Grimdark seviyorsan bekletme bence (Kadim Kanunlar okumuş muydun? Okumadı isen önce o seri okunmalı).
O değil de, ne zaman birlikte yeni kitap okuyoruz? @Abraxas da döner belki. Hem Haziran’da Drizzt okumayacak mıydık birlikte?
Grimdark seviyorsan bekletme bence (Kadim Kanunlar okumuş muydun? Okumadı isen önce o seri okunmalı).
O değil de, ne zaman birlikte yeni kitap okuyoruz? @Abraxas da döner belki. Hem Haziran’da Drizzt okumayacak mıydık birlikte?
Bayılırım, KK da çok beğendiklerim arasında. Sıraya alıyorum BSC’u.
Tekliflere her zaman açığım ben Drizzt’i de özledim, ayarlayalım bence de Haziran’a.
Alay Eden Adam
Kitabın atmosferini; politik doğruculuğun ufak ufak özgürlük alanlarını ele geçirdiği, ortaçağ kilise anlayışının modern maskeler ardında yeniden hakimiyet kazandığı, anonim suçlayıcıların dün ne kadar ahlâklı olduğunuzu bize gösterin bakalım diyerek günlük apartman toplantıları düzenlediği ve toplumun ahlak anlayışını telemedya denilen bir kurumun yayınladığı reklam filmlerinin belirlediği bir ortam oluşturuyor.
Kitabı okurken gerçek hayatta olduğu gibi sosyal medya linçleri, hiç hadlerine değilken sizden hesap sorma cüretini kendinde görebilen insanları, özel hayatlara burnunu soktuğu için ayıplanması gereken insanların bu yaptıklarının yanına kâr kalmasını, yandaşların ve yandaş güçlerin (kitapta da onlara yandaş deniyor) kendi çıkarları için kendi dayattıkları ahlak sınırlarını ihlal etmekten, iftirayı bir namus seferinin zorlu mücadelesi gibi satmayı başardıklarını, algı yönetiminde uzman oldukları için ve kitleler ortalamaya vurulduğunda düşük zekalı olduğu için çıkar çatışması yaşadıkları insanları nasıl yalnızlaştırabildiklerini ve itibarsızlaştırdıklarını görüyorsunuz.
Ahlâkî doğruculuğun tek yaşam stili halini aldığı bir toplumda Alay Eden Adam bir putun kafasını söküp (kitabın kapağındaki sahne) toplumu domine eden değerleri alaşağı ediyor. Sadece bununla da kalmıyor kafaların içindeki soyut putlara da balta uzatıyor. Bunun için de mizahın keskin yönünü ve yandaşların kendi silahı olan reklam kampanyalarını kullanıyor.
Yine bir kitap okuduğumu unutturan yarı tempolu bir film tadında PKD romanı oldu. Mizah beklentim daha fazlaydı onu bulamadım. Yerinde gözlemler ve eleştiriler ve tespitler vardı. Her distopyada olduğu gibi aaa burası çok iyi bildiğim bir ülkeye benziyor duygusunu yaşattı.
Dün Nijeryada okul grubuna dini mesajlar yerine sadece derslerle ilgili mesaj atalım dediği için taşlanıp yakılarak öldürülen birinin haberini okudum. Bu kitabın arka tanıtımda, 1984 kadar korkutucu denmiş. Bu kitabın içinde bile en fazla toplum dışında bir hayat tahsis ediliyor size mahkeme sizi ahlaksız olarak yaftaladığında. Gerçek dünya distopyalardan daha korkunç bir halde.
50 Soruda Evrim - Çağrı Mert Bakırcı
Evrim Ağacı’nı çok uzun süredir takip etmekle birlikte, Çağrı Mert Bakırcı’nın herhangi bir kitabını okumamıştım. Storytel’e gelince de dinlemeye başladım. Seslendirme de güzel olunca keyifli bir süreç oldu.
Toplumda sıkça sorulan sorulara yanıt vermekle birlikte bilimsel açıklamaların da olduğu bir derleme olmuş. Herkesin anlayabileceği sadelikte olması hedeflendiği için bana bazı yanıtlar biraz fazla uzatılmış geldi ancak bu tamamen benle ilgili. Sonuçta kitabın hedef kitlesinin konu hakkında az bilgisi olan ya da hiç bilgisi olmayanlar olduğunu düşünüyorum.
