Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Karısını Şapka Sanan Adam 19 ve 20. yüzyılın modern tıbba bıraktığı mirası, Oliver Sacks’ın anlaşılır ve kolay bir dile anlattığı vaka deneyimlerini konu alan bir yaşantı kitabı.

Dr. Sacks’ın nöroloji ve tıbba ilişkin merakı henüz çocukluk yaşlarında iken başlıyor. Ebeveynleri de doktor olan Sacks, bir nevi vakaların içinde büyüyor.

Annem de babam da hekimdi, dolayısıyla ben de tıbbi hikayelerin çokça anlatıldığı bir evde büyüdüm. Akşam yemeğinde annem ya da babam genellikle o gün baktıkları hastaların hikayelerini anlatırdı; hastalıklar veya yaralanmalar yüzünden kesintiye uğramış hayatların hikayeleri.

Sacks dönemin anlayışına ters olarak hastalıkların anlaşılmasında hasta hikayesinin önemini çocukluk çağından beri kabul ediyor ve doktorluk döneminde bunu uyguluyor. Şu anda da kabul ettiğimiz tıp yöntemi de halen bu şekilde.

Karısını Şapka Sanan Adam, toptan bir eser olmadan önce içinde bulunan vaka anlatıları gazete gibi toplumu ilgilendiren basımlarda yayımlanıyor. Bu sayede Sacks ve doktor arkadaşları birbirleri ile daha net bir ilişki kurarak vakalar hakkında birçok fikir üretme şansı yakalıyor. Vakaları, hasta gizliliğini göz ardı etmeyerek anlatmak birçok hasta için yeni bir ışık oluyor. Bu sebeple Sacks’ın yazımları o dönem için büyük ölçüde önem taşıyor.

Eser dört bölümden oluşuyor: Kayıplar , Aşırılıklar , Seyahatler , Basitin Dünyası.
Her bölüm öncesi o bölümü anlatan ve diğer bölümleri de kapsayan kısa kısa giriş paragrafları var. Anlatılacak vakalar için güzel bilgilendirmeler içeriyor. Toplam yirmi dört anlatı okuyoruz ve bazıları birbirine benzer nedenlere, bazıları ortak semptomlara sahip vakaların, her şeyden önce insanların hayatına tanıklık ediyoruz. Hepsine çözüm araması, zaman geçse dahi onları hatırlaması ve bazıları ile de görüşüyor olması muazzam bir doktor olduğunu kanıtlıyor.

Beyin yapısının muazzam işleyişine tanık olurken; tahrip, travma, bozunum gibi nedenlerle beyinin kısımlarında oluşan bazen işleyişini bazen ise o bölümün yönettiği fonksiyonları bozan hastalıkların insan yaşamına etkisini öğreniyoruz. Bunlara tanıklık eden Sacks çoğu hastasının sanatla beraber bir bütünlüğe kavuştuğunu, bir nevi tıbbın bilim kadar sanatla da bütünleştiğini düşünen bir hekim.

Vakaları okurken not almak, semptomlar üzerinden yola çıkıp hastalıkların nedenini tahmin etmek benim için çok keyifliydi. Bazı hastalıkların öncü olduğu muazzam yeteneklerin olduğunu da görmek, kendimce bana umut verdi.

Öncelikle her ne kadar basit ve anlaşılır bir dile sahip olsa dahi temel bir fizyolojik, kısmi anatomik ve bazı nörolojik epidemiyoloji(hastalık bilimi) hakkında bilgilere sahip olmak gerekiyor. Bazı terimleri araştırarak okumak zevkinizi baltalamıyorsa ve bu tür konuları ilgi çekici buluyorsanız Karısını Şapka Sanan Adam önerimdir. Benim için ufuk açıcı, mesleğim için de yeni güzel bilgiler edindim.
1K Kitap uygulaması üzerinden 8/10 puan vermiştim, kendi türü içinde bana kalırsa en keyiflilerinden.

Teşekkür ederim okuduğunuz için. Umarım fayda sağlamıştır. Keyifli okumalar. :blush:

29 Beğeni

0001911986001-1
Sanal Ülke

Amazon’da yayınlanan Döngü’den Hikayeler’i henüz izleyemedim. Hakkında bilgim olmamasına rağmen hem Döngü’nün hem de Sanal Ülke’nin kitabını geçen sene almıştım. Okumak için ancak sıra geldi. Bu kadar geç kaldığım için pişman oldum. Çok beğendim ve etkilendim.

Tam olarak tarzını bilmesem de grafik roman olarak adlandıracağım. Bir sayfada çizim karşında da yazı mevcut. Keyifkaçıranlardan kaçınmak istediğim için konusu hakkında bilgi vermek istemiyorum.

Oldukça dokunaklı bir hikaye diyebilirim. Kitabın asıl güçlü noktası olan çizimler harika. Atmosferi oradaymışcasına yaşamı sağladı. Edebi olarak çizimlerin gölgesinde kalsa da tatmin eden bir anlatımı var. Çizimler ve yazılar mükemmel uyum sağlıyor. Gerilimi ve hüznü aynı anda nasıl hissettirdi anlam veremedim. Yetenek böyle bir şey. Biraz durgun, durum odaklı olması dolayısıyla aksiyon sever okurlar sevemeyebilir. Bilimkurguda normal insanları okumayı özellikle seviyorum. Hep dünyayı kurtaranları okuyoruz bu esnada sade vatandaş ne yapıyor hep merak etmişimdir. :sweat_smile:

Tadı damağımda kalan çok başarılı bulduğum bir kitap oldu. En kısa zamanda diğer kitabı da okumayı planlıyorum.

15 Beğeni


Yaşar Kemal - İnce Memed 2

İnce Memed 2’yi okudum.

Bazen bazı yazarlar, yazdıkları karakterlere gıcık kapabilir hatta onlardan nefret de edebilirler. Bu yüzden bu karakterlerin başlarına olmadık işler açıp dururlar veya onları bir şekilde geri plana çekmeye çalışırlar. Bu kitabı okurken Yaşar Kemal’in İnce Memed’e benzer duygular hissettiğini fark ettim. Yazar kitap boyunca İnce Memed’i sürekli olarak geri planda tutmuş ve adeta İnce Memed’i kendi kitabında bir yan karaktere çevirmiş.

İnce Memed’in pasif kalması okurken canımı sıkmasına rağmen kurguyu o kadar da kötü etkilememiş. Hatta kitabı bir kişinin hikâyesinden bir sınıf mücadelesine çekmeyi de bu sayede başarmış.

Sınıf mücadelesinin kitapta bu kadar yoğun olmasında iki kitap arasındaki zaman farkı etkili olmuş. Yazar bir yandan siyasi fikirlerini özgürce yazabilecek kadar popülariteye ulaşmış, bir yandan da bunları kimseyi irrite etmeden eserine işleyecek kadar yazarlık yeteneğini geliştirmiş.

  1. kitabı 1. kitaba göre edebi olarak daha başarılı bulmama rağmen 1. kitabı daha çok beğeniyorum ve gönlümdeki yeri bir başka.
17 Beğeni

Dinlenme ve Rahatlama Yılım - Ottessa Moshfegh (Çeviren: Begüm Kovulmaz)

Ottessa Moshfegh, Dinlenme ve Rahatlama Yılım’da bizi uzun ve çetrefilli bir "ev yapımı kış uykusu"na yatırır. 2000 yılı ortalarında başlayıp 9/11’e dek sürecek bu “kendin yap” yolculuğunda direksiyonda en parlak özelliği “kafa iyiliği” olan isimsiz anlatıcı oturmaktadır. Sanat tarihi mezunu, New York Yukarı Doğu Yakası sakini, beyaz-ayrıcalıklı isimsiz anlatıcımız, hikâyemizin başlangıç noktasına gelmeden önce anne ve babasını peş peşe kaybetmiştir. Bu “beklenmedik ani öksüzlük” sorunsalı, yirmili yaşlar ortası (istediği) hayata dahil ol(a)mama hayal kırıklığı ile birleşince anlatıcımız çözümü kendine bir “dinlenme ve rahatlama yılı” hediye etmekte bulacaktır.

