Hah, fizikçi kullanınca “yaklaşık yav” diye düşünmemiştim. Anladım.
Vov. Bu baya güzelmiş yalnız, bunu takdir ettim. Böyle yazılmasını ben de çok seviyorum, saygılar.
Hah, fizikçi kullanınca “yaklaşık yav” diye düşünmemiştim. Anladım.
Vov. Bu baya güzelmiş yalnız, bunu takdir ettim. Böyle yazılmasını ben de çok seviyorum, saygılar.
Rahatsız demeyelim de benim gibi bilimkurguyu daha çok o son sayfalardaki gibi sevenler için bir uyarı diyelim ona. Rahatsız edici bulsam inan 200 sayfa okumam bırakırdım. Hem her sayfası merak uyandırıcıydı. Sizin dediğiniz gibi biliminsanlarının beraber çözüm aramaları, hesaplamaları ve birbirleriyle sürekli teori üretmeleri kitaba devam etmemdeki en büyük nedendir. Hem o ilk 200 sayfa olmasa böyle bir final de olmazdı eminim. O yüzden 10 verdim. Ben sadece sabredin ve kitabın ne kadar iyi olduğunu görün demek istedim.
Stadyumda recm cezası uyguluyorlardı, ilk kez bu kitaptan duyup ben de çok rahatsız olmuştum ama rahatsız edici gerçekleri de görmeliyiz bence.
Bu arada kitabı 6 puanlık bulduysanız filmine -1 falan verirsiniz heralde
Evet. Kitabın arkaplanında zaten çok şey vardı. Gözünü kapatıp yok sayması olmazdı. Yanlış olanı dile getirmek de bir şey.
Filmi kitabına göre epey yüzeysel kalmış diye duymuştum.
Evet böyle ince bir kitapdan daha iyi bir film beklerdim.
“Hakiki ölümsüzler hep doğa unsurlarıdır.”
Sayfa; 36
Yapraklar fısıldar, rüzgâr salınarak gezinir; söğütler narin, kırılgan kollarıyla toprağa uzanır. Dikkat et! Gün batımından gün doğumuna kadar geçen sürede Söğütler’in arasında dinlenirken seni ziyaret eden bir şeyler var… Nefesini tut, çadırın kapalı olduğundan emin ol! Rüzgara kulak asma. Gözlerini kapat, zihnini dinlendir. Duyma kulaklarına fısıldananları, görme etrafında gezen gölgeleri… Sustur zihnini, bilmesin öteden seni izleyenleri… Tuna Nehri usul usul yükselir. Durma küçük tepelerde! Uyarılara kulak as! Yoksa Söğütler kalbine uzanır…
Gotik edebiyatın öncü isimlerinden biri olan Algernon Blackwood, genellikle gotik edebiyatın alışagelen motiflerinden olan şatolar, hayaletler, tekinsiz olaylar yerine hâlihazırda bizimle her zaman bir arada olan “doğa”yı ele almayı tercih ediyor. Böyle bir tercihi neden yaptığını daha iyi anlamak için gelin hep beraber onun hayatına ufak bir göz atalım.
