Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Küçük harf olduğu için unvan değil de isim olarak kullanılmış sanırım (kitaba betik demesi gibi). Talût Kağan dese haklısın ama öyle bir kullanım da göremedim.

1 Beğeni

Türkçe yazdığınızı görebiliyorum. Kağan Türklerde kullanılan bir unvandır. Başka kültürlerde kral unvanı yerine kağan kullanılmaz. Ben de normalde Türkçe sözcüklerin kullanılmasından yanayım, hatta betik sözcüğünü kullanmanızı gayet güzel buluyorum. Ancak bu sözcük için durum farklı. Bu bir unvan. Nasıl ki Mısır kültüründe firavun deniyorsa ve bizim bunu değiştirmemiz yanlışsa kral unvanı için de durum aynıdır. Ama siz ben illa kullanacağım diyorsanız yapacak bir şey yok.

16 Beğeni

Yahudi kültüründe hükümdarlara kral denir hocam. Türklerde ise kağan deniyor. Bunun küçük harf büyük harfle bir ilgisi yok. Bilge kağan deriz, Mukan kağan deriz vs. Çünkü bunlara zaten Türk kültüründe kağan deniyor. Kağanlık Türk kültürüne özgü bir unvan. Bir yahudi hükümdarına veya Mısır hükümdarına kağan diyemeyiz. Desek de yanlış olur. Örneğin şöyle bir cümle kuralım: Göktürk devletinin ilk kağanı Bumın kağandır. Burada kağan yine küçük harfle yazılmış. Çünkü kağan, kişinin adı değil ki büyük harfle yazılsın. Kaldı ki konu burada küçük harf büyük harf değil. Talut’a veya Davut’a kağan diyemeyiz. Onlar yahudi krallarıdır. Ramses’e firavun dediğimiz gibi. Ramses, Mısır’ın bilmem kaçıncı kağanıdır diyemeyiz mesela.

11 Beğeni

images (65)

Kitabı çok beğendim. Naval Ravikant oldukça ufuk açan birisi.
Kitapla goodreads’den rastgele karşılaşıp okuyunca ve Naval’ı az çok tanıyınca, kim bilir keşfedemediğimiz ne eserler, tanıyamadığımız ne insanlar var diye hayıflanıyorum…

Verdiğin bilgiler için teşekkür ederim. Her ulusun kendine özgü yöneticilerine verdikleri adları aynen yazmalıyız. Bu şekilde yanlış anlaşılmanın öne geçmiş oluruz. Yahudiler dediğimize ulusa; İbraniler, İsrailoğulları veya dinlerinden dolayı Museviler demeliyiz. Yahuda, ulusun atası, peygamberi olmadığını biliyorum. Yahudiler dememizin nedeni Yahuda Krallığı’ndan dolayıdır.

1 Beğeni

Haklısınız, Sezar’ın Roma’ya, Çar’ın Rusya’ya has olduğu gibi

1 Beğeni

Aynen öyle..

Okuduğum Tarih: 14-15 Gökek 2022
[Okuduğum 297.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 24.betik
[Gökek (Nisan) ayının 6.betiği]

Rahmetli yazarı, “Yasemen” romanıyla tanıyorum. Elimdeki betiği adından dolayı çok merak ettim. Hem de babamın iyilik kisvesi altında yaptıklarından dolayı bu romanı okumaya yöneldim. Öncelikle yazarın Timaş Yayınları’nda bastırılan betik baskılarının kapaklarını beğenmiyorum. Sade ve basitte kaçmışlar. Adım Yayıncılık kapakları çok güzeldir. Yazarı okumaya devam edersem bu yayınevinde basılan kitapları okuyacağım. Rahmetli yazarın dili akıcı, sürükleyici ve merak uyandırıcıdır yani durağan bir kurguya sahip değildir.

