Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Alex Michaelides - Sessiz Hasta

Alicia Berenson kocasına 5 kez ateş ederek onu öldürüyor (ya da öldürdüğü iddia ediliyor) ve sonrasında hiç konuşmamaya başlıyor ve bir kliniğe kapatılıyor. Bir psikoterapist olan ana karakterimiz Theo Faber de Alicia’nın neden hiç konuşmadığını ve o gün aslında neler olduğunu çözmeye çalışıyor. Kitabın büyük kısmını Theo Faber’in gözünden, birinci tekil şahıs yazımıyla okuyoruz. Bunun dışında Alicia’nın günlüklerinden oluşan birkaç bölüm var.

Bu kitabı 2019 yılında Goodreads’te yılın en iyi gerilim romanı seçildiğinde listeye almıştım. İnternetteki yorumları da genelde olumluydu. Bence en iyi gerilim romanı seçilecek kadar iyi bir kitap değil. Akıcı ve kolay okunuyor, gizemi de bir şekilde sonuna kadar taşımayı başarıyor ama türe bir yenilik ya da farklı bir yaklaşım getirdiğini söylemek mümkün değil.

Kitabın internetteki yorumlarında özellikle kitabın sürpriz sonu övülüyor. Aslında bu tür kitaplar okumaya ve film/diziler seyretmeye alışkınsanız az çok tahmin edebileceğiniz bir sonu var. Burada elbette spoiler olmasın diye detaya girmeyeceğim ama yazar okuyucunun sonu tahmin edememesi için okuyucuyu yanlış yöne yönlendiren bir yazım tarzı tercih etmiş. Kötü bir son değil ama ben o kadar etkilenmedim.

Yazar Kıbrıs kökenli bir kişi, babası Kıbrıslı bir Yunan iken annesi de Kıbrıslı bir İngilizmiş. Yunan kökenini bu romanına da çokça yansıtmış. Bazen bu yaklaşımın biraz anlamsız olduğu durumlar da var :slightly_smiling_face:. En belirgin konu Alkestis isimli bir Yunan tragedyasından bahsetmesi ki hikayeyle bağlantılı (bu tragedyada da ölümden döndükten sonra hiç konuşmayan bir karakter var) ve hiçbir sıkıntı yok. Alicia karakterinin kapatıldığı kliniğin müdürü Yunan kökenli bir kişi, hikayede böyle olmasını gerektirecek bir durum yok ama olmaması için bir sebep de yok, buna da bir şey demiyorum. Ama bir yerde hikayenin geçtiği Londra’nın sıcağını tasvir ederken “Atina’dan bile daha sıcak” diye söyleniyor, söyleyen karakterin de Yunanistan’la bir alakası yok, sıcaklık belirtmek için biraz zorlama bir karşılaştırma olmuş.

Bu kitap yazarın ilk kitabı, kendisi aslında senaryo yazarlığı yapıyor. Kitapta da bu durumu hissetmek mümkün, bir film senaryosu gibi ilerliyor. Sanırım kitabın filmi de çekilecek, sadece hikayeye bakarak 6-7 arası bir imdb puanına sahip bir film olacağını tahmin ediyorum. Aslında bu yazar için ileriye doğru önemli bir adım olur çünkü şu ana kadar senaryosunu yazdığı mevcut yapımlar imdb’de 3-4 arası puan almış :slightly_smiling_face:.

Genel olarak olumsuz yorum yapmış oldum ama okumuş olmaktan pişman değilim, çok kötü bir kitap olduğunu düşünmüyorum, okurken keyif de aldım ama bu popülerliği hak ettiğini düşünmüyorum. Yazarın Yitik Kızlar adıyla Türkçeye çevrilen bir kitabı daha var, o kitabın yorumları o kadar iyi değil, onu okumayı düşünmüyorum.

Orijinal haliyle karşılaştırma yapmadım ama 1-2 sıkıntılı gözüken yer dışında çeviri ve editörlüğü iyi bulduğumu söyleyebilirim.

13 Beğeni

Bakkhalar:

Dionysos (veya Bakkhos - Bromios) : Zeus ve Semele’nin oğludur. Zeus Hera ile evliyken Semele’ye aşık olur. Zeus’un karısı Hera ikiliyi kıskandığı için yaşlı bir kadın kılığına girer ve Semele’ye Zeus’un ona güçlerini göstermesini söyler. Semele, Zeus’tan güçlerini göstermesini isteyince ise Zeus’un gücü Semele’yi yakarak öldürür. Bu sırada Semele’nin karnındaki yedi aylık bebeği düşer. Zeus ise bu sırada oradaki yapraklı bir sarmaşığın yanmaktan koruduğu Dionysos’u kurtarır ve baldırında saklar. Daha sonra Tanrı Dionysos Zeus’un baldırından doğar. İnsanlar Dionysos’u parçalayıp yedikten sonra titanların küllerinden doğar. Onun için özünde iki kişilik vardır. Bir yanı sevinç ve neşe getirirken diğer tarafının azap getiren ve kör öfkeye sahip olduğu söylenmektedir. Şarap tanrısıdır. Şarabı bulur ve üzümü dünyaya yaymak için uzak memleketleri dolaşmaya başlar. Dionysos dininde çiğ et yemek tanrı ile birleşmek ve kaynaşmak içindir. Müritleri olan bakkhalar hayvanları parça parça edip yerler.

Dionysos’un teyzeleri, (Yani Pentheus’un annesi olan Agaue, Ino ve Autonoe) Dionysos’un annesi Semele’ye iftira atarlar. Semele’nin Zeus’tan değil de bir insandan hamile kaldığı ve Dionysos’un babasının Zeus olmadığını söylerler. Bu sebeple Dionysos kendine ve annesine atılan iftiraların intikamını almak için Thebai şehrine gelir. Thebai halkını dinine tapınmaya zorlar. Thebai şehrindeki kadınları baştan çıkartıp müridi yapar. Dionysos’un şehre geldiğini duyan Thebai kralı Pentheus onun bir tanrı olduğuna inanmaz ve tapınmayı reddeder. Dionysos’un etkinliklerini engellemek için onu ve müritlerini tutuklattırır. Fakat bakkhalar Dionysos’un kudretiyle kurtulur ve Thebai sarayı yerle bir olur. Daha sonrasında Dionysos, dağ bayırda ekstazi halinde bulunan kadınların yanına götürmek için Pentheus’u kandırır ve ona kadın elbiseleri giydirir. Dağa vardıklarında Pentheus, çılgınlık içinde olan annesi Agave tarafından paramparça edilerek öldürülür. Oğlunun kafasını keserek değneğine takan Agave sevinç içinde şehre gelir. Sarhoşluk hali geçtiğinde kendi oğlunu öldürdüğünün farkına varır. Dionysos ise Agave ve diğer teyzelerini sürgüne yollar.

Alkestis:

Alkestis, tragedya şairi Euripides’in m.ö 438’de yazdığı bir oyundur. Teselya’daki Pherae şehrinin kralı Admetos ölmek üzeredir. Zeus ve Letu’nun oğlu olan Apollon, kral Admetos’a yardım etmek ister. Kralın yazgısındaki ölümü ertelemek için kader tanrıçalarına gider. Apollon kader tanrıçalarını sarhoş eder. Tanrıçalar Admetos’un yerine ölmeyi kabul edecek birisi bulunursa, kralın canını almamayı kabul eder. Kralın karısı olan Alkestis dışında hiç kimse Admetos’un yerine ölmeyi kabul etmez. Alkestis fedakarca kocasının yerine ölmek istediğini belirtir. Admetos kendisi yerine ölecek kişinin yaşlı anne ve babasından birisi olacağını düşünürken (evlata bak) genç karısının bu şekilde davranması onu çok üzer ve kendi canının da karısıyla birlikte alınmasını ister. Alkestis kocasının kollarında son nefesini verirken Admetos son derece üzgündür. Alkestis’in ölümünden çok kısa bir süre sonra Herakles oyuna dahil olur.

