edebiyatımızın kıymeti bilinmeyen hayat koleksiyoncusu olarak Cahide Birgül, toplumsal olanın özündeki o en kokuşmuş çürük kutsallık olarak aileyi, kendine özgü bir “İstanbul-noir” evreninde kevgire çevirir Geceye Uyananlar’da. Bir yara açar o tekleyen korkak kalbi taşıyan göğüste, dışarıya kan ve irin saçılır sonra. Ve ardından kaleminin suyuyla yıkayıp olan biteni, kayda geçirir tek tek. Kanatları koparılmış kadınlıklar, acizliğini şiddetle gizleyen erkeklikler, ölü doğmuş bir yaratık olarak aile kurumu, bireylerinin toplamıyla kıyamet yerine dönmüş bir toplum sırılsıklam dikilir karşımızda, yerle bir olmadan hemen önce. Cahide Birgül; metaforlar, sayıklamalar, takıntılı tekrarlamalar, gidip gelişler ve kayboluşlarla sosyolojik bir polisiye yaratıp; o sarı buyurgan sorgu ışığını okurunun kaçırmaya çalıştığı gözlerine acımasızca tutmaktan asla vazgeçmeyen bir vakanüvistir nihayetinde.

Kişişel olanın kansız, pembemsi çizgilerle kendini belli edip, sonradan belli belirsiz ince kabuklarla iyileşen ikiyüzlü politikliğini tramvayın önüne itiverir Cahide Birgül. Çağdaş edebiyatımızın bu adı anılmaya layık görülmemiş efsanesi, elimizi beyazlaşana dek sıkar Geceye Uyananlar’ıyla.

Sonra açarız avucumuzu.

Uyuşan avuçlarımızda hiç edilen çocukluk, çocukluğumuz bakar bize.

IMG_20220209_232745_196

10 Beğeni

Kelimenin tam anlamıyla müthiş bir ciltti. Arka planda dönen üç farklı hikaye vardı. Ve özellikle bir hikayenin düğümü sürprizlerle dolu bir şekilde çözüldü. Müthiş.

Yazarın kalemi çok sağlam. Az sayfaya fazlasıyla öz bir iş sığdırmış. Hayvanlar üzerinden verilen ırkçılık teması güzeldi. En iyi tarafı ise bunun aptalca ve gerzekçe olduğunu bir kez bile söylemeden yansıtması oldu. Sınır denilen yer öyle güzel anlatılmış ki The Pianist izlediğimi sandım.

Dinlerin çarptırılması sonucunda cahil, kötü niyetli ve makam sevdalısı insanların nelere evrildiği güzel sunulmuş. At gözlüğü takıp, inandığı kitabın bir sayfasını bile okumayan, fakat dinini başkalarından dinlemeyi seven insanların ne denli bedbaht şeyler yapabileceğini anlattı.

Hikayede ince ve güzel bir detay var. Yazar bunu iyi yedirmiş. Yazar, Hristiyanlığı kötülemedi. Bazı sahneler öyle hissettirdi ama kesinlikle öyle bir amacı yok. Hristiyanlığın iyi öğretilerinin doğru kullanıldığında insanlık üzerindeki olumlu etkilerini gösterdi. Ve bunu ideoloji karmaşası yaşayan biri üzerinden yansıttı. Güzel ve hoş bir detaydı. Okuyup bitirdikten sonra fark ettim.

Romancılıkta Robin Hobb’ın kalemine bayılırım. Fevkalade ölçülü bir kaleme sahiptir. Çizgi roman kısmında ise Guarnido bu konuda favori olmuş olabilir.

16 Beğeni

Haşhaş Savaşı incelemesi yapılmışsa kaçırmış olabilirim. Kitabı değerlendirebilir misiniz?

1 Beğeni