Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Elantris yazarın yayımlanan ilk kitabı doğru ama Sanderson’ın ikinci kitabı değil. Elantris yazarın 6. kitabı. Ve Elantrisi sattığında yazarın 10’u aşan yazdığı kitap vardı. Tabi bunların bazıları direkt iptal, bazılarının fikirleri birleşip kitaba dönüştü ve bazıları ilerleyen yıllarda çıkacak, tabi ki Kozmer inşasıyla revize edilmiş halleriyle.

Liste halinde:

  1. White Sand Prime (My first book, took two + years to write. 1998)

  2. Star’s End (Science fiction. 1998)

  3. Lord Mastrell (Sequel to White Sand Prime. 1999)

  4. Knight Life (Fantasy comedy. 1999)

  5. The Sixth Incarnation of Pandora (Science fiction. 1999)

  6. Elantris (2000. Published by Tor: 2005)

  7. Dragonsteel (2000)

  8. White Sand (2001)

  9. Mythwalker (Never finished. 2001)

  10. Mistborn Prime (Stole the magic system and title for a later book. 2002)

  11. Final Empire Prime (Stole a character, some setting elements, and title for a later book. 2002)

  12. The Aether of Night (2002)

  13. The Way of Kings (350,000 words. Took a long time. 2003)

  14. Mistborn: The Final Empire (2004, Published by Tor 2006)

Elantris’in kabul edilişi 2003. İlk çıkış tarihi 2005( Edit: yani Elantrisi ilk verdiğinde 12 yayımlanmamış kitabı vardı, bazı röportajlarında bu rakamı söyler kendisi)
Liste devam ediyor ama geri kalanına gerek yok şimdilik. Aether of Night mesela daha çıkamadı, gelecek yıllarda revize hali çıkacak. Bazı kitaplar sanki aynı kitap gibi duruyor isminden mistborn prime ve final empire prime gibi. Bunlar birleşmiş sonradan.

8 Beğeni

Elantris ile ilgili yazarı ikinci kitabı olduğuna dair bir video veya yazı gördüğüm için öyle yazmıştım ama hatalı bilgi olmuş. Düzelttim, bilgilendirme için teşekkürler.

2 Beğeni

Dacre Stoker-J. D. Barker/ Dracul

Bram Stoker’ın hayatı, günlüğü ve Dracula kitabının yayımlanmamış bölümlerinden esinlenilerek yazılmış, sürükleyici bir gotik roman. Dili sade ve akıcı, bölümler çoğunlukla kısa. Kurgu ve olay örgüsü başarılı. Şahsen J. D. Barker çok sevdiğim bir yazar, Dracula da çok sevdiğim bir romandır. İkisinin bu şekilde bir araya gelmesi beni beklediğimden daha çok tatmin etti. Siz de 1800lerde; şatolar, tekinsiz mezarlıklar ve dirilme ihtimaline karşı ayağına zil bağlanmış cesetlerin bulunduğu hastanelerde geçen tam bir gotik okumak istiyorsanız doğru kitaptasınız.

16 Beğeni

Yine keyifle okuduğum bir PKD romanı.

Aslında romanın çok daha kısa halini öykü olarak okumuş ve çok sevmiştim. Romanını da sevdim fakat bir 300 sayfa daha olsaydı diyorum. Çünkü kitap mükemmel bir konuya sahip. Sovyetler ve Amerika bir nükleer savaşa giriyor. Sonucunda ise tüm gezegende korkunç bir yıkım yaşanıyor. İnsanlar ise bu savaşın başlangıcında Karınca Tank denen yer altındaki sığınaklara geçiyor. Sığınaktaki insanlar da yukarıda devam eden savaş için askeri robotlar üretiyor.

Peki her şey göründüğü gibi mi?

Bunun cevabı yine PKD’nin zihnindeki dolambaçlı gerçeklik algısıyla gün yüzüne çıkıyor.

29 Beğeni

Bugün hâlâ atlantik coğrafyasında bir heyula dolaşıyor, Sovyet heyulası. :slight_smile:

2 Beğeni

Kitabı şu anki dönemde okumam daha etkili oldu benim için. Savaşın ve onun getirdikleriyle beraber arkasında bıraktıkları kabul edilebilir bir şey değil gerçekten. Özellikle kitabın sonlarına doğru Adams ve Nicholas’ın kendi aralarındaki konuşmaları çok etkiliydi. Sen olsan böyle bir işi üstlenir miydin? Peki ya gerçeği öğrenen insanlar şimdi ne yapacak? Bundan sonra tüm yayınları didik didik inceleyip söylenen hiçbir şeye inanmamak!

2 Beğeni

Hilmi Yavuz - Talan Şiirleri bitti.

hilmi-yavuz-talan-siirleri

işte bu son talanı ömrümüzün;
aşklar, acıya emanet.
dahası, yok bahası
satıldı erguvanlar…

  • nedir bu?
  • eskiler söyledilerdi:
    ‘inkırâz-ı bahârân’…
    bilen anlar.
5 Beğeni

Okuduğum Tarih: 01-10 Yelin 2022
[Okuduğum 286.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 13.betik
[Yelin ayının ilk betiği]

Murat Kaya Beşiroğlu’nun verdiği cesaretle Kaan Güler ile birlikte yazdığı hayran kurgu romanlarının bir kaç bölüm öyküsüyle temasına göre Kayıp Rıhtım aylık öykü seçkilerinde yer aldım. Kayıp Rıhtım’ın bir üyesi olmaktan gurur duyuyorum. Bu öykü seçkisi, 15 yıllık Kayıp Rıhtım’ın geç gelen öykü seçkisi oldu. Bu öykü seçkisinde dört kalemi tanıyorum. Psikolojik Gerilim türünün yakışıklı yüzü Hakan Bıçakcı ile Korku-Gerilim türünün sevimli yüzü olan Mehmet Berk Yaltırık’ın yanı sıra hem bilimkurgu hem de korku gerilim seçkilerinde yer alan Seran Demiral ile Murat S. Dural’ın öykülerini de okudum. Dört tanıdığım kalem, acaba kendi türlerinde yazdılar mı? Gelin bu sorunun yanıtını öykü öykü yazdığım yorumlarda bulalım.

Umacı (Mehmet Berk YALTIRIK); Bir Osmanlı döneminde korku-gerilim öyküsünde taşra hayatı ön plandadır. Korku-gerilim %25 civarlarında öyküde diyalog kısımları paragraf şeklinde yazılması öyküye birazcık sıkıcılık verirken İns ile cin türleri arasındaki gerilimin nedeni ins olduğunu sanki zamanda yolculuk yaparak öğrenmiş. Cin ne istediğini bilirken ins ise her zaman bir kurnazlık peşindedir. Cin türünün ins türünden üstün özelliklere sahip olduğunu her seferinde unutuluyor. Keşke bir defa korku-gerilim öyküsünde mutlu son olsaydı yani Süleyman, yosma yerine cinin istediğini öldürseydi belki daha güzel olurdu. Hakim olduğu türden yazan Yaltırık’ı tombiş yanaklarından kocaman öpüyorum. Bu seçkideki favori isimlerimden biriydi.

