Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Uyku Evi diye bir kitaba başladım. Yazarı Jonathan Coe. Uzun zamandır bu kadar enteresan bir kitap okumamıştım. Henüz çok başlarındayım fakat psikolojiyi uykuyla harmanladıklarını söyleyebilirim. Merak uyandırıyor ve akıyor. Aynı anda başka kitaplar okumasaydım şimdiye bitirmiştim :sweat_smile: Yine uykuyu konu edinen bir başka kitap okumuştum Uyku İmparatorluğu diye, aklıma o geldi…

2 Beğeni

Merak ettiğim ama teknoloji ve necromancy ikilisini bağdaştıramadığımdan soru işaretlerimin olduğu bir seriydi. Çok güzel özetlemişsiniz.

1 Beğeni

Under-the-cheese-water faced denmiş orijinalinde. Şaka tabii ki, doğru tahmin ettiğin üzere whey-faced denmiş. :slight_smile:

Kitap Türkçe çıktığından beri bekliyorum birisi yorumlasın diye, sanırım senden önce yorumlayan olmadı, olduysa da ben kaçırdım. Ben orijinalinden okurken yarım bırakmıştım. Sen de benzer şeyler düşünmüşsün. Okurken hep bir “anlamsızlık, anlam verememe” hali vardı bende mesela, benzerlerini sen de yaşamışsın. Türkçe okurum diyordum ama sanırım vazgeçtim. :slight_smile:

4 Beğeni

Hahah kahkaha attım spoilerda :joy: İşin garibi ben gıda mühendisiyim, peynir altı suyu neymiş ne değilmiş ilk okulda duyup öğrendim zamanında :joy: Fitness/spor vs ya da özel diyetlere falan ilgi duymayan birinin hayatında kaç kere duyacağı bir söz öbeğidir peynir altı suyu? Hani peynir rengi surat dese gene kabul edicem :upside_down_face:.

Bende görmedim öncesinde yorum, bitirdikten sonra sitede tekrar arattım pek bir şey çıkmadı. Goodreadste de doyurucu bir yorum yoktu, o yüzden biraz da fazla uzattım gibi oldu yorumu. Belki 1000kitapta vardır ama orayı kullanmıyorum. Ben bir arkadaşımla başlamıştım o 100. sayfaya yakınken biz ne aldık ne okuyoruz diye saydıraraktan bıraktı :smile: Seni de saracağını düşünmüyorum, bu ödül işleriyle kandırıyorlar hep bizleri :joy: Eğer aldıysan çok boşluk bir zamanda tekrar denenebilir diyerekten kitaplığın kenarında köşesinde bekleyebilir belki.

Yabancı yorumlardan 2. kitabına bakındım biraz, ilkinden daha iyi gibi diyorlar ama şans vermem diye düşünüyorum şimdilik.

2 Beğeni

0001803217001-1

Infernaliana - Charles Nodier

Karanlık öyküler okuyacağımı sanarak başladığım bu kitabı bugün bitirdim. İçeriğindeki öyküler pek karanlık veya korkunç değiller. 1822 yılında yazıldığı düşünülünce aslında gayet normal. Yanlış mı düşünüyorum bilmiyorum ama bu kitap zaten bence korkutma amacıyla yazılmamış. İyi bir Hıristiyan olmak öykülerde genelde ön planda tutulmuş. Karşıt olarak hep şeytanlar, iblisler verilmiş. İçeriğindeki öykülere gelince neredeyse çoğu ortalamaydı. Zaten geneli 1-2 sayfa anca yer kaplıyor. Yazar, kitabın en başında bu yazıların farklı kişilere ait olduğunu söylemiş. İsimlerini de belirtmemiş. Ancak bana hepsi tek bir kişinin kaleminden çıkmış hissi verdi. Sadece 3-4 öyküyü beğendiğimi söyleyebilirim.

Puanım: 5/10

16 Beğeni

Okuduğum Tarih: 06-07 Gökek 2022
[Okuduğum 293.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 20.betik
[Gökek (Nisan) ayının 2.betiği]

Fransızca bir hikâyeden esinlenerek kaleme alınan bu eser, hangi eserden ve yazardan yararlanıldığı belli edilmemiş olup, aşk hikâyesini konu edinen, batıl inançların sebep olduğu sonuçları gözler önüne seren kısa bir hikâyedir. Hikaye kesinlikle her devrin hikayesi. Yazarın dili akıcı olmasının yanında okuyucunun aklında soru işareti kalmaması açısından her noktaya değinmeye çalışmasını sevdim.

Okurken bir Türk klasiğinden ziyade yabancı betik okuyormuşsunuz gibi bir havası var, yerler Türkiye’de olmadığından ve isimler yabancı olduğundan. Ama anlatımında kullanılan kelimeler ve uygulanan sanatlar beni bir Türk yazdı, diyor. Yer yer çok fazla tekrara düşüldüğünü de düşünüyorum. Kısacık bir betik olduğundan sıkılacak vaktim olmadı ama daha uzun olsa biraz bayabilirdi.