Herakles, insan yiyen vahşi atlara sahip olan Diomedes’in atlarını öldürmeye gitmektedir. Pherae şehri yolunun üstünde olduğundan dolayı Admetos’un konağına dinlenmek için uğrar fakat felaketten haberi yoktur. Misafirperverliğiyle ünlü olan Admetos ise başındaki felaketi bahane etmeksizin Herakles’i evinde ağırlar fakat karısının öldüğünü ona söylemez. Cenaze evinde müthiş bir ziyafet çeken ve sarhoş bir şekilde sağa sola bağıran Herakles evin hizmetçisi tarafından uyarılır. Kendisine cenaze evinde böyle yakışık olmayan hareketler yapmaması söylenir ve işte bu sırada Herakles, Admetos’un karısı Alkestis’in öldüğünü öğrenir. Kendisinin böyle bir felaket içinde ağırlandığını üzülerek öğrenen Herakles Admetos’a yardım etmek ister. Yeraltı dünyasına iner ve ölüm tanrısı Thanatos ile onunla Alkestis’i serbest bırakmayı kabul edene kadar güreşir. Muzaffer olarak Pherea’ya Alkestis ile birlikte döner. Herakles onu örtülere sarar ve Admetos’a bu kadını bir oyundan zafer mükafatı olarak aldığını ve görevinden dönene kadar onu kendisi için saklamasını söyler. Admetos da haliyle içinde bulunduğu durumdan dolayı bu kadını kabul etmeye yanaşmaz. Herakles zorla Alkestis’i ona kabul ettirir ve birden kadının örtüsünü üstünden atar. Karşısında eşini gören Admetos sevinçten havalara uçar ve tragedya mutlu bir biçimde sona erer…
Talih birçok şekiller aldı ve hiç beklenilmeyen birçok hadiseleri tanrılar tahakkuk ettirdi. Beklenen şey sonuna varmadı ve tanrılar beklenilmeyene yol verdi. Bu dram işte bundan çıkmıştır.

13 Beğeni

Operasyon: Mussolini

Bilindiği gibi 1942 sonlarında İtalya Doğu Afrika’daki sömürge topraklarının tamamını kaybetmiş; Sovyet Cephesi’ne gönderilen 235.000 mevcutlu 8. Ordu darmaduman olarak 114.500 zayiat vermişti. Üstüne üstlük 19 Temmuz’da Roma ilk kez ağır bombalanmış, yaklaşık 500 uçağın katılımıyla icra edilen bombardımanda Aziz Lawrence Basilikası gibi tarihi yapılar hasar görmüş, binlerce sivil hayatını kaybetmişti. Yüksek Faşist Konseyi bir araya gelerek yedi saat süren tartışmaların sonunda Dino Grandi bir önerge sunarak Duce’nin tek adam yönetiminin ilga edilmesini ve diktatörün alaşağı edilmesini istemişti. 8’e karşı 19 oyla kabul edilen bu önerge sonucunda 78 yaşındaki pasif ve tedbirciliğiyle bilinen kral 3. Vittorio Emmanuelle, Mussolini’yi görevden alarak diktatörün düşmanı olan Pietro Badoglio’yu hükümetin başına koymuştu. Mussolini alıkonularak bir ambulansa bindirilmiş ve araç Roma sokaklarında kayıplara karışmıştı. Badoglio’nun müttefikler ile ateşkes imzalayacağını bilen Hitler, hiç zaman kaybetmeden Otto Skorzeny’i ve Kurt Student’i görevlendirerek Mussolini’yi kurtarma operasyonunu başlatmıştı. İşte bu kitap, tarihin en değişik kişiliklerinden biri olan Otto Skorzeny’in neden bu görev için seçildiğini; ve Gran Sasso Baskını’nın hangi şartlar altında gerçekleştiğini adeta bir belgesel izlermiş gibi aktarıyor. Aşağıda vereceğim örneklerdeki gibi bu kitap, Otto Skorzeny’in şan şöhret delisi olan karakter yapısını da anlamamızı sağlıyor.

  • Gran Sasso sıradağlarında bir otelde tutuklu halde bulunan Mussolini’yi kurtarmak için paraşütçü ekibe ihtiyaç duyuluyor. Harekatta on adet uçak kullanılıyor. En öndeki kılavuz uçakta Yüzbaşı Langguth yer alıyor. Fakat hava akımı yüzünden tırmanma hızı düşük olduğu için Langguth irtifa kazanma amacıyla doğu yönünde geniş bir daire çiziyor. Arkasındaki pilotların bu hareketi takip edeceğini düşünen Langguth fena halde yanılıyor. SS komandolarını taşıyan ikinci grup ile Gran Sasso’daki teleferiği ele geçirecek olan üçüncü grup doğrudan yoluna devam ederek kılavız uçağı geçmiş oluyor. Yani Otto Skorzeny’in bulunduğu DFS-230 model planör grubu, oteli işgal edip Mussolini’yi kurtaracak Üsteğmen Berlepsch ve paraşütçülerini taşıyan uçağın önüne geçmiş oluyor. Böylece otele ilk giren de Skorzeny ve yanındaki bir SS subayı oluyor. Yani kaderin bir cilvesi sonucu Skorzeny bir nevi başrole geçmiş oluyor.

  • Gran Sasso’ya başarılı bir şekilde yumuşak iniş yapan hünerli pilot Gerlach, Mussolini’yi taşıyacak olan Fi-156 gibi küçük bir irtibat uçağıyla nasıl kalkış yapacağını kara kara düşünürken bizim çakal Skorzeny, Gerlach’a yaklaşarak ona Mussolini’ye uçuş sırasında refakat etmek istediğini söylüyor. Fazladan yüz kiloluk bir ilavenin intihar anlamına geleceğini iyi bilen Gerlach, Skorzeny’in teklifini şiddetle geri çevirdiyse de Otto zorla isteğini kabul ettiriyor. Kalkış esnasında nitekim bir türlü havalanamayan uçak, pist görevi gören taşlık uçurum alanın sonuna kadar geldiğinde zar zor havalanıyor. Hatta uçak uçurumdan aşağı gözden kayboluyor. Soğukkanlı pilot Gerlach uçağı zar zor toplayıp alçak irtifada yola çıkmayı başarıyor. Skorzeny operasyonu kendine mâl etmek adına, ölüm pahasına da olsa uçakta devrik diktatöre eşlik ediyor. Şöhret için görevin başarısını tehlikeye atıyor.

  • Meşe Harekatı’ndan iki gün sonra Alman radyosuna çıkan Skorzeny, kendini harekatın planlayıcısı ve komutanı olarak tanıtıyor. Halbuki Meşe Harekatı’nın harekat planı, 2. Hava İndirme Tümeni bünyesinde bulunan Binbaşı Harald Mors tarafından hazırlanıyor. Ayrıca yaptığı konuşmada paraşütçülerin birçoğunun operasyon sırasında öldüğünü söylüyor. Fakat bilindiği gibi Meşe Operasyonu, tek bir kurşun bile atılmadan başarı ile tamamlanmış bir operasyon.

  • Skorzeny, pek çok dile çevrilen hatıratlarında yalan yanlış ifadeler kullanıyor ve kendini operasyonun kahramanı ilan ediyor. Yazdığı kitapta paraşütçülere ve diğerlerine neredeyse hiç yer vermiyor. Askeri kariyerinin büyük bir kısmını bakım bölümünde geçiriyor. Otto Skorzeny, operasyonun başarıyla tamamlanmasında katkıları olan Harald Mors, Heiner Lohrmann, Teğmen Meyer, Yüzbaşı Gerlach, Georg Freiherr von Berlepsch ve Kurt Student’in ekmeğini yiyor ve Üçüncü Reich’in en prestijli madalyası olan Şövalye Haçı’na sahip oluyor. Otto Skorzeny’in harekat alanını uçaktan fotoğraflaması ve doğrudan Hitler’den emir alması bir gerçek, fakat bence bunlar tek başına madalya alması için yeterli değil.

Sonuç olarak Almanya’nın, dört bir yandan döküldüğü bu dönemde muhtemelen böylesi bir kahramanlığa ihtiyacı vardı ve bu “kahramanların” Schutzstaffel personeli olması Nazilerin işine geliyordu. Ayrıca Schutzstaffel’in Abwehr ile olan mücadelesinden galip olarak çıkması gerekiyordu. Bu sebeple de Otto Skorzeny’in operasyon sonrasında verdiği demeçlerin görmezden gelinmesi gerekiyordu.

Bu arada herif çok ilginç bir kariyere sahip. Adamın kariyeri Batuhan Karadeniz’in kariyerinden daha absürt. Gerisini siz düşünün. :rofl:

17 Beğeni

Spiderlight - Adrian Tchaikovsky

44773188.SY475

Sevgili @isos81 ve @Abraxas ile yaptığımız okuma etkinliğinde bu ay Spiderlight vardı.

Bir rahip, bir büyücü, bir paladin, bir hırsız ve bir savaşçı dünyaya yayılan kötülüğün kaynağı olan Karanlık Lord’u öldürmek için bir göreve çıkar. Kehanete göre kötülüğü yok etmek için bir örümceğin dişine ve yoluna ihtiyaç vardır. Kahramanlarımız bu uğurda korkunç örümceklerin inine dalarlar ve macera başlar…

Oldukça klişe bir konu seçimi yapan yazar (Zamanın Çocukları’ndan hatırlayabilirsiniz) ilk bakışta bize sıradan bir fantastik hikayeden fazlasını verecekmiş gibi görünmüyor. İlk bölümün sonlarında basit bir klişeden daha fazlasının olduğunun sinyalini verip sonraki her bölümde o klişelerden bir bir sıyrılarak devam ediyor. Ekibe hiç beklenmeyen bir üye olan Nth’in katılması beraberinde hem ruhani hem de dünyevi ikilemler doğurmaya başlayınca hikayemizin başladığı gibi gitmeyeceği de belli oluyor.