Zamanın Belirsiz Bir Yankısı (Suat DUMAN); Nutkumu tutuklu bir şekilde öykü bitti. O kadar gerçekçi bir atmosferi var ki gerçekten böyle bir olay oldu mu? diye kendime soru soruyorum. Keşke devam etseydi Hepburn ve kocası kim olduğunu öğrenirdim. Keşke ben de 2016 yılında yaşadığım kötü günün belirsiz yankısını görseydi karakter gibi kaçmak yerine o ana müdahale ederdim. Belki hayatımda her şey yoluna girerdi. Hepburn, onun eşi olabilirdi çünkü kadın, eşinin onun farkına varması için onun dikkatini çekmek için böyle bir oyun oynamış olabilirdi. Umarım öykünün yazarı yorumumu okur da bana döner çünkü bu öykünün devamı çok merak ediyorum.

Özelliksiz (Seran DEMİRAL); Ucube temasına %25 oranla örtüşen bilimkurgu öyküsünde bir gencin geleceğe gözlerini açmasıyla yada Doronthy gibi rüzgarla başka zamana sürüklenmiş olabilir. Bu öyküde engellileri dışlayan zihniyetini çok güzel bir dile eleştirmiş. Bilimkurguya birazcık korku-gerilim damlatılmış. Demiral kendi hangi türün temsilcisi olarak gördüğünü kestiremesem de bence onun alanı psikolojik gerilim bilimkurgudur. Öyküde kendimi Ali gibi görüyorum. Yaşadığım çağda engelli olsam da beni sağlamlardan ayırt eden özelliğimin bilincindeyim. Aklım ve kalbim sağlıklı olduğu için sevgi dolu insanım. Kimine anormal görünsem de kiminin de hayatlarındaki eksik yapboz parçası gibiyim. Ucubeliğimle veya hilkat garibeliğimle gurur duyuyorum çünkü aklım ve kalbim sağlıklıdır ve sevmeyi sevilmeyi biliyorum.

Çöp Atmaya Çıkmış İnsan (Hakan BIÇAKCI); Kalemin psikolojik gerilim eserlerini okurken sanki kabuslarla dolu bir hologramın içinde yaşadığımı his ediyorum ve karakterlere “Uyan! Bu gördüğün anormaller hepsi rüyadır! Uyan!” desem de sesim çıkmıyor gibi his ediyorum çünkü kalemin gücü karşısında tutukluk his ediyorum. Bu öyküde birazcık heyecan, merak ve akıcılık olsa da ucube temasına dair bir emare göremedim. Klasik bir uykusuzluk sonucu oluşan kişilik bozukluğu işlenmiş öyküde. Muhtemelen adam işten çıkarıldığı için zaman içinde psikolojik bunalıma girerek uykusuz günler geçirmiştir.

Hanımefendi (Deniz ERBULAK); Temaya uygun öykülerden birini daha okudum. Korku sahnesini daha başarılı yazılsaydı ürpetici korku-gerilim öyküsü olurdu. Türümüz neden cin tayfasından kötü olanları kurguluyorlar? Neden bizler gibi Tanrı’ya iman edenleri kurgulayamıyor. Acaba yüzyıllardır üstünlük duygusu yerini korkuya mı bıraktı. Eminim onlar kendileri hakkında yazdığımız öyküleri olsaydı kesinlikle hem kızarlardı hem de gülmekten yerlere serilirdi. Genelde aldığımız mesaj; tekinsiz yerlere destursuz girdiğimiz için onlar da bizleri korkuttuyorlar çünkü bizler konusunda detaylı bilgilere sahiptirler. Dünya hepimize yeter de artar da. Kardeşçe bir arada yaşayabiliriz.

Bozulmamış Kırmızı Gül (Ekin AÇIKGÖZ); Ucube temasına uymayan hilkat garibesi dediğim mutant polisiyesi okudum. Başlarda durağan geçen öyküde köydeki bir ailenin lanetli olması efsanesinin temeline indik. Burada görüyoruz ki türümüz para denilen puta taparken kendine türüne verdiği zararı ısrarla görmemektedir. Halk bu öykü sayesinde bir şekilde suların arıtılmalıdır çünkü mutantlık kimlerin gözünde ucube olurken kimlerinin de yüreklerine dokunur ve gerçeğin peşine düşerler. Polisiye tarzını pek okumuyorum ama bir yabancı şarkıdan esinlerek öykü yazılıyorsa Türk’ün zekası ortadadır. Şarkıdan öykü yazan ulusumuza ilham perilerine ihtiyaç kalmıyor kısmen de olsa.

Boşluk Olması Gereken Yerde Değil (Eda İŞLER); Ucube temasına uymayan bilimkurgu öyküsünde ezelden beri gelen cinsel dürtünün önemini anlatıyor. Adet görme; insanlık tarihinin başında var mıydı yok muydu? diye tartışıla dursun. Cinsel dürtünün erkeklerde oluşumu; Habil’in ölümünden sonra Tanrı tarafında Adem (AS)'a verilmiş çünkü Adem (AS), Habil’in ölümünden sonra çok üzüldüğü için 130 yıla yakın Havva annemize el sürmemiş. Tanrı, bir gün ona bu dürtüyü verince bunun sonucunda Şit (AS) doğdu. Bu bilginin doğruluğunu bilemem ama Musevi midraşlarında geçer bu hadise. Adet ve cünuplük, insan bedenin sağlığı için önemli bir durumdur çünkü ölü üreme hücrelerin dışarıya atılması lazımdır. İnsanın bedeninde kalsa büyük hastalıklara neden olur.

HoloDate (Ezgi POLAT); Ucube temasına uymayan bir distopik bilimkurgu öyküsünde salgının hala devam ettiğini görüyoruz. Ucube ile hilkat garibesi tanımlarını ayırmamışlar. Üç boyutlu MSN programın adı HoloDate yerine HoloFace adı verilir çünkü HoloDate adını duyunca tarih olayları Hologram olarak üç boyutlu olarak evin içinde canlandırması geldi aklıma. Çok güzel bir öyküye benzediği için geliştirmeye açık bir öyküdür. Bu öyküde kendime ait anı buldum. Ben de tanıştığım insana engelli olduğumu diyemedim yazışırken. Onunla buluşmaya gidince ne bilim onun gözünde yalancı durumuna düştüm. Oysa bir insan acıyarak beni sevmesini istemem çünkü önemli olan beden değil kalptır ve karakterdir. O arkadaşımın yanında kendimi hilkat garibesi olarak gördüm ve ona layık olmadığımı his ettim.

