Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

resim

Mars Yıllıkları

Sanırım birçok kişinin Ray Bradbury’ den okuduğu ilk kitabı Fahrenheit 451’ dir. Bildiğim kadarıyla Fahrenheit 451 daha yaygın çünkü. Ancak benim yazarla ilk tanışmam Mars Yıllıkları ile oldu.

Mars Yıllıkları, insanların Mars’ a gidip yıllar içerisinde orayı ve oranın yerlilerini yani Marslıları nasıl etkilediklerini konu alıyor. Bunu da kısa kısa bir sürü farklı öyküyle anlatıyor.

Kitapta benim çok beğendiğim öyküler de oldu (Edgar Allan Poe’ ya gönderme yapılan öykü Usher II, Ateş Balonları, Uzun Yıllar ve son öykü olan Bir Milyon Yıllık Öykü). Bunun dışında beğenmediğim kısımlar da yer alıyor. Onların ismini hiç hatırlamıyorum bu yüzden örnekleyemiyorum şu anda.

Bu arada Fahrenheit 451’ i okumamış olsam da içeriğini az çok bildiğimden ona gönderme yapılan bir öylü olduğunu da fark ettim. Ve söylemeliyim ki konu ilgimi çektiği için Fahrenheit 451’ i de okuma listeme aldım kesinlikle.

Öykülerin ana teması ve alt metni insan. Yazar insanları ve insanlığı yerden yere vurdu ve resmen yok etti kitapta. Mars’ ta da olsa insan değişmiyor ve her zaman olduğu gibi kalmaya devam ediyor. Kitapta kötü olduğu kadar iyi olduğunu düşündüğüm karakterler de var elbette. Ancak çok daha küçük bir azınlıkta. Dedim ya konu insan olduğu için gerçeklerin bir yansıması gibi yüzünüze çarpıyor kitap.

Bunun dışında yazarın dilinin oldukça yalın olmasına ve hayal gücüne bayıldım. Hakkında da çok ufak bir araştırma yaparak Ray Douglas Bradbury’ nin kütüphaneleri çok sevdiğini ve zamanının büyük kısmını burada geçirdiğini hatta eşiyle de kütüphanede tanıştığını öğrendim.
Kendisine bilim kurgu yazarı denmesini de sevmiyormuş ve bilim kurgunun gerçeğin bir tasviri olduğunu düşünüyormuş. Açıkçası henüz taze bir bilim kurgu okuru olarak (bununla birlikte bu kategoride 2. kitabımı okuduğum için) pek bir fikrim olmasa da Aldous Huxley’ in kitabı Cesur Yeni Dünya ve Mars Yıllıkları kitabı Ray Bradbury’ nin haklı olduğunu düşündürtüyor bana.

Ayrıca çok detaylara hakim olmasam da Elon Musk’ ın da Mars’ la ilgili planları olduğunu falan duymuştum bir yerlerde. Bittikten sonra kitap hakkında düşünürken bu aklıma geldi ve böyle bir geleceğe henüz çok yakın olmasak da çok uzak olmadığımızı düşünüyorum.

21 Beğeni

Hoş gelmişsiniz Bilimkurgu severlerin arasına. :joy: Umarım yolculuğunuz kısa sürmez.

1 Beğeni

BİR ZAMANLAR EUROPA’DA

Okuduğum İletişim yayınlarının 1990 baskısı kitabı. Öyle kalın bir kitap değil 172 sayfa. Yazarı John Berger, bir İngiliz. Sadece yazar değil, sanat eleştirmeni, ressam, senaryo ve belgesel yazarı. 1926, Londra’da doğmuş ve 2017’de vefat etmiş. “G.” isimli romanı 1972’de Man Booker Ödülü’nü kazanmıştır. Çevirmeni ise Murat Belge ve Taciser Belge

Kitap iki şiir ve beş uzun öyküden oluşuyor.

  • Akerdeoncu
  • Boris At satın Alıyor
  • Kozmonotlar Zamanı
  • Bir Zamanlar europa’da
  • Bana Bir Şey Çal

Öykülerinin kahramanları sıradan insanlar ve özellikle Fransız köylüsü olduğunu düşündüğüm kesim. Anlatmak istediğini kısa ve öz olarak anlatan öyküler bunlar. Örneğin, kitaba adını veren Bir zamanlar Europa’da öyküsü istenilseymiş kocaman bir cilde sığmayacak kadar uzun bir roman olabilirmiş. Sonuç olarak okudum, etkilendim ve sevdim.

12 Beğeni

Ben de kısa sürmeyeceğini umuyorum. Kitaplara olan ilgim son dönemlerde epeyce artış gösterdiği için farklı türleri de deneyimlemem gerektiğini düşündüm. Bu yüzden genelde okuduğum fantastiğe daha yakın olduğunu hissettiğim bilim kurguyla devam edeyim dedim. Şimdilik İthaki’ nin bilim kurgu klasikleri serisi ile gidiyorum. :sweat_smile:

3 Beğeni

Augustus - John Williams

Tarihe karşı merakınız ve ilginiz varsa okurken elinizden bırakamayacağınız bir kitap öneriyorum sizlere: Augustus. Kemerlerinizi bağlayın ve sıkı tutunun; onu okurken Romalı olabilirsiniz.

John Williams’ı tamamladığı son romanı Augustus’la (1972) değil de geç keşfedilen eseri Stoner (1965) ile tanıdım. Stoner yazarın yarı otobiyografik romanıdır ve varoluşsal sancılarla ilerleyen, ikilemlerle dolu müthiş bir yapıt. Belki Augustus’a başlamadan önce bu kitabı değerlendirmek istersiniz diye belirtmiş olayım bu bilgileri.

Yazıya konu olan kitabımıza dönecek olursak mektuplar ve başka belgelerden (anı, günlük gibi) oluşan bir eser. Kitabın bölümleri ise şöyle:

Yazarın notu, giriş, birinci kitap, ikinci kitap, üçüncü kitap ve sondeyiş. Her bölümde başka bir yol açılıyor önümüzde. Dönemin atmosferi, yaşananları daha etkili kılmak için bölümler halinde sunuluyor. Mesela Augustus’un kızı Julia’nın günlüğüne bayıldım. Bu ve bunun gibi değişik parçalar var eserde. Okumak kolay ve keyifli bir durum oluyor böylece.

John Williams kitabın tarihi bir belgeden ziyade kurgusal bir metin olarak değerlendirilmesini istiyor, çünkü araştırmalarının gün yüzüne çıkardıklarına hayal gücünü de katarak bu zengin eseri ortaya çıkarmış. Okurken bunu unutmamanızı tavsiye ederim. Tarihsel roman okumak, okuduğumuz her şeyi ‘’gerçek ya da anlamlı’’ oldurmuyor çünkü. Kurgu olayını es geçmemek lazım.

Jül Sezar’ın ölmeden hemen öncesine değinerek başlayan Augustus bize ne anlatıyor?