Karanlığın ve kayboluşun başlangıç çizgisi olduğu bu körlemesine maratonda anlatıcımızın yakıtı da muhtelif kimyasallardır: Çoğunluğu New York’un en ipe sapa gelmez psikiyatrı Dr. Tuttle tarafından reçete edilmiş antidepresanlar, anksiyolitikler, antipsikotikler. Anlatıcımızın farklı abur cuburları da işin içine katarak eşleştirip kendine özel "kombo"lar yarattığı bu sayısız ilaç sağanağına, türlü içkiler ve epeyce dolaylı bir kimyasal ninni yaratıcısı olarak kullandığı sayısız “B filmleri” eşlik eder. Moshfegh, kimyasallarla hikâyenin çatısını yaratır: Bir varoluştan ziyade bir yok oluş, son tahlilde sade ve sadece bir yaşayış, nehrinin renkten renge giren radyoaktif anlatı burgaçları ve ortasında bu yok oluşa işaret eden isimsizliğiyle parlak neon harflerini güneş gözlükleri ardına saklamış isimsiz anlatıcımız ile onun bata çıka ilerleyen beden ve ruh kayığı.

Moshfegh, yaklaşık on beş ay sürecek bu "hibernasyon metamorfuzu"nu anlatırken oldukça tasarruflu, konsantre ve “kapsüle” bir anlatım tarzı kullanır. Merkez üssünde anlatıcımızın “kaderine gülümseyen” zavallı evinin yer aldığı, bir sanat galerisi, birkaç dükkan ve bir arkadaş evinin yer yer “hatalı sollama” yaptığı minimal bir evrende anlatıcımıza eşlik eden kişilerin sayısı da parmak dostudur. Dinlenme ve Rahatlama Yılım su aldıkça şişen bir maymuncuk misali sayfalar çevrildikçe sürprizli bir bedensellik kazanır. Bu “küçük ama çok etkili” evrende Moshfegh, farklı zamansal anlatıları da şimdiki zaman anlatısında eriterek geriye dönüşleri silikleştirmektedir: Dinlenme ve Rahatlama Yılım’ı yüzeyde sakin ama derinde azgın bir nehir olarak tanımlamanın dayanılmaz hafifliğini yaratan sihirli tarifin anahtar malzemelerinden belki de en önemlisi.

Ve perde kapanır. Ustalıklı bir anlatı, ilgi çeken bir hikâye. Konu Dinlenme ve Rahatlama Yılım olmasaydı bu yazının -muhtemel- sonu.

Ama bu sefer kapanan perde bizi yeni bir sahnenin orta yerinde bırakmış durumda. Dinlenme ve Rahatlama Yılım, hayatın parodisi ve hatta belki hayatın parodisi olma halinin kendini ciddiye almayan bir postparodisi. Bu gerçekten de büyülü bir an: Çağdaş edebiyatın yeni ufuklarında yükselen bir hikâye. Sevilen, ait olunan, içinde kaybolmaktan kendimizi alamadığımız bir kitabın doğuşu.

Moshfegh’in Midas dokunuşu bu: Adına ne dersiniz deyin; Y Kuşağı, Milenyaller, Eko-Boomer’lar; bu hikâye özellikle 80’ler ile erken 2000’ler arasında doğmuş insanların kendi kişisel hikâyeleriyle rezonansa gelen bir roman yaratma sanatı. Alternatifin hala alternatif olduğu, ana akımın sınırlarının net olarak çizildiği bir dünyanın çocuklarının hikâyesi. İster Amerika’nın orta yerinde bir rüyada, ister “neredeyse Orta Doğu” Türkiye’de kablolu televizyondan “naklen bir orta sınıflıkta” yaşanan bir MTV gündüz düşünde olsun evrensel bir tını bu: Kapitalizmin kollarında kendimizi kaybetme nostaljimiz.

Ve Dinlenme ve Rahatlama Yılım’ın alametifarikası: Etten ve kemikten, keyiften ve hüzünden, hayal kırıklıkları ve daha çok hayal kırıklıklarından müteşekkil isimsiz anlatıcı. İsteyenler için antikahraman. Bir hapçı, bir yolcu, bir meczup. Ayrıcalıklı. Her şeye rağmen farkında. Somurtkan ama kendine neşeli. İnsanlardan nefret eden. Patavatsız. Ama gerçek, hep ve en gerçek. Moshfegh’in yürek telimizi titreten gizli tarifinin sırrı: Bambaşka dünyaların “tıpkısının aynısı” insanları.

Dinlenme ve Rahatlama Yılım, bir kuşağa tutulan boy aynası. Gerçekliğe, dürüstlüğe, kendin olmaya, özgürlüğe, kabullenişe ve gidişlere bir güzelleme.

Kitaplar kucaklanabilir. Hayatlarımız bir hikâyenin sularında efervesan tablet gibi eriyebilir. Dinlenme ve Rahatlama Yılım tam da böyle bir hikâye işte.

Sarılmak ve bırakmak istemeyeceğiniz bir “fazlasıyla paralel” evren.

İşte oradayız, bilinmeyene doğru dalışta.

Ve tamamen ayık.

13 Beğeni

Adem’den Önce - Jack London

Bugün bitirdim. Genel olarak beğendim. İlginç ve zevkli bir okuma oldu. Kitabın son sayfalarında çevirmenin yazdığı açıklamalar kısmı özellikle çok aydınlatıcıydı.

Kitabın konusundan biraz bahsedeyim. Kapağından anlaşılacağı gibi tarih öncesi çağlara ait insanlıktan ve insanlığın evriminden bahsediyor. Günümüze göre tabi bazı bilgiler yanlış kalmış. Hikayeyi Amerikalı modern bir çocuğun anlatımından öğreniyoruz. Rüyalarında bir tür kişiliği/ alter egosu veya bence daha doğru deyişle ilkel atalarından biri olan, taş devrinde yaşayan Kocadiş’in hayatından belli bölümleri görüyor.

Kitapta insan evriminin üç halkası var. Yazar bunları hayal gücüyle kurguluyor. Yani bu uzun hikayenin biraz da bilimkurgu yönü bulunuyor.
Kitabın dili oldukça akıcı ve hikayesi ilginçti. Doğa betimlemeleri birazcık cansızdı. Kocadişi de hiç sevemediğimi söyleyeyim. :smiley:

Okumak isteyenlere tavsiye ederim.

Puanım: 8/10

19 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 01-06 Gökek 2022
[Okuduğum 292.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 19.betik
[Gökek (Nisan) ayının ilk betiği]

Bilimkurgunun imkânlarını kullanarak evrenden ve insandan bahsetme sırası yerli yazarlara geldi. 2011-2015 yılları arasında, Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışmaları’nda dereceye giren öykülere merhaba diyin. Varoluş, toplum, insanoğlunun geleceği ya da sadece bir olasılığın yaratabileceği ruh halleri olsun, bu memleketin yazarlarının da bilimkurgu aracılığıyla anlatacağı hikâyeler var! Bu öykü seçkisinde korku gerilim öykülerinden tanıdığım Funda Özlem Şeran yanı sıra Murat Kaya Beşiroğlu ile Tevfik Uyar yani bilimkurgunun başarılı isimleri görünce çok mutlu oldum.