Kitabın başlarında kullanılan esprili dili çok sevmesem de yazarın akıcı üslubu bunu görmezden gelmemi kolayca sağladı. Hikaye ilerlerken anlatımın ve yaşananların yavaşça ton değiştirmesi, dünyanın gerçekleriyle yüzleş(emey)en karakterler, aydınlık ve karanlığın basitçe iyi ve kötüyü tanımlamakta yetersiz kalması anlatılırken bir yandan da kölelik, feminizm ve inanç konuları da hafiften masaya yatırılıyor. Bazı kısımlar aceleyle geçiştirildiği hissini verse de yazar son sayfaları okurken tatmin hissini yaşatıyor size.

Dili de ağır olmayan bu kısa romanı (300 sf) fantastik kurgu sevenlere gönül rahatlığıyla önerebilirim.

24 Beğeni

Okuduğum Tarih: 20-23 Sarıca 2022
[Okuduğum 336.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 63.betik
[Sarıca ayının 5.betiği]

2015 Yılında yapılan yarışma sonucunda Fantastik ve Bilimkurgu dalında ödül alan yazarların onbir öyküsünün topladığı bu betik, Türk Fantastik ve Bilimkurgu yazarlarının (!) eserlerini ölümsüzleştiriyor… Yarışmada ilk üçe giren öykülere baktığımızda gerçekten Türk Fantastik ve Bilimkurgu Edebiyatları’na dahil mi? Hayır çünkü karakter ve mekan adlarında Türkçe izleri yoktur. Sanki İngiliz ve Latin Fantastik-Bilimkurgu Edebiyatları’na hitap ediyoruz. Jüriler değil okurlar eserlere gereken değerleri veriyor. Benim gibi Türk Bilimkurgu ve Fantastik Edebiyatları’na gereken hassasiyeti gösterenlerin olduğuna inanıyorum. Gelin eserde yer alan öykülere yazdığım yorumlarla hassasiyet gösterdiğimi öğrenelim;

Ölüm Rahmi (2015 Mansiyon Ödülü) (Delfin TUNA); Tek kelimeyle bayıldım. Keşke devamı yazılsaydı çok güzel olurdu çünkü Marslılar neden insanoğlunu rahim denilen yere koyduklarına anlam veremiyorum. Alışagelen Uzay Operası tarzında değil Türkçe bilimkurgu dili olarak yazıldığı için benden takdir aldı. Marslılar da cinsiyet kavramı yok. Bölünerek çoğalıyorlar. Birde insanların davranışlarını komik buluyorlar. Sanki bilimkurgu komedisi izlediğim hissine kapıldım.

Ruh Diyeti (2015 Mansiyon Ödülü) (Ebru ERDEMOĞLU); Ağzım açık bir şekilde öyküyü okuyup bitirdim. Bence bilimkurgu değil başarılı fantastik öyküdür çünkü ruh gözle görülmediği için bir tutam ruh parçasının insanın neresinden alacağını bilmiyorum. Kalem hangi Uzakdoğu Mitolojisi okuduğunu tahmin edemiyorum. Juon yerine bir şaman olsa ayakları sağlam bir şekilde yere basan bir öykü olacaktı. Ruh diyetiyle nasıl zayıfladığına anlam da veremiyorum.

Kehanetin Bedeli (2015 Başarı Ödülü) (Şafak ÇAKIR); Çenebaz cini çok sevdim çünkü gerçekten gaipi bilmese de gelecek yaşanmadığı için bütün olasılıkları görebiliyor ve böylece ipucunu veriyor sana. Kralın yerinde ben olsaydım hangi ülke yıkılacağını sorardım. Kral gibi açgözlü insanların akılları tıkır tıkır çalışmaz. Uyanık ve açgözlü insanların akılları kısmen çalışır. Keşke o çenebaz cin tütsü şeklinde benim yanımda olsaydı böylece onun ipuçları sayesinde insan ilişkilerimi düzeltirdim. Çenebaz cinin benim gibi Tanrı’ya inandığını düşünüyorum.

Geri Döndü (2015 Üçüncülük Ödülü) (Emre SÜMER); Öldükten sonra yeniden dirilme aslında İsa (as)'nın yalvaçlık tansıklarından biridir. Bu özelliğinden dolayı yarı tanrı olarak görülmesi ve yeniden dirilmenin de var olduğuna dair inanç oluştu. Öldükten sonra yeniden dirilme teması öyküye fantastik özellikleri katmıştır çünkü bu tema imkansızdır. Böyle bir şey olursa dünya sınavının bir önemi kalmayacaktır ve yaşayan insanlar kopya çekecekler öteki tarafta. Yeniden dirilme yerine reenkarnasyon temasını yeğlerim çünkü bu hayatım hiç beğenmedim. Yeniden dünyaya gelsem babam gibi insanların evladı olarak doğmak istemem. Yeniden dirilmek sana zamanı geriye döndürme özelliği vermiyor. Sıkıcı hayatına kaldığın yerde devam et özelliği sağlıyor.

Bir Zaman Tutsağı (2015 Başarı Ödülü) (Latif KAYA); Zaman kavramı görecelidir. Kimimize hızlı akarken kimimize ise durgunlukta geçer. Bunun nedeni insan psikolojisinde ihtiyaçlar ve beklentilerin etkenliğidir. Bu öykü ne bilimkurgu nede fantastik kurgudur. Aslında psikolojik öykü olduğunu okuduğumuzda fark ederiz. Yeni görev yerimde zaman hızlı akıyor. Bir gün nasıl bittiğini bile anlayamıyorum. Duraganlık yapısından dolayı kısmen beğendim.

Yeniçeri (2015 Birincilik Ödülü) (Eren KASAPOĞLU); Bu öykünün nasıl birinci seçildiğine anlam veremiyorum. Eğer bilim öyküyse yeniçerinin nasıl ölümsüzleştiğine değinirdi. Eğer fantastik kurguysa o zaman yeniçeri kimin tarafında ölümsüzleştirildiğine değinirdi. Anladığım kadarıyla yeniçeri ya Vladimir yada Tilki denilen kişi tarafından vampirleştirildi (meçikleştirildi). Ayrıca bilimkurgu öyküsü olarak kabul ediliyorsa Vladimir nasıl bilim adamlarıyla iletişimle geçildi ki bilim adamları meçikleştirilme ilacı hazırladığına değinirdi. Eksik kısımlarıyla öykünün birinci seçilmesi diğer öykülere haksızlık olmuş bence.

Deserto (2015 Mansiyon Ödülü) (Nevreste ÇELİKBİLEK); Küresel çaplı bilimkurgu öyküsüne Latince ad verilmesi inan bana acı veriyor. Latin lehçelerinde “çöl” anlamına gelen Deserto yerine Çuvaş Türkçesi’nde aynı anlama gelen "Pušhir"i yeğlerim. Ayrıca gezegenimizin sonu gelse de insanoğlu başka gezegenlere gidemeyecek çünkü bu gezegen bizim sınav yerimizdir. Astronomi hakkında bilgi edinsek de başka gezegeni kolonileştireceğimize inanamıyorum. Kum taneleri şekilinde uzaylılar olabilir çünkü mikrorganizma denilen canlılar varsa uzaylılar da kum taneleri şeklinde görünebilir. Biz barbar olsak da uzaylı asla barbar olarak yorumlayabilmeyiz. Yorumluyorsak suçumuza ortak arıyoruz.

Yazımevi (2015 Başarı Ödülü) (Ümid QURBANOV); Öncelikle bilimkurgu yazarları sadece yabancılardan çıkmıyor. Ülkemizde nitelikli bilimkurgu yazarları olduğunu üzerine basa basa söylüyorum. (Murat Kaya Beşiroğlu, Tevfik Uyar) Ayrıca gelecek vaat eden kalemlerimizde vardır. (Gökçe Mehmet Ay, Taner Güler, Coşkun Hepyonar, Volkan Çekirdek vs) Yapay zekayla anca var olan verilerden öykünç eserler ortaya çıkarılır. Yani yapay zekayla eserler üretenler hiçbir zaman bir kalemin hayal gücünün öne geçemez. Eser yazmak için bir bilgi birikimi ve sonsuz bir hayal gücünü sahip olmak lazımdır.

Paralellium (2015 İkincilik Ödülü) (Tolga AYDIN); Burada aslında ülkemizdeki işsizlik probleminden faydalanarak emellerini gerçekleştiren kötü niyetli vatandaşlarımıza karşı bilinçli olmalıyız. Müslümanlık kisvesi altında Arapça fanatizmi güten insanlar neden üstün dil olarak kabul ettikleri Arapça bir söz bulmadılar ilacın adı için. Buldukları ilaç için Latince bir ad olarak kullanmakla kendileriyle çelişkiye düşmüyorlar mı? Bulduklar ilaç sadece zamanda hızlılığı kontrolsüzce kullanmaktır. Bunu da paralel evrene yolculuk ilacı diye yuturuyorlar insanlara. Paralelium yerine Yandaşözü diye adlandırılabilinirdi.