Octavius Sezar, bildiğimiz adıyla Augustus, Roma İmparatorluğu’nun kurucusudur. Büyük işlere adım atmadan önce, toy bir gençken üç dostuyla (Cilnius Maecenas, Marcus Vipsanius Agrippa ve Quintus Salvidienus Rufus) beraber iktidara doğru yürüdüğü yola tanık oluyoruz. Bu yola çıkmasının sebebi ise dayısı Jül Sezar’ın öldürülmesi ve onun varis olması. Bir ‘’diktatör’’ sıfatıyla bildiğimiz Jül Sezar suikasta kurban gidiyor tabii. İntikam hırsı ve olması gerekeni yerine getirmek için de Augustus harekete geçiyor ve kitabımız başlıyor. Gençliğinden yaşlılığına uzanan öyküsünde ise sadece onun değil, tüm Roma’nın hikayesini okuyoruz. İktidara giden süreç ve iktidarın merkezi olmak üzere iki ayrı bölüm var aslında eserde.

Roma’nın sosyal ve siyasi yaşamından izlere gündelik hayatın detaylarıyla tanık olmak hoş bir okuma oldu. Roma’yı göklere çıkaran, ağzımızı hayretten açık bırakan ve abartılan yanlarına ayna tutan bir eser değil de arka plana odaklanan sıradan ve özgün bir metin. Böyle bir üslupla kağıda dökülmesine rağmen akılda kalıcılığı ve çarpıcı etkileriyle dikkat çekmeyi başarıyor. Karakter çeşitliliğinin de eserin en iyi yanı olduğuna da unutmadan değinelim: Devlet adamları, tarihçiler, yazarlar, şairler, komutanlar ve askerler, entrikanın göz bebeği bazı kadınlar, köleler, sürgündekiler ve komplocular ile hiç sıkılmayacağınız yolculuk için Antik Dünya’nın kapısını Augustus ile açabilirsiniz.

Kitapta adı geçen isimler ise Roma’yı Roma yapan birçok etkenden biri. Özellikle devlet adamları, şairler ve tarihçilerden beslenen eser, bu anlamda doyuma ulaştırıyor. İşte dikkat çeken kişilerden bazıları: Cicero, Marcus Antonius, Brutus, Tiberius Claudius Nero, Livius, Horatius, Ovidius, Strabon, Şamlı Nikolaos, Vergilius.

Entrikalarla dolu sahnelere sürükleyenler: Augustus’un eşi Livia, kız kardeşi Octavius, kızı Julia.

Ve Mısır Kraliçesi Kleopatra.

Bu isimleri yazıyorum çünkü kitaba olan ilgiyi artırmaya yarayacak potansiyelde önemli şahıslar bulunuyor bu yapıtta. Bir yerlerden tanıdık geliyordur belki sizlere :slight_smile:

Kitabı müthiş kılan birçok özellik var gördüğünüz gibi. Tabii ben sevdim diye herkesin seveceğini düşünmüyorum, ama pek az okunmasını da kabullenemiyorum. Tarihsel roman türünün zirvesi olarak kabul görmüş ve ödül almış (Williams ve Augustus, 1973 ABD Ulusal Kurgu Kitap Ödülü’nü John Barth ve Chimera ile paylaştılar) bir eser daha pek çok okura ulaşmalı; birçok yönden doyuma ulaştıran ‘’iyi bir edebiyat’’ anlamında başarılı bulduğum Augustus’u şiddetle öneriyorum sizlere.

Augustus’a başlamadan önce önereceğim birkaç şey ise Robert Graves’in Ben, Claudius ve Tanrı Claudius eserlerini okumanızdır. Bu kitaptan daha detaylı ve uzun bir anlatı olmasına rağmen sizi içine alabilecek türden bir klasik. İncelemek isterseniz yorumumu buraya bırakıyorum. Bir de ön bir araştırma yapabilirsiniz. Kitabı okuduğunuz sırada bile destek alabilirsiniz.

Bu kitabı bitirir bitirmez (çok etkilendim) Roma Tarihi ile ilgili kabarık bir okuma listesi oluşturdum. Adı geçen tarihçilerin kitaplarını da unutmadım tabii listeyi düzenlerken. Vergilius’un Aeneas’ını okumuştum mesela, Augustus’un etkisiyle birlikte tekrar bakmayı düşünüyorum. Zaten birkaç kez okunacak cinsten muhteşem bir eserdir Aeneas. Yorumuma da buradan ulaşabilirsiniz.

Bu şaşırtıcı Amerikalı yazarın dehası, bütünüyle yabancı görünen hayatların bizimkilere ne kadar benzediğini göstermesinde yatıyor. - John Gray, New Statesman

İlk imparatorun hayatı tarihi bir roman için ideal bir araçtır: Augustus, hakkında aynı anda çok şey ve çok az şey bildiğimiz bir figürdür ve bu nedenle hem tanımlamayı hem de icadı davet eder. - Daniel Mendelsohn, New York Review of Books

Hoşuma giden birkaç alıntı:

Dünyayı fethettim ama hiçbir yeri güvende değil; halka özgürlük tanıdım ama bir ondan hastalıkmış gibi kaçıyorlar; güvenebileceğim kişilerden tiksiniyor, bana çabucak ihanet edecekleri seviyorum. Ve nereye gittiğimizi bilmiyorum ama bir ulusu kaderine götürüyorum. – Jül Sezar

Orası, insanın dostunu düşmanını bilemediği, yetkinin erdemden üstün tutulduğu, ilkelerin şahıslara kul edildiği Roma dünyası.

İnsan bir yıl ahmak gibi yaşayıp bir günde akıllanabilir. - Horatius

İlk defa Kraliçe’nin huzuruna, Medea’nın ya da Kirke’nin karşısına çıkacakmışım gibi garip bir his içinde çıktım; sanki ne tam tanrıça ne tam kadın, ikisinden de daha doğaüstü bir varlıktı. (Kleopatra) – Şamlı Nikolaos

Önümdeki sakin yıllarda, içimde bir yerde ya da kitaplarımda bulacağım bir hikmet vardır belki. - Julia

… yıllar geçtikçe Roma’nın gururlandığını ileri sürdüğü ve üzerine büyük imparatorluğu kurduğu o eski “erdemlerin” -o sınıf, itibar, onur, görev ve dindarlık “erdemlerinin” -insanı insanlığından çıkardığına giderek daha fazla inanır oluyorum. Yüce Octavius Sezar’ın çabalarıyla Roma artık dünyanın en güzel şehri. Şimdi sakinleri de ruhlarını şımartıp kendilerini yaşadıkları şehir gibi, daha önce bilmedikleri bir güzellik ve zarafete götürecek imkâna sahip olamazlar mı?