Kullanma Kılavuzu (2014 2.'si) - Funda Özlem ŞERAN (1984); Durağan başlayan öyküde son sayfalarda gülmekten dolayı tekrar okumak zorunda kaldım. O kadar güldüm ki resmen gözlerimden yaşlar aktı. Dünya’da gelişen teknolojiye rağmen hala yaşlılık ve diyabet hastalıklarına çözüm bulamaması dikkat çekiyor. Öyküyü okurken kuzenimle ilgili bir anı aklıma geldi. Kuzenim çarşıya çıktığı bir gün kilosunu merak edip ortak baskülün üzerine çıktı. Sadece kilosunu göreceğini sanarken baskülün yapay zekası onun kaç kilo olduğunu bas bas bağırarak söylemeye başlayınca kuzenim utancından yerin dibine girmiş bir şekilde etrafına bakmaya başlar. Sonra basküle dönerek “Sus! Anladım. Neden tekrar ediyorsun.” diye bağırmış.

Fırıldak (2013 2.'si) – Tevfik UYAR (1978): Daha onun çıkardığı Tek Kişilik Firar adlı öykü seçkisinde bu öyküyü okudum ve o seçkide beğendiğim öykülerden biridir. Kıyamet Sonra Bilimkurgu türüne ait olduğunu kabul etmiyorum. Bu öykü; Uzaylı İstilası Bilimkurgu türüne ait olacağını mantıken uygundur. Küresel çaplı bilimkurgu yazarı olsa da uzaylı konusunda ad vermede Türkçe’nin dil gücünden faydalandığı için beni çok mutlu etti. Bu öyküyü distopik olarak yazılsaydı en çok sevdiğim öykü olurdu. Öyküde kendime dair iz gördüm. Öyküdeki sağ gösterip sol vurmanın nedeni aşık iken en yakın arkadaşımınki zevk ve egosuymuş. Arkadaş geçinen insanlara sesleniyorum; bizlere dost kazığı atmak yerine dürüstçe mskul bir şekilde ne istediğinizi söyleyiniz çünkü böyle davranmasanız siz hep kaybedenlerden olacaksınız ve hiç kimse size güvenmeyecektir.

Eşçip (2015 1.'si) – Burçin TETİK (1978); Bedenin sınırlarını aşarak, en mahrem yere, bilinçli zihne yapay gereklilikten ötürü müdahale edilmesi tedirgin ediciliği aşıp korkunçluğa varan öyküde durağanlık hakim olsa da öykü topluma ayna tutuyor. Belki öyküde kadınlar üzerinde mesaj verse de özgürlük alanı kısıtlanan her insanın sesi oluyor. 2017 yılında benzer bir durum yaşadım. İzmir’de fizik tedavi görürken babama ikinci kez şans verdim ama vermez olaydım. Her gün aramasından rahatsız olduğum gibi yanıtını bildiği soruları tekrar tekrar günlük olarak sordu. Elimden geldikçe ona aynı yanıtı verdim. Eyyüp (AS) gibi sabırlı biri değilim. O gün içinde arama engeli koydum ve “oh be dünya varmış” dedim. Eşçipi ve Ebeveynçipi isteyenlere versin. Ben istemiyorum çünkü dirisinden hayır görmediğim gibi çipinden de hayır görmem.

Anlam Satan Android (2011 3.'si) – Murat Kaya BEŞİROĞLU (1971): Bu öyküyü daha önce biliyordum ve hatta Ogox romanın protosu olarak hep düşledim. Öyküyü okurken yabancı bilimkurgu öyküsü olduğunu öğrendim. Karakterler Alman olduğu için ve Alman adları kolay telaffuz ediliyor. Öyküde Türk-Alman kültürlerinin arasında kalan bir gurbetçinin gözüyle bilimkurgu öyküsü nasıl düşlendiğini görüyoruz. Almanya’daki gurbetçilerimizin varlığı bildiğimiz için yabancı bilimkurgu öyküsünde Türk izleri pek sırıtmıyor. Kalemin ilk bilimkurgu öyküsünde Almanya sahasının bilimkurgu evrenine uydurulmasının nedeni kalemin çocukluk yıllarımda yani 1970-1980 yılları arasında beyaz eşyalar genelde Almanya’dan getirildiği için ve Alman disiplinidir. Gelecekte Almanya bir bilimkurgu ülkesi olabilir çünkü hem Alman sanayisi hem de Alman disiplinliği olduğunu Alman bilim ve teknolojisi yüksek bir ivme yakalar. Öykü aslındaAfacan Robotlar öyküsünün protosu gibi geldi bana. Başarısız bir Android’in tekrar geri dönüşümü imkanı uyandırdığı için o Android’den iki afacan robot yaratılır çünkü felsefenin tutmadığı yerde komedi gümbür gümbür tutar. Elbette kalemin düş dünyasına kalmıştır.

Süleyman Dilmaç’ın İsimsiz Meseli (2011 Mansiyon Ödülü) – Ümit Yaşar ÖZKAN (1977): Günümüzde geçen öykü, canlı bir varlık olan dilin belli olasılıkların dışına taşabilme potansiyelini ima ederken, sabit yargıların genel geçer olabileceği şüphesini ekiyor. Süleyman Dilmaç’ın anlatma tarzı bende çok güzel anılar uyandırdı. İslam Öncesi Türk Tarihi dersini veren Uygur Türkleri’nin Heredot Cevdet’i Erkin Ekrem’in ders anlatma tarzı bana Ekmek Teknesi dizisindeki Heredot Cevdet karakterinin halk hikayelerini anlatışına benzetiyorum. Böyle insanlar çoğalırsa önemli alanda kalıcı izler bırakacak adımlar atılır. Mesela Göktürk Türkçesi yeniden canlanan Türk lehçesi olabilir. Ders anlatımlarda açıklayıcı anlatım yerine güldürü ve öykülenme yöntemi kullanılırsa başarılı olur. Öyküde kalem bize bilimkurgu öyküsü yazarken karakter ve mekan adlarında dilimizin gücünü göstermeliyiz mesajı verdiğini iliklerime kadar his ettim.

Tarak (2015 3.'si) – Özgür TIRPAN (1978): Ana konu, öykünün geçtiği geleceğin kendisi olsa da, bunu o dünyada yaşayan birilerinin hayatına mercekle baktırarak yapıyor. Kafamda distopya elementlerini kullanan ütopik gelecek fikri canlandı. Öyküde %75 kurgu ve %25 açıklayıcı anlatım olsaydı çok güzel bir eser ortaya çıkarırdı çünkü hepimizin gönüllerinde taht kururdu. Ben de şehirdışındayken bazen uyanıp “Anne! su!” dedikten sonra etrafıma bakınca anlıyorum ki şehirdışındayım ve sonra tek uyumaya devam ediyorum. Anne ile evlat arasında oluşan bağı yapay zeka bile öykünülmeyecektir çünkü o bağ görünmez ve çok güçlüdür.

Sssz (2012 2.'si) – Bülent ÖZGÜN (1983): Cemalettin Sipahioğlu’nun bu öykü için yazdığı “Kısacık öykünün tadını kaçırmamak için tadında bir yorumda bulunsam daha uygun düşer: İletişimin vazgeçilmezliği, iletişimi sekteye vuran engellere rağmen sürer. Yoksa halimiz nicedir.” sözlerinden hangi ulusa mensup olsak da anadilimizi kurallarına göre yazıp konuşmalıyız anlamını çıkarıyoruz çünkü anadil bizi dünyada tanıtan ayna özelliğini tanışıyor. Güzel ve kuralların uygun hareket edersek kendimizi karşıya çok güzel bir şekilde tanıtırız. Eleştirel yönünün yanı sıra yüzümü güldüren bir öyküdür.