Algernon Blackwood 14 Mart 1869 yılında İngiltere’de doğdu. Muhafazakar değerlere sahip aristokrat bir aile tarafından büyütüldü. Maceracı kişiliği onu farklı ülkelere sürükledi. Bu kişiliğinden dolayı hayatının farklı dönemlerinde çeşitli işler yaptı; Çiftçi, barmen, gazeteci, model, keman öğretmeni, özel sekreter, iş adamı gibi. Düşünce dünyası ise zaman içinde başka yönlere doğru evrildi. Hint mistisizmine ve doğu felsefesine ilgi duymaya başlayan Blackwood kendini doğaya verdi. İlk başlarda deneme türünde eserler veren Blackwood, otuzlu yaşlarının sonlarına doğru doğaüstü hikâyeler yazmaya başladı. Başarılı bir kariyeri vardı. Kısa öyküler yazdı, bunları televizyon ve radyo programlarında anlattı. Ondört roman ve çocuk kitapları yazdı fakat bazılarını yayınlanmadı. Öykülerinin birçoğunun merkezine hayranlık beslediği doğayı koydu. Doğaüstü unsurlar hikayelerinin vazgeçilmezi haline geldi. Hatta daha sonraları bu konuya olan özel ilgisinden dolayı “Hayalet Kulübüne” katıldı. Şimdi üzerinde konuşacağımız o ünlü hikâyesiyle 1900-1901 tarihleri arasında Tuna Nehri’nde karşılaşır. O tarihlerde 32 yaşındadır. Yaptığı bu seyahati kurgusal bir şekilde doğaüstü olarak ele alır. Biyografik özelliğe sahip olan hikayesine, masalsı ağaçların ismini verir; “Söğütler”
Hikâyemiz iki arkadaşın kanolarıyla Tuna Nehri’nin yılankavi kıvrımlarındaki gezintisiyle başlar. Yolculuk boyunca yeşil örtünün akıp gitmesini izlerken ağaçlar, çalılar, yapraklar bir zaman sonra insan zihninde başka şeyleri çağrıştırmaya başlar. Doğanın tekinsiz sakinliğinde esen rüzgâr zihinlerine dokunarak doğaya kişilik kazandırmaya başlar. Yer yer doğanın nefesini üstümüze üflediğini düşünürüz. Nehrin kıvrımları bir bir geride kalırken gittikçe kişiselleşen doğa onları sarmaya başlayarak zihinlerinde asla açmak istemedikleri kâbus kapılarını açar ve korkulanları serbest bırakır. Kusurlu zihinler, doğanın huşu dolu nefesiyle gün geçtikçe çarpılırken bilinmeyenin tekinsizliği kalpleri ele geçirir. Görünmeyeni görememek ve dahası realist zihinlerine bir tablo oluşturamamak bilinçlerini mahvetmeye başlar. Anlatım o kadar belirsizdir ki zaman zaman Lovecraft okuduğunuzu bile düşünürsünüz çünkü burada bilinmeyenin betimlenememe durumu vardır ve biz bu yazım tarzını hep Lovecraft’ta görmüşüzdür. Lovecraft’a konu gelmişken bu konuda onun görüşünü söylememek olmaz. Söğütler H. P Lovecraft’a göre tüm zamanların en iyi tuhaf öyküsüdür. Hatta onun değişiyle “doğal korku”dur. Blackwood aynı zamanda H.P. Lovecraft ve Arthur Machen’la da çağdaş birisidir. Edebiyatın kozmik dehşet ustalarının birbirlerini etkilememesi imkansız olurdu heralde. Bu anlatım tarzında ise bir şeyler vardır, korkunçtur, korkmuşuzdur, dehşete kapılmışızdır, tanımlayamayız bile, asla olduğu gibi de anlatamayız. Sadece neler hissettiğimizi en iyi şekilde anlatabiliriz. Ya da bize neler hissettirdiğini… Blackwood da bu anlatımıyla bizi öykü boyunca germeye devam eder.
Gelişen olaylarla beraber kahramanlarımız daha sonraları nehrin oluşturmuş olduğu adalara doğru ilerler. İnsan doğası gereği uyarılara yeterince kulak asmaz ve yasaklı olana içten bir çekim duyarak başını belaya sokar. Nehrin oluşturduğu bu adalardan uzak durmaları gerektiklerini bildikleri halde onlardan geri duramazlar, hatta kahramanlarımız kendi kendilerine bu adaların güvenli olduğuna ikna etmek için şöyle derler:
“Bu Macarlar her türlü zırvalığa inanırlar; Bratislava’daki satıcı kadının bizi burası beşeri dünyanın dışından türlü türlü yaratıklara ait olduğu için kimsenin asla buraya gelmediği konusunda uyardığını hatırlıyor musun? Herhâlde perilere, doğa tanrılarına, hatta belki iblislere inanıyorlardır”
Sayfa; 18
Hikâye boyunca rüzgârı ve durmadan uğuldayan söğütleri işitiriz. Söğütlerin ise derdi daha başkadır çünkü onlar oradaki ruhani varlıkların sembolü kılınmıştır. Hikâyenin ilerleyen kısımlarında kendilerini bekleyen, dehşetle karşı karşıya kalan kahramanlarımızın iki seçeceği vardır; ya bu yolculuğun sonunda kurban olacaklardır ya da başkalaşacaklardır çünkü her şey içlerindeki ya da bilinçlerindeki seslere bağlıdır. Yer yer hikayeyi bize anlatan baş karakterimiz olaylara gerçekçi bakmaya çalışsa da İsveçli arkadaşı, bu konuda gözünü açması için ara ara onu uyarır. Bize oyun oynayan zihnimiz miydi? Yoksa her şey korkunç bir rüyadan fazlası mıydı? Nehirde batıp çıkan şeyler su samuru muydu yoksa oradaki tanrılara kurban edilen cesetler miydi? Hem her şeyi gördük ama her şeyden emin de değiliz.