Gece Mavisi (S. İpek ORTAER MONTANARİ); Ucube temasına tam uymayan bir gerilimvari öyküdür çünkü oldu bittiye getirilmiş olduğu için kurgudaki esrarengiz durumu idrak etmek konusunda zorluk çekiyoruz. Öyküde kendime dair izler buldum. Güya çocukluk arkadaşlarım, Toygun’u bana karşı koz olarak kullanacaklar. Kendi ağızlarıyla bunu itiraf ettiler. Ben onların gönüllerine göre hareket edecekmişim de onlar da Toygun ile konuşup onunla barışacaktım. Toygun’u ilk kez tanışmada çok sevdim ama kimsenin kuklası olmamak için yedi yıl boyunca Toygun’la hiç konuşmuyordum. Bu süre zarfında Toygun’dan vazgeçmedim ve onu geri kazanmak çok çaba sarf ettim. Tanrı’nın izniyle bir gün çabamın ödülünü alacağına inanıyorum.

Minibüso Diskoteko Murra Murra (Müge KOÇAK); Değerli okurlar, Kayıp Rıhtım Sirki’ne hoşgeldiniz. Spot ışıklarıyla aydınlanan Müge Hanım ve onun yarattığı Yaşar’ın mezdeke oynadığını görüyorsunuz. Minibüso Diskoteko onu buraya getirdi. Yaşar, yaşadığı hayatın sitemini Müge Hanım’a sunarken Müge Hanım, kıvrak zekasıyla mezdeke müziğini açıp onunla dans etmeye başladı. Müge Hanım, yarattığı Yaşar’ı Mitat Karaman gibi bir kahraman isterken yüzüne gözüne bulaştırdı. Laf aramızda olsun. Ben bu işe el atsam Yaşar’a Umut adında bir kadın gönderirdim ve Yaşar’ın hayatı normale döner. Müge’nin yazdığı kaderi okurken yüzüme gülümseme geliyor. Okurken de zevk aldım ama ucube temasına tam uygun değildir bu kader yazması.

Göz (Hikmet HÜKÜMENOĞLU); Korku-gerilim ile bilimkurgu türleri arasında bir yerde olan öyküde korku-gerilim unsuru yok denecek gibidir yani öyküyü okuduğunuzda tüyleriniz diken diken olmuyor. Aslında başarılı olabilecek öyküde mekan geçişleri tam oturmamış. Ne ara müşteriyi aldığı yere geldiğini anlamadım. Mekan geçişlerini tam oturulsaydı kurgudan zevk alırdık. Heyula olarak adlandırılan üç gözlü yaratık, şeytani cinlerden (kara çorlardan) biri olduğu ortadadır çünkü insanlar, onların dilini bilmiyorlar. Kara çorlar neden insanlara zarar vermek istediğini anlamadım. Kurguda karakterin onlara karşı saldırgan bir tutumu yoktur.

Ucube teması genellikle korku gerilim temalarında biri olduğu için bilimkurgu, fantastik ve tuhaf kurgu türlerinde korku-gerilim izleri taşımalıdır. Seçkide yer alan yirmi öykünün dokuz tanesi hiç beğenmedim çünkü ya ucube temasına uygun görmedim ya da yerli eserlere uygunluğunu göremedim. Beğenmediğim öykülere yorum yazsam benzer şeyler yazacağım için yazmadım çünkü kısır döngüyü hiç sevmiyorum. İki tane öykü, öykü türüne hiç uymamış. Öykü kisvesi altında tam bir saçmala ve kafa ütüleme yazısıdır. Okuyup okumamayı sizlere bırakıyorum çünkü kısmen beğendiğim betiği belki sizler sevebilirsiniz çünkü her insanın bir zevk yelpazesi vardır. Betikle kalın…

9 Beğeni

51xRfg8xDlS.AC_SY780

Rosalind Ormiston - 500 Görsel Eşliğinde Rembrandt’ı okudum.

İlk kısım Rembrandt dönemi Hollandasına birkaç bölüm ile değinerek başlıyor. Sonrasında Rembrandt’ın yaşamı çok yönlü bir şekilde ele alınıyor. Aynı şekilde Rembrandt’ın ölümü sonrasına da birkaç bölüm ayırılması hoşuma gitti. İkinci kısım ise serinin diğer kitaplarında olduğu gibi Galeri kısmı. Burada Rembrant’ın çalışmaları ve bunlara dair birkaç cümlelik bilgiler yer alıyor.

Ben serinin diğer kitapları gibi bunu da beğendim. İş Bankasının bu serisini çok seviyorum. Büyük boy, ciltli, kuşe kağıda oldukça kaliteli basılmış ve dolu içeriğe sahip kitaplar. Malsef çok eski değil geçen seneye kadar 80 90 TL etiket fiyatları vardı.

13 Beğeni

How to Live Safely in A Science Fiction Universe - Charles Yu

Ara vererek uzun zamanda okuduğum kitabı yeni bitirebildim. Çünkü akmıyor, bitmek bilmiyor. Etkileyici olsa da okumak zahmetliydi.
Olabilecekken olmamış bir roman bu nedenle biraz kafam karışık.

Anlatıcımız Charles hayal gücü ile inşaa edilmiş olan Evren-31’de bir zaman teknisyeni. Zaman makinesi bozulanları geçmişte mahsur kalmaktan kurtarmak, yolcuların geçmişi değiştirmelerine engel olmak, paradoksları önlemek gibi görevleri var. Varolan ama aynı anda varolmayan köpeği ve yapay zeka işletim sistemi Tammy ile birlikte yolculuk ediyor. Babasının nerede olduğunu bilmiyor, annesi ise daha uzun versiyona parası yetmediği için temel paket olan 60 dakikalık zaman-döngüsü hizmeti satın almış orada yaşıyor.

Charles, bir gün yanlışlıkla gelecekteki kendini vuruyor. Böylelikle terzi kendi söküğünü dikemez misali paradoksa giriyor.

Kitabın bilimkurgu kısmı bu kadar. Geri kalanı Charles’ın hayatta bir tutunamayan olması, babası ile olan ilişkisi ve çocukluk anılarından oluşuyor. Bölüm geçişlerinde ara ara kitabın ismiyle aynı olan Evren-31 kullanım klavuzu olmasa ne okuduğumu unutacaktım. Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni anımsatan bu geçişlerde Evren-31 ile ilgili kısıtlı bilgi ediniyoruz. İlgi çekici noktalar olsa da yazar bir fikir bulmuş ancak geliştirememiş izlenimi aldım.

Evren-31’i bir kenara bırakırsak anlatılan baba-oğul ilişkisi çok etkileyiciydi. Başarısız baba figürünü ve mahcubiyetini, Charles’in çocukluktan gelen eziklik hissini, çözülen aile bağlarını, babasının kayboluşuyla annesi ile de kopmasını, nihayetinde bir kaybedenin hikayesini okumak güzeldi. Boğazımın düğümlendiği, tekrar tekrar okuduğum pek çok yer oldu. Parçalanan bir aileyi merkezine alan güzel bir dram romanı olabilirmiş.