Romanı okurken Osman Bey’in bazı yönleriyle babama çok benzettim. Osman Bey, kötü alışkanlıkla zenginken babam da dini kendine uydurarak dindar geçinir. İkisi de arkadaşlarının akıllarıyla hareket eden ve onlar için mutlak doğruyu söyleyen arkadaşlarıdır ve yakınları ise onların gözünde yalancı, düzenbaz ve sapkındır. Oysa bilmiyorlar ki asıl problem onlardan kaynaklandığını. Bu tip insanlar hiçbir mutlu olamayacaklar çünkü yakınlarıyla aralarındaki uçurum kapanmadıkça bu imkansızdır.

Kemal Bey’in Osman Bey’i kendi nüfuzu altına alarak hem Osman Bey’in malları çalıyordu hem de Osman Bey’in gözünde yakın arkadaş imajına bürünüyordu. Kemal Bey’in art niyetini görünce babamın akıl ustasına dair şüphelerimi uyandırdı. Babamın akıl ustası, kendince benim iyiliğimi (!) isteyerek beni mutlu olduğum çalıştığım yerden en berbat çalışma yerine babam üzerinde cebren ve hile ile getirdi. Sonra da babam gibi görmezden geldi. Hadi babam kendi hatanı kabul etmemek için sürekli bana bütün problemler senin yüzündenmiş diyor. Peki akıl ustası neden bir Tanrı’nın günü gelip ilgilenmedi. Yani şu anki çalıştığım yerden mutlu musun? diye sormuyor. Onun art niyetli olduğuna kaanat getirdim ve başkaların hayatlarına burnuna sokarak egosunu tatmin ediyor. Tatmin etmeye devam etsin. Tanrı’nın adaletine sığınıyorum. Son gülen iyi gülecek.

Romanda kendimi Sırrı gibi görüyorum çünkü hiçbir zaman kendini kibirli görmemiş. Elinden geldikçe insanlara yardımcı oluyor. Dini doğru öğrenmeye çalışıyor. Tanrı’ya ortak koşmadan içindeki cevhere göre hareket eder. Tanrı beni kibirden, şirk koşmadan ve kimsenin kul hakkı girmekten korusun. Büyüklerimin hatalarının devamı, ardıcılı daha doğrusu yeni sürümü olmak istemiyorum. Ben bireyselim ve kendi farkındalığımla konuşulmak isterim. Sırrı gibi mücadeleci ve sürüyle hareket etmeyen bir profil sergileyerek tuttuğumu birgün koparacağım.

Roman ortalarında romanın sonu tahmin ettiğim gibi Fatma’nın Sırrı’ya yani diğer oğluna kavuştuğu için Osman Bey’i bağışlamasını takdir ediyorum. Fatma Hanım gibi bağışlayıcı değilim. Cevherim ne olursa olsun ruhumdaki kindarlık sayesinde kimseye boyun eğmeyeceğim gibi bana haksızlık edenlere hakkımı helal etmeyeceğim. İçimden gelmeyen şeyi kimse zorla bana yaptıramaz. Babamı ve onun akıl ustasına hakkımı helal etmiyorum ve Tanrı katında onlardan davacı olacağım. 2013 ve 2017 yıllarda dille hakkımı babama helal ettim. Tanrı, kalben babama hakkımı helal etmediğimi baz almasını temenni ediyorum çünkü helal ettikçe nerden duracağını bilmeyerek kadar şuurunu kaybediyorum. Helalleşmemek daha iyidir.

Kurretülayn Matur’un hakkını helal etmek istemeyenlerin sesi olan sözlerini birazcık değiştirerek sizlerle paylaşıyorum. “Hayat böyle bir şey işte. Öteki taraftaki adaleti unutarak yaşıyorsunuz. Kimsenin hayatını değiştirecek kadar hakkına girmeden, üzmeden, kırmadan yaşamalı insan. Hayatımdaki herkesi affettim, bir sizleri affedemedim. İki dudağım arasından çıkmıyor ‘Helal olsun.’ Acım, öfkem, kırgınlığım geçmiyor babam ve onun akıl ustası!” diyerek Osman Bey ve Kemal Bey’i bir kaşık suda boğmak istiyorum. “Mustafa” gibi güzel ahlaklı olarak bir ömür yaşamanızı diliyorum. Severek okuduğum betiği okumanızı şiddet tavsiye ediyorum çünkü sizlerin hayatlarında nasıl bir etki bıraktığını merak ediyorum…

3 Beğeni

Tapınak’ı okudum. Beklentilerim yüksek olmasına rağmen boşa çıkarmadı, çok beğenerek okuduğum bir Grafik Roman oldu.