Rüzgâra kulak verin, onu dinleyin ama dediklerine kulak asmayın. Ve unutmadan;
"Zihinlerimizin korkumuzu ele vermesine müsaade edersek kayboluruz, ebediyen kayboluruz.”
Sayfa; 58
Yine bol adaylıklı, bol ödüllü bir kitap bende oluşan hayal kırıklığı ile sonuçlandı. Yazar abinin bu sene yazdığı kitabı da adaylıkları toplaya toplaya geldiğinden sanırım biraz beklentiye de girmişim. Novella olmasa bitirmeye zorlamayabilirdim belki de, günlerdir elimde sürünüyor kitap.
Anlatım ve üslupta pek sıkıntı olmamasına rağmen konuya ve karakterlere o kadar giremedim ki her chapter ayrı bir zorlama oldu bana. 1920 lerin Amerika’sında 3 güçlü afro-amerikan kadın karakterin baş karakter olarak resmedildiği ve bu karakterlerin ku klux lar ile savaşını konu alan Yakarış Çemberi neresinden tutsam elimde kaldı.
Gerçek tarih öğesi olarak ku klux klan’ı alıp buradaki nefret dolu beyaz abilerin nefretlerini arşa erdirerek “ku klux” isimli iblisvari yaratıklara evrilmesi filan Fantastik kurgu ve edebiyat nerelere geldi
Hele ki mevcut dönemde ten rengi ile ayrımcılığa uğrayan erkeklerin bile kafasını kaldıramadığı dönemde bizim kızların çılgınlıkları… Tabi fantastik edebiyat yapınca istediğini kafana göre kurgularsın şekilde bir düşünce olabilir ama dünya ve tarih ile bağlı bir kurgu işleniyorsa önce tutarlılık sonra fantastik diye düşünüyorum ben.
Böyle fantastik kurgu da olmaz, tarihi kurgu da olmaz. Bol bol ödül kazanacak yetenek varsa günümüz sosyal hassasiyetlerinden ekmek yeme hedefi gütmeden apayrı bir yol çizip yine yeteneği konuşturabilir. Neyse son 1-2 yılda okuduklarım artık ders oldu zaten, hügo-nebula-lotus falan gördükçe kaçma devri gelmiş artık.
Ritmatist – Brandon Sanderson
Ritmatist genç yetişkin tarzında yazılmış bir kitap. Yazar kitabın dünyasını gayet iyi işlemiş. İçerik bir yönüyle biraz polisiye havasındaydı. Gizemli şeyler oluyor ve hikaye git gide gelişiyordu.
Kitap ilk sayfalardan itibaren heyecanlıydı. Kurgu ilerledikçe neler olacağını merak ettiriyordu. Sonlara doğru da beni bir kaç kez şaşırttı. Sadece kitabın sonu birazcık havada gibiydi. Bitmemiş, yarım kalmışlık hissi verdi. Zaten Ritmatist, bir serinin ilk kitabıymış.
Yazar kurguyla ilintili bazı konulara daha detaylı değinebilirdi. Kitabın dünyasıyla ilgili daha çok bilgi edinmek isterdim. Kurguya iyice derinlik sağlardı. Karakterlerin bazılarını da pek derin bulamadığımı söylemem gerekir.
Kitabın içeriğinde Ritmatistle ilgili çizimler ve açıklamalar da mevcut. Adeta bir ders kitabı inceliyormuşum gibi hissettirdi.
Ben kitabı severek okudum. Okumak isteyenlere de tavsiye ederim.
Yazarın devam kitaplarını en kısa zamanda yazması dileğiyle.
Kitaba puanım: 9/10
Bi’de şöyle düşün.
Bu kadar kötülüğü insan yapamaz, insan bu derece saf kötü olamaz, olsa olsa iblistir.