… kimse İmparator’un sağladığı haysiyetli ve rahat hayattan hoşnut görünmüyor. Bunlar tuhaf insanlar… Sanki güvene, huzura ve rahata katlanamıyorlar. – Şamlı Nikolaos

İnsanın kendi hayatını araştırırken başkalarının yazdıklarına muhtaç kalacak kadar yaşlanması olağanüstü bir şey. – Augustus

Ne ters bir hayvandır şu insan, en çok kıymet verdiği, reddettikleri ya da terk ettikleridir! - Augustus

Geleceği bilmeyen genç, hayatı destansı bir macera, yabancı denizlerde ve bilinmeyen adalarda kendi güçlerini sınayıp ispatlayacağı ve sonunda ölümsüzlüğünü keşfedeceği bir yolculuk olarak görür. Bir zamanlar hayalini kurduğu o geleceği yaşamış orta yaşlı adam hayatı bir trajedi olarak görür, çünkü gücü ne kadar büyük olursa olsun o gücün, tanrıların ismini taktığı tesadüfün ve doğanın kuvvetine galebe çalamayacağını öğrenmiştir, ölümlü olduğunu öğrenmiştir. Ama ihtiyar, kendisine verilen rolü adamakıllı oynamışsa, hayatı bir komedi olarak görmelidir. Zira onun zaferleri ve yenilgileri birleşir ve gurur ya da utanç vesilesi olmakta birbirlerinden farkları kalmaz, ihtiyar ne kendini o kuvvetlere karşı ispatlamış bir kahramandır ne de o kuvvetlerin yok ettiği bir başrol oyuncusu. Her zavallı, acınası oyuncu gibi o da artık kendi olmadığı pek çok rol oynadığını anlar. - Augustus

Artık inanmaya başladım ki her insanın hayatında, er ya da geç, dile dökebilsin ya da dökemesin, anlayabildiği diğer her şeyin ötesinde yatan korkutucu gerçeği kavradığı; yani tek başına ve yalnız olduğu ve kendisi olan zavallı varlıktan başka bir şey olamayacağı gerçeğini kavradığı bir an var. - Augustus

John Williams’ın bir kitabı daha dilimize kazandırılıyor (YAKINDA):

Yayımladığım diğer platfomlar:
Wannart
Bubisanat
1000kitap

18 Beğeni

İkisi de büyük şair. Ovidius - Dönüşümler; Horatius - Ode’ler ve Epod’lar öneririm.

1 Beğeni

Teşekkür ederim. Okuma listeme ekledim :slight_smile:

1 Beğeni

Notre Dame’ın Kamburu - Victor Hugo

1831 yılında yayımlanmış Notre Dame’ın Kamburu. Kitabın başında, yazarın bu tarihten bir kaç sene önce Notre Dame Katedrali’ni ziyaret ettiğinden ve orada kulelerden birinin duvarında elle kazınmış, Yunanca “Kader” anlamına gelen bir sözle karşılaştığından bahsediliyor. Daha sonrasında bu söz bilinmeyen bir nedenle silinip gitmiş…

Victor Hugo, eserini bu söz yani “Kader” üzerine kaleme almış. Hikayesiyse bir kaç karakter üzerinden gidiyor. Bunlardan belki de en önemlisi Esmeralda isimli güzel Çingene kızı. Onu gören erkekler güzelliğine hayran olurken, kadınlar ise bu durumu kıskanırlar.

Bir diğer önemli karakter Notre Dame Başdiyakozu olan Claude Frollo’dur ve o, bu Çingene kızına ilk gördüğü andan beri takıntılıdır. Rahip olmasından dolayı bekar olmak zorunda olan Claude, kızın iblis tarafından kendisini sınamak üzere gönderildiğini dahi düşünür. Esmeralda’yı Kilisede Zangoç olan Quasimodo da sevmektedir. Esmeralda ne kadar güzelse, Quasimodo o derece çirkindir. Zaten Esmeralda’nın yüreğinde yakışıklı bir yüzbaşı vardır.

Kitabı okuduktan bir süre sonra karakterlere alışıyorsunuz. Bu arada, okurken düşündüm de yazar karakter yaratmada gerçekten çok başarılıymış. Her bir karakter farklı renkten kişiler, her biriyle tanışmak zevkliydi. Hikayesiyse alıştıktan sonra sizi içine çekip alıyor. Olaylar hızlıca akıp gidiyor. İnsan okurken neler olacağını belki az çok tahmin edebiliyor. Yine de okumak çok ayrı bir zevk.

Sadece bazı bölümlerde Hugo mimariden, Paris’ten epey bahsediyor. Okuyucuya Paris’in köşe bucak her yerini zihinde bir harita çizdirmek istercesine anlatıyor. Bu kısımlar biraz bunaltıcı, kurgudan kopmaya da sebebiyet vericiydi. Yazar ayrıca kendi varlığını bu kısımlarda epey belli ediyordu. Gerçi bu eski yazarların hep yaptığı bir şey.

Kitabı gerçekten severek ve büyülenerek okudum. Bitirdiğimde de beni bir hüzün kapladı.

Puanım: 10/10

22 Beğeni

Tıpkı kitap kapağının da söylediği gibi gülmecenin büyük ustasıdır Aziz Nesin. Ağlanacak hâllerimize kahkahalarla güldürerek okutur kendini. Oradaki herkes tanıdık, her davranış bilindiktir aslında ama kaç kişi onun kadar ustaca derleyip toplamıştır toplumumuzun aksayan yanlarını?

Kitap, birçok hikayeden oluşmaktadır. En uzunu başa alınmıştır. Kendine “ölmüş eşek” diyen bir garip adamcağızın, bir sade vatandaşın gözünden memleketin, halkın ahvalini en gülünç biçimde anlatır. Güya Tahtalıköy’den yeryüzündeki arkadaşına yazdığı mektuplardan okuruz başına gelenleri. Ölmüş eşeğin öldüğüne bile sonunda nasıl pişman olduğunu hayret ederek, her yanıyla doğru olduğunu tasdik ederek ve bolca gülerek okuruz.

Ardından yine ahlâkî değer yargılarımızı, pek çoğuna sözde bağlılığımızı, cehaletimizi, riyakarlığımızı anlatan başka başka hikâyeler ile devam eder.

Elimde bulunan bu kitap, kendi serisinin dördüncü kitabıdır ama bunu, önü arkası birbirini bağlayan bir seri gibi düşünmemek gerekir. Sadece derlenme sıraları, takılacak bir şey değil. Aziz Nesin bu, hangisi elinize geçse okuyun ve okutun derim ben.

Hem büyük bir ustanın elinden toplumumuza tutulmuş bir aynaya bakmak hem de bolca gülmek için adres burası efendim.

Şüphesiz ki çok tavsiye ederim.

13 Beğeni

İlk 150-160 sayfayı okuyan kitabın geri kalanını çok daha kolaylıkla okuyabilir.

Belki biliyorsunuzdur güzel bir müzikali de var, ben sevdiğim bölümlerden birisini paylaşıyorum.

6 Beğeni

Kesinlikle, Laird Barron’ın birkaç kısa hikayesini okumuş ve bepenmiştim. Yeni eserleri biraz daha gerilim ve polisiyeye kaysa da, daha okunacak ve yazacağı pek çok eser var gibi. :+1:

1 Beğeni

İHSAN OKTAY ANAR “PUSLU KITALAR ATLASI”

Kitap yedi bölümden oluşuyor. Ana karakter sayılabilecek Bünyamin ilk bölümde neredeyse görünmediği için kitapta karakterinin silik olarak ifade edilmesi manidar.
Üç bölüm boyunca kitabı haritalandırmak, hikaye haritasını anlamlandırmak mümkün olmadı benim için. Her bölüm hikayeye yeni bir karakter dahil oluyor ve bu yeni karakteri sanki ana karaktermiş gibi detaylı işliyor yazar. Olay örgüsü var ama bazen dahil olan karakterlerin hikayesine kapılıp ana örgüden kopuyor insan.
Bu kitap yıllardır ismiyle hafızamda yer edindi, hakkındaki yorumlar yere göğe sığdıramıyordu o yüzden beklentim yüksekti. Okuduktan sonra tam anlamıyla beklentim yerle bir oldu diyemem. Yazarın tarzı alıştığımın çok dışında olmasına rağmen sürükleyici bir okuma deneyimi oldu.
İstanbul’da yaşarken her gün geçtiğim, gördüğüm yerlere fantastik bir yolculuk yapmak hoştu. Ancak kitabın adını duyunca insan daha dinamik maceralar bekliyor. Puslu Kıtalar tam olarak hikayenin neresindeydi anlam veremedim. Olayın en sonunda “Erdal Bakkal aslında tuzlukmuş,” gibi bir noktaya bağlanması hayal kırıklığı yarattı. Kitaba puanım 6.