Bakırcı dini görüşlere karşı sert bir tutuma girmektense, bilimsel metodoloji üzerinden ilerlemeyi tercih ederek bana göre çok doğru bir strateji izlemiş. Kimseyi yermeden, kendini haklı çıkarmaya çalışmadan, sadece tutarlı olmamız ve bilimsel metodolojiyi izlememiz gerektiğine vurgu yaparak ön yargıları kırmayı hedeflemiş. Ne kadar başarılı olur, kim ne kadar faydalanır bilmiyorum ama sert ve hor gören bir tavır yerine bu şekilde objektif yaklaşabilmek ön yargıları kırabilmek adına bence şart.
Kitapta teknik sorular kadar felsefi sorular da mevcut. Ancak kitabı bir başucu referans kitabı olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Evrim nedir, neyi anlatır, teknik detayları nelerdir, felsefedeki yeri nedir gibi sorularınız için güzel bir kaynak olduğunu düşünüyor, konuyu merak edenlere tavsiye ediyorum.
Okuduğum Tarih: 11-13 Buğu 2022
[Okuduğum 304.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 31.betik
[Buğu ayının 4.betiği]
Grekçe’ye Tsingános ve Farsça’ya Çingene olarak geçen yerli sözümüz olan Çığan demeyiniz çünkü bir ulusun yaşayış tarzı ve gelenekleriyle dalga geçmek etik değildir. Bence onlara Roman demek daha doğrudur çünkü onlar kendilerine öyle ad vermişler. Ahmet Mithat Efendi’nin anlatım tarzını çok seviyorum çünkü açıklayıcı anlatımla kurgu anlatmak çok zevklidir ama aşırı detaylarla insanı boğmadığı sürece. Bu uzun öyküde maalesef insanı boğacak detaylar çoktur.
Herkesin bildiği gibi bir İstanbul Türk’ünün gözünde bir İngiliz ya da Fransız ama aslında her Frenk, yani Avrupalı, moderndi. Onlar daha asildi. Bir Rum, Ermeni ya da Arap ise muhteşem bir hizmetçi olabilirdi. Tıpkı bu kitabın ana karakteri Şems Hikmet’in hizmetçisi, bir Rum olan Nikoli gibi. Zaten Anadolu’da yaşayan Türkler cahildi ve küçümseniyordu. Ancak bir Roman?
Ahmet Mithat Efendi içerisinde yaşadığı dönemi olması gerektiği gibi analiz etmiş bir yazar. Türkler’in ve hatta tüm dünyanın Romanlar’a karşı ne kadar kötü bir tavır takındıklarını görmüş, bu insanlar üzerine araştırmalar yaparak kendi bilgi birikimini genişletmiş ve elde ettiği bilgileri de bizimle paylaşmaya karar vermiş. Haklarında pek çok bilgi kirliliği olsa da yazarımız onların Hindistan’dan geldiğini öne sürüyor. Kendi gelenekleri var. Her ne kadar bulundukları ortama ayak uydurmak için bir çaba gösterseler de o geleneklerini devam ettiriyorlar. Aslında kötü bir konumda yaşıyorlar. Müslüman olmadıkları için küçümseniyorlar. Yoksulluk içinde yaşadıkları için bir eğitim görme şansları bile yok. Yani cahil oldukları söyleniyor. Medeniyetin içerisine dâhil edilmiyorlar. Ayrıca medeni olmayan birinin insan da sayılamayacağı söylenerek tamamen saf dışı bırakılıyorlar.
Yukarıdan alıntılama yaptığım bilgiler doğrultusunda Romanlar’a karşı ön yargılı değilim çünkü küçüklükten beri onların renkli kişilikleri olan bir ulus olarak kabul ediyor. Eminim Romanlar, dindar görünümlü ve modern diye geçinen Kürt kafataşçılarından daha medenidirler. Kendilerine zararı olmayan ve onlara hak verenlere kafatasçılık gütmezler. İnsanları düşünceleriyle değil kalpleriyle sevmek bence en güzel insani davranıştır. Hayatımda tanıdığım çirkin karakterli insanlar (Dindar görünümlü Kürt kafatasçı eski müdür, müdür yardımcısının verdiği değerle kendini bir bok sanıp medeni (!) diye geçinen insan ve menfaatleri doğrultusunda arkadaş satan iki insancık) başta olmak üzere böyle düşünmeyenler bence sapkınlıklarıyla İbraniler’den daha aşağılık durumdadırlar.