Tapınak, Akdenize kıyısı bulunan bir Mezopotamya uygarlığı olan Ugarit Uygarlığının ve Mitolojisinin temel alındığı, Bilimkurgu-Korku türüne sahip klostrofobik atmosferli bir grafik roman.

Suriye yakınlarında denizin yüzlerce metre altında alınan bir yardım sinyalini araştırmak ile görevli USS Nebraska isimli Amerikan denizaltısının, su altı mağaralarını araştırırken batık bir Rus denizaltısına ulaşması ve denizaltının hemen yakınınında gizemli bir tapınak keşfetmesi ile gelişen olayları konu alıyor. Ugaritlerin yer altı Tanrısı olan Moth’a adadığı bu gizemli yer altı tapınağında keşif görevine çıkan arama kurtarma ekibinin ve USS Nebraska’da kalan mürettabatın yaşadığı gizemli ve korku dolu olaylara şahit oluyoruz.

Ugarit Mitolojisini Baal Cycle denilen MÖ 1500’lü yıllardan elimize kalan kil tabletlerden biliyoruz. Hatta ek bir bilgi olarak, tarihin ilk müzik notaları da bu tabletlerde bulunuyor. Dinlemek isteyen buraya tıklayabilir. Bu mitolojik motifler grafik romanın korku öğelerinin temelini oluşturuyor. Bu kil tabletlerde bulunan 3500 yıllık Ugarit şiirlerinin bölüm başlarında ve sonlarında kullanılması gibi hoş detaylar da mevcut.

Eğer Event Horizon, Abyss, Sphere, Mimic, The Thing vs. gibi yapımları seviyorsanız bunu kesinlikle es geçmeyin çünkü Tapınak, atmosferi olsun, senaryosu olsun, işlenişi olsun, kurgusu olsun tam anlamıyla “Lovecraftian” diyebileceğimiz 80’lerin 90’ların bu Bilimkurgu-Korku sinemasının kafasında bir yapım. Sadece 2013’de 1 defa baskı yapıp nerdeyse 10 senedir ilk baskının bitmemiş olması beni biraz üzdü.

19 Beğeni

Yazar John Le Carre’den okuduğum ilk kitaptı. Tüm zamanların en iyi casusluk romanı yorumu da kitaba olan beklentimi oldukça yükseltti fakat son sayfalara gelene kadar bu beklentim karşılığını bulamayınca bende bir hayalkırıklığı yarattı yaratmasına ama… Son 20 sayfa kitaba vereceğim puanı 5 den 7’ye yükseltmeyi başardı. Kötü, sıkıcı ve bana hiç mi hiç hitap etmedi gibi bir yorum yazacakken iyi kurgulanmış ve çok gerçekçi bir casus hikayesi olarak bende iz bıraktı kitap. Hem kurgu hem de kurgu olamayacak kadar gerçekçi bir yüzü var romanın. Bunda yazarın mesleği de oldukça etkili olmuş diyebilirim.

Casusluk ve bu mesleğin getirdikleriyle beraber götürdüklerini, devletlerin bu alanda nasıl bir politika izlediklerini açıkça gösteren yer yer sıkıcı yer yer de merak ettiren bir roman Soğuktan Gelen Casus. Fazla aksiyon ve gizem beklememekte fayda var desem de finaliyle istenileni veriyor bence.

Puanım 7/10

18 Beğeni

Bir Mars Destanı - Stanley G. Weinbaum

Birkaç seferdir hep ortalama kitaplara denk geliyordum. Bu yüzden bu kitabı okumak bana adeta ilaç gibi geldi.