Ya yazar hikayesine güvenemeyip biraz da ticari kaygılarla bilimkurgu ögelerini çoğalttı ya da bilimkurguya niyetlendi ancak işin içinden çıkamadı. İki fikri de kullanayım heba olmasın da demiş olabilir bilemiyorum. Bk niyetiyle okunursa hayal kırıklığına uğramak olası. Dram niyetiyle okunursa zevk alınabilir ancak aradaki bk ögeleri insanın keyfini kaçırıp bütünlüğü bozuyor.

Pişmanlıklarımızın ve geçmiş travmalarımızın aslında zihin aracılığı ile yapılan bir zaman yolculuğu olması gibi güzel noktalar vardı. Hikayenin, Evren-31 bahsi edilmeden bu metaforlar üzerinden üzerinden ilerlemesini isterdim.

Daha önce Charles Yu okumamıştım. Kindle üzerinden İngilizce olarak okudum. Temposu yavaş olsa da dili anlaşılırdı. İleri düzey İngilizce gerektirmiyor. Beklentilerimi boşa çıkarıp çok farklı bir noktadan beni yakalayan değişik bir okuma deneyimi oldu. Beğendiğim bir alıntı ile bitireyim.

If you’re not careful, time will take away everything that ever hurt you, everything you have ever lost, and replace it with knowledge. Time is a machine: it will convert your pain into experience.

8 Beğeni

Alan Moore’dan From Hell - Cehennemden Gelen’i okudum.

From Hell, 19. yy’da Londra’nın Whitechapel bölgesinde terör estiren, tarihin en ünlü katillerinden biri olan Karındeşen Jack olmakla itham edilen dönemin ünlü hekimi Sir William Gull’un hikayesinin anlatıldığı 600 sayfalık oldukça hacimli bir grafik roman. Grafik roman’ın çok büyük bir kısmı Alan Moore’un biyografilerden kitaplara, sanat eserlerinden mektuplara, gazete kupürlerinden komplo teorilerine kadar yüzlerce farklı kaynaktan topladığı veriler ışığında derlediği bilgilere dayanıyor. Çoğu kanıtlanamamış teorilere dayansa da tamamen kurgu bir eser değil. Grafik romanın sonunda yaklaşık 100 sayfa, aynı filmlerdeki “Director Commentary” gibi Alan Moore’un bölüm bölüm sayfa sayfa, panellerdeki diyalogların karkaterlerin arasında gerçekten geçip geçmediği, karakterin o tarihte o mekanda gerçekten bulununup bulunmadığı gibi neyin gerçek, neyin teori, neyin kendisinin eklediği kurgular olduğunun açıklamasını yaptığı ve okuyucuya kaynaklarına varana kadar sunduğu açıklama bölümüne ayrılmış.

William Gull’un hayatı ile beraber Victoria döneminin çürümüş sosyokültürel yapısı, toplumunun sosyopolitik durumundan bireylerin psikolojisine kadar çok yönlü bir şekilde ele alınmış. Özellikle dönemin toplumunun başta fahişeler olmak üzere kadınlara olan bakış açısı ve tutumu, hiç sözden sakınılmadan rahatsız edici denebilecek seviyeye varacak kadar vurucu bir şekilde işlenmiş. William Gull için yapılmış spekülasyonlar doğrultusunda masonik anlatıların da oldukça ön planda tutulduğunu ve buna bağlı olarak mistik ezoterik motiflerin sık sık kullanıldığını da söylemeliyim.

Alan Moore’un anlatısını, hikayenin ve karakterlerin işlenişini çok çok beğendim. Dümdüz giden, herşeyin oldukça anlaşılabilir olduğu, sıradan bir yapısı kesinlikle yok. Okuyucuyu yer yer zorluyor ve oldukça rahatsız ediyor. Bu yüzden her grafik roman severe göre olmayabilir.

Çizimler hikaye ve anlatıya uygun olarak oldukça koyu, kasvetli, iç sıkan bir yapıya sahip. Profesyonel bir elden çıktığı çok belli fakat tercih edilen empresyonist tarzdaki siyah-beyaz çizim stili bence bu tarz bir çizgi roman için kesinlikle uygun değil. Bazı statik durgun panellerde çok güzel dursa da genele baktığımızda tam bir facia ile karşılaşıyoruz. Çoğu panelde ne olup bittiğini anlamak için özel çaba sarfetmem gerekti ve bu durum gerçek anlamda baş ağrısı çekmeme sebebiyet verdi. Öyle ki panellerde bulunan karakterlerin kim olduklarını anlayabilmek ve ayrım yapabilmek için ceketinden, şapkasından, çantasından vs. çıkarım yapmak gerekiyor ki o bile bazı durumlarda mümkün olmuyor. Birçok panel de sanki fotokopinin fotokopisinin fotokopisi çekilmiş gibi simsiyah, detaysız ve haliyle anlamlandırılması zor bir halde.

Altta gelişigüzel bir örneğini verdiğim üzere sonradan çizimlerin revize edilerek renklendirildiği “Master Edition” baskısı yapılmış. Ön izlemelerden baktığım kadarıyla sanat tarzının dışına çıkılmış olsa da Master Edition baskısı çok çok daha rahat okunabilir durumda. Keşke Flaneur bunu basmış olsaydı. Şu anki hali ile yer yer okumak tam manası ile eziyete dönüşüebiliyor.

Ayrıca anlatının ve çizimlerin gerek cinsellik, gerek argo, gerek vahşet konusunda tam anlamıyla sansürsüz olduğunu da belirtmem gerekli. Örneğin alışık olduğumuz grafik romanlarda bulunan seks sahnelerinde, cinsel organlar ön tarafa çizilen bir obje ile yada farklı gölgeleme teknikleri ile dolaylı yoldan sansürlenirken burada böyle bir durum söz konusu değil. Çocuklar için zaten hiç uygun olmadığı gibi belli konularda hassas bünyeye sahip yetişkinleri de olumsuz etkileyebilir.

Başrolünü Johnny Depp’in oynadığı bir filmi de var.

23 Beğeni

Okuduğum Tarih: 10-11 Yelin 2022
[Okuduğum 287.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 14.betik
[Yelin ayının 2.betiği]

1998 yılında Yeni Yapımlar Yönder prodüksiyonu tarafında ve Tunca Yönder yönetmenliğinde dizi uyarlaması yapılmış. Bu dizi uyarlamasında Kazım Akşar ve Nurseli İdiz başrolluğu paylaştı. O dönem Kemalettin Tuğcu eserlerinin uyarlamaları Star TV’de yayımlandı. Tuğcu’nun eserleri çocuk edebiyatı olarak adlandırılması yanlıştır çünkü çocuk yaşta bu öyküleri okuyup travmalar yaşayacaklar. Bence yayınevleri, Tuğcu’nun eserlerini uzun öykü adıyla yayımlanmalıdırlar.

