Japon Klasikleri 5- Hagakure: Saklı Yapraklar, Tsunetomo Yamamoto

Japon klasikleri okuma yolculuğum bütün güzelliğiyle devam ederken bu kitap ile beraber sevimsiz bir yola girdik. Diziden beğenmediğim tek kitap oldu, diğerlerini sevdiğimi birçok kez belirtmiştim. Şu iki cümleden anladığınız şeyi doğruluyorum: Evet, hiç sevemedim kitabı.
Kitabı sevmediğim halde iyi bir dönem kitabı okuduğumu da itiraf ediyorum. Gelenekselliğe tutulmuş ve geri kafalılığın içinde yüzen bir topluma şahit oldum (Bence boğuluyorlardı). Sırf bu yüzden okunabilir bir kitap aslında. Ama size fazlasını verebilecek ‘‘şahane’’ bir klasik mi? Hayır. Edo Dönemi hakkında bilgi sahibi olmak ve Japon kültürünü sıkıp suyunu içmek isteyen okur arkadaşlarımız için müthiş bir kaynak sadece.
Bu kitabı okuduktan sonra şunu daha iyi anladım: Öykülere ve romanlara olan ilgim benim için en ön sıralarda. Savaşçılık sanatı, öğretisi ve cesaret terimleri üzerine kurgusal bir metin okusaydım bu kadar çok olumsuz yorum göremezdiniz burada. Samuray felsefini anlatan bu kitabı okuyup da bir şeyler edinememek yordu işin aslı. Felsefe- düşünce türünde kitaplar okumayı da severim, eğer kaynak iyi ise tür ayırmam pek. Ve kitabı okurken ‘‘savaşçılık’’ üzerine bilgelik barındıran öğretileri keşfedeceğimi sanmıştım. Hayal kırıklığı yaşadım doğrusu.
Hagakure: Saklı Yapraklar’ın ilk sayfalarında çevirmenin önsözü karşılıyor bizleri. Es geçmeden okumanızı tavsiye ederim, eğer bu kitabı okumayı düşünüyorsanız tabii. Başlamadan önce ve bitirdikten sonra da okudum. Her okuyuşumda farklı şeyler öğrendim. Kitabın tek öğretici bölümü diyebilirim. Döneme ve yazara dair değerli bilgiler barındırıyor.
Japon tarihinde siyasi iktidarın en güçlü olduğu Edo Dönemi’nin(1600-1868) ortalarında kaleme alınmış. Meici Dönemi öncesinde olan bir zaman bu. Meici’ye geleneksel demiştik, bu daha betermiş! Modernlikle zerre alakası olmayan, savaşçılığın ve cesaretin tüm niteliklerden üstün tutulduğu, bir aile şogunluğunda yönetilen, seppuku törenleriyle şaşırtan, kadınların değersizleştirildiği, batıl inançlarla süslenmiş tuhaf bir dönem. Kitabın içinde bu gibi konulara denk geleceksiniz zaten ama yüzeysel olarak belirtmekte fayda var.
Yamamoto’ya gelecek olursak da yazarın ilginç hayatına pek şaşırmadım. Böyle bir hayatı olmasaydı bu cümleleri okumazdık şimdi. Babası 71 yaşındayken dünyaya gelmiş ve oldukça zayıf bir çocukluk geçirmiş. Hatta doktorlar 20 yaşına kadar yaşaması imkansız demişler. Gel gör ki Yamamoto yaşamış da yaşamış! 60 yaşında doğal nedenlerle bu diyarlardan ayrılmış. Yine de fena değil bu yaş bence.
