Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

image

Aklın Şüphesi Suçun Gerçeğidir (Sherlock Holmes) - Arthur Conan Doyle

Şimdiye kadar dinlediğim hikaye kitaplarının neredeyse tamamında sıkıldım. Bir tek Sherlock keyifli gelmiştir bana. O yüzden Sherlock serisine devam etmekteyim. Seride dinlediğim üçüncü kitap ama sıralamaya bakmadan sırf Murat Eken seslendiriyor diye dinledim, meğer son kitapmış. :slight_smile: Bağımsız oldukları için çok dert etmedim açıkçası. Dinlemek isteyenlere bir not düşeyim: Eken en sevdiğim seslendirenlerden olmasına rağmen hızlandırdığımda sesi çok çatallanıyor. Bu sebeple istediğimden daha düşük hızda dinlemek durumunda kaldım.

Toplamda 12 hikaye var ancak bu hikayelerin eski kitaplarına nazaran çok da ilginç olmadıklarını itiraf etmem gerekiyor. 1-2 tanesi hariç neredeyse hiçbirisini merak etmedim. Yanlış aktarmak istemem, hiçbirinde sıkılmadım ama böyle çok heyecanlanıp merak da etmedim. Özellikle Sürünen Adam bir garip hikayeydi. Ayrıca anlatılan hikayelerin bir kısmında Sherlock’un bir şey yapmasına bile gerek kalmıyordu, suçlular kendileri çağırıp itirafta bulunuyordu. :slight_smile: Kısacası, sıkılmadığım ama ilk iki kitaba göre zayıf kaldığını düşündüğüm bir kitap oldu.

11 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 25-27 Akman 2022
[Okuduğum 285.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 12.betik
[Akman ayının 6.betiği]

Sayın Teğmen Nabirag, bu sefer raporlarını yorumlama yerine bir sohbet havası olacak çünkü bu raporların ilki kadar etkili, kahkahalı ve düşündürücü değil çünkü raporlarında durağan bir hava vardır. Keşke birazcık kahkaha tozu serpitseydi belki harika bir şey ortaya çıkacaktı. Raporlarına baktığımda gittikçe bizden biri olmaya başladın. Sana artık Türkçe ad vermeyi düşünüyorum. Geçen sefer yorumumda Duguy adını önerdim. Bu adda ısrarcıyım çünkü tam seni anlatıyor.

Sayın Teğmen Nabirag, senin kadar olmasa da ulusumu gözlemliyorum. Bir gün bir arkadaşımın evine gittim. O benim ülkemin vatandaşı olmadığı için rahat hareket ediyordu. Kapıyı açınca onun üstünde X atlet ve boxer vardı. Birden bir ateş bastı beni. Rahatsız olduğumu diyemezdim çünkü onun evi olduğu için onun kurallarını eleştiremem. Ne bilim, her an gelip dilediği gibi öpecek beni hissine kapıldım. Ne his ettiğimi diyemem ama bir arkadaş geldiğinde onu uygun ve onu rahat edecek bir şekilde giyinip yani eşofmanla karşılanır çünkü gözümüzle göremediğimiz düşmanımız İblis, nefsimize hükmeder. Sen sormadan ben söyleyeyim; ona rahatsız olduğumu dürüstçe anlattım. O da dikkat etmeye başladı.

Sayın Teğmen Nabirag, bir dahaki raporunda ülkemizdeki selamlaşmayı da anlatır mısın? Benim denizaşırısı arkadaşımla İstanbul’da buluşurken resmen duygularımı okuyarak benimle tokatlaştı. Keşke önceden haberim olsaydı da hazırlıklı olurdu. Tokalaşma sırasında çok sevdiğim kız arkadaşım gözümün önüne geldi. Üzerinde 4 yıl geçecek ama zerresine kadar pişman değilim tepkim vermediğim için çünkü insanlar içinden gelerek hareket etmelidir çünkü tabular bizi kısıtlıyor. Ülkeden ülkeye tokalaşma farklılık kazanıyor. Tekdüze bir tokalaşma yerine geniş bir yelpazeli tokalaşma olmalıdır çünkü herkese hitap eden tokalaşma olurdu. Bu benim hayatım olduğu için kimse beni yargılayamaz. Ben kendimi bildikten sonra kimin ne düşündüğü umrumda değildir. Dolaylı olarak anlattım ama fazlasını da sorma. Sen de kendi gezegeninde dilediğin gibi selamlaş. Bu hayata bir defa geliyoruz.