Bu uzun öyküyü okuduğumda kendi anılar denizinde yüzdüğümü his ettim çünkü üniversitenin ilk iki yılını ağabeyimin evimde kaldım. Bu iki yıl boyunca neler yaşadığımı kimse bilemez. Öz ailem, beni bırak yengeme arka çıktılar. Elbette benim de hatalarım oldu çünkü kendimi savunurken kırıcı sözler sarf etmişim farkında olmadan. Benim için o iki yıl koskocaman bir düş kırıklığıydı çünkü bu iki yıl öncesinde yengem benim için en büyük ablamın yerine gelen kişiydi. Çocukken hep öyle sanıyordum. Zaman içinde yanıldığımı gördüm.

Yengem keşke en başında dürüstçe beni istemeseydi belki de aradaki saygı da sevgi de devam ederdi. Ailem, bir kaç kez çevre köylere gidince beni ve kardeşimi en büyük ablamın yanına bıraktılar. Bu da ister istermez yengemi kırmış ve zaman içinde bu konuda içerlenmiş. Ailemin davranışı yanlış görüyorum çünkü öncelikle gelinin yanında bırakacaktı. Günün sonunda eve geldiğinde çocuklarından yengeleri onlara nasıl davrandığını soracaktı. Olumlu yanıtlar gelince ikinci kez de onun yanında bırakılır. Yengem bu içerlemenin faturasını olarak hayatı bana zindan etti. Size soruyorum bu konuda benim suçum var mı? Ben de huzursuzluk çıkmasın diye saat 8 ve 9’lara kadar dışarıda dolandım.

Ailem gibi ağabeyim de yengemin tatlı ve sahtekar maskesine kandı. Yaşadıklarımdan dersler çıkardım. İyi ki de ailem beni ve kardeşimi hep en büyük ablamın yanına bırakmış. Öyle insanlar, hak verilmeye layık değildir. Haklıyken davranışlarıyla haksız duruma düşüyorlarsa Tanrı onları ıslah etsin. Etme bulma dünyasında yaptıklarının yansımasını en kısa zamanda görsünler ki bir gramcık akılları başlarına gelsinler. Tanrı, benim gönül kırgınlığımı bu şekilde alsın. Kaza, bela ve ölüm istemiyorum çünkü o da ben de insanım. Severek okuduğum bu uzun öyküyü okunmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Bence bu eserleri çocuklarınıza değil kendilerinize okuttunuz çünkü sizlerin yanlış davranışlarının faturasını çocuklarınız çekiyor. Üvey anne, baba ve gelin seçimini yaparken ince elleyip sık dokuyunuz. Davulun sesini uzaktan değil yakından dinleyiniz. O zaman davulun sesi hala hoş geliyorsa kusura bakmayınız sizlerde problem vardır. Betikle kalınız.

3 Beğeni

1.Jose Saramago - Körlük

Dünya’da bir anda körlük salgını başlıyor. Güzeldi.

7 Beğeni

Maktulün Şansı - Algan Sezgintüredi

Vedat ve Tefo serisinin son kitabını yine Storytel’de dinledim. Yine seslendiren değişmiş, artık akışına bıraktım bu işi. Ya araya çok uzun süre koymak ya da takmamak gerek.

Sezgintüredi’nin Vedat ve Tefo serisini okuyanlar bilir, Vedat’ın iç sesi bize sürekli eşlik eder. Kitap başlayınca ilk düşündüğüm “kitabın isminin standart dışına çıkması” idi, ki Vedat da böyle düşünüyordu ama iç sesi “Neden olmasın, bütün kitaplar aynı örüntüyü kullanmak zorunda değil” dedi. Ayrıca kitap sanki bir klasik eserin taklidi bir cinayeti anlatacak gibi giriş yapınca “İkinci kitapta kullanmıştınız bunu” diyerek biraz hayal kırıklığı oluştu ama yine iç ses devreye girerek “okurlar bundan hoşlanmaz” dedi ve farklı bir hikayeye geçiş yaptık. Bu iki rastlantı benim açımdan hoş nüanslar oldu açıkçası.

Komşuları ve avukatları olan Seyfo, Vedat’tan bir arkadaşının genç oğluna ulaşamadığını söyleyerek evine gidip araştırmasını rica eder çünkü kendisi şehir dışındadır. Vedat eve gidince çocuğa dair hiçbir izle karşılaşmaz ve araştırma böylelikle başlar. Seri içerisinde polisiye yönü en yoğun kitabın bu olduğunu söylemek mümkün. Klasik Sezgintüredi anlatımı ve çok karmaşık olmasa da merak ettiren öyküsü ile gayet keyifliydi dinlemesi. Eski kitaplar kadar olmasa da farklı insanların hayatlarına göz atabilmek de kitabın benim açımdan kıymet verdiğim yönlerinden oldu.

Sezgintüredi kısa sürede favori Türk yazarlarım arasına girmeyi rahatlıkla başardı. Bundan sonra benim için “Yemek tarifi yazsa bile okurum” dediğim yazarlar arasında. Umarım seriye fazla ara vermeden yeni kitap çıkartır. Yazarı tanımayanlara da en azından ilk kitabına bir şans vermelerini tavsiye ediyorum.

7 Beğeni

Japon Klasikleri 5- Hagakure: Saklı Yapraklar, Tsunetomo Yamamoto

0001960569001-1

Japon klasikleri okuma yolculuğum bütün güzelliğiyle devam ederken bu kitap ile beraber sevimsiz bir yola girdik. Diziden beğenmediğim tek kitap oldu, diğerlerini sevdiğimi birçok kez belirtmiştim. Şu iki cümleden anladığınız şeyi doğruluyorum: Evet, hiç sevemedim kitabı.

Kitabı sevmediğim halde iyi bir dönem kitabı okuduğumu da itiraf ediyorum. Gelenekselliğe tutulmuş ve geri kafalılığın içinde yüzen bir topluma şahit oldum (Bence boğuluyorlardı). Sırf bu yüzden okunabilir bir kitap aslında. Ama size fazlasını verebilecek ‘‘şahane’’ bir klasik mi? Hayır. Edo Dönemi hakkında bilgi sahibi olmak ve Japon kültürünü sıkıp suyunu içmek isteyen okur arkadaşlarımız için müthiş bir kaynak sadece.

Bu kitabı okuduktan sonra şunu daha iyi anladım: Öykülere ve romanlara olan ilgim benim için en ön sıralarda. Savaşçılık sanatı, öğretisi ve cesaret terimleri üzerine kurgusal bir metin okusaydım bu kadar çok olumsuz yorum göremezdiniz burada. Samuray felsefini anlatan bu kitabı okuyup da bir şeyler edinememek yordu işin aslı. Felsefe- düşünce türünde kitaplar okumayı da severim, eğer kaynak iyi ise tür ayırmam pek. Ve kitabı okurken ‘‘savaşçılık’’ üzerine bilgelik barındıran öğretileri keşfedeceğimi sanmıştım. Hayal kırıklığı yaşadım doğrusu.