Ahmet Mithat Efendi, kalemini toplumu eğitmek ve bilgilendirmek için kullanır. Yaşadığı dönemde halkta cereyan eden Batı özentisini tiksintiyle karşılar. Avrupa’nın teknolojik ilerlemelerini almak gerektiğini ancak ahlaki bozukluklarını da görmek gerektiğini anlatır. Yani Avrupa’nın teknolojik üstünlüğünü kabul etmekle birlikte, Osmanlı toplumunun ahlakından, dini yaşantısından ve kültüründen taviz vermesine, Batı özentisi ile hareket edilmesine ve bazı vatandaşların kendini Avrupalıdan küçük görmesine şiddetle karşı çıkar.

Betik özellikle vurucu sonuyla gerçekten çok güzeldi. Okurken otuzuncu sayfadan sonra “Sonu kötü biterse cidden yazık olacak” diye söylene söylene geliyorsunuz son sayfaya. İşte tam da orada harika bir son gizli. Kitabın bitiş cümlesi tek kelimeyle harika. Sadece büyüklerin okuyabileceği bir eserdir çünkü çocuklar masal kitabı diye okutulmaz. Masalda kötü ve müstehcen temalar yoktur. Severek okuduğum bu eseri okumanızı tavsiye ediyorum. İncelemeyi yazarken alıntılama yaptığım okurlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

4 Beğeni

Bir Dinozorun Anıları

Kitap çok akıcı ve güzeldi o ayrı da Mina Urgan muhteşem bir kadınmış bence. Hayatını hiç sıkılmadan okudum hatta bazı kısımlarını keşke daha ayrıntılı yazsaymış dedim.
Ayrıca çevresinde bir sürü aydın ve sanatçı olan, Cumhuriyetin en güzel zamanlarını görmüş ve en bombası çocukken Atatürk’le dans etmiş biri olmasını acayip kıskandım :smiley:

15 Beğeni

0000000419331-1

Pulitzer alan tek çizgi roman olması sebebiyle çok merak ettiğim bir kitaptı. Ödülün politik sebeplerle verilmiş olduğunu fark etmem biraz hevesimi kırdı. Yahudi lobisi olmasaydı ödülü alabileceğini düşünmüyorum açıkçası.

Kitabımız çizer olan Artie’nin Auschwitz kampından sağ kurtulan babası Vladek’in hayatını kitaplaştırmak istemesi ile başlıyor. Savaş ve günümüz olarak iki farklı öyküyü takip ediyoruz. Vladek anılarını anlatırken şimdiki yaşantısını ve oğlu ile olan ilişkisini okuyor-izliyoruz. Çizer öyküsünü hayvanlar üzerinden anlatmayı tercih etmiş. Amerika-köpek Polonya-domuz Fransa-kurbağa İsveç-geyik olarak karşımıza çıkıyor. Yahudi-fare Alman-kedi benzetmesini çiğ kalmış. Ancak insan çizimleri kullanılsa aynı hissi vermeyeceği de yadsınamaz. Özellikle yaşananlara karşı yabancılaşmamızı ve huzursuz olmamamızı sağlayan bu yöntemi başarılı buldum. Özellikle psikiyatrist sekansı beni etkiledi.

Bu tarz hikayelerde en çok Yahudiler acı çekti ağlaklığına tahammül edemiyorum. Maus’un konuya böyle yaklaşmamasını takdir ettim. Vladek resmen sinir bozucu oğlunun bile dayanamadığı bir karakter. İstifçi, bencil ve kibirli. Kampta hayatta kalmasını sağlayan da bu özellikleri zaten. Artie ise Amerika’da doğmuş, sahip olduğu imkanlar ile geçmişin yükü arasında sıkışmış.

Fark ettiğim kadarıyla olaylar başladığında kabaca 3 grup oluşuyor. Almanlar için çalışanlar, fırsatçılık yapıp karaborsa oluşturanlar ve hayatına devam etmeye çalışanlar. Vladek ve ailesi çok zengin, Yahudi toplumunda önde gelen ailelerden. Verdikleri rüşvetin haddi hesabı yok. İlk başta yurtdışına gitmemelerine anlam veremedim. Yahudilerin sayıca bu kadar fazla olmasına rağmen kuzu kuzu olanları kabullenmesi sinirimi bozdu. Sürekli saklanıp Ruslar gelip bizi kurtaracak diye bekliyorlar. Direnelim karşı çıkalım yok. Umutsuz bile olsa gaz odasında ölmekten iyidir bence. Artie de neden direnmediniz diye soruyor ama aldığı cevap beni tatmin etmedi.

Kitap boyunca gözüme çarpan iki tema oldu. Birincisini emtia olarak adlandıracağım. Sürekli rüşvet ve karaborsa dönüyor. Mücevherler ile başlayıp ekmeği bile takasta kullanıyorlar. Bundan dolayı Vladek çöpten bulduklarını lazım olur diye toplayan birine dönüşüyor. Pintiliği oğlu ile arasını bozacak kadar ileri boyutta. İkincisi ise yabancı dil. Almanca, İngilizce ve Lehçe bilmesi Vladek’in kamplarda hayatta kalmasına yardımcı oluyor.