Laleli’den Dünya’ya, Laleli’den Dünya’ya… (2015 Mansiyon Ödülü) – Emel ALTAY (1981): Barış Demirbaş’ın “Karakter ve mekan adlarına takılmadan eserin ne anlatmak istediğini anlamaya çalış.” öğüdünden yola çıkarak öyküyü yorumlayacağım. Öyküde zamansızlık ile zaman bolluğunun farklı taraflardan yarattığı kişisel beklentilerin çatışmasını amlatıyor. Yani Tanrı bizim için en ideal gezegeni seçtiğinin kiymetini anlamalıyız çünkü bu ideal gezegenin kiymetini bilmesek yarın öbür gün başka gezegenlerdeki zaman algısına adapte olana kadar bu öyküdeki gibi benzer sıkıntılar yaşarız. Bu sıkıntılar sonucu çevreye zarar vermeye devam edeceğiz. İyi ki de ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz. Anın tadını yaşamak çok güzeldir. Yani son günmüş gibi dolu dolu yaşamalıyız bu ölümlü yaşamı…

Benden Geriye Ne Kaldı? (2013 Mansiyon Ödülü) – Can ORAL (1984): Öncelikle ister din düşmanı olsak ister inançlı olsak er yada geç İslam dinindeki kıyamet senaryosu gerçekleşecek yani kıyamet kopmasıyla dünya hayatı bitiriyor. Sonsuzluk hayatı başlayacak. Kendimizi mitolojilerimizdeki kıyamet senaryolarıyla kandırmamalıyız çünkü gerçekçi ve akıl sahibi olmalıyız. İnsanın ölümsüzlüğü beden değiştirerek değil klonlamayla sağlanır çünkü ruh gözle görülmediği için onu emecek teknolojiyi yaratmak imkansızdır. Yazarın belirttiği teknoloji ise taklit yani öykünç teknolojisi diyebiliriz. Öykünç teknolojisi farkındalık yaratmaz sadece var olandan similasyon yaratır. Kıyamet sonrası bilimkurgu öyküsü değil de aynı kurguyla başka türde yazılsaydı kültür mirası hakkında konuşur ve düşünür olurduk. Kıyametten sonra bu gezegen olamayacağı için kültür mirastan konuşmak bence uçuk kalır.

Suçların En Büyüğü (2014 1.'si) – Murat MIHÇIOĞLU (1972): Tanrı’ya ortak koşma gödümlü öykü benim gibi inançlılar için sınıfta kalmış çünkü Tanrı’nın böyle bir olanak bizlere veremez. Tanrı’nın sınırlarını çizdiği ve yazdığı evrensel yasaların hüküm sürdüğü bu düzlemde bizler Tanrı’ya şükretmek varken ona ortak koşmaya çalışıyoruz. Bu öyküde yazarın ateistvari bir tutumu olduğunun farkına varıyoruz. Kopyala Yapıştırlarla evreni yeniden kopyalıyorsanız o zaman düşleriniz gücüyle Hz.İsa (AS)'ın babasız olarak varoluşuna makul bir açıklama yapınız.

Çember (2012 3.'si) – Emrah KOÇAK (1985): Bilim ve teknoloji gelişse de görünmezlere hükmetme gücüne erişilmez. Tanrı’nın yazgı melekleri tarafında yazılan yazgılarımıza fiziksel bir temas olamaz yani zamanda yolculuk yapıp geleceğe gidilmez çünkü gelecek daha gerçekleşmemiş olduğun için gelecekteki durum hakkında bilgi edinemez. Şöyle bir yaklaşım olabilir; anın geleceği tasarlayabilirsin. Yazgıda yaşanılanları zamanda yolculuk yapılarak düzeltebilinir. Onun için öncelikle zaman makinesi icat edilmelidir. Sonuç olarak metafizik konuları bilimsel bir perspektif çerçeveeinde bilimkurgu öykülerinde işlenemez. İşlense de o öyküler bilimkurgudan ziyade fantastik olarak kabul edilir. Bu konseptte Volkan Çekirdek’in yazdığı Yapay Kader romanı incelemenizi öneriyorum.

TBD’nin bastığı bilimkurgu öykü betiklerinden en vasatı bu betik oldu. Derlemecinin öykü seçimleri iyi değildir. Her yıl katılıp dereceye giren kalemlerden sadece bir öykü seçmelerini istenirdi. Mansiyon ödüllü öykülerin ağırlıklı olması göze batıyor çünkü dereceye giren öykülerin bazılarına yer verilmemiş. Bu konuda derlemecinin üzerine düşen görevde öncelikli dereceye giren öyküler ondan sonra mansiyon ödüllü öykülere yer verirdi. Ayrıca TBD’den yarışmalarda Türk Bilimkurgu Edebiyatı’nın gelişmesi açısında öyküleri seçmede daha dikkatli ve titiz çalışılmalıdır. TBD, ülkemizdeki bilimkurgunun sesi olduğu için gelecekte daha iyi sonuçlarının altına imzalarını atacağına inanıyorum. Okuyup okumamayı sizlere bırakıyorum.

10 Beğeni

Stephen King - Hayvan Mezarlığı bitti.

Hep merak ettiğim ama okuma fırsatı bulamadığım Stephen abimizin evrenine bu kitapla giriş yapmış oldum.
‘‘Tatlı bir amerikan ailesi kırsalda bir eve yerleşir. Yakınlarda gizemli bir orman vardır. Bu ormanda ise ürkütücü bir sır vardır.’’ şeklinde özetlenebilecek bir hikaye. Hikaye aslına bakıldığında ürkütücü ve tedirgin edici ancak bugüne kadar kitaplardan önce pek çok Hollywood korku filmi izlediğim için hikaye beni hiç ürkütmedi. Sanki basmakalıplarla dolu bir amerikan filmi izliyorum hissine kapıldım. Önce kitabı okusaydım bu haliyle bile tedirgin edici olan kitap epey gerebilirdi. Bu durumlar, kitabın ürkütücülüğünü düşürmüyor ama beklentilerinizi düşürüyor. Kitabın diğer güzel tarafı ise akıcı olması. Pek edebi şaheser sayılmaz ama güzel bir sadeliği ve akıcılığı var.
Sonuç olarak beni henüz Lovecraft kadar ürperten bir yazar olmadı. Sitivın abimizin diğer kitapları bunu değiştirebilir mi göreceğiz. :smiley:

13 Beğeni

Yahuda İskariot- Leonid Andreyev

Yazarın daha önce “Kızıl Kahkaha” isimli kitabını okuyup çok beğenmiştim. Bu kitap da en az onun kadar etkileyici anlatıma sahip. Anlatım gayet sade ama bir o kadar güçlü duruyor.

Hikaye, On İki Havari’den biri olan ve İsa’ya ihanetiyle tanınan Yahuda merkezli ilerliyor. Yahuda’nın psikolojisindeki değişikler incelikle aktarılıyor. Yahuda, İsa’yı çok seviyor ama yine de ona ihanet etmekten geri durmuyor olarak resmedilmiş. İncillerde (her incilde birbirlerinden her ne kadar farklı anlatılsa da) bahsedilen hainin hikayesi birçok noktada aynı kalmış. Kitabı beğendim. Yazardan bir kitap daha var elimde, sonra onu da okumayı düşünüyorum. Yazarın okuduğum iki kitabını da tavsiye ederim.