Sayın Teğmen Nabirag, insanlar neden makineleşiyor. Nerde eski gibi simit gibi sıcakkanlı halleri… İki yıl öncesinde bir arkadaşımı görmeye gittiğimde o rahatsız olmasın diye Almanlar gibi soğukkanlı davrandım ama içimde ona sımsıkı sarılıp ona güçlü sevgi ışığımı göndermek isterdim çünkü insanlar birbirini sevdikçe anormallaşmaz aksine güzelleşir. Keşke o arkadaşım bir defalık şans verseydi bu sefer kendim olmak istiyorum. Benim için anormal demesi beni üzemez çünkü yalnızlığı iliklerime kadar yaşıyorum. Üç günlük Dünya’da kimseye değmez. Gezegeninde zamanda yolculuk makinesi varsa bir dahaki geldiğinde getirir misin? Yeniden o günü yaşamak isterim çünkü onu çok özlüyorum.

Biliyorum kafanı şişirdim ama birbirleriyle konuşmak istiyorum. Beni kırmadığın için çok teşekkür ederim. Seni göremesem de varlığını his ediyorum. Bu anlattıklarımdan bizi güzelce raporize etmeni temenni ediyorum. İyi ki de aramıza geldin. Kimilerine yalnızlığını unutturacak arkadaşlık ettin kimilerine de değerlerimizi raporlarınla yeniden hatırlattı. Umarım raporlarını okuyanlar sayesinde aksayan değerlerimizi düzeltilecek. Yaşadığım ulusumu çok seviyorum çünkü her yönde rengarenk kişilikleri vardı. Almanlar gibi soğukkanlı ve disiplinli değildir. İstisnalar kaideyi bozamaz. Evet değerli okurlar, okuma zamanında Teğmen Nabirag’ın Dünya Raporları’na da vakit ayıracağınızı temenni ederek okumanı şiddetle tavsiye ediyorum.

4 Beğeni

Bu seri yaklaşık on yıldır kitaplığımda ama ne zaman elime alsam sarmıyor, bırakıyorum. Sherlock dizisini, filmlerini defalarca izlemişimdir ama kitaba gelince yok, okuyamıyorum. Siz gerçi dinlemisşsiniz ama, dilini nasıl buldunuz? Çevirisinin kalitesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dinlediğim için çeviri ile hiç ilgilenmedim açıkçası. İlk iki kitabı sevmiştim, çok rahat dinleniyor. Ama bu kitap diğerlerine göre biraz düşük kaldı maalesef.

Okumak sorunsa dinlemeyi deneyin, Storytel’de 14 günlük deneme süresi var.

1 Beğeni

Malazan Book of the Fallen - 2 - Deadhouse Gates

Malazan’ın ilk kitabını çok beğenmiştim ve ikinci kitabı okumayı, Türkçe çeviriden okumayı, planlıyordum ama dayanamayıp İngilizceden okudum. Kitaba karşı beklentim en üst seviyedeydi diyebilirim ve kitaba dair hislerimi sırf ‘’beğeni’’ açısından değerlendiremeyeceğimi düşünüyorum. Ne hissettiğimi, kitapla ilgili neler düşündüğümü anlatmadan kısaca söylemek gerekirse ilk kitap ikinci kitabın yanında gerçekten devede kulak diyebilirim.