10 Beğeni

Okuduğum Tarih: 05-13 Ekim 2022
[Okuduğum 341.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 68.betik
[Ekim ayının 2.betiği]

Ülkemizde spekülatif kurgu çatısı altında ilk öykü seçkileri yapılması bence edebiyatımıza kısmen olsa da etkileri olacaktır. Çeviri öykü seçkilerine hegomanya gösterdiği 1990’lı yılları ve 2000-2010 yılları arasındaki dönemde spekülatif kurgu, bilimkurgu, fantastik ve korku-gerilim öykü seçkilerinin hazırlanmadı gelecekte ibre yerli edebiyata yöneleceği görüyoruz. Bu öykü seçkileri sayesinde nitelikli kalemleri tanıyoruz ve bireysel olarak kimlerin külliyatlarını okuyacağımıza ışık tutuyor.

2022 gözüyle baktığımda bu öykü seçkisinde üç ad tanıdığımı söylüyorum; Gökçe Mehmet Ay, Seran Demiral ve Orkun Uçar. Seran Demiral’ı daha önce Kayıp Rıhtım Öykü Seçkisi’nde anlattım onun kalemiyle tanışmamı. Bu öykü seçkisinin en iyisi öyküsü olarak Gökçe Mehmet Ay’ın “Acı” öyküsü seçiyorum. Bilimkurgu Edebiyatı’mızda Tevfik Uyar ve Murat Kaya Beşiroğlu’nun esameleri okunmadığı dönemde Gökçe Mehmet Ay’ı ilk kez Ümit Milli formasını giydiğini görüyoruz. Bu öyküsü ile Anadolu Korku Öyküleri seri seçkisindeki Demokan Atasoy ve Galip Dursun’a güçlü bir rakip olacağını gösterdi bizlere. Gökçe Mehmet Ay gelecekte Ümit Milli’den Bilimkurgu Gönüllüler takımına geçeceğini görüyoruz diğer öykü seçkilerinde.

Acı [Gökçe Mehmet AY (1979)]; Soluğum kesilmiş bir şekilde son söze kadar geldim. Sözlerle soyut unsurları somutlaştıran bir zekaya sahiptir. Öyküde geçen varlığı cin düşünürken o aslında nefretti. Öyküyü hangi açıdan bakarsan o açıyı görürsün. Tam saha kamerasıyla bakarsan da hem soyut hem de somut (insan katili) unsurları göreceksin. Buram buram korku-gerilim kokan öyküde merakla uyum içinde dans etmekten kendimi alıkoyamadım. Belki de fantastik değil korku-gerilim türü onun ikinci ruhudur. Kalem kendini nasıl his ederse o türde yazar. On dokuz yıl sonrasından yansıma onun karşısında saydam bir şekilde belirip onun tombiş yüzüne bakarak “Yüreklerimizde kılınan umut zerresine inan. O seni karanlıklardan aydınlıklara çıkaracak.” dedikten sonra kayboldum.

Hızlı İhtiyar [Celal Nazım BAĞLAN (1982)]; Gerçek anlamda tam bir Spekülatif Kurgu öyküsü diyebiliriz çünkü fantastik (sivrisinekleri konuşturma sanatı), bilimkurgu (seri katile dönüşen hızlı ihtiyar) ve polisiye (cinayetlerin perde arkası daha çözülmemiş) türlerini bu öyküde başarılı bir şekilde işlenmiştir. Bir yanda kahkahalarla gülerek okudum bir yanda olaylar karşısında soluğum kesildi. Yaşlı adam gibi hızlı olmak ister miydim? Bilemem ama eğer sivrisinek olsaydım kesinlikle şişmanların gıdılarından kan emerdim. Bu öyküde bilim adamın oğluna enjekte ettiği hızlandırma sıvısı sayesinde onu öldürecek mafyanın başına bela yaratması kasti mi yoksa farkında olmadan mı?

Ayak Parmaklarım [Burak TURAN (1980)]; Bu öyküde bazen aslında bir hayal ürünü olduğumuzu farkına varıyoruz. Bir gün gözlerimi açtığımızda hepsi koca bir yalan olduğunun farkına varırız. Bu öyküde çıkardığım ikinci anlam ise Yeliz, iki yıl içinde vefat etmiş. Başkarakter onun öldüğünü kabul etmek yerine onun resim sergisi açtığını ve ona geri döndüğünü tahmin ederken onun ayak parmaklarında çıkan hastalıkla gerçeğe uyanıyor. Bu öyküde neden ayak parmakları ağrı sızı çektiğini anlamadım.

Azna Ormanı [Burak TURAN (1980)]; Mitolojimizde ormanın koruyucu ruhlarının yanında cinler de vardır. Azna ağaçlarının adını bence Azmıç denilen kayıp cininden geliyor olabilir. Burada asıl görevi dışından el değmemiş kadından çocuk yapıp o çocuk büyünce onu öldürmesi görevi üstlemiştir. İnsanlar, hilkat garibelerine ve ucubelere yardım etmek yerine onlardan tiksinirler. Kadın ile onun arasında tecavüzden önce geçenleri uzun uzun anlatsaydı kalem. Bir de korku temasını daha da dolgun bir şekilde işleseydi öykü ürperti öyküsü değil tam bir korku-gerilim öyküsüne dönüşürdü. Yine de ülkemizde yeni nesillerde ilk korku gerilim denemelerden biri olduğunu diyebiliriz.

Kara Okul [Ömür ÖZCAN (1979)]; Ağzım resmen açık bırakan bu öyküde; insanoğlu her ne kadar akıllı olsa da gölgesinden asla vazgeçmemelidir çünkü gölge, insanı somutlaştıran bir şeydir. Soyut varlıkların gölgesi olmaz. Eğer gölgen yoksa toplumun için yaşayan bir hayalete dönüşürsün. Birkir’i o gölge sandım ama aslında o kişinin ta kendisidir. Gölgesini Erlik’ten almak için bir kurban seçer. Kurbanların akıllı olup akıllarıyla kurbanlıktan çıkmalarını bilen öyküleri çok severim çünkü başkaların günah keçisi olmamalıdır kurbanlar.

Medusafobia [Bedi Menderes SOLAK (1974)]; Kurgusu sayesinde nutkum tutuklu bir şekilde öykünün sonuna gelebildim. Aldatılan kadın, saplantılı olup eşini o kadınla paylaşmak yerine onu öldürüp alçıyla cesedinin üzerine dökerek heykelleştirdi. Oğluna o kadının Medusa olduğu efsanesine inandırdı. Beatrice, Durant’ı kazanmak için ona ayna hediye eder çünkü Medusa olmadığını kanıtlamak istedi. Saplantılık her çağda baş ağrısı olmuştur. Kadın, oğlunu öldürmek yerine onun gözlerini kör etmişti. O satırları okurken gözlerim oldu. Gurbetçimizin en güzel öyküsü budur ve ondan bu eseri seçerdiler. Fa Minör öyküsü yarışmaya gereksizce dahil edilmişti.