Kitabın içinde toplamda 7 öykü bulunuyor. 1930’lu yıllarda yazılan bu öyküler gerçekten muazzam fikirler barındırıyor. Hepsi günümüzde bile kendini zevkle okutturacak seviyede. Aslında mühendis olan yazarın hayal gücüyle yaratıcılığını çok sevdim. Ayrıca ilk iki öykü hariç diğer öykülerde bir parça romantik yan bulunuyor.

Bir Mars Destanı ve Hayaller Vadisi: Bu iki öykü birbirinin devamı niteliğinde ilerledi ve doğrusu böyle olması benim gayet hoşuma gitti. Yazarın Marsla ve Marslılarla ilgili tasavvurları ilgimi çekti. Öykülerin özünü oluşturan fikirler gerçekten güzeldi. Tviil’i de sevdim. Okurken her şeyi kolayca hayal edebiliyorsunuz.

Uyumun Doruğu: Fikir itibariyle yine güzel bir öyküydü bu ama korkutucu bir yanı da vardı. Yazarı araştırırken bu öykünün eski yapım bir filmi olduğunu da gördüm.

Pygmalion’ın Gözlüğü: Her bir öyküde çok güzel fikirler barınıyor ve bu da onlardan biri. Benim hoşuma gitti.

Üşütük Ay: İsminin hakkını veriyordu ve uzaylı tasavvurları yine hoştu.

Eğer Dünyaları ve İdeal: İki öykü de birbiriyle bağlantılıydı. Yani daha doğrusu aynı karakterleri barındırıyordu. Profesör gerçekten ilginç bir tipti. Gerçi ben onu pek sevemedim. Diğer önemli karakter olan Dixon’ı sevdim. Onu okumak gayet eğlenceliydi. Komikti. Öykülerdeki fikirler tabiki müthişti. Üzerine düşününce biraz korkutucu tarafı da var.

Kitaba puanım: 10/10

Kitabı biraz geç okumuş oldum ama iyi ki okumuşum diyorum. Okumak isteyenlere şiddetle tavsiye ederim. Her bir öykü eşsiz bir deneyimdi ve ben hala kitabın etkisi içindeyim. :slight_smile:

28 Beğeni

Benim de çok sevdiğim bir kitap. Yazar kısacık ömrüne harika öyküler sığdırmış. Keşke toplu öyküleri iyi bir yayınevinden çıksa.

2 Beğeni

Gerçekten öyle, benzersiz öyküler.

Laputa kitapta yazardan başka kitaplar görmüştüm aslında ama tabi çevirisi nasıldır, hiç bir fikrim yok. Umarım İthaki yazarın tüm öykülerini yayınlar.

1 Beğeni

Sıfır Çemberi, 6 öyküden oluşuyor kitap. Son öykü üçleme şeklinde yazılmış. Öyküleri Kusursuz Adaptasyon, Van Manderpootz Üçlemesi (Olasılıklar Dünyası, İdeal, Bakış Açısı), Sıfır Çemberi, Boğulan Denizler, Sonsuzluğun Kenarında, Grafik sıralaması ile beğendim. Ek olarak üçleme içinde yazar şöyle bir cümle kuruyor. “Hisse senetlerimi 2009 da değil de 2010 da satsaydım ne olacağını bilmek isterdim. O zaman belki bir milyoner olabilirdim ve yaşlanıncaya kadar kendime yetecek param olabilirdi.” Yazar bunu 90 küsür yıl önce yazmış sanırım ama iyi bir tahmin yapmış.

Hocam böyle yazmışım kitabı okuduktan sonra geçen yıl notlarıma. Hatta forumada yazdım ama kim bilir nerede kaldı. Çeviri ve baskı konusunda sıkıntılı bir şeyler hatırlamıyorum, uzun zaman oldu okuyalı ama öyküler çok güzeldi. Bence değer.