Kvaidan’ı ‘‘tuhaf şeylere dair öyküler ve incelemeler’’ olarak niteleyen Lafcadio Hearn ile unutulmaz bir yolculuğa çıktım. İyi ki Japon klasikleri dizisine eklenen her kitabı kütüphaneme kazandırmaya gayret ediyorum, yoksa Kvaidan’la tanışmam mümkün olur muydu?
Japon dünyasının yaşadığımız evrenle pek içli dışlı olmadığını düşünürüm bazen. Sanki orada yaşanan birçok efsane, mit hala günümüzde varlığını sürdürüyormuş da bize benzemeyen bu insanlar tarafından ‘’kültür’’ adı altında korunuyormuş gibi. Onlara göre belki gerçek; karanlığı aydınlıktan daha çok seven Japonlar, saklamak istediklerini öyle bir koruyorlar ki biz ‘’sadece hayalmiş’’ deyip geçebiliyoruz. Amaçları da bu konuyu geçiştirmemizi istemek olabilir de, neden olmasın? Beri yandan her şeyden nem kapan batıl inançlı bir toplum olduğu da aklıma gelmiyor değil. İnsanoğlunun doğasında yaşadığı her şey; doğum, ölüm, yolculuk, evlenmek… v.s. Bunlarda bile işkillenecek bir şeyler buluyorlar doğrusu. Gerçi kuşkulanmakta haklılar (efsaneler ve mitler yüzünden), ama şüpheleri bile acelesiz ve rahat. Neredeyse çoğu şeye bir isim ve neden bulmak, geleneklere ve göreneklere uymak, ahlaklı olmak, yasa gibi bir şey bu toplumda.
İşte Kvaidan sınırlarınızı zorlamayı sağlayıp sizi bu ve bunun gibi düşünceler içinde bırakıyor. Birbirinden tuhaf on yedi öykü ve üç inceleme (kelebekler, sivrisinekler, karıncalar) ile tüyler ürperten bir serüvene çıkıyorsunuz. Özellikle ölüm, reenkarnasyon, Budizm, ruhlar, cinler ve hayaletler gibi varlık ve temalar öykülerde yoğun bir şekilde işlenmiş. Korkudan bayılacağınız, aklınızı kaybedeceğiniz hikayeler değil bunlar, yine de büyülü ve garipler. Sadece Japonya’ya ait değil, Çin’den de bir şeyler görüyoruz bu arada. Efsaneler yazarın yarattığı yeni bir şey de değil. O sadece bilinen efsaneleri, mitleri alıntı yaparak ve bazen de bir şeyler ekleyerek, kendine has üslubuyla farklı bir yapıt kaleme almış. Peki neden bunu yapmış?
Lafcadio Hearn adından da anlaşılacağı üzere Japon değil, kendisi İrlandalı ve Yunanistan’da doğmuş. Japonya’ya yerleşip de bir samurayın kızıyla evlenene kadar Fransa ve Amerika’da bulunmuş. Birbirinden farklı meslek ve öğrenim deneyimleri olmuş… Yaşamı boyunca sıradan olmayan her şeyi yapmış gibi görünüyor. Kendisi de kitabı gibi, ilginç bir hayat Batı’dan gelen bu adam Japonya’nın gizemine, havasına, gökyüzüne ve mucizelerine vurulmuş, sonunda Japon vatandaşı olmuş. Ve Yakumo Koizumi adını almış. Dediğim gibi bir samurayın kızıyla evlenmiş; eşi Setsuko Koizumi ile. Tokyo’da öğretmenlik de yapmış hayatını kaybedene kadar.