Hagakure: Saklı Yapraklar’ın ilk sayfalarında çevirmenin önsözü karşılıyor bizleri. Es geçmeden okumanızı tavsiye ederim, eğer bu kitabı okumayı düşünüyorsanız tabii. Başlamadan önce ve bitirdikten sonra da okudum. Her okuyuşumda farklı şeyler öğrendim. Kitabın tek öğretici bölümü diyebilirim. Döneme ve yazara dair değerli bilgiler barındırıyor.

Japon tarihinde siyasi iktidarın en güçlü olduğu Edo Dönemi’nin(1600-1868) ortalarında kaleme alınmış. Meici Dönemi öncesinde olan bir zaman bu. Meici’ye geleneksel demiştik, bu daha betermiş! Modernlikle zerre alakası olmayan, savaşçılığın ve cesaretin tüm niteliklerden üstün tutulduğu, bir aile şogunluğunda yönetilen, seppuku törenleriyle şaşırtan, kadınların değersizleştirildiği, batıl inançlarla süslenmiş tuhaf bir dönem. Kitabın içinde bu gibi konulara denk geleceksiniz zaten ama yüzeysel olarak belirtmekte fayda var.

Yamamoto’ya gelecek olursak da yazarın ilginç hayatına pek şaşırmadım. Böyle bir hayatı olmasaydı bu cümleleri okumazdık şimdi. Babası 71 yaşındayken dünyaya gelmiş ve oldukça zayıf bir çocukluk geçirmiş. Hatta doktorlar 20 yaşına kadar yaşaması imkansız demişler. Gel gör ki Yamamoto yaşamış da yaşamış! 60 yaşında doğal nedenlerle bu diyarlardan ayrılmış. Yine de fena değil bu yaş bence.

Babası yaşlı olduğundan, kendisi de hastalıklı ve zayıf bünyesiyle dikkat çektiğinden olacak dokuz yaşındayken Mitsuşige Nabeşima tarafından hizmete alınmış. Bu köklü ailenin efendilerine hizmet edecek ama aklınıza başka şeyler gelmesin. Bir ‘‘samuray’’ olarak yetişecek ve efendisine canıyla, kanıyla, her şeyiyle bağlı kalacak bir hayat söz konusu. Öyle bir hayat ki, gerekirse seppuku(karnını yararak intihar etmek) yapması bile gerekebilir, hatta efendisi tarafından da istenebilir doğal bir eylem bu. Tabii bu seppuku törenleri 17.yy başlarında şogunluk tarafından yasaklanıyor ve karnını yaran samurayların görüntülerine maruz kalmaktan kurtuluyor insanlar. Seppuku törenleri sırasında samuray karnını yaramazsa önceden belirlenmiş başka bir samuray tarafından boynu kesiliyor. Bu belirlenmiş kişiyi, seppuku yapacak samuray ya da bu kararı hep beraber alan kurul gibi otoriteler seçiyor. Ne kadar korkunç! Zehirli bir şey içse daha iyi olmaz mı dedirten cinsten intiharlar bunların hepsi.

Böyle efendilerin tek değil bir sürü hizmetkarı oluyor bu şekilde. O zamanlar bu dönemde kılıcıyla orada burada gezen bir sürü samuray vardı siz düşünün artık gerisini. İçim dışım ‘‘kesme-biçme’’ oldu. Samurayların büyük bir çoğunluğu kasap gibi. Ölüme atlamak, öldürmek, intihar etmek öyle yüceltilmiş ki okurken ne oluyoruz demekten alamadım kendimi. Yazarın üzerine bastığı şey şu: ‘‘Deli cesaretiyle ölüme atla, çünkü savaşçı olmak budur.’’

Sanata ilgi duyan ve sanatçılığa soyunan samurayları da savaşçılığa hakaret olarak görüyor Yamamoto. Çünkü bir samurayın tek gayesi olabilir o da savaşmaktır. Savaş sadece fiziksel bir boyutta kalmıyor yazar için; hep tetikte olacaksın, ruhunla, aklınla hatta kalbinle bile savaşman gerekiyor. Nasıl bir hayat bu!

Yamamoto hizmetkar olarak yaşadığı sürece yataktan kalkar kalkmaz şu yeminleri sıralıyormuş;

-Şerefli savaşçılık yolunda geride kalma.

-Efendine yararlı ol.

-Babana sadakatini göster.

-İnsanlar için tutkuyla mücadele et.

Bireysellik adına hiçbir şey yok. Zaten kendiniz için yaşarsanız Yamamoto’nun kınamalarına uğrarsınız. Geleneksel düşüncenin dibi diyebiliriz. Kadınların aşağılandığı birçok paragraf da okudum. Kadın olmak hep zormuş! Şimdi de öyle değil mi? Tabii Edo Dönemi’nde daha kısıtlı ve berbat bir yaşam söz konusu kadınlar için.

Yamamoto yazı yazmada ki yeteneğiyle efendisinin gözüne girince bir edebiyatçının yanında eğitim görmesi sağlanmış. Yirmilerindeyken Zen Budisti bir rahip ve Konfüçyüsçü bir alimden eğitim de almış ayrıca. Bu iki önemli eğitim onun hayat felsefesinin temelini oluşturmuş. Bu iki öğreti hakkında pek bilgim olmadığı için bu konuda yorum yapmayı düşünmüyorum. Fakat yazarın felsefesini bu öğretiler etkilediyse ne yaşamış da bu hale gelmiş çözemedim.

Kendisi savaşçılığı anlatırken hiç savaşmamış bir samuray olarak da şaşırtıyor. Yani hiçbir savaşa katılmamış. Efendisi öldükten sonra seppuku yapacakmış da onun vasiyeti sayesinde yırtmış paçayı. Seppuku yapamayınca da hizmetkarlığı bırakıp eşiyle beraber inzivaya çekilmiş. Saçlarını kazıtmış ve Budist rahibi olarak kulübede yaşamaya başlamış.

Kitapta anlatılan birçok olay ve savaşçılık öyküleri Yamamoto’nun hizmet ettiği aileden ve çevreden duyduğu bilgiler aslında. Kitabın son bölümlerine doğru bu bilgilerin birçoğu da farklı ailelerin dedikodu hikayeleri… O onu öldürmüş, bu bunla alay etmiş de onu doğramış gibi hikayelerdi bir kısmı. Bir de bunları öyle bir normalleştirip yazıya dökmüş ki hikayelerden çok bu üslubu garipsiyorsunuz!