Senfonik Somnium (2015 Başarı Ödülü) (Erkin YAYNIK); Latince sözcükler ve senfoninin sözleri kullanarak yazılan bu öyküde bence bir kültür budalalığı vardır. Somnium yerine düş veya uyku yazmak hatta Senfoninin sözlerini Türkiye Türkçesi’ne çevirmekle incileriniz dökülmez. Öyküye dönersek insanın soluğunu kesen bir havası vardır. İnsanların anılarını neden çaldıklarına dair açıklamadan bulunabilinirdi çünkü esrarengiz havayı bozmadan öykünün sonunda okurlara şirketin amacına değinebilseydi öykü hak ettiği değeri görebilecekti kesinlikle. Ayrıca Latince kültür budalalığından dolayı ve Türk Bilimkurgu Edebiyatı’nın gelişmesi adına kısmen öyküyü beğendim.

Aipotopyh (2015 Başarı Ödülü) (Arda DEMİRCİOĞLU); Karakter ve mekan adlarından dolayı kriterlerime göre sınıfta kalmış uzay operası temalı bilimkurgu öyküsü az buçuk çok güzel bir kurguya sahiptir. Bu öyküde Gelaix gezegeninde eğitim kurumlarını kapatarak diktatörlük yönetimiyle günümüzdeki diktatörlükle yönetilen ülkelere ince bir gönderme olmuştur. Eğitimin olmadığı yerde çözüm üretkenlik yoktur. Bu öykü kısmen olsa da eğitim kurumlarımızın ve geleceğimizin kiymetini anlamamızı sağlar.

Öykü seçkisinde okuduğum öyküler ağzımı açık bırakacak şekilde değildir. Öykü seçkisinde jürinin haksızlık yaptığı öyküler kendilerini okutarak hak ettiği değerleri aratırdılar. Benim puanım kıt olmasının nedeni gerçekten anadilim Türkçe’yi ve kültür ulusçusu olduğum Türk Kültürü’nü gönülden çok seviyorum. Özenti ve kültür budalığı yapmak yerine kendi kültürümüzden beslenerek Türkçe’nin birer yabancı dil gibi görünen Iehçelerinden faydalanırsanız başarılı olacaksınız. Okuyup okumayı sizlere bırakıyorum çünkü %50 beğendim %50 beğenmediğim yani kısmen beğendiğim tabirinin altında kalan bir öykü seçkisi oldu.

7 Beğeni

Uzlaştırıcının Pençesi - Gene Wolfe

Yeni güneş serisinin 2.kitabı. İlk kitabı okumadan 1 ay geçmeden araya haşhaş savaşı kitabını alarak okudum. Ama pişman oldum açıkçası. Öncelikle neden haşhaş savaşı değilde bu kitabı yorumladım onu belirtmek isterim.
Çünkü Haşhaş savaşı güzel ama bilindik bir roman başlangıcı olduğunu için yorumlamak istemedim. Amma bu seri bambaşka bir seri.

Neden başka seri?

Oyun oynar iken bize oyuna başladığımız sırada çoğu oyunda hep bir zorluk seviyesi sorar. Kolay, normal ve zor modlar olur genellikle. İşte bu seride kesinlikle inanılmaz zor bir seri kategorisinde. İlk kitapta bu kitapta insani okurken, rüyada bir labirentte dolaşıyor hissi veriyor. Yazar bizi bir yola çıkardı ama ne yolun sonunu biliyoruz, ne yolu biliyoruz nede yolda karşılaştıklarimizi biliyoruz. İşte işin karmaşık kısmı ise bu yol. Labirent gibi adeta. Bırakın her bölümü her paragrafta labirentte kaybolup yolumuzu şaşırtıyor bizlere yazar. Hiçbir kitapta bu kadar geriye dönüp tekrar okumamışımdır. Çoğu okuduğumda da halen anlamadığım çok yer oldu itiraf edeyim.

Bu kitap özelinde 1 2 kelam etmem gerekirse, ilk kitapta yolculuğumuzun bittiği yerden devam ediyoruz. Dostlarımız ile bazı zamanlar beraber bazı zamanlar ayrı kalıyoruz. Yine kitap bizi çok ilginç mekanlara sokuyor ve kafamızı yakıyor. İlk kitap ile çok benzer bir ilerleyişi var. Çok aşırı dikkatli okumak lazım. Benim gibi dikkatsiz okuyanlar çok zorlanacaktir. Ama kesinlikle tavsiye ederim çok farklı bir tecrübe. Kitap bilim kurgu serisine ait fakat fantastik yönü çok çok fazla hatta bilim kurgu yönü yüzeysel bir anı gibi.

Ben seriyi çok beğendim. Tekrar tekrar yorumlara göz atıyorum seri hakkında. Şimdi araya Ejderha Cumhuriyeti kitabı alıp ardından 3.kitaba devam edeceğim.

26 Beğeni

Devam kitaplarında bilimkurgu yönü yüzünü daha fazla gösteriyor ama kitap atmosferinden ödün vermiyor.

1 Beğeni

images (13)
Tılsım-ı Kudret - Göktuğ Canbaba
Kitabımızın ana karakteri gizli bir örgüte çalışan ancak son zamanlarda gözden düşmüş ve dedesiyle babasının gölgesinde kalmış bir hazine avcısı: Frederic veya Fransız. İşinde yaşadığı başarısızlık ve kız arkadaşının ona ihanetiyle umudunu ve merakını kaybetmiş. Böyle bir durumdayken arkadaşı Tilki’nin çabasıyla yeni bir işe ilgi duyuyor. Lanetli olduğu söylenen bir muska, Tılsım-ı Kudret.

Bir yandan Fransız’ın bu muska peşindeki maceralarını okurken bir yandan da muskanın nasıl ortaya çıktığını okuyoruz. Muskanın karanlık tarihi ve günümüzde geçen arkeoloji macerasını bir arada okumak gerçekten güzel bir deneyim.

Kitapla ilgili düşüncelerime gelecek olursak, genel olarak beğendim. Güzel kurgu ve işleyişi, farklı mitolojilerin bir arada kullanılması, geçmiş ve geleceği bir arada veren anlatım tarzı, yerinde olmuş betimlemeler ve aksiyon sahnelerinin yazılışı benim için kitabın iyi yönleri.

Beğenmediğim noktalardan ilki sadece bu kitapla ilgili değil. Yerli fantastik okurken artık cinlerin ve iblislerin kullanılmasından sıkılmaya başladım. Tamam, bu varlıkların olduğu eserler de güzel oluyor ancak artık birçok eserde denk geldiğim için biraz daha değişiklik arıyorum sanırım.

Diğer beğenmediğim nokta ise birkaç karakterin kitapta iyi işlenmemiş olması. Tilki karakteri Fransız’a yardım ederken kitabın son yarısında neredeyse gözükmüyor. Fransız’ın babasının yaptıkları düzgün açıklanmıyor. Selis adlı karakteri ise hiç çözemedim zaten. Bu karakterlerin işlenişi biraz daha iyi olabilirdi.

Son nokta ise şu: Karakterler tılsımla ilgili eskiden yazılmış birkaç belge buluyorlar ve tılsımın gerçek olduğuna hemen inanıyorlar. Olağanüstü olaylarla karşılaşmamış kişilerin lanetli bir tılsıma inanması bu kadar kolay olmamalıydı bana göre.

Evet, dediğim gibi genel olarak beğendim. Okumanızı öneririm. Bir de betimlemelerden bahsetmiştim yukarıda. Kitap aslında grafik roman olması için yazılmış. Bu da betimlemelerin güzelliğini açıklıyor. Kitapla ilgili Rıhtım’da şöyle bir inceleme da var, fikir vermesi için okunabilir:

Herkese iyi okumalar.:slightly_smiling_face:

16 Beğeni

Dr. Moreau’nun Adası - Herbert George Wells

Dr. Moreau’nun Adası, Görünmez Adam ve Zaman Makinesi’nden sonra okuduğum 3. Wells kitabıydı. Görünmez Adam’ı çok fazla beğenince , Zaman Makinesi için fazla beklentiye girmiş, eseri beğenmiş ancak hayallerimdeki kitapla karşılaşamamıştım.
Kronolojik Ahmet Ümit kitapları okuma sırasında 10. kitapta biraz sıkılınca nereden aklıma geldiyse Dr. Moreau’nun Adası’na başladım. Ve kitap, kesinlikle en beğendiğim kitaplardan biri oldu.