Golem [Ömür ÖZCAN (1979)]; Normalde çeviri kokan öyküleri hiç sevmem ama bu öykü istisnalardan biridir çünkü kurgusu güzel olduğu kadar İbrani mistizmindeki Kabbala ve Golem hakkında açıklayıcı bir anlatımla çok güzel bir şekilde kurgulanmıştır. Kurguda Otto, kendine Golem yaratarak kendini yarı tanrı görmeye başlar. Yarattığı Golem, arsenikle yavaş yavaş onu zehirlediğini anlayınca kurnazca onu yener. Şeytan kibirli olur ama kibrinden dolayı aklını kullanmayı unutur. Kibirle değil akılla hayatımıza yön verelim. Ayrıca bizim iyiliğimiz için öğüt verenlerin kulak verip onları öğütleri mantık süzgecimizde geçirmeliyiz.

Ölümün Yüzü [Umut ULUS (1985)]; Öncelikle depremlerde hayatını kaybedenleri saygıyla anıyorum. Tanrı’dan yakınlarına sabır ve acılarını hafifleten merhem diliyorum. Her canlı ölümü tadacak. Bazı yakınlarımızın ölüm haberleri gelince bu haberlerin yalan olduğu ve her an bir yerde çıkıp gelecek yakınlarımız diye düşünüyorum. Onlar artık geri dönemezler. Bu ölüm haberleri sayesinde bazı öyküler yarım kalıyor, bazı öyküler sebepsizce yargılamadan dolayı başlamadı ve o öyküler için beslediğimiz umutlar bir anda sönüyor. Hayat çok kısadır. Sevdiklerinizle dolu dolu geçiriniz. Tanımadan size değer verenlere az da olsa zaman ayırınız…

Kristal Çubuk [Şevval ATEŞ (1985)]; 2000 yılların başlarında ülkemizde yerli fantastik eserler yok denecek kadar azdır. Özentilik ve özgünlük adı altında bir yerlerinden uydurma fantastik eserler yerine Türkçe’yi fantastik dili haline getiren kaleme sonsuz teşekkür ederim. Etkileyici bir öykü olmasa da karakter adları, nesneler ve mekan adları Türkçe olduğu için bu beni çok mutlu etti. Zamanında Kuzey’in oğlu kırk aynanın karşısına geçince sırrın arkasındaki ikiziyle yer değiştirmesinden dolayı oluşan kargaşayı anlatıyor. Melisa da aynadaki yansımasını öldürmeyi tercih etmesinin nedeni Büyücü Mercan’a aşık olmasıdır. Onun yerine büyüyle kırk aynayı onarabilirdi.

Mavi Düğme [Yalçın PEMBECİOĞLU (1977)]; Bir mavi düğme manifaturacı dükkanının güzelliği uğruna canına kıyar mı? Bari o dükkancının yanında çalışsaydı olmaz mıydı? Bu sorularla anladığınız gibi insanlarda aşırı dereceye kaçan saplantıları vardır. Öykünün sonunda hayatından vazgeçen adam için çok üzüldüm. Ben de adını bilmediğim parfümün kokusunu his edince içimde o parfümü sıkanın peşinden gitmek yada ona sımsıkı sarılıp ateşli bir sevişmek istekleri geçiyor ama yaşadığım toplumun normları karşısında isteklerim absürt durduğu görüyorum. O kokuyu son kez içime çekip yoluma devam ediyorum…

Kurt Kapanı [Gürkan GÜLEGEN (1986)]; Ülkemizde Tokalı Kaya romanında önce ilk kez doğa korkusu işlenmişti. Bu öyküde kurtlar değil kurt adamı korkumsu gerilimi görüyoruz. Bizde küçücük ve önemsiz bir durum olduğunda büyükler hatta çevremiz bizlere inanmazlar çünkü ekstrem durumlara alışık değiliz. Normalde kurtlar kolay kolay insanlara saldırmıyor. Kurt adam ise bilinci karışık olduğu için insanlara zarar verebilir. Romanlaştırmaya layık bir öyküdür. On dokuz yıl içinde romanı basıldı mı? Bu konuda bir bilgim yoktur. Fahri Dede, Ayşegül sevgisi konuşmaya başladı ve bu da bize gerçek sevginin halen devam ettiğini görüyoruz.

İblis’in Mağarası [Efe NEPTUN (1986)]; Seçkide yer alan ve buram buram çeviri öykü kokan öykülerden biri olup merak duygusunun üst düzeyde olduğu için sonlara doğru soluğun kesilerek son sayfaya nasıl geldiğini anlamıyorsun. Son kısım bana Ay Savaşçısı: Kara Rüya Deliği adlı anime filmindeki tabutları anımsattı. Anime filminde tabutlarda uyuyan çocuklar varken bu öyküde vampir ve büyücünün öldürdüğü meraklılar vardır. Anime filmindeki tabutların amacı çocukların rüyalarından enerji sağlarken bu öyküde cam tabutlarda yatanlar niçin öldürüldüğü tahmin etmek zor iken Manson öyküler için yeni kurgular adına meraklıları öldürüyor.

Göz [Evren İMRE (1977)]; Dengesiz insanları tanıdım da bu öyküde geçen entresan insanları tanımadım. Sadece Sihirli Annem dizisinde Avni, Betüş ve ailesinin peri olduğunu Suzan’la kanıtlamak için Sadık Bey’in evini dürbünle dikizlerdi. Benim de arkadaşlarımla buluşurken onlara uzun uzun bakıp izlerim çünkü cesaretli olmadığım konuyu hayalimde canlandırıyorum. Bu özelliğimi tetikleyen burun fetiştistliğimden gelir. Güzel burunlu insanlarla hayalimde canlandırıyorum cesaretli olmadığım konuyu. Bazen onlara uzun uzun bakarken onlarda yılların yorgunluğunu görüyorum.

Düşüme İşeyen Cüce [Emrah AYDOĞDU (1969)]; Ay ne ergence bir öykü okudum. Okurken bazen güldüm bazen de sinir oldum. Oğlum kadına bu kadar değer verme yoksa başına kendini bir bok sanan biri olarak çıkar. O seni aldattıysa sen onu çatır çatır mislice aldatacaksın. Düşünde cüce çalılarken işerken neden kızıyorsun. Önce gidip o cücenin üzerine işeyeceksin sonra sudaki kadınla sevişmeyi bileceksin. Banu Alkan deyişiyle sevişmesen sevişir başkasıyla gülüm… Sonuçta düşü sen gördüğün için o düşü yönetebilirsin eğer aklını kullanabiliyorsan. Ben düşümde sevişirim çünkü ona da şükrediyorum. Düşlerim benimdir ve dilediğim gibi yönetirim…

Esrarlı Dilek [Nazlı ALTINOK (1987)]; Sanki bir romanın bir bölümünü okuduğumu his ettim çünkü kızın neden hilkat garibesine dönüştüğünü, neden güneşe çıkamayacağına dair konulara değinmemiş. Anladığım kadarıyla annesi cin babası insan olan bir kız olduğudur. Kurgunun yaratıcısı bu konuda bir bilgi vermese bu konu bizde muamma kalacak. Bu yönüyle dikkat çekmediği gibi yarım öykü gibi görünecektir.