Dizi uyarlaması köşesinde… Yeni bir dizi değil de Cennet Mahallesi dizisi bu öyküyle devam eder. Sultan ve Ferhat, Almanya’ya yerleşmiş. Ayşe ve Aliş aşkına yeni rakip gelecek. Şems Hikmet Bey, zengin iş adamın oğlu Hikmet Bey olarak karşımıza çıkacak. Ayşe’yi ilk görüşte beğenir ve Ayşe’yi Dürdane Hanım’ın yanına yerleştir. Ayşe’yi Belemir Temizsoy, Aliş’i Seyyit Karabulut, Hikmet’i Faruk Barman ve Râkım’ı Kaan Urgancıoğlu canlandırsa çok güzel olur. İncelemeyi yazarken Kaan Ata Önder’den alıntılamalar yaptığım için ona sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum. Kısmen beğendiğim uzun öyküyü okumanızı tavsiye ediyorum ki yanlışlarla doğan ön yargılardan arınmak için.
Bu kitabı be krallarin son çaresini okumadim ama eğer yorum yapacaksam Abercrombie’nin biraz daha soft bir grimdark yazar olarak görüyorum. Şahsen benim kadim kanunları okurken güldüğüm çok yer oldu.
Kadim Kanunlar’ın kurgusu ve hikayesi daha güzel, okuduğum en iyi serilerden ama dediğin gibi baştan sona grimdark bir kitap mı tartışılır. BSC ise kurgusal olarak KK’nin gerisinde olmasına rağmen çok sert bir kitap. Güldüğüm tek bir yer bile olmadı, fırsat vermedi Abercrombie.
Umarım ithaki dilimize çevirir. Abercrombie en sevdiğim yazarlardan biri.
Kadim kanunları okumadan önce güzel bir seri olduğu haricinde hiçbir bilgim olmadan okudum.
Şok oldum okuduktan sonra. Tadı damağımda o kadar kaldı ki hemen benzer kitaplar aradım. Seri benim gözümde en zirve 3 serilerden birisidir. Okuduktan sonra dedim ki kendime “Aha iste benim tarzım bu.”. Umarım diğer kitapları çok seri bir şekilde çıkartırlar.
How to Rule an Empire and Get Away with It - K. J. Parker
Aslında bir seri olmayıp, kendi içlerinde de tekil olarak rahatlıkla okunabilseler de Parker’ın The Siege serisinin ikinci kitabına, ilk kitaptan sonra çok büyük beklentiler ile başladım. Ancak bana göre ilk kitabın çok gerisinde kalan, mizah ögelerinin neredeyse hiç olmadığı ve fantastik eserlerde hiç sevmediğim aktör / tiyatro temasının olduğu bir kitap ile karşılaştım. Genel olarak kötü bir kitap olmasa da ilk kitabın harika olması sebebiyle onun çok gerisinde kalmış maalesef.
İlk kitap bittikten birkaç yıl sonra başlıyor bu kitap. Konusu spoiler vermeden kısaca şöyle: Şehir hala kuşatma altındadır. Karşımıza oyun yazarı ve aktör olan Notker çıkar. Notker, eski bir Theme liderinin oğludur ve hayatın zorluklarını babasından öğrenmiş olsa da şiddetten hiç haz etmemektedir. Ancak sevse de sevmese de İmparatorluk’un ona ihtiyacı vardır.
Sürekli eski tiyatro oyunlarına referans verilmesi, Notker’in Orhan’dan farklı bir karakter olmasına rağmen komedi unsurlarının çok benzer olması, yine Notker’in girdiği rolü “bana göre” doğru yansıtamaması ve Deus Ex Machina problemleriyle bir türlü ısınamadığım bir kitap oldu How to Rule. Ben çok daha keyifli vakit geçiririm diye umut ediyordum ama bu beklentim karşılanmadı. Tekrar edeyim, kötü bir kitap değil ancak ilk kitaba bayılmış ve 10 puan vermiş birisi olarak, yüzde 80’lere kadar 6 puan bandında ilerleyen bu kitaba en azından sonu güzel diye 7 puan verdim (sonu ile kurtardı).