Kitabın daha başlangıcında beni içine çekmesinin sebebi içinde gerilim ve korku olan gemi yolculuğu ile başlamasıydı. Aynı tadı Allan Poe’nın Arthur Pym’ın öyküsü kitabında da almıştım. O sebeple Jules Verne ve diğer deniz çoğu tavsiye kitabı topladım.
Wells’in eserinde bilimkurgu temasını beklerken korku - deniz temalı bir açılışla maceraya dalmak çok hoşuma gitti. Özellikle Görünmez Adam’da hissettiğim, ana karakterin içindeki gamı ve kederi bize yansıtma konusunda Wells kesinlikle usta bir yazar. Her ne kadar hikayenin devamını oradan buradan biliyor olsam da olaylara giriş beni çok etkiledi ve kitabın kalan kısmı da aynı etkileyici atmosferle devam etti.

Kitabın daha sonrasında geçen ada hikayesi içinde çok fazla metafor ve düşünce olan, aynı zamanda sürekli bir korku gerilim atmosferinde geçen, biraz muğlak bir bilimin olduğu ancak işin sosyal ve insan evrimi konusunda çok güzel açıklamalar yapan bir hikaye olmuş.
Kitabın detaylarına pek girmek istemiyorum ancak adadaki canlıların yapısı, onlara olan bakış açısı, özellikle din teması beni çok etkiledi. Özellikle bu canlıları bir idare altında, bir düşünce yapısıyla telkin edip bir doğrultuda yaşamalarını sağlamak için semavi dinlere benzeyen ancak daha ilkel bir din yaratılması fikri çok hoşuma gitti. İnsaoğlunun güce bakış açısı, güç altında davranışı, gücü sorgulamaya başlaması gibi daha ileriki aşamalar hakkında güzel fikir yürütmeler mevcut.

İnsan evrimi, dinler tarihi, toplumsal örgütlenme veya güce bakış açısı hakkında eminim çok güzel eserler mevcuttur ancak eserin 1896 yılında yazıldığı düşünülünce, ne kadar kıymetli ve güzel bir eser olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Kitap okurken önsözü kitabı bitirdikten sonra okuma adetim vardır. Okumak istediğim hikayenin tüm detaylarının en başta anlaşılması hiç hoşuma gitmiyor. O sebeple Margeret Atwood’un önsözünü kitabı okuduktan sonra okudum ve benim anlamaya ufkumun yetmeyeceği şeyleri anlayıp, kitabı daha iyi analiz etme fırsatım oldu.

Sonuç olarak yılına zamanına göre değerlendirildiği zaman kesinlikle bir başyapıt, bilimkurgu türüne girerken kesinlikle okunması gereken başucu eserlerinden.

Puanım 9.5/10

27 Beğeni

İlk iki kitabı da çok beğenmiştim ancak Memories of Ice’ı gönül rahatlığıyla ayrı bir klasmana yerleştiriyorum. MoI, Malazan evrenindeki belki de tüm Tanrıların ve diğer büyük güçlerin birbirlerine yakınsamaya başladıkları ve dünyayla önemli sonuçlar doğuracak biçimde etkileştikleri; olayların zaman skalasında nefes kesici boyutlarda atlamalar yaparak yüz binlerce yıla yayıldığı ve kurgunun ciddi anlamda epikleşmeye başladığı bir devam kitabı.

Müthiş bir giriş bölümünden sonra kitap bizi Ay Bahçeleri’nde yaşanan hadiselerin hemen sonrasına götürüyor. Memories of Ice’ı ilk iki kitaba kıyasla çok daha rahat okudum, bunda muhtemelen hem konunun daha dolambaçsız ve yalın olması hem de ilk iki kitaptaki acemiliğimin artık geçmesi etkili oldu. Erikson tabii ki bu kitapta da okurun elinden tutup onu kolaya kaçan ifşalarla şımartmıyor, ancak ilk iki kitapta baş gösteren birçok gizemi ustaca açıklığa kavuşturmasını da biliyor. Bu bakımdan müthiş tatmin edici bir kitap; çoklu olay örgülerinin sonunda birbirleriye kesişerek kafanızda aha! dedirtecek şekilde anlam kazanması kesin gibi. Eh, 3000 sayfa okumuş olduk, artık bir zahmet yerlerine oturtmaya başlayalım olayları. :slight_smile:

Ay Bahçeleri’nden tanıdığımız karakterlerin hemen hemen hepsi geri dönüyor, bunun üstüne şaşırtıcı derecede iyi yazılmış, hiçbir şekilde yer doldurma amacı gütmeyen veya yapmacıklık hissi uyandırmayan bir düzine karakter daha öyküye dahil oluyor. Bunların arasında Tanrılar, Ermişler ve daha niceleri var. Erikson karakter yaratmakta gerçekten çok başarılı bir yazar: 3-4 kişiden bahsetmiyorum, en az bir düzine yeni, birincil, kompleks karakterden bahsediyorum. Yaratıcılığının önünde afallayarak şapka çıkarıyorum.

Üslup konusuna gelirsek; Erikson bu kitapta kendini geliştirmiş mi sorusuna nesnel bir yanıt veremiyorum çünkü ben ilk kitaptan beri Erikson’ın zaten usta bir yazar olduğunu düşünüyordum. Hiçbir sözcüğü harcamaması olsun, diyaloglardaki akıcılığı olsun, dünya yaratımındaki yalınlığı olsun, bazı karakterlerine bahsettiği inci değerindeki iç sesler ve bilinç akışları (ikinci kitapta Duiker, bu kitapta yeni bir karakter) olsun, savaş sahnelerini anlatmaktaki ustalığı olsun; Erikson reyiz benim gözümde en üst sınıfa mensup bir romancı.

Kurgunun epikliğini, üslubun ve karakterlerin kalitesini geçtim, MoI aynı zamanda fazlasıyla eğlenceli ve elinden bırakmanın zor olduğu bir kitap. 1000 sayfayı sanırım 2 hafta içinde okudum ki, bu kadar yoğun bir eser için bence uzun bir süre değil.

Ve son 200 sayfa itibarıyla gerilimini kademe kademe artırarak yürekleri burkan o son!
Muhteşem bir giriş, muhteşem bir gelişme ve muhteşem bir son.

Erikson bu kitapta her şeyi doğru yapmış ve gerçek bir şaheser yaratmış.

Serinin ilk iki kitabını okudukları hâlde Malazan evrenine hâlâ ısınamamış okurlar bu kitaba bir şans vermeliler. Asıl soru, çıta bu kadar yükseğe çekilmişken 4. kitabın ne derece tatmin edeceği?

21 Beğeni

AHRAZ

Öncelikle selamlar. Oldukça uzun zamandır (oldukça uzun hem de) kitap yorumu paylaşmıyordum, daha önce okumaya başlayıp yarım bıraktığım bu kitabı fazlasıyla beğenince, bu ‘araya’ da bir son vermek istedim. Bu bir iade-i itibar yorumu olacak yani benim için. :slight_smile:

Kitaba iki yıl önce başlamış ama dilinin ağırlığından ve de fazla ağdalı olmasından dolayı yarım bırakmıştım (ki tek yarım bıraktığım kitaptı şimdiye kadar). O zaman da belirtmiştim, aslında kötü değildi sadece yorulmuştum ve ilerde tekrar şans verecektim. Bir arkadaşımın tavsiyesi ve de hediyesiyle ben de bu zamanın geldiğine karar verdim, aldım elime kitabı okumaya başladım.

Kitap Şeytan’ın Cennet’ten kovulmasıyla başlıyor ve aslında bu hikaye ve başka dini misaller gizliden gizliye anlatının temelini oluşturuyor. Hatırladığım gibi giriş bölümü biraz fazla yoğundu. Dili başlarda oldukça süslü cidden, hatta bu yönüyle biraz İhsan Oktay kitaplarını andırıyor açıkçası. Ama 20 30 sayfa sonra kitabın dili normalleşirken anlatım mistik şekilde devam ediyor. Aslında kitap Adile’nin hikayesi, ne kadar diğer karakterler de girse, olaylar onların etrafında da şekillense, esasa bakarsak kitap baştan sona Adile’nin hikayesi.

Kitabın konusuna çok girmeyeceğim, yani zaten masalsı ve mistik bir kitap. Konusu hakkında bilgi verip de bu büyüyü bozmaya gerek yok. Onun yerine temasından bahsetmeyi tercih ederim. Kitap insanların kendinden farklı olanlara ne kadar düşman olabileceğini, batıl inancın insanları ne boyuta getirebileceğini, önündeki zavallı yaşamı anlamak yerine ondan nasıl kotkup, ona düşman olabileceğini temel alıyor. Gerçekten organize cehaletin nelere yol açabileceğini okuyoruz. Yine kalplerinde sevgi eksik olan insanların ne kadar kör olabileceğini anlatıyor Deniz Gezgin bize.

