
Bilim kurgu öğeleri barınıdırdığı doğru, tefrika edilmeye başlandığı yıllar için ilerici bir eser, ona da tamam ancak kitabı bilim kurgu “klasiği” olarak nitelemek ne derece doğru, bilmiyorum. İthaki ona buna klasik demeye başladığı için bu terimin de içi git gide boşalmaya başladı.
Öykü serüven meraklısı 3 Amerikalı gencin Amazon Ormanları’nın ücra bir köşesinde esrarengiz bir ülkeciği keşfetmeleriyle açılıyor. Dünyanın geri kalanından tabii sebepler yüzünden yalıtılmış bu ülkede yabani bir milleti bulacaklarını düşünen kahramanlarımız sadece kadınlardan mürekkep, Batı’nın tüm uluslarından daha medeni, daha insanı ve daha bilimsel bir toplumla karşılaşıyorlar. Bu kadınlarla bilgi alışverişinde bulundukları süre boyunca Kadınlar Ülkesi’nin adet ve yasalarını kendi memleketlerindeki geleneklerle karşılaştırıyorlar. Kitap genel olarak bu kıyaslamalardan ibaret.
C.P. Gilman kendi zamanındaki topluma yön veren ataerkil anlayışı, kadına biçilen görevleri ve  kadınların katlanmak zorunda bırakıldıkları ayrımcılığı radikal bir biçimde eleştirebileceği bir kurgu yaratmak istemiş, bunda müthiş başarılı da olmuş. Kitabın bana bir kurgudan ziyade politik manifesto gibi göründüğü zamanlar oldu. Hatta ufak tefek rötuşlarla biraz değiştirilip üniversitede doktora tezi olarak da yayımlanabilirmiş. (bkz. Malazan’daki Kadınlar isimli master tezi)
Gilman’ın fikirlerini okumaktan çok keyif aldım, erkeklere bakış açısı yer yer nesnellikten çıkıp karikatürize etmeye kaysa bile yine de isabetliydi. 3 gencin mizaçlarını birbirlerinden dünyalar kadar farklı yaratması da Gilman’ın Batı toplumlarındaki en belirgin erkek tiplerini analiz etmek için kullandığı akıllıca bir yöntem olmuş. Kaba bir maço olan Terry, kadın aşığı, nazik ve biraz da pısırık biyolog Jeff ve duygusal yönden diğer ikisinin tam ortasında yer alan, olaylara daha soğukkanlı yaklaşan sosyolog anlatıcımız Van. Her birinin davranışlarının bir kadın gözünden irdelenmesi hem hoştu hem de eğlenceliydi.
Bu arada kitabın çevirisini övmeden edemeyeceğim: İthaki’nin çevirmenleri arasındaki yeni favorim Sevda Deniz Karali. Bu kadar yetkin bir çeviriye en son Ishiguro’nun Geriye Kalanlar’ının Şebnem Susam-Sarajeva çevirisinde denk gelmiştim. Kelime seçimleri ve deyimlerin Türkçe karşılıkları (gül bahçesindeki gonca, Nuh Nebi’den kalma vs.) müthiş uyumluydu, ne bir anlatım bozukluğu vardı ne de imla hatası. Çevirisini kitabın kendisinden daha çok sevdim galiba. 

Terry Bisson’un muhafazakâr siyasi görüşü hicvetmek amaçlı yazdığı iki öyküyü içeriyor. Bir de kendisiyle yapılmış bir röportaja yer verilmiş.
İki hikâyeyi de beğenmedim. Ne kurgusal yaratıcılıktan ne de yazarın niyet ettiği kara mizah harmanlı vurucu bir sağ siyaset yergisinden bahsetmek mümkün. Espriler lise şakalaşması düzeyinde, taşlamalarsa “Katil İsrail Filistin topraklarını hunharca istila ediyor” gibi beylik laflardan öteye gitmiyor.
Ayrıntı’nın bu bilim kurgu serisini bire bir PM Press’in Outspoken Authors dizisinden tercüme ettiğini biliyoruz. Serinin konsepti de zaten bu: Outspoken, yani lafını esirgemeyen bilim kurgu yazarlarının toplumsal eleştiri tarzındaki öykülerine yer veriliyor. Dizinin editörü bizzat Terry Bisson. Şimdiye kadar okuduğum her iki eser de (diğeri Ken MacLeod’un İnsan Cephesi’ydi) beni hayal kırıklığına uğrattı. Görüşlerimiz ne kadar aynı eksende dönse de şimdilik edebi yönüyle oldukça zayıf bir seri olduğunu düşünüyorum. Sırada Nalo Hopkinson’ın kitabını okumak var, onu da beğenmezsen bu seriye veda edeceğim.
Celâl Şengör, hayranı olduğum Hasan-Âli Yücel’in bilimsel yönteme dayalı eğitim siyasetine titiz bir bakış açısı sunmuş. HÂY, görevine arap topar son verilmeden önce 1938-1946 yılları arasında üstlendiği maarif bakanlığı görevinde Cumhuriyet’in eğitim ve öğretim sistemini kökten ıslah etmiş büyük bir devlet adamı, gerçek bir Cumhuriyet bilgini ve aydınıydı.
Osmanlı’nın Anadolu’yu yüz yıllar boyunca cehalete ve yobazlığa sürgün etmesinden doğmuş bir enkazı devralarak Atatürk’le beraber bu geri kalmış ülkeyi Avrupa tarzı metodlarla muasır seviyeye çıkarmaya çalışmış, bunda bir ölçüde başarılı da olmuş. İcraatları arasında çok olumlu sonuçlar doğuran Köy Enstitüleri’ni yaratmak ve Mühendishane-i Bahrî-i Humâyûn gibi çağı yakalayamamış öğretim kurumlarını İstanbul Teknik Üniversitesi gibi saygın kuruluşlara dönüştürmek, üniversiteleri fikir alışverişi odaklı bilim yuvaları haline getirmek var. Bakanlığı sırasında dünya klasiklerini özenle Türkçeye tercüme ettirmesi, önemli düşünürlerin fikirlerini cahil bırakılmış Türk halkına ulaştırması başlı başına takdire şayan bir başarı.
Ama belki de en önemlisi müspet bilimler ışığında bilimsel yönteme, yani gözlem → hipotez → verilerle kontrol → teori oluşturma aşamalarını eğitim ve öğretimin her aşamasına entegre etmeye çalışması onun en büyük mirası. Karl Popper’la eş zamanlı olarak benimsemiş olduğu bilim felsefesinin önemini anlamış, bu konuyu vatana faydası olması için elinden geldiği her alanda oturtmaya çalışmış.
Ne yazık ki, Cumhuriyet’in ilk 20 yılındaki atılımlar, dünyanın bizi hayranlıkla izlediği o yıllar Atatürk’ün ölümünden ve HÂY’in bakanlık görevinden uzaklaştırılmasından sonra hızlı bir düşüşe geçti. 80 yıl sonrasında yani günümüzde yaşadıklarımız malum. Belki de birkaç asırda bir yetişen bu dâhilerin değerini bu halk elbette bilemedi, özüne dönmeyi seçti.