Hapis [Özmen KAYA (1980)]; Sözlerle soyut duygular somutlaşarak bir kurgunun temel yapı taşlarından oluyorlar. Soyutu görmesek de ya okuyarak yada duygularla onların varlığını kavrıyoruz. Bu öyküde bahsedilen varlığın ne olduğunu ne biçimde göründüğü bilmiyorum çünkü bu varlık hakkında detaylı bir bilgi yoktur. Sanki bir romanın günlük tarzında yazılmış bölümü okuduğunu his ediyorsun. Anladığım kadarıyla bu varlık, taşlara karşı bir sempatisi vardır.

İblis’in Güncesi [Seran DEMİRAL (1989)]; Kalemin ilk öyküsü, onun tarzına göre çok basit kalmış. Sadece bir gençlik öyküsü olarak diyaloglar ön planda olduğu için kurguyu az çok anladım. İblis galiba ya Murat’ın yada Betül’ün içine girmiştir. 2002 yılında on üç yaşında bir kızın hevesle yazdığı öyküyü takdir ediyorum çünkü ergenlik çağında duyguları denizler gibi çalkantılı olduğu için ayakları sağlam bir şekilde yere basmasını bekleyemeyiz.

İstanbul 2.0.2.0 (Mert SÜĞLÜN); Öyküyü okurken kendimi kasvetli ve karamsar 2020 yılının İstanbul’un da yaşadım. Teknolojik olarak gelişmiş ülkeye dönüşmüş olsak da açığa alınanların barda çalışması ve orada toplanması dikkat çekiciydi. Bu öyküdeki 2020 yılını yaşamasak da açığa alınanların hala vardır. Ne garip ki ülke olarak kendimizi çok iyi tanıyoruz. Ruhum daraldı resmen bu öyküyü okuduğum sırada.

Kayıp Dua Kitabı [Ahmet BÜKE (1970)]; Türünü tahmin etmekten zorlandığım bir öyküyü yirmi yıl önce nasıl birinci seçildiğine anlam veremiyorum. İstanbul’da döviz kurumu soyan iki kişiden biri, Görenez Bükü oteline geliyor. Otel sahibinin kızı ona yardımcı olmak yerine onu öldürmesi ve adamın da kızı sebepsiz yere öldürmesi gibi kurgularına aklıma uymuyor. Durağan bir kurgudan sıkım sıkım sıkıldım. Öykünün adı ilgi çekse de kurgudan dolayı sınıfta kalmış. Bu kadar bile yorum yazdıysam buna da şükür.

Uykucu (Sibel ATASOY): Öykü seçkisinin kafa ütüleme öyküsüne hoş geldiniz. Öyküde kadın, spora mı başladı yoksa cinayet işleme işine mi girdi belli değildir. Galiba onun kocası ve onun sevgilisi, onu rahat rahat aldatmak için kadının sürekli yatmasından şikayetçi olup spora teşvik ediyor. Kadın özelliklerinden uzaklaşan sevgilim olsa vallahi onu aldatırım. Bu kadar uykuculuk olmaz be dünya güzellerim. Ben de uykuyu seviyorum. Günümü uykuya adamıyorum. Ayrıca dikkatimi çeken insanı takip edip onu öldüremem. Gidip işveli bir şekilde tanışırım. Gırgır şamata bir yana böyle sıkıcı bir kalem okunmaz okutulmaz. Öyküsü resmen edebiyatımızı katım katım katletiyor.

Fa Minör [Bedi Menderes SOLAK (1974)]; Gurbetçimiz yabancı terminlerle kurulu öyküsünde bir akıl hastanesinde geçen olayı tekrar tekrar anlatıyor. Tekrar olay yerine olayın öncesini uzun uzun anlatarak bizi bu da aydınlatabilirdi. Belki de o dönemde gurbetçimizin imkanları bu kadarla sınırlıdır. O yılın yarışmasında birinci seçilen öyküye nazaran kısmen akıcı ve merak uyandırsa da yabancı terminlerden dolayı ben de bu öykü geçer not almadı.

Gece Yarısı Muhafızları [Dilay ÖZGE (1985)]; Öyküyü okurken ilk başlarda yerli korku gerilim öyküsü sandım çünkü kahraman bakışlı anlatımla yazıldığı için anlatıcı adını dahi söylemiyor. Okudukça Fransa (Frankya)'da geçen bir öykü olduğunu anladım. Zoruma giden in cin Latince konuşarak mı top oynuyorlar (!) Yer-Sub denilen varlıklarımız yok mu? Hatta demonlarımız da vardır. Durağan yapısıyla da sıkıldığım öykü oldu.

Kurtarıcımız Soluncan [Orkun UÇAR (1969)]; Buram buram çeviri kokan öyküde; Kıyamete yakın bir zamanda insanlar arasında dövme modası yaygınlaşacak ve dövmeleri aynı olan bir kast olarak anılacak. Hatta sapkın bir din icat edip solucanı kurtarıcı olarak kabul edecekler. Gerçekte kıyamet sahnesinde sapkınlar helak olacak. Hak din kesin olarak Dünya’ya hükmedecek ve İsrafil sura üfler üflemez kıyamet kopacak. Hiç bir yabancı asla bizden üstün değildir.

Öykü seçkisinde bazı öyküleri yorumlamadığımı fark ettiniz. Yorumlamadığım öykülerden ikisi kurgusu olarak beni etkilemediği için yani bana basit bir öykü gibi geldi, diğeri öykü mü yoksa diyalog metni mi anlamadığım için ve öbürü de özgün fantastik adı altında özentilik ve uydurmayı birleştirip yani ısrarla Türkçe’nin fantastik dili olmadığını bizlere kabul ettirmeye çalışması gibi geldiği içindir.

Öykü seçkisi öykü seçimini beğenmedim çünkü seçilen öykülerin bir çoğu çeviri öykü tadında olduğu için bize dair izler yoktur. Öykü seçimi konusunda gerekli titizliğin ısrarla yapılmadığını bir kaç kez tanık oldum. Güya kendilerine kalemleri serbest bırakalım ki kısıtlı edebi eserler ortaya konulmasın. Resmen yeni nesillerde Türk Edebiyatı adı altında bir gelişim göremiyorum çünkü öykü seçkilerindeki öykü seçimlerine gereken hassasiyeti göstermiyorlar. Kısmen beğendiğim ilk spekülatif kurgu öykü seçkisini okuyup okumamayı sizlere bırakıyorum çünkü diğer okurlar gibi kötüyü de pohpohlayan biri değilim. Tarzım budur ve kimse beni asla değiştiremez.

3 Beğeni

Adsız Ülke - Alain Fournier

Adsız Ülke, I. Dünya Savaşı’nın ilk ayında ölen Fransız yazarın tek romanı. Yazarın ölümünden bir sene önce yayımlanmış. Bir bakıma otobiyografik özelliklere sahip. Kitaptaki kadın karakterin ismi, yazarın âşık olduğu Yvonne’den gelmekteymiş.

Kitabın anlatıcısı 15 yaşındaki François, bir köy okulunun müdürünün oğludur. Okula bir gün Augustin Meaulnes isimli yatılı öğrenci gelir. Uzun boyu nedeniyle kendisine Koca Meaulnes demeye başlarlar.