Yayımladığım diğer yerler: wannart bubisanat 1000kitap

16 Beğeni

Bunu Sen De İstiyorsun - Kristen Roupenian (Çeviren: Duygu Akın)

Bunu Sen De İstiyorsun’un hikâyesi 2017 yılının sonlarında, #MeToo hareketinin alevlendiği günlerde, Roupenian’ın New Yorker’da yayınlanan ve büyük ses getiren Kedi Sever (Cat Person) hikâyesi ile başlıyor. Roupenian’ın heteroseksüel ikili ilişki dinamikleri, rıza ve sınırlar üzerine kurulu bu “tartışmalı” hikâyesi, onun bir hikâye anlatıcısı olarak kendini nasıl konumlandırdığını göstermekle kalmayıp aynı zamanda on iki hikâyeden oluşan Bunu Sen De İstiyorsun’unun da nüvesini oluşturuyor.

Roupenian, sosyal medya ile "ciddi kurgu"yu bir araya getirerek okuruna yükselen yeni dalga feminizmin temel meselelerinden biri hakkında düşünmek için alan yaratırken bir yandan da bugüne dek "yenilenmesi unutulmuş insan ruhu atlası"nın bir güncellemesini de yapıyor. Roupenian, bu güncellemeyi yaşamak ve yazmak arasında silikleşen sınırlarda, anlatının doğası üzerine istemsiz bir tez yazar gibi oluştururken değişen ve kadim yanlarıyla insan psikolojisi hakkında da bir gözlemler silsilesi sunuyor. İçsel monologlar ve farklı anlatıcılar kullanarak bize ikili ilişkilerde "kırıntı bilgilerden bir anlatı örme"nin delüzyonel doğası ve yarattığına âşık olmanın kaçınılmazlığını gösteren bu on iki hikâye ile Roupenian, güvenilirliğin ve kaçınılmaz şekilde de “güvenir olma durumunun” gerekliliğinin doğasına yapılmış sarsıcı bir seyahat imkânı sunuyor. Çokaşklılık, cinsel taciz, zorbalık, öz farkındalık, ruh sağlığı ve fantaziler gibi çok sayıda konuyu, sıradandan groteske farklı bağlamlarda ele alan Roupenian, bir yazar olarak çok farklı “tematik gezegenler” yaratarak "mikrokurgu"daki ustalığını da kanıtlıyor.

Son tahlilde Bunu Sen De İstiyorsun; gündelik gerilimlerden modern bir peri masalına, nostalji esintili bir romantik “olmayan” komediden psikolojik gerilime uzanan bu “sıradışı sıradan” hikâye seçkisi; bize “güvenilir anlatıcı” kavramının kaygan ve korku dolu belirsizliğine uzanan tekinsiz bir yolculuğa çıkarıyor.

Hayat gibi bir yolculuk bu. Hem sıradan hem de dehşet verici.

8 Beğeni

images (1)

Puslu Kıtalar Atlası, 17. yüzyıl Osmanlısında, İstanbul’da geçen fantastik bir roman. Kitabın ilk cümlesini gördüğümde, eski dilden kelimelerle örülü bir kitap okuyacağımı düşündüm. Haliyle bu duruma biraz canım sıkıldı. İçerisinde sözlük de yok. Sonradan anlatım sadeleşti ama arada tek tük eski kelimeler hala vardı. Herhalde bu o dönemlerin havasını daha çok hissettirmek içindi.

Puslu Kıtalar Atlası fazla uzun bir kitap değil. Sadece 238 sayfa. Belki inanılmaz gelecek ama içinde bir sürü karakter ve epey macera var. Okurken her bir karakterin başına neler geleceğini insan merak ediyor, yaşanılan maceraların her biri de ilgi çekici duruyordu.

Kitapta dikkatimi çeken şey pek kadın karakter görememek oldu. Hatta kitapta adı geçen iki kadın vardı. Zaten onlar da fazla önemli kimseler değildi. Yazarın olayları dağınık şekilde anlatması, bir şeyden bahsederken araya giren karakterin geçmişini uzun uzadıya işlemesi ve hep bu tarz yapmış olması da ilginçti. Ancak ben başlarda bu anlatıma alışamadım. Tabii olaylar eninde sonunda birbirine bağlanıyor, bu sadece uzun yoldan oluyor. Bir de arayan giren şeyler yüzünden bazı karakterler unutulabiliyor.

Son olarak kitabı ve kitabın sonunda ortaya çıkanları gerçekten beğendim. Tavsiye ederim. :slight_smile:

Puanım: 8/10

25 Beğeni

Edebiyatımızın pek çok türünde eser veren Mehmet Rauf, polisiye alanında da yeteneğini sergilemek istemiş. Define ve Kan Damlası adlı eserleri birbirinin devamı niteliğinde romanlar olduğu için bu incelemede peş peşe okuduğum iki eseri bir arada ele almak istiyorum.

Define, yaşadığı Erzurum’u bulması istenilen bir define sebebiyle terk eden bir doktorun başından geçenleri konu ediyor. Herhangi bir polis ya da benzeri bir müdahale olmadan baş karakterin çözümlemeleriyle sonuca ilerleyen, aynı zamanda yaşadığı gönül ilişkisini yavan da olsa kurguya yediren Define, teknik açıdan kusurlu ama akıcı kurgusuyla merak unsurunun dinmediği bir roman olmuş. Metindeki en büyük kusur şüphesiz hikâyenin ve karakterlerin bir derinliğinin olmaması. Olay örgüsü de yer yer kopuk. Buna karşın kurgusu oldukça akıcı olduğu için romana bağlanmamak mümkün değil.

Kan Damlası ise Define’deki hikayenin beş yıl sonrasını konu ediyor. Bir önceki hikâyeye göre intikam temalı olan bu romanda polisler olayların çözüm mercii olarak vazife görüyor. Bu yönüyle dönemin polisiye romanlarıyla ortak özellikleri olduğunu söylemek mümkün. Ancak bu romanda da olay örgüsünde kopukluklar, havada kalan diyaloglar ve yetersiz karakter analizi/betimlemesi metnin edebi değerini düşürmüş.

Edebiyatımızda polise türünün gelişimini geç tamamladığı düşünüldüğünde Define ve Kan Damlası birer yapı taşı olarak değerlendirilebilir. Bu eserler Cumhuriyet döneminin de etkisiyle oldukça sade bir dille yazılmış. Ancak Mehmet Rauf’un o bilinen yetkin psikolojik tahlilleri ve karakter analizleri oldukça sınırlı kalmış. O nedenle hayal kırıklığı yaşamamak pek mümkün değil. Metinler aynı zamanda İstanbul’un tarihine de ışık tutuyor. Bu yönüyle de pek değerli. Okunmalı diye düşünüyorum.

18 Beğeni

RIG VEDA

Rig Veda, Hinduizm metinlerinin ilki ve de Hint-Avrupa dillerinin en eski eserlerinden birisi. Ben Hindu mitolojisini öğrenme amacıyla okudum. Aynı amaçla okuyacaklar için bir uyarıda bulunayım, Veda metinleri İlyada/Odesa gibi hikaye formatında değil. Çok sayıda birbirinden kopuk ilahi, dua ve büyüden oluşuyor. Bunların içinden mitolojiyi ayıklamak için kitabı hazırlayanın bolca açıklama ve (dip)not eklemiş olması lazım. Ancak panteonu ve tekrar eden motifleri iyice kavradıktan sonra dizeleri kendi başıma anlamaya başladım.