Batı için bu ülke uzak, bilinmeyen ve değişik bir yer sonuçta. Bu ülkeyi en iyi Japonlar anlatır tabii, ama Batı onları pek tanımıyor. Hearn ise kendilerinden biri. Yazar bu fırsatı değerlendiriyor; çünkü bu topluma, kültüre hayran ve tanıtımı için de elinden geleni yapmak istiyor; Batılıların okumak için merak edeceği ilginç bir eser denemesinde bulunuyor ve Kvaidan ortaya çıkıyor. Amacı da Japon kültürünü ve sosyal yaşamını Batı’ya anlatmakmış yani. Kvaidan bunu başarmış bence. Kültürlerine ait şuana kadar okuduklarımdan (Japon klasikleri dizisi) başka bir şey bilmediğim halde, hem hoşuma giden hem de neler ama neler öğrendiğim bir kitap oldu. Bir de unutmadan Miyazaki animelerini yüz kez izlemişimdir; Ruhların Kaçışı filminde her şeyi yiyen bir obur vardı, bir öyküde onu gördüm gibi
Öykülerden sonra böcek incelemelerine geçiş yapıyoruz. En tiksindiğim canlılar… Ama korkmanıza ve iğrenmenize neden olacak türden böcekler değil bunlar; kelebekler, sivrisinekler ve karıncaların biz insanlar karşısındaki yerlerine ve değerlerine dair farklı düşüncelere ev sahipliği yapan bir bölüm bu. Gerçek ve gerçeküstü bilgilerin bulunduğu, edebiyatın ve felsefenin birbirine geçtiği öğretici bir bölüm olmuş. Sıkılmadan okudum öykülerde de olduğu gibi.
Okuması zevkli ve kolay bir kitap; bilmediğiniz kelimeler ve diğer her şey gözünüzü korkutmasın, çünkü dipnotlar oldukça iyi hazırlanmış. Japon kültürünü yakından tanımak isteyen herkese tavsiye ederim.
Puanım 9/10
İncelememi yayımladığım diğer platformlar:
wannart
bubisanat
1000kitap
Atomik Alışkanlıklar - James Clear
Alışkanlık kazanma konusunda çevrenin, devamlılığın, azar azar başlamanın vb. şeylerin öneminden ve bazı yöntemlerden bahsediyor. Faydalı bir kitap olsada beklediğim o inanılmaz etkiyi yapmadı bende. Aynı tas aynı hamam hayatıma devam ediyorum.
Nevermoor - Jessica Townsend
Bir çok eksiklikleri olmasına rağmen dünyasını ve karakterleri sevdim ben. Umarım devam kitapları daha güzeldir.
İskandinav Mitolojisi - Neil Gaiman
Film izler gibi okudum kitabı. Loki’nin olduğu hikayeleri daha çok sevdim. Kapağı da çok güzel kitabın.
Robert Edgerton’ın Hasta Toplumlar kitabını bitirdim.
Sosyoloji ve antropoloji bilminde uzun yıllardır küçük gruplar halinde yaşayan toplulukların şehirde yaşan topluluklara göre çok daha “mutlu ve uyumlu” olduğu ve toplumların geleneksel hale gelmiş olan uygulamalarının, alışkanlıklarının, ritüellerinin mutlaka o toplumun yararına olan bir yönü olduğuna dair, içinde Marvin Harris gibi ünlü antropologların da dahil olduğu fikir birliği mevcut. Örneğin kan davaları topluluklar arasında çıkması muhtemel olan ve bu topluluklardan en az birinin tümden yok olmasına neden olacak geniş çaplı şavaşları engellediği için veya insan/çocuk kurban etmek, kadın sünneti vs. nüfus artışını kontrol altına alıp kıtlığı engellemeye yaradığı için adaptif yani geniş açıdan bakıldığında o toplumun yararına olan bir uygulama olarak kabul görmekte. İşte tam olarak bu fikire karşı yazılmış bir eser.
Toplulukların tüm geleneksel uygulamalarının toplumların yararına olmadığı, toplulukların kitapta sıralanan başlıklarda okuyacağımız üzere farklı nedenlerle kendi yararına olmayan uygulamaları ısrarla devam ettirdiği ve kendi kendilerini yok etmeye eğilimli olabileceği argümanı üzerinde duruluyor.
Popüler bilim kitabı olmadığı için kesinlikle basit bir anlatımı yok, kısmen daha akademik bir çalışma. İçinde oldukça rahatsız edici ritüeller de anlatılıyor. O yüzden herkese tavsiye etmeyi çok istiyorum ama edemiyorum fakat sosyoloji antropoloji konularına ilgisi olanların bence mutlaka okuması gerekli. Ek olarak çevirisi nasıl yapılmış diye bakmadım fakat çevirmen sürekli hiç kullanılmayan eski Türkçe kelimeleri tercih etmiş. Habire sözlüğe bakmak zorunda kaldım.