Savaşın anlatıldığı bölümleri duygu sömürüsü yapmaması nedeniyle beğendim. Yahudiler melek gibi resmedilmemiş. Çıkarcı ve bencil davranışlar kendini belli ediyor. O kadar zulüme rağmen neden birlik olamadıklarını hep merak etmişimdir.
Şimdiki zaman kısımları ise çok güzeldi. Yaşananların Hem Vladek hem de Artie üzerindeki etkilerini psikolojik durumlarını okurken çok keyif aldım.
Kitabın sonunda bir otostopçu ile karşılaşıyorlar. Vladek’in söyledikleri beni günümüz hakkında düşündürdü.

O kader eziyete rağmen siyahiler hakkında ırkçı yorum yapabilmesi şu anki Filistin durumuna şaşırmamam gerektiğini gösterdi.

Pulitzer almasa bu kitap için daha iyi olabilirmiş. Ne ödül aldı diye beklentiye girmeye ne de klişe Yahudi lobisi işi diye küçümsemeye gerek var. Okunmaya değer başarılı bir çizgi roman olduğunu düşünüyorum.

6 Beğeni

Bence Maus çizgi roman tarihi açısından çok önemli bir eser. Yaklaşık aynı yıllarda çıkan Watchmen ve Kara Şövalye Dönüyor ile birlikte grafik roman kavramının yükselişinde ciddi bir etkiye sahip. Diğer ikisinden farkı ise süper kahraman hikayesi olmaması. Batı dünyasındaki çizgi roman süper kahraman hikayesidir algısını ilk yıkan şeylerden biridir Maus. Aldığı Pulitzer ödülünün de çizgi romanların edebiyat çevreleri tarafından ciddiye alınmasında etkisi büyüktür. Bu yönüyle sonradan gelecek bir sürü çok iyi işin önünü açmıştır. Persepolis en meşhur örnek ama çoğu bağımsız çizgi romanı söyleyebiliriz.

6 Beğeni

Tarihini bilmiyorum öğrenmiş oldum sayenizde teşekkürler :blush: Ödül ister istemez esere önyargılı yaklaşmama sebep olmuştu. Okuyunca hata ettiğimi fark ettim tabii. Zaten çok beğenmiştim alanında öncü olmasıyla gözümde daha da değerlendi şu an.

1 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 07 Gökek 2022
[Okuduğum 294.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 21.betik
[Gökek (Nisan) ayının 3.betiği]

Bu betikten uyarlanan dizi veya film hakkında bilgi bulamadım. Bulsaydım size detaylı bilgiler sunardım. Sadece 1997 yılında çekilmiş olduğunu biliyorum. Onun eserleri çocuk romanı olarak adlandırmasını yanlış buluyorum çünkü çocukların dünyasına drama ve şiddet aşılamak yanlıştır. Akıcı, sürükleyici ve merak uyandırıcı olduğu için kendini çabucak okutup bitiren eserlerdir.

Okurken iş için köyünde ayrılan baba ve oğulun hazin öyküsü sanarken aslında bir mühendisin baba evi dediği doğduğun kasabaya temelli dönüşünü anlatan öykü olduğunu hemen anlıyorsun. Mühendisin bu kararı karşısında eşiyle ve kızıyla mücadelesi bizlere rahat hayatın insanı uyuşturduğunu ve aslımız taşra olduğunu unuttuğumuzu gösteriyor. Her zengin ve rahat yaşayanlar aslında bu günlerine gelmeden önce taşrada toprakla geçinen insanların evlatları olduğu ortadadır. Yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmez algısıyla yaşadıklarını görüyoruz.

Herşeyin dijitalleştiği ve hazıra konmanın hüküm sürdüğü zamanlara emin adımlarla hızla yaklaşırken dönüp geriye baktığımızda zorluğunu ve çabalanmanın hüküm sürdüğü zamanlarda anılar biriktirmenin ne denli güzel ve özlem dolu olduğunu görüyoruz. Keşke o günleri yeniden yaşasaydık dediğimizi duyuyoruz. Zaman denilen görünmez ve büyüleyici düşmana yenildiğimizi kabul etmiyoruz ve hatta görmüyoruz. Mühendis gibi çıkıp geçmişle yaşanmaya karar vermekte zorlanıyoruz. Belki bir gün mühendisin eşi gibi rahatlık prangalarımızı çıkartıp geçmişinin tadına varırız.