Blood Follows - Steven Erikson
Blood Follows, Malazan serisinin üçüncü kitabında (Memories of Ice) kısa süreliğine görülen iki Necromancer’ın (Bauchelain ve Broach) novella (kısa roman) olarak yazılmış serisinin ilk kitabıdır. Aslına bakarsanız bu iki karakter serideki favorilerimden değil, o yüzden çok uzun süre bu kitaplardan uzak durdum. Aklımdan hep “Keşke Erikson başka duo’lar üzerine yazsaymış” diye geçirdim. Ama sonra hem Malazan reread’e başlamam hem de kitap yorumlarının olumlu olması sebebiyle başlamaya karar verdim.
Konusu şöyle:
Emancipor Reese’in iş verenleri sürekli öldüğü için kendisi artık “kötü şans” olarak görülmekte, insanlar onu gördüklerinde koruma işaretleri yapmaktadır. Ona rahat vermeyen karısı bir an önce bir iş bulmasını istemekte, iş bulmazsa hayatı ona dar edeceğini açıkça belirtmektedir (benim eşime ne kadar da benziyor). Çaresiz kalan Reese, şehre yeni gelen gizemli kişinin uşağı olmak için başvuruda bulunmaya karar verir. Bu sırada Lamentable Moll’da vahşice öldürülüp organları çalınmış ölüler bulunmaktadır ve bu durum 11 gündür devam etmektedir. Şehirde huzursuzluk hakimdir ve paniğin eşiğine gelinmiştir. Bu yüzden olayı çözmesi için Çavuş Guld görevlendirilir.
Okumadan önce çokça inceleme okumuştum ve kitabın en çok beğenilen kısımları mizah unsurları. Dolayısıyla ben de mizah ağırlıklı bir kitap beklentisi ile başladım. Bu beklentim fazlasıyla karşılandı (özellikle Bauchelain ve Reese arasındaki iş görüşmesi süperdi) ancak bu kitap sadece bir mizah kitabından daha fazlası. Her ne kadar mizah (ki çoğunlukla kara mizah) ögeleri içerse de Bauchelain ve Broach’un iyilik perileri olmayan Necromancer’lar olduklarını unutmamak lazım. Uzun süredir peşlerinde olan “avcı” ise, bu işe yeni başlamadıklarının kanıtı. Yine de Erikson eğlence ve korku ögelerini dönüşümlü olarak kullanmada çok başarılı, hatta tam bir usta. Bir bölümde gülüp eğlendirirken hemen ardından midenizi kaldırmayı rahatlıkla başarıyor ve bu karşılıklı geçişleri çok iyi yapıyor.
Hem Reese’in ikili ile nasıl tanıştığını anlatan, hem kara mizah (çok severim!) içeren hem de bir nevi polisiye olan Blood Follows, kısa sürede okunuyor ve bazen keyifli bazen de endişeli zaman geçirtiyor. Erikson yemek tarifi yazsa okurum diyen bir hayranı olarak, beklentilerimin üzerinde olan bu kitabı seri hayranlarına tavsiye ediyorum.
Kendi gezegeni Antheadan halkının belirli plan ve hedefleri doğrultusunda Dünyaya gönderilen Thomas Jerome Newton’ın ana karakteri olduğu Dünyaya Düşen Adam bir çeşit ilk temas kitabı. Ama bu ilk teması insanoğlu ile Newton kuruyor. Televizyon yayınlarını gezegenlerinden izleyerek yıllarca insanlığın arasında adaptasyon için hazırlanan Anthealı Newton, bilimsel olarak Dünyadan daha gelişmiş olan ırkının bilgi birikiminden de faydalanarak Dünyada başarı ve paraya giden yolu takip ediyor.
Newton ve Antheanın nihai amacı için aldığı patentleri, Dünyaya getirdiği yeni teknolojileri ve şirketinin başarısını keyifle takip ederken bir yandan da kendini insanlığın arasına başarı ile karıştırmayı başarmış bir uzaylının günden güne insanlara benzemesine tanıklık ediyoruz. Kitabın asıl yolculuğu yalnız, izole ve mesafeli bir hayat süren Newton’ın zaman ilerledikçe kurduğu insani ilişkileri, gelişen düşünce yapısı ve değişen düşünceleri oluyor. Bizlere bu olay örgüsünü anlattığı sırada Walter Tevis insanlığın yozlaşan sistemik yapılarına da bir uzaylının gözüyle eleştiri getiriyor.