Puanım: 9/10

21 Beğeni

41rI-x8dnUL.AC_SY1000

Ne kadar beğendiğimi ifade edebilecek anlatım gücünden mahrum olduğum için yorum yapmamayı tercih ediyorum. Ne yazsam kitabın büyüklüğü altında ezilecek. Açıkçası bu kitabın bilinmiyor olmasına anlam veremedim. En az Tolstoyevski (:wink:) kadar popüler olayı hak ediyor. Gerçi Instagram hikayelerinde harcanmıyor olması beni bir nebze mutlu etti.
Rus edebiyatı aklımda soğuk, fakirlik ve mutsuzluk olarak kodlu. Bir Rus’un kitabını kıkırdamaktan okuyamayacaksın deseler inanmazdım. Yazar Ukrayna asıllı olduğu içindir belki de. İnce mizah, adamı ipe götürecek eleştiriler, cehennem zebanileri ve alev alev bir aşk kaosun içinde dans ediyor. Okuyunuz efendim, okuyunuz.

27 Beğeni

Japon Klasikleri 6: Aynalar Cehennemi Ve Diğer Öyküler, Edogawa Rampo

Puan: 10/10

Japon klasikleri dizisinin en sevdiğim kitabını okudum; umarım bu gerilim dolu öyküleri unutup tekrar okuma fırsatı bulurum. Evet, bu derece gönlüme giren bir klasik oldu Aynalar Cehennemi ve Diğer Öyküler…

Çevirmenin önemli notlarıyla girişi süsleyen ve sonrasında 12 öykü ile ilerleyen 224 sayfalık bu kitap herkesin kütüphanesinde bulunmalı ve okunmalı. Bir gün içinde bitirdiğim ve bir yandan da sona gelmek istemediğim enfes bir yolculuktu. Ama her yolculuğun bir başlangıcı olduğu gibi bitişi de vardı… Bu kitabı diğerlerinden ayıran en belirgin fark ise durgunluğun ve sıradanlığın hiç olmamasıydı, sürekli heyecanın ve gerilimin yükselişi okuma sürecinin diri tutulmasına olanak sağladı benim için. Anlatımın akıcılığı da kolay okunmasını sağlayan diğer bir unsurdu. Yazar ile yeni tanışan ben ve benim gibi okur arkadaşlar rahatlıkla okuyabilir.

En çok yaşadığım duygu ise şaşkınlıktı… En son ne zaman bir kitabı okurken bu kadar şaşırdım diye sordum kendime. Hiç tahmin edemeyeceğiniz öykü finalleri, acaba gerçek mi ya da gerçekten öyle miydi diye düşünceler ve soru işaretleriyle baş başa bırakıyor sizi.

Gelenekselliğe boğulmuş ve tam bir dönem kitapları okuduğunuzu hissettiren ‘‘Japon Klasikleri Dizisi’’ burada farklı bir şekilde karşılıyor bizleri. Aslında bu öyküler de belli bir dönemi konu alan ve bazı olayların etkisiyle yazılmış hikayeler. Ama okurken dönemin kendisinden ziyade olay örgüsü ve kurgu ile büyüleniyorsunuz ve bu okuru her anlamda tatmin eden bir boyuta ulaştırıyor.

Japonya’da bu tür kitapların doğuşuna sebep olan büyük bir olay yaşanmış ve sonrasında bu gibi kitapların yazılması ve okunması artmış. 1923 yılında ülkede büyük bir deprem olunca Japonlar hayatlarının ve yaptıkları inşaların nasıl yerle bir olduğuna şahit olur ve Doğalcılık akımından vazgeçip 13 yıl devam edecek olan ‘‘Ero-Guro Saçmalık’’ diye anılan bir akıma yönelirler. Ve böylece erotik, grotesk ve saçma şeyleri konu alan eserler üretmeye odaklandılar. Yani ‘‘Toplum için sanat’’ fikri artık eskimeye yüz tutmuş bir bez parçasından başka bir şey değildi, bu yüzden insanlığın karanlık yönleri ve kirli çamaşırları derinlere tutunan yosunlardan kurtulmuş ve su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Su yüzüne çıkan ve dağılan bu görüntü çoğu insanı rahatsız etse de bu tür eserlere talep arttı ve akım tutuldu.

Bu dönemin en önemli temsilcilerinden biri, Edogawa Rampo ismiyle adını duyuran Taro Hirai idi. Bu isimle ünlenmesinin sebebi ise korku-gerilim ve polisiye edebiyatının Batı’daki öncülerinden Edgar Allan Poe’ya olan hayranlığındandı. Kendisine bilerek bu ismi seçti ve ülkesinde de bu türün öncülerinden biri oldu, tıpkı Poe gibi… Ayrıca İngiliz ve dünya edebiyatında yarattığı Sherlock Holmes karakteriyle hafızalarına kazınan ve hala çok okunan yazar Arthur Conan Doyle’un da takipçisidir Rampo. Edebiyatın kattığı güzelliklerden biri de işte bu etkileşim döngüsüdür bence. Zaman zaman birbirlerinden ilham alan yazarlar ve eserlerinin sonu gelmeyen halkalarla bir zincir oluşturması muhteşem bir imkan değil mi biz okurlar için de? Bu çeşitlilik haritasında, dünya üzerinde farklı yerlerde bulunan edebiyat öncülerinin yazdıklarıyla renkleniyor büyülü evrenimiz.

Doğrusu Poe kaleminden sadece bir öykü okumuştum ve Sherlock Holmes ile de geçen yıl tanışmıştım; seriden hala birkaç kitap da okunmayı bekliyor. Edogawa Rampo sayesinde kitaplığımda bekleyen bu yazarların eserlerine tutunmam gerektiğini anladım geç de olsa. Bu öyküler bir hatırlatma ve uyarı oldu sanki… Öyle garip öyküler okudum ki, belki Edogawa Rampo bir yerlerden işaret gönderdi ve bu kitap pek olur olmadık zamanda kendisini elimde buldu. Neden olmasın?

Aynalara normal olmayan bir şekilde takmış ve bu gizemli merceklere taparken onların dünyasında kaybolan bir adam, hayatından memnun olmayan bir mobilyacının koltuk yaparken aklına gelen tüyler ürpertici bir fikir, kaderin bir oyunu yüzünden saklandığı yerden çıkamayan hasta bir adamın dramı, zamanın durduğu bir orman ve kanla yıkanan bir göl, bir piyanistin başına gelebilecek olan en kötü olay, uyurgezerliğin hiç de masum olmayan bir boyutunda sayfalar dolusu gizem, aşk bir insana ne yapar sorusunun en tuhaf cevabı, canı sıkılan bir adamın sıkıntısına bulduğu akıl almaz bir çözüm… Öykülerde böyle gizemli olaylar işleniyor gördüğünüz gibi; yüzeysel olarak bahsetmem bile hikayelerin tuhaflığını gözler önüne sermiştir umarım.

Okurken beni başka yerlere götüren ve sevdiğim hikayeler ise şunlardı: Aynalar Cehennemi, İnsan Koltuk, O-Sei Sahnede, Kırmızı Oda ve Psikolojik Test… Korku-gerilim tarzında ve hafif polisiye tadı veren bu kitabı herkese tavsiye ederim. Özellikle bu türden kitaplar okumayı seviyorsanız bu klasiğe bayılacaksınız. :slight_smile:

Yayımladığım platformlar:
wannart bubisanat 1000kitap

31 Beğeni


Sun Bin - Bin Strateji Sanatı

Bin Strateji Sanatı’nı dinledim. Çince şehir ve insan isimleri çok fazla yer alıyordu. Çince isimleri dinlerken ayırt edemediğim için isimlerin fazlalığına sinir oldum. Dinlenmesi yerine okunmasını tavsiye ederim

Yazar kitabı yazarken Sun Tzu’nun Savaş Sanatı’ndan ve Taoist metinlerden yararlanmış, kendi görüşlerini de ilave etmiş. Taoist metinlerin etkisinden dolayı yer yer anlaşılmaz olmuş. Bu yüzden Savaş Sanatı kadar açık ve berrak bir eser değil. Strateji ve tavsiye olarak Savaş Sanatı’nın üzerine fazla bir şey koyamamış gibi geldi bana. Bu kitabı ancak ileri okuma için öneririm.

image
Murat Gülsoy - Bu Kitabı Çalın

Bu Kitabı Çalın’ı dinledim. Seslendirme güzeldi ve kitabın içeriğine uygundu.