"Baba Evi"nde çok güzel bir çocukluk geçirdim dört dörtlük olmasa da. Büyüdükten sonra babanla zıt ve ablanın zulmüyle mücadele ettiğini görüyoruz. Babam ve ablam asla değişmeyeceğini daha doğrusu güncellenemeyeceğini bir kez daha anladım. Büyükbabam, babamın karakterini ön gördüğü için ona hakkını vermiş. Ben olsaydım daha da ağırını yaşatırdım çünkü iyilikle ve güzellikle anlamayan bir insandır. Ellerin dert görmesin büyükbabam. Hak edene hak ettiğini vermişsin. Bundan asla pişman olma büyükbabam! "Baba Evi"nde güzel günler geçiren ve hiçbir zaman sıkıntıyla uğraşmayanların okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.

1 Beğeni

M. D. - Yann Andréa (Çeviren: Sevim Akten)

“Sizi yanı başımda duyumsamak için, birbirimizden ayrı geçirdiğimiz anları en aza indirgemek için, sizi ölümlülükten kurtarmak için yazıyorum. Oysa siz uyuyorsunuz, ben, sizin hiçbir şey yapmazken yaptığınız şeyi yapıyorum: Yazıyorum.”

Gençtir Yann. Yann Lemée’dir öncesinde. Marguerite ile karşılaşmanın evvelinde. Felsefe okumaktadır Yann. Ve sonra bir gün, muhtemelen kül rengi bir havada Marguerite’in kelimeleriyle tanışır. Kelimeler kelimeleri, kitaplar kitapları takip eder. Yann, Marguerite’i çevreleyen o tanrısal tutkudan payına düşeni alır. Varsa yoksa Marguerite olacaktır artık, bilhassa yoksa. En çok da yoksa.

“Dünyanın yazla gelen doğuşu, bakışların birdenbire değişmesi, gecenin başkalaşmış sesi, ben size bağladım yazgımı, gideceğiniz yere dek izleyeceğim sizi.”

Marguerite’in Hindistan Şarkısı’nın galasında gözleri buluşur, yürekleri de. Yann önce mektuplar yazar ona, çoğu cevapsız kalır. Marguerite çekmecesinde saklar onu, her zamanki buyurgan tavrıyla uzaklara bakarak iç geçirmiştir belki de, sanıyorum ki. Sonra bir gün, “Gel,” der “ama bir şişe şarap getir yanında”. Buluşurlar, kapıyı açar Marguerite, kalplerinde çoktan başlayan ama ellerine yeni sirayet eden tutkunluğun ilk adımını atar Yann. Girer o eve, Marguerite’in kalbine.

“Sizinle benim aramdaki bu hayatta kalma savaşı, ölümün tam yanıbaşındaki bu yeniden kazanılmış zamanı öldürmek ve olanaklı olabilecek kadar sevmek tutkusu, tıpkı Tanrı’nın yazdığı bir kitapta olduğu gibi.”

Birbirlerinin yürek evlerinde nefes almaktan başka yol olmaz ardından. Yann ile Marguerite’in dakikaları birbirine bağlıdır artık. Marguerite’in kendinden geçişi ile kendinden geçer Yann. Marguerite hayatının vazgeçilmezini bulmuştur. Birlikte yaşarlar ve birlikte yazarlar. Ve en çok da birlikte içerler. Marguerite şaraba her yeni gün daha çaresizce sarılır. Dünyaya ancak böyle katlanabilir, kadehlerin üzerinde bıraktığı ruj izleri Yann’ın daktilo mürekkeplerine karışır.

“Siz ve ben aşamayacağımız bir çizginin önünde duruyoruz. Orada kalakalıyoruz, yaz günlerinin aldırmazlığında. Her zaman birbirimize yönelen ilk bakışta, bunca sevginin acımasızlığında.”

Marguerite kendini her geçen gün şarapla zehirlerken, Yann’ın başkalarına bakma ihtimaline de dayanamaz hale gelmiştir. Ya da baştan beri öyledir, belki sular durulduğu için derinlikler böylesine berraktır artık. Yann’a dikte eder Ölüm Hastalığı’nı. Ona açtığı bir savaştır bu kitap, Yann’a karşı Yann’ı koyar. “Seni yaratmak için yok edeceğim” deyişi belki de en çok o an gerçeğe dönüşür. Yok olan kadın, yıkmak demekten asla vazgeçmez.

“Gözlerinizdeki yaşlarla tıpkı ilk günkü gibisiniz, yapayalnız. Yalnız şunu algılayabiliyorsunuz: Sizinle benim aramda, sizinle geri kalan her şey arasında yalnızca yazı var. Tanrının karşısında bir başınıza, bıkıp usanmadan yinelenen kesin bir buyruğa uyup yazıyorsunuz.”

Yann’a Ölüm Hastalığı’nı yazdırırken Marguerite, her kelimeyle bir yandan da kendi kaçınılmaz kaderine yaklaşmaktadır. Siroza giden bir karaciğer, titreyen eller, bulanan bir zihin. Yann onu uzun sürecek bir tedavi sürecine götürür. El ele girdikleri hastaneden el ele çıkacakları, Marguerite’in parçalara ayrılıp kendini yeniden birleştireceği, Yann’ın ellerinde yeniden ve yeniden doğacağı bir bağımlılık tedavisi başlar ve biterken Yann, M. D.’ yi kaleme alır. Öyle bir kitaptır ki bu, duygular ezelden beri böyle akmamıştır okurun göz bebeklerine. Hep o sabah maviliğine karışmış külrengi gökyüzünde kaleme alınmış bir metindir yaratılan. Yann, heybesindeki aşkın bu en çetin sınavında çaresizliğini kaleme sarılmakla kovuşturur.