Kitapta bir tane bile boş bölüm yok, yazarın neden yazdığını sorguladığımız kısım yok. Her bölüm o kadar dolu yazılmış ki hayretler içerisinde okudum. Her pasaj ardından gelecek olanlara göz kırpar nitelikte. ‘’The Fallen’’, ‘’Yitik’’ kitapta öyle bir tanımlanıyor, öyle bir anlatılıyor ki ruhunuzun her parçasını kargalar canlı canlı etinizden ayırıyor sanki. Serinin ilk kitabında da sezinlediğim ama bu kitapla beraber artık tamamen emin olduğum bir şey varsa o da Steven Erikson’ın bize ‘’İnsanı’’ anlatmaya soyunduğu. Bunu gerçekten tüm çıplaklığıyla yaptığına inandığımı söyleyebilirim. Farklı ırklar, kadim güçler, unutulmuş tanrılar, yitip gitmişler üzerinden okuduğumuz bir ‘’insan’’ anlatısı ancak bu kadar günümüz dünyasına selam yollayabilir. Günümüzde çokça tartışılan ve postmodern belirsizliklerle iyice zıvanadan çıkmış şekilde ele alınan çoğu insani konuyu Erikson, kendi evreninde, kendi Kovanından bize sunuyor.

Birinci kitapta kendisini bir anda tanrıların, iblislerin ve belirsiz bazı ‘’şeylerin’’ içerisinde bulurken kimimiz kayboluyor kimimiz hayranlıkla bilinmezlik içerisinde süzülüyorduk. Bu kitapta ayaklarımız yere basıyor. Her sayfada farklı bir karakter oluyoruz; ırkımız değişiyor, cinsiyetimiz değişiyor, Kovanımızın türü değişiyor, mesleğimiz değişiyor ama Erikson her seferinde okuyucuyu yani ‘’İnsanı’’ hepsinin ortak paydası yaparak bünyemizde birleştiriyor.

Kitabı benim için tanımlayacak tek kelime ‘’Umut’’. Bu çok net. ‘’Umut, insanın hapishanesidir.’’ diye boşuna dememişler. Kitabı sonuna kadar büyük bir ‘’umut’’ ile okuyoruz. Asla bu hapishaneyi terkedemiyoruz. Yazar bizi ruhun karanlık derinliklerine yolluyor, ‘’çocuğun’’ haysiyeti için ölen askerlerin kanını üzerimize sıçratıyor. Bizi soykırıma, katliamlara maruz bırakıyor ve her seferinde hafızamızı dinginliğimiz için kadim büyüye kurban ediyor fakat ‘’umut’’ elimizi asla bırakmıyor, kitabı okumaya devam ediyoruz. Hafızamız yitik, ellerimizde Erikson’ın kadim büyüsünün, dinginliğimiz uğruna yapılan fedakarlığın siyah lekesi kalmış, kalbi kırık bir ‘’çocuğuz’’ okuyucular olarak. Yanımızda da bir ‘’umut zinciri’’ var. Siz başı çekiyorsunuz ama yine de yönlendiriliyorsunuz, ilerliyorsunuz ama geri çekiliyorsunuz ve bu şekilde yolun sonunda ‘’çocuklar’’ ölüyor. Okuyucu hafızasını geri kazanıyor ama akıldaki sis asla dağılmıyor. Mümkün değil dağılması. İsminiz yok, kitapta isimler sadece ‘’cevaplanamaz sorulara birer cevap çağrısı.’’ ‘’Yitik’’siniz artık. ‘’Hala elimizde olanı (umut) görmezden gelirken neden kaybettiklerimize tutunuyoruz?’’.

Sonuç olarak, yazardan direkt bir alıntı daha yaparak şunu söyleyebilirim sanırım: “Bu, insanlığın (bu kitabın) kısa ve öz bir özeti diyebilirim. Kimin ciltler dolusu tarihe ihtiyacı var? Çocuklar ölüyor. Dünyadaki adaletsizlikler bu iki kelimede gizli.”.

Ayrıca, ilk kitapta sahnede olan ve bizi neye uğradığımıza şaşırtan tanrılar var ya, işte onlar bu kitapta sadece ‘’İnsan’’a bakıp gülüyorlar. İkinci kitabı bunu bilerek beklemekte fayda var.

Herkese şimdiden iyi okumalar dilerim.

Son olarak; okurken bana yaşadığımı tekrar hatırlatan her kitap için yaptığım gibi bu kitaba da bir müzik bırakacağım:

22 Beğeni

Seriye şahsi sevgimin de illa ki etkisi vardır ama son zamanlarda okuduğum en iyi (ve tabii yine en öznel) inceleme. Resmen tekrar okumuş gibi oldum. Teşekkür ederim.