4 Beğeni

Öncelikle bilgilendirme için teşekkür ederim hocam. Çevirinin iyi olmasına gerçekten sevindim. Van Manderpootz’un öyküleri demek üçlemeymiş. O alıntıyı Eğer Dünyaları’nda okumuştum.

Yani Sıfır Çemberi’ndeki öykülerle İthaki’den çıkan bazı öyküler aynı. Tabi bir de diğer iki kitabı var. Her neyse bu yazar için aynı öyküleri dahi almaya değer sanıyorum. :smiley:

2 Beğeni

Yabancı - Albert Camus

“Yabancı” yazarın ilk kitabıymış. Toplamda 112 sayfa ve iki bölümden oluşuyor. Gayet akıcı, kendini sıkmadan okutturuyor.

Yabancı, adı üstünde yabancılaşmayı anlatıyor. Topluma ve kendisine yabancılaşan bir genç adam burada ana karakter. Annesinin ölümüne kayıtsız kalıyor. (Burası sürpriz bozan değil. Kitabın ilk cümlesi böyle başlıyor.) Daha sonra olan olaylara pişmanlık duymuyor. İnsanlar tarafından suçlanıyor.

Topluma yabancılaşmayı anlıyorum ama insanın kendisine yabancılaşmasını anlamıyorum. Bu noktada kitap ve karakter bana biraz garip geldi. Genel olarak kitapta karamsar bir hava vardı. İkinci bölümde yer alan hayatın anlamı üzerine olan konuşmalar hoştu.
Karaktere ise hiç ısınamadım. Kitabın düşündürücü yönünü sevdiğimi söylesem daha doğru olacak.

Kitaba puanım: 8/10

14 Beğeni

Okuduğum Tarih: 15-19 Gökek 2022
[Okuduğum 298.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 25.betik
[Gökek (Nisan) ayının 7.betiği]

1958 yılında hiçbir yayınevinin baskısı ve dindarlığın olmadığı bir dönemde çok güzel tarih kurgusu yazılmışsa bence bunun önünde saygıyla eğilmelidir. Atsız ne kadar Atatürk’ü sevmese de Türk yomak (destan) yazma geleneğinin öncüsü olduğu için takdir edilmelidir. Osmanlı Devleti’nin Kuruluş ve Yükselme Dönemleri (II.Bayezid ve Yavuz Sultan Selim’i sevmesem de) çok seviyorum çünkü zaferler çağımız olduğu için. Timur’un Ankara Savaşı’nı takdir etmiyorum çünkü kardeş kardeşle savaştı. (Atsız da romanda buna benzer cümle yazdı.) Betik dil olarak sade, yalın, anlaşılır; yani herkesin okuyup anlayabileceği tarzda kaleme alınmış. Betimlemeler çok uzun değil, yeterli ölçüde. Gözünüzün önüne çok şey geliyor ama Atsız bunu sizi sıkmadan kısa yoldan yapıyor.

Bu betikte olağanüstü karakter Gökçen kız. Kadınlara atfedilen güzel özelliklerin neredeyse hepsi Gökçen’de toplanmış ve kutsal kişiliği ile romana güzel bir hava katıp içine içine çekmiş bizi okurken… Dipnot; Atsız aşırı Türkçü ve eski Türklerde kadın üstün ve çok kutsal! Günümüze kıyasla, üzülüyorum! Gökçen efsanesi tam Brezilya dizisi gibi geldi. Gökçen’in sevgilisi var mı yok mu? İlk aşık olduğu Deli Kurt mu? Atsız, bu efsaneyi çok güzel bir şekilde yerleştirmemiş. Bana öyle geçti. Bu konuyu bilen varsa bilgilerini benimle paylaşsın.