Rememberance of Earth’s Past - Cixin Liu
Rememberance of Earth’s Past [Dünyanın Geçmişini Hatılamak] Cixin Liu’nun 2008’den ilk kitabı ve 2011’de son kitabı yayınlanan üçlemesi. Üçlemeyi Türkçede yayınlayan İthaki bildiğim kadarıyla üçlemenin isminden bahsetmiyor ve yayınladıkları kitapların isimleri şöyle “Üç Cisim Problemi”, “Karanlık Orman”, “Ölümün Sonu”.
Seri özellikle ilk ve son kitabıyla bilimkurgunun önemli ödüllerine aday gösterilmiş ya da kazanmış. Yıllardır okumayı beklediğim bir seriydi ve Türkçede yayınlandığını gördüğüm zaman da çok sevinip hemen okuma listeme almıştım. Ne var ki burada şunu da belirtmek zorundayım ki kitapların çevirisinin, özellikle ikinci kitapta kendini gösteren özensizliği sonucunda üçlemenin son kitabını İngilizcesinden okudum.
Dünyanın Geçmişini Hatırlamak, kabaca anlatmak gerekirse, Dünya’yı işgal etmek üzere yola çıkan ve 400 yıl içinde Dünya’ya varacak olan uzaylı bir uygarlığın keşfiyle birlikte Dünya’da ve bağlantılı olarak uzayda (ve hatta yine bağlantılı olarak diğer boyutlarda ve zamanda) yaşananları konu alıyor.
Tek tek kitaplara geçelim.
Üç Cisim Problemi
Üç Cisim Problemi 1960’ların sonunda Çin Kültür Devrimi esnalarında başlıyor. Bir dizi olay sonucunda oradan oraya savrulan Ye Wenjie nihayetinde kendini bir ormanın ortasında, büyük bir verici projesinin içinde buluyor. Verici projesi olası uzaylılarla temas kurmak için başlatılmış ve Ye Wenjie bu uzaktaki uzaylılarla ilk temas kuran kişi oluyor.
Kitap sonrasında günümüze sıçrıyor. İnsanların yeni hastalığı Üç Cisim adlı çevrimiçi bir bilgisayar oyunudur. Kullanıcıların tarihten önemli figürler, bilimadamları ve hükümdar avatarlarıyla bağlandığı bu oyunda dünya bildiğimiz dünyaya pek benzemez. Bir anda her şeyi yakıp kavuran bir yaz başlarken bunun hemen sonrasında her şeyi donduran bir kış başlayabilmektedir. Arada ise ne kadar süreceği belli olmayan Denge dönemleri yaşanmaktadır. Bu oyunu dolduran oyuncuların karakterleri ve NPC’ler de bu koşullara uyum sağlamıştır. Mesela yakıcı yaz başladığında buradaki canlılar vücutlarındaki suyu boşaltarak kururlar ve Denge dönemi gelince bu kuru kılıflara su verilerek canlandırılırlar. Newton’dan Einstein’a ve kimi Çinli bilgelere dek oyuncular bu oyuna bağlanarak bu dünyanın sırrını çözmeye ve bir düzen kurmaya çalışırlar.
Dünyanın sırrı ise şudur ki bu dünya üç güneş etrafında dönmektedir ve matematikteki üç cisim probleminin söylediğine göre birbirinin kütle çekimi etkisi altında olan üç cisimin yörüngeleri kaotiktir. Bu kaotik yörüngelerde savrulan Trisolaran dünyasında ne zaman yakıcı bir yaz, ne zaman dondurucu bir kış olacağı bu sebeple belli değildir.
Fakat bu oyun nereden çıkmıştır?
Ye Wenjie’nin haberleştiği Trisolaranlılar ortada kendilerininkinin aksine cefasız bir gezegenin bu kadar yakında var olduğunu öğrenince, Dünya’ya göçmeye karar vermişlerdir. Açıkta tuttukları iletişim kanalları aracılığıyla insanlar arasında sempatizanlar bulup Dünya Trisolaran Örgütü’nün kurulmasını sağlamışlardır.
Uzun çabalar sonunda Trisolaran’ın sırrını çözen ve sürekli bir Denge mevsiminin sağlanamayacağını öğrenen oyuncular ise bu sırra ortak olur ve Dünya Trisolaran Örgütü’ne davet edilirler. Örgütün amacı Trisolaranlıların Dünya’yı işgalini kolaylaştırmaktır.