Ekleme: @HamdemitAbi’nin de dediği gibi, sen Chain of Dogs’u yürüdün. Artık bizden birisin. :slight_smile:

3 Beğeni

Beni Malazan okumaya tevşik ettiğiniz için ben çok teşekkür ederim. Devamını iple çekiyorum.

1 Beğeni

Çok ama çok yoğun bir okuma oldu. Yorucu ve açıkçası sıkıcı bir deneyimdi. İlk başlarda her şey güzeldi; gizemli, büyük bir evren vardı karşımda. Fakat bir hikaye bitip, bir yenisi başlayınca, İstanbul trafiğinin beş dakikalığına açılıp, üç saatlik kilit olmasına benzer bir döngüye girdi. Romanın akıcılığı durmadan düşüp yükseliyor. Bu tarz bir yazım stilini hiçbir yazarda görmedim açıkçası. Tercih de edilmemeli.

Hikayelerin hepsinde gizem unsuru vardı. Bazısı aksiyonlu, bazısı muallak, bazısı ise bizden, içten ve duygusaldı.

Romanın en güzel yanlarından biri, insan doğasının asla değişmeyeceğini gözler önüne sermesiydi. Eski Dünya yok olmuş, ama insanlığın gayeleri, hırsları, çatışma nedenleri hep aynı.

En sevmediğim şey romanın dili oldu. Çeviriden mi kaynaklı, yazarın dilinden mi, yoksa kitabın yoğunluğundan mı bilmiyorum fakat hem okuma hızımı düşürdü hem de okurken sıkılmama sebep oldu. Bazı kitaplar yoğun olmasına rağmen akar; bu kitap hem yoğun, hem akmıyor. Okurken kafamda çoğu şeyi canlandıramadım.

Papaz her gün pilav yemez diye bir laf vardır. Hacılar’ın anlattığı hikayelerin final sorunu bu. Hep vurucu, şaşırtıcı bir kapanış uğraşı güdülmüş ama bir süre sonra bu durum şaşırtıcılığını yitiriyor.

Bazı romanlar vardır: Çekici olmaktan ziyade ilgi çekmek için saçmalar, şirazeyi kaçırır. Özellikle bu tip romanlar psikoloji ve bilimkurgu temalı olur. Hyperion’ı bu listeye dahil etmiyorum. Vurucu hikayeleriyle ve koskoca, yaratıcı evreniyle sizi zorluyor. O zorluğu aşabilirseniz içine çekiyor. Ben kısmen aşabildim.

Her farklı anlatıcıda; organizasyonlar, kuruluşlar, topluluklar ve medeniyetler hakkında detaylar öğreniyoruz.

Evren hakkında o kadar detaylı anlatılıyor ki sahiden bir ara nefesim kesildi. Bu tarz romanları sevmiyorum açıkçası, ama kurgudaki evren o kadar kapsamlı ki ister istemez fazlasıyla detaya inilmiş. Ayarı bence kaçmış. Hikayenin akması için bazı şeyleri ince detayına kadar bilmesek de olurdu.

Hyperion, tüm okurların sevebileceği ilgi çekici karakter hikayelerine sahip ancak onun dışında birçok zorluğa da göğüs germeniz gerekiyor.

Kassad ve Lamia’nın anlatıları favorim. Kişilik olarak otoriter, ciddi ve sert karakterleri sevmem aslında. Bu durumda şairi favorim olarak göstermem gerekir. Ama favorim şüphesiz ki Konsolos. Karmakarışık, kafası karışmış ve duygularının tercüme edilmesi zor bir yalnız adam. Öteki Hacılar kendilerine dost, eş edinebilir, hatta edinmişler, ama Konsolos’un kendini hiçbir şeye ait olduramamasının çaresizliği üzücü.