16 Beğeni

Seveneves - Neal Stephenson

Okuma etkinliği kapsamında Neal Stephenson’ın Seveneves isimli kitabını okuduk @Abraxas ve @Pyrewrath ile birlikte. Stephenson’ı üçümüz de merak ediyorduk, yanlış bilmiyorsam hepimiz için ilk Stephenson kitabı oldu ama sanırım hiçbirimiz için son Stephenson kitabı olmayacak.

Konusundan başlamak gerekirse; Ay, bilinmeyen bir sebeple patlar (kitabın içine ettin diye kızmayın, kitabın ilk cümlesi bu) ve geriye 7 büyük parça kalır. Ancak bu parçalar sabit bir yörüngede olmadıkları için birbirlerine çarpıp daha küçük parçalara bölünmektedir. Neil deGrasse Tyson’a benzettiğimiz Dr. Doob ise (Bu arada bir tane de zengin eleman var, uzay madenciliği yapıyor. O da Elon Musk olsa gerek. Amerikan başkanı da Hillary Clinton olabilir, pek bir benzerlik var zira aralarında) bunun, yani büyük parçaların küçük parçalara dönüşmesinin Dünyamızın sonunu getireceğini anlar (nasıl olacağı temelde spoiler değil ama biraz merak unsuru kalsın). Çok kısa bir süre sonra yok olacağını ve bundan kurtulmanın hiçbir yolu olmadığını anlayan insanoğlu da, bu yok oluştan kurtulmanın çarelerini aramaya başlar. Bunların en başında da uzay kolonisi gelmektedir.

Kitap hard sci-fi olarak geçiyor yani hem bilimsel kısımları soft’lara göre daha yoğun hem de bu kısımların mümkün olduğunca gerçekçi olması gerekiyor. Örneğin çok severek okuduğum 3 Cisim Problemi de hard sci-fi olarak geçiyor ama onda henüz hipotez aşamasında olan çokça fikir vardı, bu kitap ise öyle değil, yörünge mekaniğinden asteroidlere, genetikten uzay bilimine kadar birçok konuda derinlemesine bilgi sunuyor. Hatta şöyle bir örnek vereyim, buzun viskide erimesini bile bilimsel dille anlatmış Stephenson. :slight_smile:

Kitap 3 ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm Ay’ın başına gelen felaket sonrası uzay kolonisi hazırlıklarını, ikinci bölüm bahsetmekten kaçındığım dünyanın sonunun nasıl olduğunu ve üçüncü bölüm de 5 bin yıl sonrasını anlatıyor. İzlediğim birkaç incelemede Stephenson’ın kitapları için “yavaş başlar ve garip biter” gibi bir yorum vardı ama bu kitap bırakın yavaş başlamayı, okuduğum en etkileyici girişlerden biriyle başlıyor ve hız kesmeden devam ediyor.

Genel olarak merak uyandırıcı, heyecanın dozunun pek düşmediği bir tempoda ilerliyor Seveneves. Yer yer bana “şu konu bitse de diğerine geçsek” dedirttiği zamanlar oldu ama bence kesinlikle sıkıcı veya kötü yazılmış bir kitap değil. Ama hani “overthinking” veya “overqualified” gibi terimler vardır ya, bir şeyin gereksiniminden daha iyi olduğunu söylemek için kullanılır, bu kitap için de sanırım “overscientific” denilebilir. Yani bilimsel açıklamalar o kadar yoğun ki, bilim kurgu hayranları bile zaman zaman sıkılabilir. Daha çok soft BK tercih eden okurların ise bu detaylarda boğulacağını düşünüyorum. Belki de çokça kitabı çevrilen Stephenson’ın bu kitabının çevrilmeyeşinin sebebi de budur.

Bir de ne hikmettir bilinmez, yani Seveneves’ten daha uzun kitaplar da okudum, ama bir şekilde bu kitapta ilerlemek çok zor göründü gözüme. Saatlerce okuduktan sonra, “Hah, en azından bi %20 ilerlemişimdir” diye bakıp sadece %6 ilerlediğimi görmek (ki birkaç kez oldu) bir garip hissettirdi. Bunu Stephenson’ın yörüngesinde olduğum için zamanın daha yakış akmasıyla açıklamam mümkün olabilir sanırım. :slight_smile:

Kitapta beklentimi karşılamayan kısımlar da oldu ve bunlar genelde sosyolojik ve psikolojik unsurların biraz geri planda kalmasıydı. Ben yok olacağını anlayan insanların psikolojilerine biraz daha yakından tanık olmak isterdim. Ancak Stephenson bu konuları biraz üstün körü geçmeyi tercih etmiş. Adam tam bir nerd, pek umurunda olmamış da olabilir. :slight_smile: Ayrıca Dünyanın sonunun geleceğini anlayan insanların tepkileri de biraz gerçek dışıydı, sanki herkes yıllardır bunu biliyor ve bekliyor da ona göre yaşıyormuş gibiydiler. Bu kısımlar kitabın bana göre en zayıf kalan kısmıydı.

Bununla birlikte uzayda binlerce yıl yaşamak zorunda kalan insanların bunu nasıl yapacaklarına dair detaylar da bence yetersiz idi. Yine aynı şey olacak belki ama aileleri yok olmuş kişilerin uzaydaki psikolojileri, aşmak zorunda kaldıkları sorunlar ve uzayda çok uzun süre kalmanın problemlerine dair detaylar pek yoktu. Başka konularda bilgi bombardımanına tutulmak yerine bunlara göz atabilmeyi tercih ederdim.

Bütün bu eksik yönlerine rağmen kitabın yine de harika olduğunu söylemek istiyorum. Bilim kurgu gözünden bakacak olursak doyuyoruz aslında bilime sonuna kadar, hatta doydum dediğinde “Ye, ye” diyerek tabağına yemek koymaya devam eden aile büyükleri gibi Stephenson bilgi yağdırmaya devam ediyor. Ama bence dengeyi biraz bilimsel yöne kaçırmış gibi, keşke edebi ve kurgusal yönüne de bu kadar ağırlık verebilseydi. Yani tüm kitabı makale gibi okudum demek haksızlık olacak ama yer yer böyle hissetmedim de değil. Aslında bakarsanız kitap biraz daha kısa olsa ve Stephenson sosyolojik ögelere ve karakter gelişimlerine biraz daha özen gösterebilseydi, bence 10/10’luk bir kitap olabilirdi. O yüzden 8/10 veriyorum kitaba.

Not: Kitabın ismi palindrom’muş, yeni fark ettim. :slight_smile:

20 Beğeni