Daha önce Murat Gülsoy’un bir eserini bitirmemiştim. Yazarın üslubunu beğendim. İleride yazarın diğer kitaplarını okur veya dinlerim.

Kitaptaki öyküler genel olarak güzeldi, bir iki tanesi dışında hepsini beğendim. Kitaba ismini veren Bu Kitabı Çalın dışındaki öyküler belirli bir şablonda ilerliyordu. Yazar, öykülerine vurucu sonlar vermeye çalışmış ve bunu da başarmış ama öykülerin sonlarını aynı şekilde yaptığı için öyküleri peş peşe dinleyince o kadar da beğenemedim. Araya farklı öyküler konulsaymış daha başarılı bir kitap olurmuş.

image
Kim Young-Ha - Bir Katilin Güncesi

Bir Katilin Güncesi’ni dinledim.

Kitapta 70 yaşındaki alzheimer hastası eski bir seri katilin yaşadıklarına tanık oluyoruz. Kitabı dinlerken aklıma yer yer Şahsiyet dizisi ile Nolan’ın Memento filmi geldi. Bu yüzden ilk başta kitap bana klişe gibi geldi ama kitap ilerledikçe o kadar da basit bir kitap olmadığı ortaya çıktı.

Yazarın üslubu hoştu ve kitap çok sürükleyiciydi. Kafa dağıtmalık güzel ve kısa bir kitap. Tavsiye ederim.

21 Beğeni

IMG_20220411_133855

Saga serisini bir açıdan sevdim. Çoğumuzun anlam veremediği, şu eski eserlere güncel bir fikirle revize verme yerine o fikir için kendi sagalarını oluşturmuşlar.

Geçmiş dünyanın insan zihniyetine olan hınçlarını, eski eserlerden çıkaran insanlar doğal olarak nefretle bir yenilik inşa ediyor. Nefret de tabiatı gereği bağ kurmak yerine tüm bağları koparan, kendini ötekileştiren bir kavram. Yani bana göre bu anlayışla hareket eden ötekileştirilmiş insanlar farkında veya farkında olmadan kendilerini otekileştirmeye hizmet eden bir aracı sanat kalemi olarak kullanıyor.

Nefretle hareket eden hiçbir devrim kalıcı olamaz. Kendini kültürünü oluşturmak yerine tüm enerjisini bir kültürü ortadan kaldırmaya yönelten bir oluşum nasıl kalıcı olabilir? Gücü, iktidarı ele geçirse bile kendi sanatçısını, kendi eserini üretemez. Kendi anlayışını da tüm renkleri boğan siyah ile fırçalar. Anlaşılmak için üreten sanatçının kendisi bile neyi anlatmak istediğini anlayamaz hale gelir. Üretemeyen bir üretici olduğuyla kalır.

Dünyayı kurtarma hırsı ile yanıp tutuşanlar bu kayboluşun içinde, ülkülerini gerçekleştiremeyeceklerini sezince, o şövalye ruhlar dünyanın yanıp kül olduğunu görmek isteyen kötülere dönüşüyorlar. Yeterince beslenemeyen bir ego, insanlığın başına gelen en büyük belalardan biri.

Kabul görmemiş insanların, tatmin olmayan egolara dönüşmesi şiddet zincirinin halkalarından biri. Farklılıkları ile görmezden gelinen, yok sayılan insanlar yaratmak; kabul görmeyen bir topluluk yaratmak da bir diğer halkası. Saganın hikayesi de bu zincirler üzerine kurulu.

Fütüristik dünyasını, karakter konseptelerini, olay çeşitliliğini hayalgücü bağlamında yetersiz buldum. Hikâyenin devam ciltleri henüz basılmadığı için sonu hakkında da tam bir fikrim yok. Ama en azından belli bir ideoloji ile bir toprağı işgal edince oradaki farklı kültürel mirası harap eden ya da asimile etmeye çalışan bir anlayış yerine, kendi kültürünü, kendi eserini üretmeye çalışmasını başarılı buldum.

Kimlik bunalımı insanın önüne birçok yol açıyor. Başka kimliklere öykünebilir, başka kimliklere hayranlık duyabilir, kendi kimliğine olan şüphesi yüzünden ona farklı biri de olabileceği dünyalara, düzenini bozdukları için düşmanlık duyabilir. Ve insan, akıp giden zamanın içinde sabitleyemediği, bir kimliğe demir atamadığı ben neyim demeyi sürekli sürdüreceği için etkileşim içinde olduğu her şeyle ne yapacağına vereceği kararlarla insanlık tarihini yazmaya devam edecek. Zaman çarkı ve şiddet çarkı dönmeye devam edecek; aynı hikayeler tekrar tekrar yaşanacak ve yazılacak.

19 Beğeni

images (10)

Tanrı’nın Gözündeki Zerre uzaylılarla ilk temas konulu 700 sayfalık bir bilimkurgu kitabı. Yanlış hatırlamıyorsam serinin ilk kitabı ama hikaye bu ilk kitapla da biraz noktalanıyor gibi. Devam kitapları nasıl acaba diye de düşünmüyor değilim. Çünkü kitap hem doyurucu hem de değildi.

Hikaye, birkaç kez kendi içinde çöküşe uğramış insanlığın en sonunda ışık hızı seyahatini ve bir yıldızın içinde bile olsa gemilerini koruyabilecek kalkanı bulmalarıyla başlar. Hem kendi sorunlarıyla hem de yeni dünyalar arayışında olan insanlık günün birinde kendileri gibi ya da kendilerinden daha zeki bir yaşam biçimiyle karşılaşır. Sizce insanlık tıpkı tanıtım yazısındaki gibi aslında bir aynaya mı bakıyor?

Kitabın içeriği hakkında daha fazla detaya girmek istemiyorum. Okuyup kendi düşüncelerinizle başbaşa kalmanız kitaptan alacağınız keyfi daha da arttıracaktır. TGZ’yi bir uzay operası olarak da çok başarılı buldum. Uzaylılar ve insanlar; bu iki yaşam formunun gelişen olaylar karşısındaki tutumları akla en yatkın biçimde okumak oldukça zevkliydi.

Puanım 8/10

39 Beğeni

BOOK OF DRAGONS

Farklı mitolojilerden ejderha hikayelerinin derlendiği bir kitap. Dönemlerine göre ayrılmış 50 öykü ve bunların 1-2 paragraflık tanıtımlarını içeriyor. Şahsen öykü derlemesinden ziyade daha yorumcu ve inceleyici bir kitap okumayı umuyordum.

Batı edebiyatı açısından oldukça zengin. Yunan, Roma, erken Hristiyan, Bizans, Orta Çağ ve hatta 19. yüzyıl çocuk edebiyatı ayrı ayrı işlenmiş. Fakat dünyanın geri kalanına böyle bir özen gösterilmemiş. Hindistan, Çin ve Japonya’dan 1-2 öykü var. Hristiyanlık öncesi Yakın Doğu, Afrika ve Amerika kültürlerinden ise hiçbir örnek yok.