Benim yoğun bir dönemime geldiğinden okumam uzun sürdü ancak kolay okunabilir ve akıcı bir kitap, boş bir hafta sonunda bir oturuşta hüpletilip üstüne güzelce düşünülebilecek bir eser. Ağır bilimkurgu öğeleri yok, gözü bilimkurgu başlığından korkanlar varsa hiç çekinmeden okuyabilirler. Günümüzde benzer temalarda bol örnekler görmüş olsak da yazıldığı 1960 lı dönemlere göre değerlendirerek başarılı bulduğum bir kitap oldu Dünyaya Düşen Adam.
Okuduğum Tarih: 13-16 Buğu 2022
[Okuduğum 305.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 32.betik
[Buğu ayının 5.betiği]
1998 yılında Tunca Yönder yönetmenliğinde diziye uyarlandı bu uzun öykü. Dizi uyarlamasında tanıdık yüzler ise Ayşen İnci, Yıldırım Öcek ve Hakkı Ergök. Galiba dizi uyarlaması, betikten farklı gibi görünüyor. Betiği okurken kendime dair izler görürken bazen de gözlerim doldu. Belki kanayan yaralarım sızlandı. Baba konusunda sitemi olanların betiğidir. Akıcılık, merak uyandırıcılık ve sürükleyicilik ön planda olduğu betikte kendime dair izlerle sizleri baş başa bırakıyorum.
Cezmi ve oğlu her gece koyuna koyuna yatma sahneleri satır satır okurken gözlerim doldu çünkü küçükten babamla daha çok arkadaş gibiydim. Taaa o günlere gittim. Hastalıkta ve sağlıkta hep bana ilçeden rengarenk şekerler getirdi. Su çiçeği olduğum zamanlarda beni mutlu etmek için rengarenk ampüller bir araya getiriyordu. Keşke hep küçük kalsaydım en azında ısrarla burunu sokacağı bir iş hayatım olmazdı. Cezmi, babam gibi akılsızlığın kurbanı oldu ve çocuğuyla arasına mesafe koydu farkında olmadan.
Cezmi, oğlu Erol’u ağabeyine gönderdiği sahneleri ve Erol’un amca yanında kaldığı anıları okurken burunumun direği sızladı çünkü ben de amcamın imamlık yaptığı köye gittim. Yengem ve kuzenlerim Tanrı’nın bir gün dahi yüzüme karşı beni hiç kırmadılar. Arkamda konuşmuşlarsa da onların kişiliksizliğidir. Engelliyim diye onlara yük olmadım. Eğer arkamda konuşmamışsa da babam bunu uydurmuşsa günahlarımız onun boyunda olsun. Erol gibi böyle bir anı yaşasaydım sağlam olarak teyzem ve eniştemle yaşamak isterim çünkü onları çok seviyorum. Onların yanında kaldığım sürede onlara anne ve baba derdim. Böyle sahneler bizde film olur çünkü nesiller boyu sevgisizlikle büyüdük.
Cezmi, hasta yatağında oğlunu görünce ondan helallik isterken ve onunla ilgilenmediğini dile getirdiği sahneyi okurken resmen ağlayayazdım çünkü burnumun direği sızladı ve gözlerimden doldu. Babam da akıl ustasının verdiği akılla (!) bana haksızlık etti ve hatasıyla yaşadığım sıkıntılarda bir baba gibi arkamda olamadı. Ben bu sahneyi yaşasaydım hıçkıra hıçkıra ağlardım. Babam ve onun akıl ustasına hakkımı helal etmiyorum çünkü beni sıkıntının içinde bıraktılar. Böyle iyilik olmaz olsun. İyilik de üstü de onların olsun. Bir daha hayatıma burnunu sokmasınlar.