Bir akşam Meaulnes ortadan kaybolur. Meulnes ismini bilmediği bir yere ulaşmış ve orada Yvonne isimli genç bir kızla tanışmıştır. Genç kız, tuhaf erkek kardeşi Frantz ve babasıyla birlikte şatoda yaşamaktadır. Meaulnes’in davetsiz katıldığı bu eğlence, Frantz ve nişanlısı Valentine içindir. Eğlence sonlanınca köye geri dönen Meaulnes, genç kızı yeniden bulmaya çalışır…

Adsız Ülke’yi okurken sihirli bir durumla karşılacağımı düşündüm. Tabii fantastik bir tarafı yoktu. Hikayesi sanki fazlasıyla tesadüfler üzerine dönüyordu. Sonunu okurken Eski Türk filmlerine benzettim. Meaulnes karakteri sinirimi bozdu. Ona iki tokat atmayı çok istedim. Bir de çevirmen anımsamak yerine ansımak sözcüklerini kullanmış. Yanlış bir kullanım olmasa da (anımsamak demekmiş) bana garip geldi. Başka yorumlarda kitabı okurken zorlananlar olduğunu okudum. Bende öyle bir durum olmadı.

Puanım:6/10

17 Beğeni

image

Discovery gemisinin Jüpiter’in yörüngesinde kalmasıyla beraber David Bowman’in ‘‘Aman Tanrım! Burası yıldızlarla dolu’’ nidasıyla biten 2001 Bir Uzay Efsanesi 2010 ile devam ediyor.

İlk kitabın ve filmin getirdiği başarıyla Arthur C. Clarke devam edilmesi yönündeki istekleri kırmayıp seriye bu kitapla devam ederek yine bizleri ağzımız açık bırakıyor diyebilirim.

9 sene sonra Amerika, Rusya ve Çin’in Discovery gemisine ulaşarak elde edilen bilgileri kapma savaşına dönen yarışta ilk kitapta olduğu gibi renkli bir uzay yolculuğu bekliyor bizi. Bunun yanında hikayenin biraz dallanmasıyla beraber bilimsel verilerin de artması romandaki asıl hikayeyi gizlese de Arthur C. Clarke son 50 sayfada fişi çekerek hepinizi müthiş bir karanlığa hapsediyor.

Lafı fazla uzatmayıp doğrudan 3. Kitaba geçiyorum ve seriye başlamak isteyenlerin de fazla ertelemeden okumalarını tavsiye ediyorum.

İthaki devamını kısa zamanda basamayacak gibi görünüyor. Eski basımlar da pahalı olsa da pdf olarak okunabilir. :slight_smile:

Puanım ilk kitapta olduğu gibi 10/10

21 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 13-14 Ekim 2022
[Okuduğum 342.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 69.betik
[Ekim ayının 3.betiği]

Ahmet Mithat Efendi’nin yakından tanıdığı ve geleceğini parlak gördüğü kalem sahiplerinden Beşir Fuat’ın ani intiharı münasebeti ile kaleme aldığı bu eser,hepimiz için bir ibrettir. Materyalizm’in kıskacından kurtulamayan Beşir Fuat’ın intiharından önce yaptığı faaliyetlere, mektuplarına, bilhassa Ahmet Mithat Efendi’ye yazdığı mektuba,intihar sebebine ve Ahmet Mithat Efendi’nin hepimiz için verdiği öğütlere yer vermektedir.

1852-1887 yılları arasında yaşayan Fuat, asker olarak yaşamını sürdürürken aynı zamanda gazeteci, yazar, eleştirmen, çevirmen gibi birçok konuda da dikkat çeken işlere imza atmıştır. Yaşamış olduğu Tanzimat Dönemi’nde hakim olan Romantizm akımını kabul etmeyerek edeyatımızda Realizm ve Natüralizm üzerine ilk eserler veren Beşir Fuat, felsefede de Materyalizm ve Pozitivizm anlayışını savunmuştur.

Peki Beşir Fuat’ı ilginç kılan nedir? Yaşadığı devirde materyalizmi savunmak birçok oku kendisine çevirtiyor fakat hayatındaki olağandışılıklar bu kadar değil. Annesini paranoya hastalığı sonucu (kendi ifadesi ile ‘delirerek’) kaybettikten sonra hayatına eskisi gibi devam edemiyor. Bu buhran hali evlilik hayatına da sirayet ettikten sonra kendisini bir çıkmazda buluyor.

Beşir Fuat, çeşitli gazetelerde yazılar yayımlarken kişisel olarak onu tanımayan Ahmet Mithat, ona dair övgü dolu sözler sarf ettikten sonra tanışıyorlar ve devamında yazı çevresinde bir dostlukları oluşuyor. Bu dostluk Fuat için gerçekten önemli olduğu için ki, ölümünden sonra eline ulaşması için Ahmet Mithat’a bir mektup göndererek gerekli açıklamaları onun aracılığıyla yapıyor.

Bakışımızı kitaba çevirirsek eseri kaleme alan Ahmet Mithat, Fuat öldükten sonra, onunla nasıl tanıştığını ve kişiliğini, devamında Beşir Fuat’ın intiharından ve kendisine yazmış olduğu mektuptan bahsettikten sonra kendi muhafazakar görüşlerine uygun olmayan intihar üzerine çıkarılması gereken fikirlerini öne sürerek kitabı bitiriyor. Ayrıca Beşir Fuat gibi karşımızdakilerde güzel izlenimler bıraktıysak ne mutlu bize çünkü güzel izler hiçbir zaman unutulmaz hep güzel olarak hatırlanır. İncelemeyi oluştururken alıntılama yaptığım okurlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum çünkü onlar gibi kelimesi kelimesine düşünüyorum. Okumanızı tavsiye ediyorum.

4 Beğeni

Okuduğum Tarih: 14-17 Ekim 2022
[Okuduğum 343.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum da 70.betik
[Ekim ayının 4.betiği]

Ana kahraman, kendi anne babası diye bildiği ama kendi anası babası olmayan bir ailenin yanında büyüyor ve sonunda öz annesine ve babasına kavuşma sürecini işleyen bir uzun öyküdür. Mutlu sonla bittiğinden dolayı rahmetli kalemin karamsar ve melodram havasında uzak uzun öykülerden biri olduğu için akıcı, sürükleyici ve merak uyandırıcılık sayesinde soluksuz bir şekilde bitirebileceğiniz uzun öykünün ben de bıraktığı izlenimlere bakalım.

Biri çıkıp bana dese sen o ailenin evladı değilsiniz dediğinde tepkim şaşkınlık ve mutluluk olacak çünkü iç huzurum olmadığı ailede büyüdüm. İyi yönlerini takdir ediyorum ve onlardan aldığım terbiyeyi inkar etmiyorum. Bundan dolayı olumsuzlukları halı altına süpüremem çünkü bu hayat benim olduğu için iç huzurumu oluşturacak şekilde hayatımı yaşamak isterim. Adamına göre muamele etmelerinden rahatsız oluyorum. Ailenin genel geçer kuralı olacak ve ben dahil bütün bireyler uyacaktır. Benim üzerinde muhafazakarlıklarını gösteremezler.