Dürüst olmak gerekirse tüm bu dediklerimi yapan kitap 350 değil herhalde 1000 sayfa olurdu. Yine de birbirine çok benzer Orta Çağ hikayelerine ayrılan sayfalar daha iyi değerlendirilebilirmiş.

13 Beğeni

Nickel Çocukları - Colson Whitehead (Çeviren: Begüm Kovulmaz)

Colson Whitehead’ı nasıl bilirsiniz? Ben geçtiğimiz aylarda Yeraltı Demiryolu’yla tanışmıştım kendisi ile, yakın zamanda da uzun vakitlerdir planlarımda yer alan Nickel Çocukları ile yeniden buluştum.

Whitehead’ın bu iki romanı, onun çağımızın en başarılı ve nadir “faction” ya da başka bir deyişle “kurgu dışı roman” yazarlarından biri olduğunun kanıtlıyor. Kökeni André Breton’un Nadja’sına dek uzanan bu roman türünü; Didion, Capote ve Mailer’lı altın çağının ardından küllerinden yeniden doğuran Whitehead’ın, tarihi ve biyografi ögeleri kurguya yedirmek konusunda deyim yerindeyse bir edebi fetişi olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda ilk Pulitzer ödülünü de kucakladığı Demiryolu Çocukları’nda "faction"un “fiction” kısmını daha spekülatif kullanmayı tercih eden Whitehead, Trump dönemi atmosferinde yarattığı Nickel Çocukları’nda bu kez spekülasyon yerine kurgu dışını zihin filtresinden geçirip bir yansı-roman yaratmayı tercih ediyor.

Nickel Çocukları, anlatısını, adli antropolog Kimmerle ve multidisipliner ekibinin, Florida’da yer alan ve hayret verici bir şekilde 2011 yılına dek varlığını sürdüren, yüzyılı aşan bir utanç vesikası olan Arthur G. Dozier "Islahevi"nin arazisinde yapılan arkeolojik çalışmalarına dayandırıyor. Çevrimiçi olarak halka açık yayınlanan bu etkileyici çalışma siyahlara çok yönlü ayrımcılığın ayyuka çıktığı Jim Crow yasaları döneminde (Jim Crow, pejoratif bir “zenci” varyantı bir beyaz uydurma adlandırması ve bu utanç dolu döneme de ismini veriyor) açılan bu okul/hapishanenin içerisinde dönen insanlık suçlarına sorgu ışığını bilimin ve sağduyunun aşık olduğumuz acımasız affetmeyişini yöneltiyor.

Tam bu noktada bu "affetmeyiş"in altını çizmek önemli. Whitehead, roman karakterlerinin ağzından da söylettiği gibi Dr. King’in "sevgi"sine uzak bir öfkeyle, bir affetmeyişle yazıyor Nickel Çocukları’nı. Aklıma James Baldwin’in Terence Dixon ile röportajını getiren bir tavırla, Dr. King’in "sizi sevme yetimizle bitap düşüreceğiz"inin çok uzağında konumlandırıyor kendini Whitehead. Ve bu öfkeyle, yine Yeraltı Demiryolu’nda olduğu gibi bir epik tavra da bürünüyor: Çoklu zaman ve mekan kullanımı, devamlı flashback’ler ve bir Whitehead alametifarikası olarak her sayfada yenileri ile tanışmaya devam ettiğimiz sayısız karakter. Whitehead’ın seveni olduğu kadar nefret edeni de çok, belki de mesele tam da burada gerçekleşiyor. Whitehead, makroanlatılara meftun, “büyük” yazan birisi. Sırtındaki mirası ve yazarlığını konumlandırdığı noktaya bakınca hiç de şaşırtıcı olmayan bir tercih bu.

Sözü, kendini çağdaş edebiyat okuru olarak adlandıran herkesin yolu Whitehead’den geçmeli diye bitirmek doğru olacaktır. Bir türü yeniden doğurmak, yeniden ve hakkı teslim eden bir tarih anlatımına ses olmak, Whitehead’ı simge bir yazara dönüştürüyor. Nickel Çocukları’nın yazara ikinci Pulitzer ödülüyle beraber Orwell Politik Kurgu Ödülü’nü de kazandırdığını da belirteyim. 2018’den beri verilen ödüllerin diğer sahipleri Sütçü ile Anna Burns (Duygu Akın çevirisi ile dilimizde) ve Summer ile Ali Smith.

Finalin finalini de Begüm Kovulmaz’ın usta işi çevirisini ayakta alkışlayarak yapalım. Kendisi gerçekten de dilimizin yürüyen çağdaş Amerikan edebiyatı.

Daha önce paylaştığım Yeraltı Demiryolu incelemem:

14 Beğeni

images (4)
Ben, Kirke - Madeline Miller

Kitapla ilgili tek olumlu yorumum akıcı olduğudur. Kirke karakterini hiç sevemedim ve bana güçlü bir karaktermiş gibi gelmedi. Kitapta en başta kardeşleri, anne ve babasının ezdiği bir tanrıça olarak resmedildi. Sonrasında aşk yüzünden ilk büyülerini yapıp adaya sürgün olmasıyla güçleneceğini düşündüm. Eskisine göre güçlendiyse bile bu çok fazla olmadı. Yine de kitabı sonunda ne olacağına bakmak istediğimden okudum. Zaten çabucak bitti. Bir kaç karakteri de birbirinin kopyası olarak gördüm. Kitap sadece çok fazla parlatılmıştı. Güçlü bir karakter göreceğimi sanmıştım. Umduğumu bulamadım.

Kitaba puanım: 4

18 Beğeni

Kirke yaşadıklarına rağmen güçlüydü bence. Ailesi tarafından hor görülmesine rağmen istediği birçok şeyi yapabildi. Ama yaptıklarının bedeli ağır oldu. Bir adaya hapsedilmesi korkunç ama mitos böyleydi. Ben mitosun roman haline getirilmesine bayıldım sanırım. Sonu beni de pek tatmin etmedi ama kurgunun kendisi hoşuma gitti. Gerçek dünyadan uzaklaşmak için okunabilir bir eser.

3 Beğeni

Büyücü Tanrıça olarak bahsedildiği için daha fazla şey beklemiştim. O beklenti içinde okudum. Bu yüzden yaptıkları az geldi. Adaya sürülmesi kötü ama hikayesi esas öyle başlamış oldu. Ailesi ise çok kötüydü. Kirke’ye çöp gibi davranmaları biraz abartılıydı diye düşünüyorum. Sinir olmuştum. :sweat_smile:

2 Beğeni

Büyücü olmasına da ailesi neden oldu zaten. Bazı yaşanmışlıklar onu hayata bağladı ve bir yerde tutunmasını sağladı bence. O adayı nasıl kullandı ama? :slightly_smiling_face: Kendisini korumak için gelenleri değişik hayvanlara dönüştürmesi falan… Homeros’un Odysseia eserinde rolü büyük bir karakter Kirke. Odysseus’un dönüş yolunda başına gelenlerde onu da görürürüz. Miller bu destanda görünene biraz daha derinlik ve renk katmak istemiş olabilir. Romanlaştırarak bu karakterin tanınmasına olanak sağlamış oldu. Bu tür kitaplar nedeniyle insanlar Homeros evrenini yakından tanımak istiyor. Kitabın neden olduğu fikirler güzel ama dediğiniz gibi dev bir eser değil. Ben hiç beklentiye girmeden okuduğum için beğendim sanırım. Zaten hangi kitabı beklentiyle okusak sevemiyoruz :slightly_smiling_face:

3 Beğeni

image

Dokuzuncu Gideon

Necromancer yani kitaptaki karşılığı ile ölüm büyücüsü kavramı alt kültür ve fantastik dünyaların kenarından köşesinden ilgisi olanların mutlaka karşılaştığı bir kavramdır. Ama genelde bir yan karakter, ya da ana karakterlerimizin karşısındaki bir kötü olarak görürüz necromancerları. Oynadığımız bir oyunda fazlalık olsun diye yaratılmış bir karakter sınıfıdır bazen.