12 Beğeni

Ben kitabı ingilizce okudum ancak aynı eleştiriyi yapabilirim. Yazar her hikayede önde gelen Bilim-kurgucuları ve Bilim-kurguya uyarlanabilecek birtakım yazarı (Joseph Conrad, Jack London) gerek anlatısal gerek dilsel olarak taklit etmiş.Cesaretini takdir etsem de çoğunda başarısız olmuş bence. En gözüme batan olarak Gibsonvari bir neo-noir olan detektifin hikayesini söyleyebilirim. Fikren ortada olsa da öyküde Gibson’ın az ama öz, yoğun anlatısından eser yoktu maalesef.

8 Beğeni

Hocam sizin gibi birikime sahip olmadığım için bu bilgileri bilmiyordum. Yazar bunları saygısını sunmak anlamında kullanmışsa sorun oluşturmaz bence. Saygıdan ziyade bir taklit çabası varsa etik değil, ki yazar koca bir evrenin konusunu bir şaire adamış, taklit denilemez. Fakat nedense hiçbiri tam olarak yazarın vermek istediği lezzeti yansıtamıyor. Anlatıcıların farklı üslupları göze çok kolay çarpıyor ama dediğiniz gibi başarısız olduklarını okurken hissettim. Sanırım romanın üslubunu ve romanı başlıca beğenmeme nedenim bu olabilir.

2 Beğeni

Ben de tam tersi aslında gayet aktı gitti diye düşünüyorum ve canlandırma açısından da problem yaşamadım. Dil seçiminde de açıkçası kıyasa dayanmaksızın bir başarısızlık hissedemedim ama tabii kıyasa bağlı olarak farklı düşünürdüm belki bilemeyeceğim. Üstte belirttiğim fikrin aksine farklı tarz ve üslupları hem akıcı yazdığını hem de bütünlüğünü iyi koruduğunu düşünüyorum. Oldukça detaylı ve geniş bir evren yaratmış diye düşünüyorum ve bunu üstelik güzel bağlantı noktalarıyla dağıtmadan anlatmayı başarmış bana göre. En azından ben böyle hissettim bitirdikten sonra. Devam kitabına bağlı olarak düşüncelerim değişebilir tabii bu bütünlükle alakalı olarak.

6 Beğeni

28780453.SY475

Fouad Mezher’in çizimleri ile çizgi romanını (çizgi öykü desek daha doğru olur) okuyup beğendiğim kısa hikayenin orijinal metnini elimdeki Wordsworth Horror Stories kitabının içinde bulup okudum. Çok hoşuma giden, keşke biraz daha uzun olsaymış dediğim bir kısa öyküydü. Sonradan romana veya filme uyarlanmamış olmasına şaşırdım.

Bir sanat simarı tarafından işi üniversite için sanat eserlerini toplamak olan Mr. Williams’a hakkında bir bilgi bulunmayan, üzerinde sadece eski bir malikaneyi betimleyen bir mezzotint gönderilir. (Mezzotint bakır bir levha üstüne yapılan eski bir baskı tekniği.) Mezzotint’in arkasındaki etiketin yarısı yırtıldığı için kimin tarafından yapıldığı ve tam olarak hangi malikaneyi betimlediği bilinmez. Mr. Williams ve arkadaşı ertesi gün bu mezzotinte tekrar baktıklarında resimin kendi kendine değiştiğini farkederler. Kimse mezotinte bakmadığı gecelerde, resimde gün be gün sürünerek malikaneye biraz daha yaklaşmakta olan bir hayaletimsi bir figür belirmektedir. Mr. Willams ve arkadaşları bu gizemi çözmeye karar verirler.

İthaki Karanlık Kitaptan çıkan M.R. James Hayalet Öyküleri kitabına baktım bu öykü içinde yok. Cem Yayınlarından çıkan edisyonda var mı bilmiyorum.