“Buradayız, Neuilly’den uzakta, herkesin arasında, ama kimse bizim farkımızda değil. Birbirimize ilk gülümsememizde olduğu gibi var olmaya çalışıyoruz.”

İşte böyle bir hayatın, böylesi bir kesitine açılan bir pencere yaratmıştır M. D.’ siyle Yann. Her zaman daha da büyüyen bir görme çabası içinde bir bakıştır bu. Hiçbir şeyi görmeden beyaz perdelerin ardına bakan bir kadına olan sonsuz bir sevginin hayat buluşu. Kendinden geçiş, kendini yitiriş ve bir kayboluşun meyvesi. Bir ihtimal, ya da kesinlikle, ağaç kavunu.

M. D., insani şeylere, en çok da aşka dair kelimelerden müteşekkil bir anıt. Denizin kıyısında tüm fırtınaların izleriyle yeniden ve yeniden yontulan bir aşkın yürek burkan heykeli. Çünkü bazen, hayır, her zaman, yapacak tek şey yazmaktır.

Sen Marguerite’e yazdın Yann, Marguerite de sana, hep sana. Ben de sizi okumaktan, sizi anlatmaktan çok mutluyum. Öyle bir hikâye ki hikâyeniz, seyretmek bile başımı döndürüyor.

Hep birlikteyiz artık. Sizi izliyorum, hayata katlanıyoruz.

6 Beğeni

Önce bir korkumu yazmak istiyorum, başlıktaki’ detaylı’ kelimesi. İster stemez ‘yazdıklarım detaylı oldu mu?’ diye düşünmeden edemiyorum. Neyse rahatsızlığımızı da belirttikten sonra en son bitirdiğimiz “Şıpsevdi” hakkında yazdıklarımız paylaşalım.

Hüseyin rahmi Gürpınar hepinizin bildiği gibi Türk Edebiyatında önemli ve önemli olduğu kadar bir hayli üretken bir yazar. Kanaatimce –öyle hissediyorum-edebiyat için yani daha rahat yazabilmek için evlenmemiştir. Gazetecilik yapmış, çeşitli gazeteler çıkarmış, çıkardığı gazetelerde ve diğerlerinde yazılar yazmıştır. Romanlarının bazıları o gazetelerde tefrika halinde yayınlanmıştır.

Şıpsevdi, iki defa yazılmış. Önce 1901 yılında Alafranga adıyla gazetede tefrika edilirken yarım kalmış. Ardından 1909 yılında İstibdat dönemi ve sansür bitince Şıpsevdi olarak yeniden yayınlanır. Neredeyse bütün eserlerinden olduğu gibi Şıpsevdi’ de Hüseyin Rahmi mahalle havasını devrinin kokusunu olduğu gibi eserine yansıtmıştır. Öyle ki sanki insanların içerisinde görünmeyen adam gibi oturmuş ve söylediklerini bire bir yazmış gibi. Böyle bir söylentiyi Moliere içinde duymuştum. Kendisi berbere gidip boş koltukların birinde uyur gibi yapıp konuşulanları dinlermiş. Ayrıca toplumu oluşturan çeşitliliği, şiveli konuşmalarda -örneğin Aşçı Zerafet’in ve Eleni’nin konuşmalarında- çok iyi yakalamış.

Şıpsevdi’yi okuduğunuzda, dönem hakkında yani 1900 lü yılların başında ülkem ve bu ülkemin insanları hakkında bilgi edinmek istiyorsanız o zamanın İstanbul’unda zengin ve seçkin kişiler merkezli olarak genel bir fikir sahibi olabilirsiniz. Tabii Şıpsevdi, bir anı veya hayat hikayesinin anlatıldığı biyografik roman değilde, sadece bir roman, yani kurgu, ama toplumun ve olayların içinde yaşayan birinin kurgusu olduğunu unutmadan okumalısınız. Ayrıca olayların birbirleriyle bağlantısı çok iyi kurulmuş. Özellikle kişilerin betimlemeleri yerinde, okurken kahramanı karşınızda görüyorsunuz.

Bu arada yazarımız kendi fikirlerini özellikle ana fikir diyebileceğimiz düşüncelerini bir başkasının ağzından vermiş. En güzel örneği Madam Şehim’in taziye için gelen kadınlara dernek adına yaptığı konuşması (sayfa 335) veya daha öncesinde Mösyö Makferlan’ın dernekte yaptığı konuşma (Sayfa 331) bu duruma iyi örneklerdir , tabii iyi de yapmış.