Sabiha Hanım, oğlu Erol’a her türlü kötülüğe eden Suzan’dan olma Erol’un kızkardeşine karşı kin beslememesi bence en güzel insanlık davranışıdır. Kesinlikle böyle yapmazdım çünkü kindarlığım vardır. Suzan yaşasaydı Sabiha’nın bu davranışı karşısında birazcık burnunu yanar mıydı? Bilemem. Kendime dair bulduğum izlerle sizinleydim. Baba olan okurların okuması gereken başucu uzun öykülerden biridir. Yolun başındayken ders çıkarmalıyız. Severek okuduğum bu uzun öyküyü şiddetle tavsiye ediyorum.
Kemalettin Tuğcu’nun kitapları hala basılıyor mu? Bu konuda duyumunuz nedir?
Yaklaşık 4 aydır okuduğum bu kitabı dün itibarıyla bitirmiş bulunuyorum . Öncelikle kitap asla zor okunan ve ya sıkan bir kitap değil. Ben hergün okuyamıyorum, yeri geliyor 1 hafta elime bile alamadığım oldu. Bu nedenle bu kadar uzun sürdü.
Okuduğum en orijinal konulardan biri diyebilirim kesinlikle. Bazı karakterler ve bazı olaylar neden var anlamadım bana gereksiz gibi geldi ama genel olarak bölümler su gibi aktı diyebilirim.
Yıllar önce dizisini izleyip çok sevmiştim kitabına da denk gelince kayıtsız kalamadım. Hatta birkaç bölümü de tekrar izledim. Kitap diziye göre daha sert geldi bana. Dizinin finalini çok sevmemiştim. Kitapta farklı bir son var onu da çok sevdim diyemem. Genel anlamda keyif aldığım bir kitaptı.
Ölüler, Diriler ve Deliler
Kitapta, 1773’ten 1911’e kadar olan bazı gotik öyküler yer alıyor.
Aşağıdaki sırasıyla kitapta toplamda 14 öykü var.
Sör Bertrand: Bir Fragman (1773) – Anna Laetita Aikin
Öykü 18. yüzyılda gotik öykülerde epey sevilen bir tarzda, fragman biçiminde yazılmış. Fragmanda olayların başı olmuyor. Her şey ortadan başlıyor ve zamanla heyecan seviyesi yükseliyor. Ne var ki hikaye bir sonuca bağlanmadan bitiveriyor. Bu yazım tarzı oldukça farklı olsa da ben sevmedim. Yarım kalmışlık hissi verdi. Hikayenin anlatımı, olayların oluşu aceleciydi.
(Ayrıca bu yazar hep çocuk edebiyatında eserler vermiş. İnternette bir yerde bu fragmanın aslında yazarın daha az ünlü olan erkek kardeşi John Aikin’e ait olduğu yazıyordu.)
Puanım:2
Montremos’un Zehircisi (1791) – Richard Cumberland
Bilinen farklı bir Don Juan hikayesiydi. Bu bakımdan ilgi çekiciydi. Çok beğendiğimi söyleyemem ama kötü de bulmadım.
Puanım:4
Haydutların Tutsağı (1801) – Nathan Drake ve Bilinmeyen Bir yazar
Hikayede bir lordun başından geçen zor anlar işleniyor. Haydutlarla karşılaşması ve sonrasında olanlar görülüyor. Hikaye açılıyor ama bazı bölümleri günümüze göre epey klişe duruyor. Yine de anlatımını oldukça sürükleyici buldum.
Puanım:5
Goblenli Oda (1829) – Sör Walter Scott
Korkunç sayılmaz ama tasviri ve atmosferiyle gotik olduğunu iyi hissettiren bir öyküydü. Bu yüzden beğendim. Severek okudum. Sadece son kısımda gizemli şeyle ilgili daha fazla bilgi olmasını isterdim.
Puanım:8
Kem Göz (1829) – Mary Shelley
İçinde korkunç olarak betimlenen bir karakter olsa da bence tam bir gotik öykü sayılmazdı. Yine de anlatımı ve hikayeyi oldukça beğendim. Mary Shelley’den farklı bir tat veren öyküydü. Betimlemeleri de hoştu.
Puanım:8
Anatomist Andreas Vesalius (1833) – Petrus Borel
Hikaye yaşlı bir adam ve genç gelinin düğünüyle başlıyor. Alaylar, suçlamalar ve sonrasında birtakım olaylar oluyor. Oldukça ilginç bir şekilde başlayan ve daha farklı yerlere evrilen bir öyküydü. Benim için ürpertici bir yanı vardı desem yalan olmayacak. Anatomistin tamamen kurgusal bir karakter olmaması da beni biraz etkiledi.