Trisolaranlıların bu işgali kolaylaştırmak için yaptıkları bir hamle daha vardır ki bu çok kritiktir. O da Sophon adı verilen, Kuantum Dolanıklığıyla çalışan, böylece de ışık hızından hızlı iletişimi olanaklı kılan 11 boyutlu bir çeşit bilgisayarı Dünya’ya göndermektir. Sophon’un amacı bu işgal için gerekli olan 400 yıl boyunca dünyadaki temel fizik çalışmalarını durdurmaktır.
İlk kitap hem çok tanıdık hem de tamamen yeni bir takım icatlar sergiliyor. Kitabı okurken türün köşe taşı eserleri arasında gezindiğinizi hissediyorsunuz. Bu hissi özellikle ikinci kitap olan Karanlık Orman’da çok yaşadım. Fakat sinemada Tarantino’nun yaptığına benzer bir pastiş değil bu bahsettiğim. Cixin Liu’nun (Sışin Liu) ağır bir bilimkurgu okuru olduğu ortada fakat bunun üzerine, hem de hard sci-fi gibi zor bir alanda ciddi bir yaratıcılık tuğlası koymuş. 11 boyutlu olan ve boyutlar arasında katlanabilen Sophonlar ve Üç Cisim oyunun arkasındaki gerçek gibi buluşları dahiyane. Ayrıca bir de tuhaf bilgi, Trisolaranlılar hakkında 2000 sayfalık üçleme boyunca öğrenebildiğimiz hemen her şey bu kitaptaki Üç Cisim oyunundan öğrendiklerimizle sınırlı.
Bir sonraki yanıtımda Karanlık Orman’ı ve sonra da Ölüm’ün Sonu’nu incelemeye çalışacağım.
Roman mı okuyorum, film senaryosu mu bilemedim. Fikirler güzel ama bunun aktarılış şeklini hiç beğenmedim. Tam Hollywood filmi gibi kitap, eksiği yok fazlası var. 2021 yılının en iyi bilimkurgu romanı seçilen kitaptan beklediğim şey bu değildi. Kesin konuşmayayım Beyza Alkoç’un Karantina kitabını okusam ya eşit derecede ya da bu kitaptan daha fazla edebi derinliğe sahip bir roman okumuş olacağımı sanıyorum. İki kitap arasındaki büyük fark tabii ki bu kitabın bilimkurgu öğeleriyle süslü olması ama iki kitabın ortak noktası üslup diye bir kavramın olmaması. Betimleme hak getire. Bilimkurgu türünde zaten betimlemeler baş belası ama bu kitapta bazı noktalarda saçımı başımı yolacaktım, ne anlatılıyor burada diye. Mizah konusu yapılmayan tek bir karakteri bile yok. Tamamen komedi olması için yazılmış. Duygusal anlarda bile bir sululuk hakim ortama. Çeviri ve editörlük kısımları tamamen facia. Onlar da kesinlikle okuma deneyimini etkiledi.
Kısaca Hollywood türünde yazılmış 536 sayfalık bir kitap.
İyi yanları da var kitabın. Merak öğesini canlı tutmayı başarıyor kitap, sürekli yeni bir olay patlak veriyor. Onun dışında Rocky candır. Son biraz zayıf kaldı ama heyecan yaratmayı başardı, Karakterin hafızasının yavaş yavaş yerine gelip olayları hatırlaması, geçmişe şimdiye dönüşler de kitapta en beğendiğim noktalardandı.
Sonuç olarak, hayal kırıklığı oldu. Çocukluğun Sonu’nu bu kitabı okumadan kısa süre önce okuyup bitirmem de bu görüşlerimde etki etmiş olabilir. Çocukluğun Sonu nerede bu kitap nerede ?
2-2.5/5
Karanlık ormana başlamak için çok sağlam bir sebep ve en önemlisi bir ilk kitap özeti bekliyordum. Hızır gibi yetiştiniz. Çünkü baya oldu ilk kitabı okuyalı. Şimdi bu incelemenizi okuyunca unuttuğum çoğu yer aydınlandı. Sayenizde 2.kitaba rahatlıkla başlayabilirim. Güzel bir inceleme olmus.
Ahmet Ümit - Kar Kokusu
Ahmet Ümit’i çeşitli mecralar üzerinden yaptığı açıklamalar sebebiyle çok sevdiğim için kitaplarını kronolojik sırayla okuyorum.