Çok tanınmayan bir Osmanlı şehzadesi İsa Çelebi’nin oğlu olan “Deli Kurt” lakaplı Murad’ın gözlerden uzak, gerçek kimliğinden uzak, öksüz aynı zamanda yetim kalarak sürdürdüğü hayatında; sipahi kimliğiyle yaptığı savaşları, aşkları, yanlışları ve doğrularıyla ordan oraya sürüklendiği yerlere gidiyoruz onunla birlikte. Aslında bize burada Atsız, Osmanlı taht kavgalarını yaşamasından ziyade eski Türk veraset geleneğine göre hanedanın diğer üyeleri savaşçı olarak orduda savaşması daha mantıklı gelir düşüncesi veriyor. Bu gelenek Ertuğrul, Osman (Ataman) ve Orhan dönemlerinde uygulandı ama sonraki dönemlerde terk edildi. Keşke Osmanlı Beyliği bir Türkmen devleti olarak genişleyip imparatorluğa dönüşseydi. Devşirmeler bir yere kadardır.

Atsız’ın aşkı anlatışı kelimelere döküşü çok iyi. Okurken bu aşk temasından etkilenmemeniz mümkün olmuyor. Masallara yaraşır özellikler ve olağanüstülükler taşıyan bu karakterlere duyulan aşk aslında günlük hayata da indirgeyecek olursak anlamlı geliyor çünkü aşk biraz da aşık olduğumuz insana onu diğer insanlardan farklı kılacak bazı özellikler,.olağanüstülükler yüklememizdendir.

Betik içinde hiçbir olumsuz öge barındırmıyor. Sadece olay örgüsünde sonlarına doğru ortaya çıkan birkaç tutarsızlık var, o kadar. Bu tutarsızlığı burada vermeyeceğim. Okuyanlar anlayacaklardır. Dolayısıyla da özellikle okutulmasında hiçbir sorun yok bu eserin. Hatta Türk Tarihi’nin işleyişine farklı ve kurgusal bir taraftan bakmak açısından tarihsel bilinci artırabilecek ve ona merak uyandırabilecek bir eser. Muhakkak değerlendirilmeli ve okullarda da çokça reklam edilmelidir. Severek okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Ayrıca inceleme yazarken alıntılama yaptığım okurlara da sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

7 Beğeni

Oblomov - İvan Gonçarov

Oblomov aslında bir Rus aristokratıdır. Kendine ait toprak ve köleleri varken, devir değişmiş ve kölelik yasaklanmıştır. Oblomov da eğitim için başka bir şehre gelmiştir. Ancak eski alışkanlıklarını asla terk edemeyen Oblomov, iki hayat arasına sıkışıp kalmıştır. Zaten Oblomovluk da tam olarak budur: İki hayat arasına sıkışıp kalmak.

Kendim yazmaya başlamadan önce birçok inceleme ve yorum okudum. Çoğunda ortak olan nokta şuydu: “Kendimden bir parça buldum”. Ancak insanların atladıkları bir şey olduğunu düşünüyorum. Oblomovluk tembellik yapmak değildir. Oblomov, tembellik yaptığı için mutlu ya da umursamaz değildir, tam tersi, bu durumdan dolayı üzüntü duymaktadır. Eski hayatını özlemekte, yeni hayatına bir türlü uyum sağlayamamaktadır. Hayal ettiklerini gerçekleştirmek için kendisine bir amaç edinememektedir. Hatta, büyük aşkı Olga bile bu gidişe dur diyememiştir. Oblomov’u (ve dolayısıyla Oblomuvluk’u) şu cümleler çok güzel özetlemektedir:

Yeteneklerini daha çocukluğunda, Oblomovka’da, teyzelerin, dadıların, uşakların arasında yitirmişsin sen. Çoraplarını giyememekten başlamışsın, yaşamayı becerememekle bitirmişsin…

Araştırdığım kadarıyla Gonçarov kitabı önce kısa öyküler şeklinde yayınlıyor ve sonrasında da romanlaştırıyor. Hatta romanı birkaç ayda yazıyor Gonçarov. Tabii, tüm süreç birkaç ay değil, yıllarca kafasında şekillendirip, sadece yazma kısmını birkaç ayda yapıyor. Bu yönden Hakan Günday ve Gonçarov birbirlerine benziyor. Günday da birkaç röportajında çok uzun süre araştırma yaptığını ve yazmaya başlayınca yazma süresinin çok kısa sürdüğünden (mesela Daha kitabını araştırmaları bittikten sonra 4 ayda yazmış) bahsetmişti.