Şıpsevdi, zamanının güzel bir eleştirisi, bir mizah romanı yer yer kara mizah bile sayılır. Örneğin Köşkte verilen balonun final sahnesi beni çok güldürdü. Eğer evde yalnız okumak yerine toplum içerisinde okuyor olsaydım örneğin eskiden sıkça yaptığım gibi minibüslerde o bölümü okusaydım, deliliğime verirlerdi her halde.

Rahatsızlık verdiği bölümlere gelirsek, İki yer okurken beni zorladı. Biri Şaban Ağa ile Zerafet’in buluşmasında ileriye giden bir sahne (sayfa 172) ve düşük sahneleri.

Günümüz Türkçesine uyarlayan; Ali Faruk Ersöz’ de teşekkür etmek gerekiyor. Dipnotlarla açıklayıcı bilgiler verdiği için. Bunlardan aklımda kalan ikisini sizinle paylaşayım;

  1. Her zaman kullandığımız “dilin kemiği yok” deyiminin aslının “Dilin gemi yok” olduğunu (sayfa 232)

  2. Kırmızı renge adını verenin aslında “kırmız” adında bir böcek olduğunu (sayfa 403) öğrendim

Kişilere gelirsek

En olumlu kişi; Meftun Beyin erkek kardeşi Raci Bey

En itici kişi : Azize Hanım,

Kurban: Mahir Bey,

En akıllı kişi: Mösyö Makferlan,

En bencili Bedri Bey,

En Cimrisi : Kasım Efendi

Sonuç olarak bu romanın beni bir defa daha haklı çıkardığını düşünüyorum. “Geri kalmış ülkelerin en büyük sorunu, Aydınlarıdır” Biraz daha açayım; Aydının gevşekliğidir, Aydının ihanetidir, Aydının tembelliğidir, Aydının ülkesinin gerçeklerine uzak kalmasıdır, Aydının kendi halkından kopuk yaşamasıdır, Aydının diğer ülkelere, kültürlere, lisanlara fazla özenmeye başlamasıdır… Çok iddialı olmadı değil mi?

12 Beğeni

1 adet gönderi şu konuya taşındı: Okuyorum (Görsel Başlık)

image

Reaper - Will Wight

Cradle serisinin 10. kitabı olan Reaper için ne anlatsam, hatta konusunu bile yazsam seriyi okumayanlar (hatta okuyup da geriden gelenler) için büyük spoiler içerecek, o yüzden mümkün olduğunca yüzeysel yazacağım (spoiler olmayacak).

Kitabın ilk yarısında hem kendi iş yoğunluğumdan ötürü kopuk kopuk okumamdan, hem de kitabın kendi standartlarına göre yavaş ilerlemesinden dolayı önceki kitapların tadını pek alamadım. Ancak kitabın ikinci yarısında hem ben daha özverili olabildim hem de kitap alışageldik pace’ine kavuştu ve işin rengi siyah ile beyaz gibi değişti.

Serinin sonlarına yaklaştıkça bazı gizli noktaların ortaya çıkması serilerin en güzel özellikleri olsa gerek. Serilere çok uzun zaman harcanıyor ancak kim ne amaç güdüyor, ortada açık görünen şeylerin altında hangi sırlar gizlenmiş gibi sorular yavaşça ortaya çıktıkça verilen emeğin ve harcanan zamanın karşılığını aldığını hissediyor insan. Bu kitabın sonunda da öyle bir şey çıktı ki ortaya, kitabın geri kalanı çöp olsaydı bile sırf o son ile 10 üstünden 10 puanı hak ederdi diye düşünüyorum (acaba abartıyor muyum?).

Bahsi geçen son harici Dreadgod’lar ve Monarch’lar hakkında da epeyce detaylı bilgi ediniyoruz. Ayrıca Abidan tarafına da bu kez daha fazla şahit oluyoruz. Daha önceki yorumlarımda da bahsetmiş olmam gerek, bu seri iki ayrı kol üzerinden ilerliyor (elbette ileride birleşen türden iki kol). Birisi Cradle, diğeri de Abidan. Başta Abidan kısmını çok gerekli görmemiştim, Cradle tek başına yeterli gelmişti, Abidan işi gereksiz karmaşıklaştırıyor gibi geliyordu. Ama bu fikrim serinin sonuna yaklaştıkça değişmeye başladı. Sanırım son iki kitabı okuyunca tamamen bu fikirden uzaklaşmış olacağım.

Bu inceleme vesilesiyle tekrar hatırlatayım. Seri tam bir progression fantasy. Önceki incelemelerimde de bahsettiğim üzere seri, Xianxia türünden çokça etkilenmiş, izlerini rahatça görebiliyoruz. Naruto tarzı shounen manga severlerin bu seriyi de seveceklerini düşünüyorum (bunu sanırım her Cradle kitabında yazacağım).