Telifsiz bir eser olduğundan alttaki link üzerinden orijinal dilinde html, epub, pdf gibi formatlar üzerinden okuyabilirsiniz.

https://www.fadedpage.com/showbook.php?pid=20130322

14 Beğeni

Köpeğin Pençesi - Thomas Savage (Çeviren: Şaziye Çıkrıkçı)

Amerikan edebiyatının unutulmuş hazinelerinden Thomas Savage, ilk olarak 1967 yılında yayınlanan ve yıllarca tozlu raflarda bırakılan romanı The Power of the Dog’ta, kendi hikâyesinin küllerinden bir “western otokurmaca” yaratır. Kökenini hayat, anılar ve hayal gücünden alan The Power of Dog, bize boşanmış bir çiftin yeni hayatlarında büyümeye çalışırken "Vahşi Batı"nın acımasızlığında büyük queer çaresizliğini yaşayan Savage’ın hikâyesinin “olması gerektiği” şekilde yeniden yazılmasını anlatır. Savage, “Western Kabil ve Habil” Phil ve George ile onların "yaban hayatları"na katılan Rose ve oğlu “kız kılıklı” Peter’ın hikâyesini bize muhteşem bir Amerikan panoramik anlatısıyla birleştirerek sunarken romanın kalbine de dini bir epigraf yerleştirir: “Canımı kılıçtan, biricik hayatımı köpeğin pençesinden kurtar!”

Savage’ın “köpeği”, romanın “kalp karakteri” Phil’in bastırılmış eşcinselliği; “pençesi” ise Phil’in heteroseksüelliği “zorunlu” bir silah olarak kullanmasıdır. Savage’ın üvey amcasından hareketle yarattığı bu “erkeklik abidesi”, roman boyu herkese kök söktürerek varolur. Onun hedef tahtasında “on iki”, her daim aşağı gördüğü kardeşinin bir “zaferi” olarak Rose’dur. Çiftliğe aniden gelen bu kadına hayatı zindan eden Phil’i saklı kalmış gerçeklerle yüzleştirecek “hanım evladı” Peter ise beklenmedik şekilde olayları alt üst edecektir. Peter, Phil’in bastırılmış eşçinselliğini eşelerken Savage da bize erkekliğin “ölesiye kırılgan” doğasını anlatır. Tam da bu noktada bir karakter olarak coğrafya da işin içine girer. Olanca haşmetiyle Vahşi Batı kırsalı, Doğa "Ana"nın üstü örtük bir erkek versiyonu olarak Phil’in de bir aynasıdır aslında. Keza, birer fallik sembol olarak dağlar da, eşcinsel ilişki metaforu olarak “at binicilik” de Savage’ın romanın derinlikli karakter yaratımında açtığı çığıra işaret etmektedir. Karakterlerin doğaya, doğanın karakterlere dönüştüğü bu romanın teması da bir varoluş biçimi olarak dönüşmek ya da dönüşüme direnmek olarak yükselmektedir.

Savage, babadan oğula bırakılan eril mirasın altında yatan esçinsel aşkı Bronco Henry-Phil-Peter doğrultusunda gözler önüne serer. Bir hayvan hadım etme sahnesi ile açılan Köpeğin Pençesi’nin temel meselesi de budur aslında, kastrasyon anksiyetesi ya da zorba heteroseksüellik bir özüyle savaş biçiminden başka bir şey değildir. Günün birinde açığa çıkacak o "göl"ün hikâyesidir Köpeğin Pençesi. Tanrının terk ettiği yüreklere yazılmış acımasız ve etkileyici bir destan.

7 Beğeni

Bağlantı ve bütünlük derken ben o ekibin neden bir araya geldiği hakkında bir ipucu yakalayamadım ya da yoktu. Birbirinden bağımsız olaylar anlatıldı. Aynı çatıda buluşmalarının tek nedeni Hakimiyet’in böyle bir karara varmasıydı sanırım. İllaki ileride açıklanacak, bu bir seri, ama ilk kitap üzerinden benim düşüncelerim bu yönde. Kitabın belli bir kısmından sonra da sıkıldığım için pek de özenli okuyamadım.

Dili beğenmememin haricinde kaotik temposu da çok yorucuydu. Seri için çok önemli altı farklı anı anlatılıyor ve hepsi bir kitapta. Kitabın yoğunluğu evren genişliğinden ziyade ana tema sayılabilecek anıların tek bir kitapta anlatılmasından kaynaklı olmuş bence.