Tekrar kitaba dönecek olursak, Oblomov doğunun uyuşuk ve tembel insanının ruh halini anlatırken, Gonçarov okuyucunun kendisine bir ayna tutmasını hedeflemektedir. Oblomov’un yakın arkadaşı olan yarı Alman Ştoltz ise onun aksine hırslı, çalışkan, planlı ve ne istediğini bilmektedir ve batıyı simgelemektedir. Bu açılardan bakınca, kitabın birkaç katmandan oluştuğunu söylemek mümkündür.

Oblomov eski alışkanlıklarını asla terk etmez. 150-200 sayfa boyunca yattığı yerden kalkmaz. Okurken insan isyan eder, “Ya bi kalk be adam” der ama Oblomov asla kalkmaz. Yine de ona kızmak da zordur çünkü temiz bir kalbi olduğunu okur bilir. Kaypak birisi değildir Oblomov. O, yeni hayatına uyum sağlayamamış, eski hayatına dönmek isteyen ama dönemeyen birisidir. Kendini gerçekleştirememiş bir bireydir, bu da ona sempati duymayı kolaylaştırmaktadır.

Daha fazlası okuma keyfinizi kaçıracağından burada kesmek istiyorum yorumlarımı. Kolay okunan bir kitap olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak yine de çok etkileyici olduğu kesin. Biraz efor istiyor ama okuduğunuzda hayatınızda bazı şeylerin değişebileceğini düşünüyor, o yüzden de herkese tavsiye ediyorum.

24 Beğeni

O Gece Gördüm Onu - Drago Jancar (Çeviren: Neşe Ay Başman)

Drago Jančar’ı 1948 Yugoslavya’sının Maribor şehrinde dünyaya gözlerini açan, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi karşıtı Sloven Partizanlar arasında yer alan bir babanın gölgesinde büyüyüp, Tito rejimi altında uzun yıllar sansüre uğrayan bir yazar olarak anlatarak başlamalı. Çünkü dertli toprakların tüm iyi yazarları gibi Jančar da, yaşamını yazınına imbikleyenlerden. O Gece Gördüm Onu da bu bakışla okunursa göz bebeklerine büyüten cinsten bir anlama sahip, çarpıcı bir roman.

Jančar bize O Gece Gördüm Onu’da Veronika Zarvik’i merkezine alan bir anlatılar nehrine sokar. Orta Avrupa’da geçen bu İkinci Dünya Savaşı hikâyesini “anlatılar nehri” yapan, Jančar’ın kurgusunu beş ayrı anlatıcı ve kayan zaman çizelgesi ile yaratmasıdır. Jancar, uyku ile uyanıklık arasında “büyülü” bir şekilde başlattığı hikâyesini, temeline "toplum karşısında birey"i alarak inşa ederken; karakterler, olaylar ve zamanlar arası geçişi âdeta sıvılaşma şeklinde yapar. O Gece Gördüm Onu, tüm bu senfonik kurgusu içinde “neden ve nereye kaybolduğu bilinmeyen” bir kadının peşinde ve etrafında döner durur. Jančar sırasıyla Veronika’nın aşığı, annesi, doktoru, ev hizmetçisi ve olaylarda anahtar rol oynayan bir "köylü"ye hayat vererek bizi bu çağlayana dahil eder.

Gerçekten de senfonik kurgu tabiri yerindedir O Gece Gördüm Onu için. Jančar, böylesi müzikal bir anlatıyı çağın meşhur müziklerini karakterlere arka plan yaratacak şekilde serpiştirir: Bazen kulağımızda Orta Avrupa’nın o vakitler tutkunu olduğu İtalyanca şarkılar oynaşırken, bazen Ayışığı Sonatı ile derin derin nefesler alırız.