16 Beğeni

Okuduğum Tarih: 07-12 Gökek 2022
[Okuduğum 295.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 22.betik
[Gökek (Nisan) ayının 4.betiği]

Bilirsiniz ki Aytmatov’un eserleri hep bozkırda geçer ve arka planda da olsa hep bir hayvan karakter vardır. İşte bu kitap tüm o Aytmatov tarzını yerle bir ederek bir kayığın içindeki dört insanla denizin ortasında geçiyor. Dili sade diyemem, çok güzel betimlemeler ve uzun cümleler mevcut. Durağan bir betik çünkü belli bir seyir üzerinde gidiyor. Heyecan ve merak yok denecek kadar azdır.

Evlat nasıl yetiştirilir, nasıl himaye edilir ve evladın yaşaması için gerektiğinde nasıl candan vazgeçilir? Evladının hayatının sürmesi için gerektiğinde sessizce ölebilmek mümkün müdür yoksa yanında siz yokken nasıl bir çaresizliğe düşeceğini bilerek bu kararı alabilmek? Bu soruların yanıtlarını bu betikte göreceksiniz çünkü baba-oğul ilişkisini gayet güzel bir şekilde sözlerle resmediliyor.

İçe kapalı ve balıkçı bir toplum olan Nivih’lere dair yaratılış efsaneleri ve toprağın evlatları olan insanların, deniz’le mücadelesi işlenmiş. Kabile avcılık ile geçimlerini sürdürüyor. Her erkek çocuğu belli bir yaşa gelince avcılığı öğrensin diye denize açılıyor. Krisk de o çocuklardan biri ve dedesi, amcası ve babası ile deniz macerasına atılıyor. Bundan sonrası yürek yakan türden.

Elini uzatsan her yer su ama içemiyorsun. Olayları sanki bizzat yaşıyorsunuz okurken. Sanki benim boğazım kurudu, sanki susuzluk çeken bendim. Kitabı okurken öyle bir su içme isteği geliyor ki insana. Hele de bu betiği oruçlu olarak okuduğum için baya zorlandım. Üç neslin trajedisinin paylaşıldığı bu betik, taşıdığı onlarca mitolojik, sembolik değerle zengin bir söz katmanına sahip metinlerden birisi. Okuyup okumamayı sizlere bırakıyorum çünkü durağan betikleri pek sevemiyorum. Sevgili Milena, Mühendiscee’ye, Pınar Mı’ya ve Meltem Parlak’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum çünkü incelemeyi yazarken onlardan alıntılamalar yaptım.

6 Beğeni


Suzan Defter’i okudum. Ayfer Tunç’tan okuduğum ilk kitap oldu.

Ayfer Tunç’u katıldığı podcastlerden biraz tanıyorum. Bir podcastinde bu kitabından bahsetmişti. Dediğine göre Suzan Defter, satın alındıktan sonra en çok iade edilen kitapmış. Bu iadelerin nedeni kitabın kötülüğünden değil de baskı hatası var zannedilerek yapılıyormuş.

Kitap iki kısımdan oluşuyor ve her iki kısım da birer günlük şeklinde kaleme alınmış. Kitabın sol tarafında erkek karakterin günlüğü var, sağ tarafında ise kadın karakterin günlüğü var. Önce erkeğin günlüğünden bir bölüm okuyup, sonra geri dönüp kadının günlüğünden bir bölüm okumak gerekiyor. İlk önce bir günlüğü sonra da diğer günlüğü okurum dememek lazım. Bu yüzden okuyucuların kafası çok karışıyormuş ama 10-15 sayfa okuyunca kitabın düzenine rahatlıkla alışılıyor.

Kitabın yazılış tekniği ilginç ve güzeldi. Yazarın üslubu da çok hoşuma gitti. Kitapta fazla bir olay olmasa da kendisini okutturuyor. Yazarın diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum.

20 Beğeni

Okuduğum Tarih: 12-14 Gökek 2022
[Okuduğum 296.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 23.betik
[Gökek ayının 5.betiği]

İsrailoğulları’na gönderilen ikinci kutsal betiğin yalvacı olan Davud (AS)'un hayatının kurguladığı romanla karşınızdayım. Davud (AS), Samuel (AS)'den sonra İsrailoğulları’na gönderilen ve bilinen iki kağan yalyaçlardan ilkidir. Davud (AS), Yakup (AS)'un oğlu Yahuda’nın soyundandır. Davud (AS)'un babası Yasse (Yişay) (İşa diye okuduğunu bu betik sayesinde ilk kez gördüm.) ve annesi de Nasibet (Nişşebet). Gelin birlikte betikte tespit ettiğim hatalara bakalım.

Yuşa (AS)'dan sonra Kâlib (AS) yalvaç olarak İbraniler’e gönderilmiş. Tevrat’a göre Kâlib (AS), Meryem’in eşi daha doğrusu Musa (AS)'nın eniştesidir. Onun ölümünden sonra İbrani Tarihi’nde Hakimler devri başlıyor. Yazara göre Yuşa (AS) ölümünden sonra Hakimler devri başlıyor. Kur’an-ı Kerim’de adı geçmeyen ve Talut’u Tanrı izniyle hükümdar olarak tayin eden Samuel adını Eşmoil olarak Arapça’ya uydurmuş. Samuel’i İşmoil veya Eşmoil hatta İsmail diye Arapça’ya uydurma bence Arap kültürü üstünlüğü denilen hastalığın göstergesidir. Samuel, Tevrat’a göre son Hakim olsa da İslam inancında ise Davud (AS)'dan önceki yalvaçtır çünkü Talut’u müjdelenen ayet hem Kur’an’da hem de Tevrat’ta birebir örtüşüyor.