Puanım:8
Lady Eltringham veya Ratcliffe Cross Şatosu (1836) – J. Wadham
Oldukça kısa bir hikaye, yalnızca üç sayfa. Çok etkileyici veya korkunç bir yanı olduğunu düşünmüyorum.
Puanım:3
Bir Delinin Kaleminden (1836) – Charles Dickens
Burada bir delinin hayatından belli bölümler anlatılıyor. Okurken aklıma Gogol’un deli hikayesi geldi. Anlatılan öyküyü fena bulmadığımı söyleyebilirim.
Puanım:6
Tyrone Ailesi’nin Tarihinden Bir Kesit (1838) – Sheridan Le Fanu
Soylu bir aile kızının, yaptığı evlilik sonrasındaki olaylar anlatılıyor. Olaylar olsun, anlatım olsun gerçekten beğendim. Sadece hikaye içindeki bir noktada fantastikle gerçeklik çakışmış gibi geldi. O anda olan olaylara pek anlam veremedim ama genelini epey severek okudum.
Puanım:9
Ethan Brand (1850) – Nathaniel Hwathorne
Anlatımı güzeldi. Fazlasıyla ilginç ve tuhaf biçimde başladı. Dehşet veren bir yanı da vardı ama ilerledikçe daha fazlasını bekledim. Bu yüzden biraz hayal kırıklığı oldu.
Puanım:6
İhtiyar Dadının Hikayesi (1852) – Elizabeth Gaskell
Burada ihtiyar bir dadı, çocuklara yetim annelerinin hayatından belli bir bölümü anlatıyor. Hikayesi etkileyiciydi. Anlatım, olaylar ve karakterler oldukça iyiydi. Kısacası beğenerek okuduğum bir öykü oldu.
Puanım:10
Ceset Hırsızı (1885) – Robert Louis Stevenson
Yazar bu hikayeyi gerçek bir olaydan ilham alarak yazmış. Ne diyebilirim ki üstüne düşününce rahatsızlık verici bir hikayeydi.
Puanım:6
Kanlı Blanche (1892) – Marcel Schwob
10 yaşında ya var ya yok küçük bir kızın evlendirildiği, rahatsız edici, saçma sapan bir hikayeydi. Tasvirleri de konuyu da beğenmediğimi söyleyeyim.
Puanım:1
Sredni Vashtar (1911) – Hector Hugh Munro (Saki)
Bu hikayenin ana karakteri küçük bir çocuk ama olanların çocuk psikolojisine uymadığını düşünüyorum. Başta eğlenceli giden bir hikayeyken karanlık bir şekle büründü. Finalini tahmin edilir buldum.
Puanım:4
Kitaba puanım: 5.7
İçinde güzel öyküler olsa da her öykü için maalesef aynı şeyi söyleyemiyorum. Bazı öyküler kitapta yer edinmeseymiş daha iyi olurmuş.
Beyaz Diş - Jack London
Beyaz Diş’i ben liseye giderken (20 küsür sene önce) kardeşim okumuş ve çok beğenmişti. Çok uzun zamandır bilmeme ve çokça övgü almasına rağmen bir türlü okumaya elim gitmiyordu. Ancak Storytel’de görünce bir şans vermek istedim, ki zaten daha önce Vahşetin Çağrısı’nı da dinleyip beğenmiştim. Martin Eden ve Vahşetin Çağrısı’ndan sonra Storytel’de dinlediğim üçüncü Jack London kitabı Beyaz Diş oldu. Öncelikle seslendirmenin hakkını vermek lazım, gerçekten çok başarılıydı, çok beğendim seslendirmeyi.
Kitap, aslen kurt ve köpek kırması olan Beyaz Diş’in gözünden anlatılıyor. Dürtüleri ile hayatı öğrenmeye çalışan Beyaz Diş ile birlikte vahşi hayatın tüm tehlikeleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Onunla birlikte korkuyor, avlanıyor, saklanıyor, anne koruması altında kendimizi cesur hissediyoruz. Yeri geliyor açlık çekiyor, yeri geliyor güzel bir av sonrası hazzın doruklarına çıkıyoruz. Bununla birlikte insan ile (ki Vahşi Diş insanı Tanrı olarak tanımlıyor) temas edip birlikte yaşamaya başlayınca Tanrıların dünyasına giriş yapıyor, o dünyanın kurallarını öğrenmeye çalışıyoruz.