1 Beğeni

Bilimkurgu hayranı değilim, dolayısıyla Hyperion’a kapsamlı bir eleştiri yapacak alt yapım da yok. Bununla birlikte var olan kurgu roman alt yapımla incelediğimde Hyperion bana gayet doyurucu geldi.

Normalde çok karakterli romanları sevmem. Çünkü kitabın bölümlerini sevdiğim karaktere göre kayırırım, bir türlü kitabı tam sevemem. Buna rağmen Hyperion bana her karakteriyle ilgili bölümleri sevdirmeyi başardı. Hatta Weitraub bölümünde fazlaca duygulanmıştım.

Kitapta sevmediğim kısım ise gizemin biraz saçma olması Shrike ne? Neden dikenli bir canavar? Neden insanları öldürüyor? Bir bilimkurgu kitabında neden tüm yapay zekalar, dikenli bir canavardan korkuyor? Bu bakımdan kitabın temel problemi bana göre metnin en temelindeki olağanüstü kurgu yönünün bilimkurgu yönünden ağır basması.

Hepsi Shrike ile bir şekilde temasa geçip hayatta kalabilen insanlar. Ayrıca Hakimiyet’in aslında yapay zekaların kontrolünde olduğu ve yapay zekakarın da Hyperion’u öngöremedikleri belirtiliyor.

4 Beğeni

Bende söylemeden geçemeyeceğim Peter Ackroyd’un Canterburry Hikayelerini okumuştum Hyperion okumadan önce. Okuyanlar bilir Geofrey Caucher’in Canterburry Hikayelerinin nesir haline getirilmiş versiyonudur bu kitap. Aynı şekilde hacıların hac ziyaretleri boyunca öyküler anlatıyorlar. Bende bunun üzerine okuyunca zorlanmadım okurken hatta hızlıca akıp gitti. Devamı basılırsa bir daha zevkle okurum muhtemelen. Ama tabi kapak görseli falan derken ben bir hac yolculuğunda anlatılan öyküler değilde farklı bir olay örgüsü beklemiştim kitaptan. (Kitapla ilgili hiç bir ön bilgim yoktu.)

2 Beğeni

Shrike kısmına katılıyorum. Yazar Shrike’ı bir gizem, bir bilinmezlik olarak verip ona karşı korku hissetmemizi istemiş diye düşünüyorum. İşin garip yanı kendi adıma Shrike serinin en zayıf yönlerinden biri olarak kaldı.

2 Beğeni

Hocam o detayları hatırlıyorum. O kısmı bayağı bayağı yanlış belirtmişim. Hatta o kadar kötü belirtmişim ki belirtmek istediğim şeyi unuttum… Aklıma gelirse düzenleyeyim.

@swarf Bağlantısızlığı geçmişlerinde birbirleriyle karşılaşmamış olmalarından kaynaklı söylemiştim.

Lamia ve bir kişi daha Shrike’la karşılaşmadı, ya da ben yanlış hatırlıyor olabilirim. Bir nevi onların misyonunu üstlenmiş kişiler desek, daha doğru olur gibi… Ama hatırladığım kadarıyla Johnny de Shrike’la karşılaşmadı.

1 Beğeni

Bence de yorucu bir tempoya sahip. Değişik bir tempo. Bir iniyor, bir çıkıyor. Demek istediğini anladım.

1 Beğeni

Estağfurullah hocam. Forumda bana gelene kadar ( siz de dahil) kimler kimler var.
Kusura bakmayın ‘‘taklit’’ pek uygun kelime olmadı. Ama atıf da tam karşılamıyor anlatmak istediğimi. Bahsettiğim şey o öykünün yazarın izinde olduğu. Hatta öyküde ‘‘Cowboy Gibson’’ adında biridinden bahsediyorlar, burada elbette William Gibson’a selam çakılıyor :smiley: .
@GKS Hyperion bilim-kurgunun baş yapıtları arasında görülüyor. Okuma etkinliğinden de anlaşılacağı üzere rıhtımın favori kitaplarından. Bu konuda azınlıkta olduğuma şüphe yok. Gerçi ben de okuduğuma hiç pişman olmadım. Özellikle ilk öyküyü kendi başına dahi oldukça etkileyici buldum.

5 Beğeni