Samuel (AS)'in Tanrı izniyle hükümdar komutan tayin ettiği Tâlût’u yazara göre; Tâlût adı kağan olarak müjdelendiğinden sonra yeni ad olarak almıştır. Müjdeleyen kağan olmadan önceki adı Savil İbn-i Kays olarak kurgulanmış. İbn-i Kays, Asr-ı Saaddet döneminde yaşanmış bir kişidir. Ona saygımız sonsuz da neden ısrarla Arapça ad, İbraniler arasında yaygın olarak kabul ediliyor. Tevrat’a göre Saul bin Kiş ve İslam inancında Tâlût olarak geçer. Normalde Saul bin Kiş kullanılır ama zevkine daha doğrusu Arapça üstünlük ısrarına göre Tâlût olarak kullanabilirsin. İnsanın adını yanlış yorumlamışsın. Ayrıca Saul’un kızının adını Sibel olarak kurgulanması bana resmen gülünç geldi. Tevrat’a göre Merab ve Michal adlarında iki kızı vardır. Davud (AS) ile evlenen kızı da Michal’dir.

Tevrat’a göre Davud (AS), sekiz defa evlenmiş. İslam inancına göre yüz eşi vardır. Mantıken baktığımızda Tevrat’taki eş sayısı daha makuldur. Bir erkek dört kadını idare bile etmiyor da yüz kadını nasıl idare edecek. Kurguya göre Davud (AS)'un en büyük oğlunun adı Abel (Habil) iken Tevrat’a göre en büyük oğlu Ahinoam’dan Amnon. Davud Hanedanı kurguluyorsan Tevrat’taki İslam’a ters düşmeyen bilgileri baz alırsın.

Banibares adlı İskit Türkü tüccar üzerinde Türk düşmanlığını yansıtmış. Kurguya göre üç kağıtçı, kurnaz olup ülkesinden kaçıp Asur Devleti’ne sığınmış. Türkler hiçbir zaman böyle özelliklere sahip değilmiş. Banibares’in oğullarının adları Türkçe kaynaklı düşüneceksin. Bu konuda gerekli düzeltmeyi yapabilirim çünkü Tomiris Han romanını okuduktan sonra İskit (Saka) Türkleri hakkında az da olsa bilgim vardır.

Davud Hanedanı’ndaki tek yalvaç olan Süleyman (AS)'ın annesinin adı Ahinoam değil Batşeba. Uriya’nın eşiydi ve Davut (AS)'un ona göz dikmesidir. Kurguda buna değinmemiş. Bu kıssa Tevrat’ta mevcuttur. İslam inancında var mı bilmiyorum. Her nesil bu kıssanın İslam versiyonu hakkında bilgi sahibidir. Elbette bu kıssayı detaylı araştırdıktan sonra kurgulanır. İslam’a aşırı derecede ters düşmediği için kurguda kullanabilirdi. Ayrıca yalvaçların fiziksel betimlemelerini yapmak günahtır çünkü yalvaçları görmediğimiz için yanlış fiziksel betimlemeler yaparız. Musevi inancında Davud (AS) sadece din büyüğü ve kağandır. Davud (AS)'un huzuruna gelen insan kılığındaki iki melek, Tevrat’ta Nathan adlı yalvaç (!) ve diğeri olarak geçer.

Amalika putperest inançları için Kelt Mitolojisi yerine Fenike yada Kenan Mitolojilerinden faydalanırdı. Daga ise bir Kelt tanrısı olduğunu biliyorum. Keltler hiçbir zaman Ortadoğu’ya gelmemişler. Asâ’nın Gücü romanıyla kıyaslasam bu betiği pek beğenmedim. Tespit ettiğim yanlışların dışında aşırı derece Arapça üstünlük hastalığı hakimdir. Musa (AS) ve Davud (AS) dönemlerinde Allah sözü yerine Rab yada Yahve olarak kullanılabilir. Ayrıca Cumartesi günü kutsallığı bence bozulmuş halinin etkisinde kalarak kullanmış yazar. O dönemde böyle bir kutsallık var mı bilmiyorum. Tanrıya kişiye ait özelliği aşılamak yanlıştır. Okuyup okumamayı sizlere bırakıyorum.

3 Beğeni

Hocam yalnız burada bir hata var, yahudilerde Kağan unvanı yoktur. Yahudi krallarına Kağan denmez. Kağan Türklere özgü bir unvandır.

2 Beğeni

Türkçe yazıyorum. Kağan derim. Normalde Kral olduğunu biliyorum.