Yazarın dilini başlarda çok yoğun olduğu için eleştirebiliriz ama devamında gerçekten harika bir anlatımı var. Dili çok iyi kullanmış. Biraz Hasan Ali Toptaş havası da var açıkçası anlatımında. Bir de kitabın hem temasından hem de deniz kıyısında geçmesinden sanırım fazlasıyla Kazancakis tadı da geliyor arkadan arkadan. Karakter kurgulamasına ve anlatımına da yüksek puan verebilirim sanırım. Karakterlerle aranızda bağ kurmayı başarıyor yazarımız. Yani ne olursa olsun diye okumuyoruz kitabı, bir şey olmasın bu karaktere diye okuyoruz. Bu bence kitabın başarısını gösteren bir detay (Kazancakis’e bir başka benzettiğim noktada bu oldu, onda da fazlasıyla vardır bu durum bilirsiniz).

Aslında gerçekten anlatacak çok şey var kitapla ilgili. Daha iyi olabilirdi ya da havada kalmış dediğim yerler de var ama kitabın bu şekilde olması da onun özgünlüğü diye düşünüyorum ve onu bu eksikliğiyle (ahrazlığıyla belki de) seviyorum. Keşke daha önce okusaydım demiyorum çünkü şu anki ben çok beğendim, muhtemelen o zaman başka bir yerinde yine vaz geçerdim kitaptan. Özellikle masalsı anlatım, mitolojik tema sevenlere tavsiye ederim kitabı. Eğer ki size hitap etmezse, biraz ara verip ilerde bir şans daha verin, ama mutlaka hayat akışınızın bir bölümünde bu kitapla yolunuz kesişsin.

Herkese keyifli okumalar dilerim. :blush:

13 Beğeni

‘‘Ben,Claudius’’ ve ‘‘Tanrı Claudius’’ - Robert Graves

İki ayrı kitap ama tek bir anlatı: Claudius’un bakış açısından Roma tarihine yelken açıyoruz. Bu gemide yol almak ise oldukça keyifli. Tarihi roman okumayı sevenler için de müthiş bir kurgu. Sevmiyorsanız bile bu kitaplarla başlangıç yapabilirsiniz. Sayfa sayıları ve bilmediğiniz tarihi olaylar belki ilginizi çekmeyebilir, ama şans vermekte fayda var. Kitapları okumadan önce ön bir araştırma yapmanızı tavsiye ederim bu arada.

Özellikle Claudius hakkında araştırma yapabilirsiniz. Faydalandığım hoş bir siteyi buraya bırakıyorum.

Julio-Claudian Hanedanı (İlk beş Roma imparatoru için kullanılan ifade)

1. Augustus

2. Tiberius

3. Caligula

4. Claudius

5. Neron

Kendisiyle birlikte Roma’nın ilk dört imparatorunun dönemlerine Claudius anlatımıyla tanık oluyoruz. İşin içine kurgular girdiğinden baştan sona ‘’objektif’’ bir yapıt diyemeyiz. Graves bu kitapları araştırmalarının gün yüzüne çıkardıklarıyla kaleme alıyor sonuçta. Gerçi Roma döneminin tarihçileri Claudius hakkında olumsuz yargılarda bulunmuşlar sık sık. Fakat dikkat çeken en ilginç şey, budala diye dışlanan Claudius’un nasıl imparator olabildiği? Yazarın ‘’Claudius’’ odaklı eserler yazmasında bunların payı olabilir belki.

Roma’nın toplumsal ve siyasi yaşamından örneklerle dolu, savaşları ve entrikalarıyla okuru şaşırtan bu klasikleri çok sevdim. Yazardan daha önce ‘’Homeros’un Kızı’’nı okumuştum; onun hakkında yazdığım yorumu da buraya bırakıyorum, tabii ki çok güzel bir klasikti. Claudius’ları gözüm kapalı tercih etmemin nedeni de Homeros’un Kızı diyebilirim rahatlıkla.

Robert Graves’e başlamadan önce Homeros’un İlyada ve Odysseia kitaplarını okumak gerekiyor bence. Homeros’tan bol bol alıntı göreceksiniz, olayları bilirseniz daha zevkli olur. Romalılar da Yunanlar gibi Olimpos tanrılarına tapıyor ve adaklar adıyorlar. Bu kültürü anlamak için az da olsa Yunan mitolojisi bilmek lazım. Daha anlatacağım çok şey var, ama kitapların başlığına saklıyorum. Şimdi kitaplara bakabiliriz:

BEN, CLAUDİUS (Birinci Kitap)

Roma’nın ilk üç imparatorunun (Augustus, Tiberius ve Caligula) dönemlerini okuyoruz bu eserde. Julio-Claudian hanedanının üyeleridirler, Claudius da dahil olmak üzere. Ailenin geçmişi ve kalabalık oluşu başlarda çok zorladı beni, ama sonra ‘’kim nedir, kimin yeğenidir’’ gibi sorulara rahatlıkla cevap verebildim.

Kekeme ve utangaç olan, ayrıca çocukken geçirdiği hastalık yüzünden topal kalan Claudius, ailesi ve çevresi tarafından dışlanmış bir budala olarak nitelendiriliyor. Sakat olduğundan aile tarafından saklı tutuluyor ve varlığı yok sayılıyor sanki. Sosyal hayattan uzak tutulmasının yanında siyasete karışmasını ve savaş meydanlarına gönderilmesini de bir şekilde engellemişler… İmparator olabileceğine ihtimal vermemişler demek ki.

Oturup dizini dövmek yerine bir kitap kurduna dönüşmeyi tercih ediyor Claudius. Yunanca eserler okuyor hatta yazıyor, tarihe olan ilgisi de oldukça fazla tabii. Dönemin ünlü tarihçileriyle de tanışma fırsatı buluyor, Livius gibi… Kütüphanelerde takılmayı seviyor. Tarihçi olmanın yanında hukukçu olarak da bilinir kendisi. İmparatorlukla yönetilmeyi de doğru bulmuyor, içten içe bir Cumhuriyetçi aslında.

Cumhuriyet’in Roma’ya uğraması da imkansızlaşıyor zaten. Çünkü Augustus kendisini tanrılaştırıyor. Daha yaşarken tanrı oluyor adam; heykeller, tasvirler hatta tapınaklar doluyor Roma’nın şehirlerine. Augustan’tan sonra gelen Tiberius ise tam bir koltuk sevdalısı ve korkak biri. Sonrası daha kötü: Caligula. Dehşet verici skandallara imza atan bir imparator portresi çiziyor adeta.

Eğer ‘’Budala ve aptal’’ olmasaydı diğer akrabalarından daha uzun yaşama şansı olmazdı… Özellikle yeğeni Caligula’nın yaptıklarından sonra sağ kalmayı başarabilmesi büyük bir mucize. Claudius bu durumda çareyi soytarı rolüne girmekte buluyor. Caligula akıl hastasından farksız davranıyor çünkü.

Kendisi hayatta kalmaya devam ederken kitabın başından sonuna kadar görüyoruz ki, sevdiği birçok insanı kaybediyor maalesef. Ya zehirleniyorlar, ya bir hançer yaklaşıyor arkalarından gizli gizli. Ya da en kötüsü intihar etmek zorunda bırakılıyorlar. Çoğu da sürgüne gönderiliyor maalesef. Saray eşittir entrika aslında. Masum oyunlar değil bunlar; ahlaksızlığın kol gezdiği ve iğrenç dolapların döndüğü kasvetli fakat değişken bir ortam. Acımasız bir oyunun kurbanı olunabiliyor çok rahat bir şekilde. Haksızlığa uğramış bir sürü önemli insan var aralarında. Adaletin huzura kavuştuğu anlar da oluyor tabii ki. Ama nedense kötüler daha uzun yaşıyor bu gibi olaylarda. En kötülerden biri olan, gudubet Livia (Claudius’un büyükannesi) sayesinde birçok masum insan zehirlendi, suikasta uğradı. Çok fena bir kadın. Okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Kendisi düşman başına bile demem :slight_smile:

Hakkında bilinenlerden daha fazlası olan Claudius akıllı ve donanımlıydı. Kimsenin görmek istemediği, annesinin bile sevemediği bir çocuk olarak büyüdü. Sarayda ve halk arasında gözlemlediği her şey, okuduğu kitaplar, hatta aldığı dersler… Bir gün bunları ülkenin yönetiminde kullanabileceği kimin aklına gelirdi ki?

Onun ağzından dönemin Roma’sına tanık olmak güzel bir okuma oldu. Savaşları okumak ise biraz sıkıcı ve zordu, onun dışında entrikalar ve magazinsel olaylar akıcı ve keyifliydi.

TANRI CLAUDİUS (İkinci Kitap)

Roma’nın ihtişamını anlatan ama buzdağının derinlerdeki görünmeyen kısımlarını da bizlerle paylaşan Claudius, hikayelerinin yazarıydı sadece. Şimdi ise Roma’nın sahibi oluyor. Söz hakkı sırası onda. Zalim Caligula askerleri tarafından suikasta uğradığında, Claudius sıranın kendisine geleceğini düşünürken, ‘’İmparator!’’ nidaları atan askerlerin kollarında taşınmıştı. Bu şaşkınlığı yaşarken de birinci kitap böylece son bulmuştu.