Romanın usta işi yapısının merkezine kendi kaderini eline alırken "egzotize edici erkek bakışı"na maruz kalan Veronika’yı yerleştirmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Jančar bir yandan bu tercihi, bir yandan da “subay onuru” gibi tabirlerle süslenen eril dayatmaları iğneler durur roman boyu. Tüm baskı sistemlerinin kenetlenmiş olmasının kaçınılmazlığı, her sayfada pençelerini okurdan sakınmaz.

Rüya ile uyanıklık arasında geçen bir kabus anıdır O Gece Gördüm Onu. Onu en güzel anlatan, yine kendisidir: “Sabah olmak üzere, yeniden. Ardından akşam, sonra gece olacak. Fare kalbimi, beynimi kemirmeye koyulacak. Hepimiz ve her şey sallanacağız. Kopacağız. Uçuruma yuvarlanacağız.”

Sözün sonu, O Gece Gördüm Onu’yu okuyun efendim ya da varsa Storytel’inizden Cemil Büyükdöğerli’nin nefis seslendirmesi ile dinleyin. Neşe Ay Başman’ın romanın ruhunu hissettiren çevirisi ile.

10 Beğeni

Agatha Christie, bundan yaklaşık bir on sene önce Zehri Kim Verdi adlı kitabını görmemle tanıştığım bir yazardı. Fakat ne hazindir ki bu on sene boyuncu değil bir kitabını kısa bir metnini bile okumadım. Bu tutumumdaki en büyük etken de o zamanlar bu dönemlerdeki gibi pek kitap okuyan birisi olmamamla beraber bu kadar çok roman yazmanın hep basit olduğunu düşünmemdir. Ve böylece Agatha, benim hep perde arkasına gizleyip yüzüne bile bakmadığım bir yazardı. Yaptığım böylesine büyük bir ayıbı ne yapsam telafi ederim diye düşünürken buluyorum kendimi. Sanırım en iyisi Agatha okumayı hiç bırakmamak ve onu her defasında bir öneri isteyene ilk sırada yer vererek önermek.

Her neyse gelelim kitabımıza ve bende uyandırdığü hislere.

Doğu Ekspresindeki Cinayet daha önce okuduğum benzer romanlar gibi kendini bir çırpıda okutturdu. Olaylar yine kilitli bir oda ve odanın içinde bir sakin varken oradan nasıl çıktığü düşünülen katil ve onun geride bıraktığı cesetle başlıyor. Eh çok klasik diyeceksiniz ama hiç de öyle değil. Agatha, Poirot dedekfimiz ve onun arkadaşları Doktor ve Boec ile içinden çıkılması imkansız gibi görünen bir dizi olayla okuru başbaşa bırakmayı çok iyi başarmış.

Merak duygusunu sonuna kadar hissettiren Doğu Ekspresindeki Cinayet yazara başlama açısından benim için iyi bir seçim oldu. Yazarın dili ve konuşmalardaki ustalığının yanı sıra kurgudaki zeki kişiliği beni kendisine hayran bıraktırdı. Forumdaki birçok arkadaş Agatha okumanın çok kolay ve vok hızlı olduğunu söyleyerek çok doğru söylemiş. Gerçekten de öyleydi. Olaylar ve konuşmalar öylesine hızlıydı ki kitabı nasıl bu kadar çabuk bitirdiğime şaştım kaldım.

Polisiye sevip de henüz kitabı ve yazarı okumayanlara tavsiye ederek bitiriyorum yorumumu. Ve kitaba olan puanım 10/10

Son olarak bazı yorumlarda(1000kitap platformunda) birkaç olayın açıklanmadığı yazılmış. Ben bunların neler olduğunu merak ediyorum. Eğer kitabı okuduysanız ve aklınızda da böyle bir şey varsa belirtirseniz beraber bir fikir alışverişi yapabiliriz.

18 Beğeni