Çeşitli okurlardan ilk kitapların pek iyi olmadığı, çıtanın zamanla yüksekliği söylense de ben bir iki öyküsü hariç, ilk kitapların da güzel olduğunu düşünüyorum. Özellikle “Bir Ses Böler Geceyi” hem hikayenin sıradışı olması bakımından, hem de Alevi Bektaşi geleneğini anlatması bakımından çok güzel bir eserdi.
Kar Kokusu yazarın şimdiye kadar okuduğum kitapları arasında bence en zayıf olanı. Gençlik idealistliğiyle yazılmış, biraz da kişisel hayaller, idealler, düşünceler üzerinden beslenmiş ancak eksik kalmış bir kitap.
Eksik, evet bu kitabı tanımlamak istersem en güzel kelime eksik olur.
İşin içinde Türk Soyalizmi ve Sovyet Sosyalizmi mevcut, kitapta 9999 defa yoldaş kelimesi geçiyor, Türk Sosyalistlerin çeşitli detayları veriliyor ama bu adamlar neden yoldaş, neden aynı ideali paylaşıyorlar, neden Sosyalist olmuşlar, Sosyalist düşünce bize ne vadediyor söylenmiyor, burası bence eksik.
Kitabın çoğunluğu Sovyetlerde geçmesine rağmen, orada da sadece olayın geçtiği eğitim merkezinden bahsediliyor. Sovyetlere meraklı bir kişi olarak, Sovyetlerdeki o anki durumlar hakkında az da olsa Türk Sosyalistlerin ağzından bir şeyler okumak isterdim.
Diğer taraftan kitap aslında polisiye kitabı, ancak siyasi kısımlardaki eksiklik, polisiye tarafında da devam ediyor. Sürekli karakterlerin geçmişi anlatılıyor ama aralarında bağ, veya katilin kim olduğu konusunda güzel bir fikir yürütemiyorsunuz. Bir karakterin üzerinde o kadar çok duruluyor ve olayın onunla alakalı olmadığı kitap sonunda ortaya çıkınca “Tamam da ben bu kadar şeyi neden okudum” diyorsunuz. Daha önceki Ahmet Ümit eserlerinde gördüğüm, kitabın sonunu bağlayamama, ortaya pat diye sonuç yazma olayı maalesef bu bu eserde de mevcut.
Sonuç olarak zorla okuduğum, yarım bırakıp bırakmamak adına çok tereddütte kaldığım bir kitap oldu. Ahmet Ümit okuyacaksınız kesinlikle bu kitabı es geçmenizi öneririm. Yazarın hayranıysanız bile bu kitabı en sona bıraksanız iyi olur.
Benim de kişisel tercihlerim ve beklentilerim yüzünden en az sevdiğim kitaplarından birisi olmuştu Kar Kokusu. Ama sanki @alper daha farklı düşünüyordu, o zaman da konuşmuştuk.
Ben Ümit’in polisiye merkezli kitaplarından ziyade, polisiyeyi araç olarak kullandığı kitaplarını daha çok seviyorum. Az önce Beyoğlu Rapsodisi’ni bitirdim mesela. Herkesin rahatsız ve gereksiz gördüğü kısımlar benim en zevk alarak dinlediğim yerlerdi. Sonu da harikaydı. Bu tür kitaplarını daha çok beğeniyorum.
Ben aşağıdaki @alper 'in size önerdiği sıralamaya göre okuyorum. @alper üstat başka bir dünya, onun zevkleri beğenilerini anlamak bizim gibi ölümlüler için zor
Hayatım boyunca yarım bıraktığım tek kitap olabilir. Maalesef hiç beğenmemiştim. Bir de Senlin Yükseliyor var o da forumda bu ara gündem olmuş ikinci kitabıyla birlikte ama… Senlin de bana göre çok kötüydü. Belki ikinci kitabıyla açılıyordur bilemeyeceğim.
Senlin Yükseliyor’un ilk yarısında ben de inanılmaz ilgisizdim ancak devamında çok güzel toparladığını düşünüp devam etme kararı almıştım. Seriyi tammladığımda da bayağı memnun kaldım. Diyeceğim, kitabın ikinci yarısını da beğenmediyseniz devam etmenize gerek yok bence.