Dün budalaydı, bugün ise İmparator. Yaşamak için soytarı rolünü bile oynamak zorunda kalmıştı Claudius. Cumhuriyetçiydi ve şimdi en büyük arzusu onun elindeydi, peki gerçekleştirebilecek mi?

Ülkeyi daha iyi bir hale getirmek için, yaşına ve Senato üyelerinin küçümsemelerine rağmen, çok fazla çalışıyor ve harika yenilikler getiriyor bu nankör topraklara. Nankör diyorum, çünkü Roma halkı çok tuhaf bir mizaca sahip; dürüstlükten memnuniyetsizlik duyuyorlar. Kaostan besleniyorlar sanki.

Gudubetlikte Livia’yı aratan biri var: Messalina. Claudius’un biricik eşi ve aşkı. Kocasının konumu sayesinde ve masum görünen hareketleriyle istediğini yaptırıyor ve yapıyor. Claudius’un budala gibi davrandığı tek yer olabilir bu Messalina mevzusu. Tek başına bile bir entrika konusu; Messalina ve skandalları. Stoacı felsefecilerinden biri olan Seneca’yı da görüyoruz bu eserde. Claudius ile birbirlerini sevmiyorlar. Belli olaylardan sonra sürgüne gönderiliyor ve orada çalışmalarına hız ve tecrübe katıyor.

13 yıl hüküm sürüyor ve birçok başarılı işe imzasını atıyor Claudius. Britanya’nın fethi ile adil bir imparator olarak anılıyor, savaş meydanlarında ilk ve son kez görüyoruz onu. Bu fetih başlı başına büyük bir olay; en kalıcı katkısı hatta. Böylece Roma’nın sınırları da genişledi. Tarihçilerin onu ‘’beceriksiz’’ diye eleştirmesini anlayamıyorum. Gerçekten bir aptal olduğunu mu düşünüyorlardı ve onun gibi bir insanın imparatorluğa layık görülmesine mi kızıyorlardı?

Son zamanlarında öz oğlunu ve diğer çocuklarını koruyamamış ne yazık ki… Yaşlandıkça başına gelenleri kabullenmesine ve öleceği günü beklemesine çok üzüldüm. Kitabın son bölümünde ise Claudius’un nasıl öldüğüyle ilgili üç anlatı var. Son eşi olan Genç Agrippina tarafından zehirlendiği düşünülüyor, çünkü oğlu Neron’un imparator olmasını hızlandırmak istiyordu. Neron ise Claudius’un öz oğlu değildi…

Birinci kitaba göre Claudius ile daha çok yakınlaştığımız ve artık onun başrolünü paylaştığı Roma’yı okumak çok güzeldi ve bir yandan da üzücüydü.

Son olarak bu kitapları şiddetle tavsiye ediyorum. Ülkemizde pek fazla okunmamış ne yazık ki. Umarım okuru bol olur artık. Gerçek hayatta var olmuş insanları okumak, onları tozlu tarihin sayfalarından çıkarıp günlük hayatımızın odağı haline getirmek oldukça keyifli bir deneyim. Fakat hüzünlü de. Claudius’un hayatı, sayılı ama harika başarılarla dolu ve bir yandan da sık sık yalnızlığın gölgesinde kaldığı bir yaşam…

İnsanın bazen çok ama çok uzak bir geçmişe yolculuk yapması gerekiyor sanki. Belki de bu yüzden, bu tür kitaplar nedensizce bizi buluyor ve okunmaya sebep arıyordur, ne dersiniz?

Yayınladığım diğer platformlar:
Wannart
Bubisanat
1000kitap

@azizhayri

32 Beğeni

Yukarıdaki detaylı çalışmayı okuduktan sonra (belli olmamış olabilir diye not düşeyim, bu bir imrenme ve teşekkürdü) aşağıdaki satırları gönderip göndermeme konusunda ikilem yaşadım ve bütün cesaretimi toplayıp gönderiyorum.

avrupa ve biz

AVRUPA VE BİZ

İlber Ortaylı Ustanın okuması güç ama bir o kadar gerekli kitabı olan “Avrupa ev Biz” kitabını bitirdim. Kitabı, eskiden beridir takdir ettiğim bir Türk Aydınının eseri olarak beğendim İlber Ortaylı’nın kim olduğunu bir daha hatırlamak için Vikipediye baktım. Temelinden gelen bir birikimi var. Vikiden aldığım birkaç notu paylaşayım.

Annesi Kırım’ın önde gelen asilzade ailelerinden Karaşay ailesinden ve Stalingrad’da Rus Dili ve Edebiyatı okumuş olan Şefika Ortaylı (1918-2020),[4] babası ise Kırım doğumlu, Türkçeye Kırım tarihi ve Tatarlar üzerine eserler ve makaleler çevirmiş bir uçak mühendisi[5] olan Kemal Ortaylı’dır. Annesi Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünde yıllarca hocalık yapmıştır.”

Ortaylı, Türkçe, Almanca ve Rusçanın konuşulduğu ev ortamında büyümüştür.”

“1970 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümünü bitirdi. Burada Şerif Mardin, Halil İnalcık, Mümtaz Soysal, Seha Meray, İlhan Tekeli, Mübeccel Kıray’ın öğrencisi oldu” Böyle devam ediyor.

O zaman böyle bir beyinden çıkan kitabın da ağır olması gerekir diyebilirsiniz. O zaman ben “çık” derim hayır anlamında. Gündelik dilin ötesinde çok kelimeler olsa da okuması rahat. Takdir edersiniz ki bu her zaman kullanılmayan kelimeleri yabancı bulmamızın nedenlerinden biri de günlük hayatta konuştuğumuz kelimelerin oldukça az olmasındadır. Bunun nedeni de konuşma diliyle yazılmış olması. Yani İlber Ortaylı anlatmış biri kaleme almış. Kitap birbirlerini tamamlayan 10 bölümden oluşuyor.

  1. Bölüm : Batılılaşma Süreci ve Tepki

  2. Bölüm: Batılılaşma Dönemi Kadroları

  3. Bölüm: Batılılaşma, Ulusalcılık ve Parçalanan İmparatorluk

  4. Bölüm: Osmanlı Millet Sistemi ve batı

  5. Bölüm: Garbçılar, İslamcılar ve Hukuk Reformları

  6. Bölüm: Avrupa ile Geçmişte ve Gelecekte Siyasi Bütünleşme

  7. Bölüm: Tarihi Süreç İçerisinde Avrupa ile İktisadi Bütünleşme Sorunu

8.Bölüm: Avrupa Siyasi Birliği ve Avrupalılar

  1. Bölüm: Avrupa Kültürü ve Türkiye

Sonuç: Batı Avrupa-İslam ve Demokrasi Sorunu

Eğer bugünü doğru anlamak istiyorsanız okumalısınız derim.

12 Beğeni

İkilem yaşamayın asla hocam, sizin satırlarınız neticesinde merak ederek ben de satın aldım bu eseri.

1 Beğeni

0000000686186-1

Okuduğum Tarih: 23-26 Sarıca 2022
[Okuduğum 337.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 64.betik
[Sarıca ayının 6.betiği]

Aytmatov’u farklı kılanın ne olduğunu Sultanmurat’ı okuyunca bir kez daha sezinliyor insan. Kendine has üslubuyla okuyucusuna aktardığı bozkır hikâyeleri betimlemelerinin gerçeklikleri, olayların akıcılığıyla sizi Kırgız kültürüne, tabiatına sokuyor. Rus zulmünü de -mecburen-üstü kapalı bir şekilde anlatıyor. Savaşa sürülen babalar,geride kalanlar…

Eserde Sovyetler için savaşa giden erkeklerin geride bıraktığı ailelerinin hayata tutunma mücadeleleri, SSCB’nin uygulamış olduğu kolhoz ve sovhoz uygulamaları, eğitim çağındaki çocukların göğüs gerdikleri zorluklar ve masum bir aşk Aytmatov’un eşsiz anlatım gücüyle harmanlanmış. Peki bu savaş kimin savaşı? Erkekler savaşta çocuklar işte çalışırken ev ile kim ilgilenecek? Çocukların ellerinden alınan eğitimleri ne olacak ve savaşa giden baba sağ olarak geriye dönebilecek mi?