Babası yaşlı olduğundan, kendisi de hastalıklı ve zayıf bünyesiyle dikkat çektiğinden olacak dokuz yaşındayken Mitsuşige Nabeşima tarafından hizmete alınmış. Bu köklü ailenin efendilerine hizmet edecek ama aklınıza başka şeyler gelmesin. Bir ‘‘samuray’’ olarak yetişecek ve efendisine canıyla, kanıyla, her şeyiyle bağlı kalacak bir hayat söz konusu. Öyle bir hayat ki, gerekirse seppuku(karnını yararak intihar etmek) yapması bile gerekebilir, hatta efendisi tarafından da istenebilir doğal bir eylem bu. Tabii bu seppuku törenleri 17.yy başlarında şogunluk tarafından yasaklanıyor ve karnını yaran samurayların görüntülerine maruz kalmaktan kurtuluyor insanlar. Seppuku törenleri sırasında samuray karnını yaramazsa önceden belirlenmiş başka bir samuray tarafından boynu kesiliyor. Bu belirlenmiş kişiyi, seppuku yapacak samuray ya da bu kararı hep beraber alan kurul gibi otoriteler seçiyor. Ne kadar korkunç! Zehirli bir şey içse daha iyi olmaz mı dedirten cinsten intiharlar bunların hepsi.
Böyle efendilerin tek değil bir sürü hizmetkarı oluyor bu şekilde. O zamanlar bu dönemde kılıcıyla orada burada gezen bir sürü samuray vardı siz düşünün artık gerisini. İçim dışım ‘‘kesme-biçme’’ oldu. Samurayların büyük bir çoğunluğu kasap gibi. Ölüme atlamak, öldürmek, intihar etmek öyle yüceltilmiş ki okurken ne oluyoruz demekten alamadım kendimi. Yazarın üzerine bastığı şey şu: ‘‘Deli cesaretiyle ölüme atla, çünkü savaşçı olmak budur.’’
Sanata ilgi duyan ve sanatçılığa soyunan samurayları da savaşçılığa hakaret olarak görüyor Yamamoto. Çünkü bir samurayın tek gayesi olabilir o da savaşmaktır. Savaş sadece fiziksel bir boyutta kalmıyor yazar için; hep tetikte olacaksın, ruhunla, aklınla hatta kalbinle bile savaşman gerekiyor. Nasıl bir hayat bu!
Yamamoto hizmetkar olarak yaşadığı sürece yataktan kalkar kalkmaz şu yeminleri sıralıyormuş;
-Şerefli savaşçılık yolunda geride kalma.
-Efendine yararlı ol.
-Babana sadakatini göster.
-İnsanlar için tutkuyla mücadele et.
Bireysellik adına hiçbir şey yok. Zaten kendiniz için yaşarsanız Yamamoto’nun kınamalarına uğrarsınız. Geleneksel düşüncenin dibi diyebiliriz. Kadınların aşağılandığı birçok paragraf da okudum. Kadın olmak hep zormuş! Şimdi de öyle değil mi? Tabii Edo Dönemi’nde daha kısıtlı ve berbat bir yaşam söz konusu kadınlar için.
Yamamoto yazı yazmada ki yeteneğiyle efendisinin gözüne girince bir edebiyatçının yanında eğitim görmesi sağlanmış. Yirmilerindeyken Zen Budisti bir rahip ve Konfüçyüsçü bir alimden eğitim de almış ayrıca. Bu iki önemli eğitim onun hayat felsefesinin temelini oluşturmuş. Bu iki öğreti hakkında pek bilgim olmadığı için bu konuda yorum yapmayı düşünmüyorum. Fakat yazarın felsefesini bu öğretiler etkilediyse ne yaşamış da bu hale gelmiş çözemedim.
Kendisi savaşçılığı anlatırken hiç savaşmamış bir samuray olarak da şaşırtıyor. Yani hiçbir savaşa katılmamış. Efendisi öldükten sonra seppuku yapacakmış da onun vasiyeti sayesinde yırtmış paçayı. Seppuku yapamayınca da hizmetkarlığı bırakıp eşiyle beraber inzivaya çekilmiş. Saçlarını kazıtmış ve Budist rahibi olarak kulübede yaşamaya başlamış.
Kitapta anlatılan birçok olay ve savaşçılık öyküleri Yamamoto’nun hizmet ettiği aileden ve çevreden duyduğu bilgiler aslında. Kitabın son bölümlerine doğru bu bilgilerin birçoğu da farklı ailelerin dedikodu hikayeleri… O onu öldürmüş, bu bunla alay etmiş de onu doğramış gibi hikayelerdi bir kısmı. Bir de bunları öyle bir normalleştirip yazıya dökmüş ki hikayelerden çok bu üslubu garipsiyorsunuz!
Yayımladığım diğer yerler: wannart bubisanat 1000kitap