Kitap çokça Vahşetin Çağrısı’na benzetilmekte veya onla kıyaslanmakta. Konuları benzer olsa da Vahşetin Çağrısı’na göre tamamen zıt bir yol izliyor Beyaz Diş. Çok fazla detaya girerek okuma zevkinizi baltalamak istemiyorum, o yüzden sadece aralarına benim gibi biraz süre koymanızda fayda olduğunu belirtmek istiyorum. Beyaz Diş çok daha iyi bir kitap olduğu için ilk önce Vahşetin Çağrısı ile başlamak da daha doğru olacak kanısındayım.
Beyaz Diş’e dönersek, özellikle etkilendiğim iki yer oldu. Bunlardan ilki Beyaz Diş’in henüz yavru iken bıldırcın yuvasındaki yavruları bulması ve onları yemesi oldu. Oradaki tasvirler muazzamdı, resmen birkaç saniye olduğum yerde dondurdu beni. Bir de detayına girmeyeceğim sonu, klişe olsa da yine bence çok iyiydi.
London’dan üçüncü kitabım oldu ama son olmayacağına eminim. Storytel’e geldikçe dinlemeye devam edeceğim. Sizlere de tavsiye ederim.
Okuma zevkim öykülerden ziyade detaylı anlatımlara sahip romanlara yakındır, bu nedenle öykü derlemelerini pek tercih etmem. Ay Işığı Sokağı da tahminimce bir siparişimde sepet tamamlama ya da ücretsiz bir kitap olarak geçti elime.
Ay Işığı Sokağı Zweig’ın 5 adet öyküsünden oluşan bir derleme. Öyküler raslantısal derlenmemiş, ölüm ve melankoli ağırlıklı öyküleri toplanmış. Dünyanın içinde bulunduğu savaş hallerinden etkilendiği ve daha karamsar ruh hallerine büründüğü dönemlerde yazdığı öyküler olduğunu tahmin ediyorum. Biraz daha çıtırçerez Zweig okumasına alışanlar için öykülerin taşıdığı tema okumayı zorlaştırabilir.
Beş öyküden kitaba ismini veren Ay Işığı Sokağı’nı beğendim, üçüncü öykü Nişan’ı da biraz beğendim. Yorumlardan en çok beğenildiğini gördüğüm Leporella öyküsü ise ilk birkaç sayfası ile nereye gittiğini aşırı belli etti ve tam tahmin ettiğim gibi geliştiğinden ben beğenemedim pek.
Kısa yolculuk, gün içi toplu taşıma gibi zamanlarda birer öykü okuyacak şekilde çantaya atmalık bir kitap olmuş. Ben tüm öyküleri üst üste okuyunca sonlara doğru biraz sıkıldım. Bir de goodreadste yabancı yorumların 10 katı Türkçe yorum olan, yerli olmayan bir kitaba denk gelmek de değişik oldu Telifli kitapların fiyatları fırlamaya devam ettikçe anca bunları okuyabiliyoruz demek ki
Mujik – Maksim Gorki
“Mujik” Rus köylüsü demek. Kitabın ana karakteri olan mimar Akim, bu tabakadan gelme. Kitapta, aydın sınıfın köylülere olan bakışı ve bir tür karşılaştırma gözler önüne serilmiş diyebilirim. Kısa bir kitaba göre epey bir karaktere sahip. Karakterlerin neredeyse her birinin üç tane isimleri var. Böyle olunca kim nedir en başta karıştırıyor, unutuyordum.
Mujik yazarla tanışmak için yanlış bir seçim çünkü yarım kalmış. Toplamda 164 sayfa ve yazar, tamamlayamadan vefat etmiş. Olaylar bu yüzden bir sonuca bağlanmıyor. Hikaye çok daha fazla şey söyleyecekmiş gibi duruyordu. Açıkçası kitabı okurken en başta sevmeyeceğimi düşünmüştüm. Tabii öyle olmadı, beğendim.
Puanım: 8/10