Her ne kadar Sultanmurat üzerinden hikaye aktarımı gerçekleşiyorsa da aslında bir toplumun gelenekleri, anlayışları; dertleri, mutlulukları; zayıf ve güçlü yanları çıkıyor karşımıza. Aytmatov, toprağını çok iyi tanıyor. O kadar ki satır aralarında yer alan ayrıntılar yazara bir kez daha saygı duymanızı sağlıyor. Buzun altındaki toprağın sıkılığı,kışın dağlardaki yaban koyunlarının etinin sertliği, at etinin (yağının) hastalara sağladığı şifa, kocamış bir kurdun insan hakkındaki düşünceleri…

Öncelikle incelemeyi yazarken alıntılama yaptığım arkadaşlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum çünkü aynı duygu ve düşüncelere sahip olduğumuzu bir kaç kez tanık oldum. Dizi uyarlaması köşeme hoş geldin. Bu uzun ülkemizde Kore Savaşı’na giden askerleri baz alırsak Çukurova’da geçen bir dizi olurdu ve ERKEN GELEN TURNALAR adıyla yayımlanırdı. Murat (orijinal adı Sultanmurat) rolünde Emir Berke Zincidi ve Gül (orijinal adı Mirzagül) rolünde Elvin Çemberci oynarsa çok güzel bir dizi ortaya çıkar. Ayrıca Erken Gelen Turnalar ile Sultanmurad aynı uzun öykü mü? Bu aklımda kocaman bir soru işareti olarak kaldı. Okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum çünkü özellikle şımarık büyüttüğünüz çocuklarınıza okuttun ki hayatın ne kadar zor olduğunu idrak etsinler.

3 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 26-27 Sarıca 2022
[Okuduğum 338.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 65.betik
[Sarıca ayının 7.betiği]

Efsanelerden bilimkurgu eserler çıkarmak ülkemizin dinamizminde var olan güçtür. Türk Mitolojisi’nde yer altı dünyası, üst dünya ve orta dünya olmak üzere üç büyük alem vardır. Bu eserde Karanlık Dünya dediğimiz yer altı dünyasının insanlardan öç alma tutkusunu göreceksiniz çünkü Oğuz Kağan, İtbaraklar’ı bozguna uğratmıştı. Karanlık Dünya, Oğuz Kağan’ın yokluğundan içten bir yıkımın planın içindedir çünkü insanların merak duygusu gıdıklamayı planlıyor… Uzun öykü tarzında yazıldığı akıcılık, merak ve heyecan unsurları üst düzeyde olduğu için elinizden düşürmeyeceksiniz.

Karanlık Dünya’nın Hakanı Erlik, insanların gelişmesinden çekinmiyor çünkü olağanüstü güçlere sahip olduğu için insanlardan daha ileri düzeyde bir medeniyet teşkil edebilir ama onun derdi Törüngey Ata’ya secde etmediği için Tanrı tarafından hem meleklerin imamlığından men edilmesi hem de kendi katından kovulmasının nedeni kibirinden değil akılla donaltılarak evrilen insanda aradı. En başında Erlik, insanların akıllı ve bilgili varlık olmasını hiç istemedi çünkü Tanrı katında itibarını kaybetme korkusunu hep yaşadı. Oysa Törüngey’e secde etseydi belki yine de Tanrı katında kalabilirdi. Törüngey’e secde etme sınavıydı onun için. Sınava girmek yerine kibrine yenildi.

İnsanlık, Mu ve Atlantis gibi üst düzey kültürler korurken sapıtmaya kadar gittiler hatta teknolojileriyle Tanrı katına çıkmayı planlayıp Babil Kulesi inşa ettiler ama aslında Babil Kulesi değil başka bir teknolojiydi sadece Nama Tufanı’nda insanlık tarihi sıfırlandı ve Mu ile Atlantis, sulara gömüldü. İlk kutsal kitapta Babil Kulesi ibret olarak geçti. Asıl öykü yazılsaydı insanlar, Tanrı’ya inanmayı bırakıp daha da sapkınlığa uğrardı. Normalde eğitim hayatımızda kopyaya izin verilmediği gibi bu gezegendeki sınavımızda da izin verilmezdi. Babil Kulesi, insanların ileri düzey medeniyette hangi noktaya gelindiğinin işareti olarak kalgançı çaka kadar sembol olarak kalacak. Mars ve Venüs de Tanrı’ya ibadet evrenlerden ikisidir. Burada anlıyoruz ki insanlar ileri düzey medeniyet kuramadan kalgançı çak gelecek…

Şahmeran, Merih, Zühre ve Minator tabirlerinin öz Türkçeleri vardı. (Yuvha, Kızıldız, Çolpan ve Yarboğa) Bu uzun öykü sayesinde insanlarda ortak olan düşünce Karanlık Dünya tabiridir. Medusa ile İtbarak aynı terimden gelmesidir. İtbarak birebir tam karşılığı Medusa değil Anubis’tir. Karanlık Dünya’nın çıkış noktası Mısır coğrafyası’ydı. Türkler onu bir yaratık olarak tanımlarken Kıptiler bir Tanrı olarak görmesinin nedeni İtbaraklar’ın saldırgan yönlerinden dolayı Kıptiler korkup ona secde etmeyi kabul etmişler benliklerinde. Türkler ise hem onları hem de insanlığı korumak için İtbaraklar’ı bozguna uğrattı. Ayrıca İtbarak Kraliçesinin adı Kemankeş değil Barak Ana’dır.

Daha fazla bilgi ve açıklama vermeyeceğim çünkü betik yeni çıktığı için okurların gözündeki ilgisinin azalmasını istemem. Unutmayın ki efsaneler aslında gerçek öykülerin abartılarak evrilmiş halleri olduğunu unutmayınız çünkü efsaneler geçmişin habercilerdir. Geçmişimizi bilerek ve ders çıkartarak öğrenelim ki gelecekte aynı hatalara düşmeyelim. Okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum çünkü Ahmet Doğru, kültüründen beslenerek bilimkurgu eserler ortaya koymaya çalışıyor. Abuk sabuk bilimkurgu evrenlerden kaçınalım.

2 Beğeni

2001: Bir Uzay Destanı - Arthur C. Clarke

Bir kaç güne yayarak okuduğum kitabı, bugün bitirdim. :slight_smile:

Kitap genel olarak üç bölümden oluşuyor diyebilirim. İlk bölüm, eski çağlarda geçiyor. Okurken eski çağlardan bir zaman dilimi görünce epey şaşırmıştım. Bölümü okudukça sevdim. İkinci bölüm çağlar sonrasında geçiyor. Ay’a giden bir bilim adamı anlatılıyor. Orada ayın kraterleri üzerinde, gizemli bir siyah taş keşfedilmiştir. Son bölümdeyse, Satürn’e gizli bir görev için giden bir grup astronot var. Astronotlara uzay yolculuğunda, HAL isimli bir yapay zeka eşlik etmektedir. Kitapta en çok sevdiğim kısımlar buradaydı, yani en son bölümde. Zaten hikaye tam bu noktada açılıyor.

Konulara bütün olarak bakınca yazar, insanın evriminin hikayesini anlatıyor demek yanlış olmayacak. Anlatım genellikle durağandı ama aynı zamanda detaycı, son derece gerçekçi bir tarafı da var. Öyle ki okurken kendinizi uzayda yolculuk yapıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Bu yolculuk bazen tehlikeli, bazen merak uyandırıcı olacak.

Bir noktadan sonra hikaye ilerleyince heyecan seviyesi de yükselişe geçti. Son kısmı sevme nedenim de durağanlıktan kopup hikayenin iyice açılmasıydı. Kurguda gerçekten yazarın yüksek hayal gücü hissediliyor ve her şey farklı boyutlara taşınıyor. Sonlara gelindiğinde, okuduklarım yüzünden biraz zorlandım. Hayal gücünü epey zorlayacak boyutta olaylar vardı.

Bilimkurguyu seviyorsanız ve bu kitabı henüz okumadıysanız, okumanızı tavsiye ederim.

Puanım:10/10

31 Beğeni

Bu eserden söz açılmışken sinema uyarlamasını da ben tavsiye etmek isterim.

Yönetmenliğini Stanley Kubrick’in yaptığı, senaryosunda da yazar Arthur Clarke ile birlikte çalıştığı film, sinema tarihinin kült eserleri arasında görülür. 2001: A Space Odyssey orijinal isimli film, Türkçe olarak 2001: Uzay Yolu Macerası şeklinde bulunur.

Tavsiye ederim.

6 Beğeni

Kitabın önsözünde Kubrick’in yazara mektup yazıp film için hikaye istemesinden, hikaye üzerinde birlikte çalışmalarından vb. şeylerden zaten bahsediliyor. Ben yorumumda bahsetmemişim. :sweat_smile:

Teşekkür ederim.

3 Beğeni

Esasında Kubrick o mektubu yazdığında bu kitap henüz ortada yoktu. Film ve kitap eş zamanlı yaratıldı ve aynı sene içinde insanların beğenisine sunuldu. Kubrick’i o mektubu yazmaya teşvik eden, bu eserin selefi niteliğinde Clarke’ın çok önceden yazmış olduğu The Sentinel isimli kısa hikayesi. Kitap ve film, ondan türedi.

Ben teşekkür ederim. :pray:

5 Beğeni