Dokuzuncu Gideon ise ana karakterlerlerin ölüm büyüsü olmasının üstüne ölüm büyücülerinin liderliğinde hanelerin olduğu ve bu hanelerin egemenliğinde bir dünyaya sahip. Bunu görünce heyecanla okuma listeme almıştım, nekromansinin dibine vuracağımız ince ince teknikler okuyacağımız detaylı bir ölüm büyücülüğü yaratımı beklemiştim. Yıllardır bu kenara atılmış kavramın kıymetini verecek beklentim maalesef karşılığını bulmadı bende.

Olgu olarak ölüm büyücülüğü tabi ki kitabın ana çatısını oluşturmuş, ama bu olgunun ağırlığını taşıyacak titiz ve detaylı bir yaratıcılık sergileyememiş yazar. Evreni oluşturup güzel bağlamlar kurmak yerine, karakter odaklı bir yazım sergilemiş.

Hikaye ölümsüzlüğe ulaşmış İmparatorun 1000 yıllık egemenliğinde kendisinin ana yardımcıları olan Liktor’larının sayısının çok azalması ve yok olmaya yüz tutması çerçevesinde yeni Liktor’lar seçilmesi için 9 haneden ölümbüyücülerinin kutsal bir mekana ( Kenan Evi ) çağırılarak bir test sistemi çerçevesinde Liktor olmanın gizemlerini kendi kendilerine keşfedecekleri bir macera şeklinde kurgulanmış.

İlk bölümlerde geçen 9. Hane kısımları hariç tüm kitap Kenan Evinde geçiyor. Buralara kadar her şey normal ama benim adıma asıl sıkıntı bu fikrin kurgulanmasında gerçekleşiyor. Kenan Evine gelecek 9 hane de aslında 9 farklı gezegende hüküm sürüyor; ölümbüyücüleri ve kavalyeleri uzay mekiklerine atlayıp buraya geliyorlar ama silahlarımız meç! Kitabın bir kısmında antik bir ateşli silahta görüyoruz mesela ama ne hikmetse teknoloji ile bağlantılı herhangi bir başka silahımız yok. Meçlerimiz ve iskelet büyülerimiz var :slight_smile: Elektriğimiz var, ışığımız ampullerimiz var, soğuk hava depomuz var tabi ki uzay mekiğimiz de var ama yaralanan biri olduğunda tedavisel herhangi bir teknolojik olgunun esamesi okunmuyor :slight_smile:

Yüzlerce, binlerce yıl geçtiğinden bazı teknolojiler unutuluyor çünkü dünyanın ana gücü ölüm büyücülüğü oluyor diye kabul etmeye çalıştım ama yazar kendi içinde bile bu tutarlığı sağlayamıyor bana göre. Liktorluk gizemlerinin keşifleri sırasında 1000 yıl önceden kalma laborauarları görüyoruz; birinde laboratuarda bulunan belgeler dosyalar toza dönmüş diyor, öbüründe hiç dokunulmamış gibi kalmış kimse girmediğinden korunmuş diyor yazar ablamız. 1000 yıldır kimsenin girmediği lab a girdiğinde de düğmeye basıyor çat diye ışıklar yanıyor falan :slight_smile: Tamsyn Muir hanım ablam hadi roma imparatorluğunun bile ne teknolojiler keşfedip yüzlerce binlerce yılda nasıl toza karışıp unutulup gittiğini görmedin/bilmedin diyelim. Hiç eski bir ev tesisatı da mı görmedin? Merak etmedin? Kim yaptı ablacım bu jenaratörlerin bakımını, necromansi iskeletleri mi? Sigortaları hangi fabrika yapıyor da tedarik edip değiştiriyorsun, hani unutulmuştu teknolojiler :smiley: Bakır kablolar benden daha çok ağladı ama olsun evlerimizde elektriğimiz var, kurukafa belediyesi çalışıyor.

Aslında beğenmediğim bir kitaba beklediğimden daha çok yazdım ama sıkıntılar maalesef bu özensiz bilim kurgu mu olsam fantastik mi olsam evren kurgusundan fazlası ile devam ediyor. Yazar çok fazla pekiştirme, devrik cümle, cümle içi keserek açıklamalı cümle gibi taktikler kullanıyor. Alev alev mavi gökyüzü? gibi garip pekiştirmelerin yanında peynir altı suyu suratı arkadaşlarımız da var :slight_smile: Burada sıkıntı yazar da mı çeviri de mi açıkçası emin olamadım, ana dili ile karşılaştıracak motivasyonum da yok açıkçası. Ama en basitinden “peynir altı suyu surat” tamlaması 3-5 kez geçtiğinden burada çevirmen arkadaşın da biraz yetersizliğini hissettim maalesef. Yazar “whey” yazmış olabilir ama bizim dilimizde böyle bir kullanım karşılığı yoksa kireç gibi surat denir, tebeşir gibi surat denir vs. Yazımdaki bu durumlar özellikle ilk 100-150 sayfada çok yorucu bir tecrübe yaratıyor, sonra ya alıştım ya da biraz daha azaldı emin değilim.

Tamsyn Muir benim bir okur olarak önem verdiğim detaylara, dikkate, özene ve yaratıcılığa öncelik veren bir tarza sahip değil kısacası. Karaktere, kişilere ve hislerine önem vererek yazmış. İşin fantastik boyutu destek olarak kalmış. Bunda da başarılı olmuş olsa yine bu ödül adaylıklarını falan anlayacağım. Ama 9 farklı gezegenden daha önce birbirini görmemiş, birbirleri ile çekişme halinde olan 9 hanenin en önemli ölümbüyücülerinin buluştuğu bir ortamda karakterlerin davranışları da aşırı yapay kalıyor. Bir anda birbirlerine aşırı güvenmeye başlayanlar, nefret edenin farklı bir uçta nefrete başlaması, anında aşırı bir sevgi-sempati bağı kurmalar fazla yapay kalıyor ve 9 haneden ana karakterlerimiz dahil hiçbirini derinleştiremiyor. Özellikle kitabın yarısına yakınının, 9 hanenin her birinin farklı ana özelliklerinin olduğu bir “katil kim” edebiyatı çerçevesinde döndüğü göz önüne alınırsa bu kısma kadar gelip kitabı bırakmayı düşünen de çok olacaktır diye düşünüyorum.

Benim de bırakmayı düşündüğüm ama kişisel yarım bırakmama huyum çerçevesinde tamamladığım bir kitap oldu Dokuzuncu Gideon. İkinci yarısından sonra biraz daha derli toplu hale gelse de, acemilik diyemesem de bir basitlik bir yavanlık ile yazılmış olduğu düşüncem kitabı bitirdiğimde de değişmedi. Sonlara doğru artan temposu, okurken merakta kalınan yerlerin aydınlanması ve nispeten süprizli bir sona bağlanıyor olması eğer benim gibi karakterler ile bağ kuramadı iseniz ( özellikle iki ana karakterimizle ) hiçbir anlam ifade etmiyor maalesef. Puanım 2/5, karakter odaklı okumayı seven okurlar şans verdiğinde daha fazla zevk alabilirler muhtemelen.

34 Beğeni