Uzun öyküyü okurken şöyle bir hayal canlanıverdi gözümün önünde; Ahmet Demirel’in benim öz dayım olduğunu ve yıllar sonra tesadüfen Kürşat Mithat Özkan sayesinde beni buluyor. Yani onun beni tanımadığı halde içinden gelerek her konuda yardımcı olmanın nedeni meğer genlerden gelen bir özellikmiş. Bir gün gerçek ve sözde dayımın karşısına geçip “Sen eniştene beslediğin kinden dolayı küçükken dayılık etmedin. O senin gibi duygusuz bir insan olmadığı için Tanrı’ya şükrediyorum. Senin ona göstermediğin dayılığı ona göstereceğim çünkü o benim yeğenimdir.” dedikten sonra benimle orada ayrılıyor. Ben de ona “Dayıcığım” diyerek sarılıyorum.

Uzun öyküden mi yoksa Ahmet Demirel’in içinden gelerek gösterdiği insanlıktan mı bilemem ama onun bu coğrafyada gösterdiği babalığı tarif edecek kelime bulamıyorum. Zamanında babam onun gibi yapsaydı belki bu kadar Batı’ya karşı istekli olmazdım. Belki de babamın hatasını inkar ettiği için beni kurtlar sofrasında göz göre yalnız bırakmasını sabrettiğim için Tanrı bana Ahmet Demirel’in babacanlığını gönderdi. Tanrı’nın günahkar kulu olsam da Tanrı, babam gibi beni terk etmedi. Ummadığı anlarda beni mutlu ederek yolunda sapmama vesile oluyor. Biliyorum ki Demirel’in insanlığı bir gün ödüllendirecek Tanrı çünkü onun insanlığı kayıtsız şartsızdır.

Rahmetli kalem gibi köşklerde yaşamadık ama yazdığı uzun öyküler herkesin hayatından izler taşıdığını hiç bilmemişti kalem. Bu gün onun kalemi her türlü eleştiriye rağmen okunuyorsa melodram ve karamsarlığından dolayı değil zaman aşan hayatları yaşayan insanları kendi yörüngene çekiyor. Bu uzun öyküde; bazen evlatlık verildiğin aileler, öz ailelerden daha vefalı, daha sevgi dolu ve daha özverilidir. Ana kahraman gibi evlatlık olmayı çok isterdim çünkü iç huzurun olduğu aileye geçeceğim. Belki de bu hayatım önceki hayatımın cezasıdır. Kısmen reenkarnasyona inanıyorum. Okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Okuduğum Tarih: 17-18.Ekim 2022
[Okuduğum 344.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum da 71.betik
[Ekim ayının 5.betiği]

Kırgız Türk’ü yazar Cengiz Aytmatov ve Kazak Türk’ü şair Muhtar Şahanov’un birlikte yazdığı tiyatro eseri. Betik hem nazım hem nesir şeklinde yazılmış. İki yazar birbirini çok güzel tamamlamış. Ayrıca aktarıcı, Türk Lehçeleri ve Edebiyatları mezunu olduğu için karakter adları olduğu gibi latin transkripsiyonlu olarak yazmıştır. Bence bu yönüyle takdir edilmeli aktarıcıyı. Diğer çevirmenler ise adları abuk sabuk olarak aktarmışlar. Betik kısa olmasına rağmen birkaç olay barındırıyor.

Çin Hanlıklarından birini fetheden Hunların burda asimile olması, Hun hakanın Çinli bir kadınla evlenmesi sonucu ortaya çıkan sonuçları bölümünde karakter adları iki Türk kalemi kasıtlı olarak Arapça adlar seçmişler yoksa aktarıcının aşırı İslamcı tavrından dolayı mı? Bu sorunun yanıtı öğrenmek için eserin orjinaline bakmalıyız. Türk Lehçeleri’ne Arapça, Farsça ve Rusça adlar İslam ve siyasi nedenlerle geçmiştir. Hun Türkleri döneminde karakter adları öz Türkçe olarak seçilmelidir. Yada Çin kaynaklarından yola çıkarak o kişilerin adlarını Türkçeleştirmelidir Hüseyin Nihal Atsız gibi.

Başka bir olayda Cengiz Han’ın yakıp yıktığı Otrar şehrini anlatıyor. Bu öyküde bana Şu destanını anlatıyor gibi geldi. Yada Moğol İstilası’na ilk boyun eğen Kırgız Türkleri’ne dolaylı olarak bir gönderme yapmıştır çünkü Kırgız Türkleri, Uygur Devleti’ni yıkarak Kırgız Kağanlığı kurdular ve o coğrafyada kalanların torunları Hakas Türkleri olarak günümüzde anılmaktadır. Kırgız Türkleri direnişi gösterseydi Aybars ve Kutuz, Moğol İstilası’nı önleyenler olarak tarihe geçmezdiler. Kırgız Kağanlığı da Şu gibi Türk Tarihi’ne kara bir leke bıraktılar.

Sovyet döneminde ki Aralık olaylarına değinen kısmında ise Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’un, Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri, Kazak Türk’ü kökenli Dinmuhammet Kunayev’i azlederek yerine Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nden Genadi Kolbin’in ataması üzerine Aralık 1986’da (Jeltoksan, Kazak Türkçesi “aralık” ayı anlamına gelmektedir.) Kazakistan’ın başkenti Almatı’da patlak veren olaylar. Bazı kaynaklar Kolbin’in Rus kökenli olduğunu söylemekte, bazıları ise Çuvaş Türk’ü kökenli olduğunu iddia etmektedir. Bu olaylar da Kazak Türkleri’ne dayatılan boyculuk fikrine rağmen genlerinden gelen Türklük bilinci, Tanrı’nın izniyle Azerbaycan’da alevlenir ve böylece Aliyev mantalitesi tarihe gömülür.

Bu arada bu betik 2000 yılında basılmış ve yeni baskısı olmadığı için NadirKitap uygulaması sayesinde Toprak Kitap sahaftan satın aldım. Aktarması çok güzel olan betik sayesinde günümüzdeki, gelecekteki ve geçmişteki hatalar sayesinde olgunlaşacağımızı öneriyor. İnsan olsak da ulusumuzu tehlikeye sürükleyecek hatalardan kaçınmalıyız. Şiddetle okumanızı tavsiye ediyorum.

2 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 18-19 Ekim 2022
[Okuduğum 345.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum da 72.betik
[Ekim ayının 6.betiği]

Ülkemizde Bitmeyen Öykü adıyla yayımlanan monogatari türündeki anime, 1979 yılında Michael Ende tarafında yazılan fantastik uzun öyküden uyarlamadır. Bu tarz öykünün ülkemizdeki değerlere uygulayan Furkan Çırak belki o animeyi izlediği için bu böyle yomakımsı fantastik yazmıştır. Külliyatını okuduğum için ayakları sağlam bir şekilde yere basmaya başlayan bir öykü olduğunu gördüm.

Fantastik uzun öyküde Bastian, yağmur sıkıntısıyla yüklü bir günde oyalanmak için bir betik kepitine dalan Bastian, eski püskü bir betikten Fantazya’nın olağanüstü dünyasına girer. Bu uzun öyküde fantastik bir evren kurulup olup Bastian bilinçli bir şekilde betiğe girip olayın gidişatına etkili olurken Kutay ise büyükbabası tarafında verilen betiği okurken uyuya kalarak Oğuz Kağan dönemine gider ve yadaçı olarak Temurkapı’nın gizemini çözmeye vesile olmaya çalışır. Kutay kendi dönemine dönerken betiğini içine düştüğünü fark etmiyor. Ta ki Oğuz Kağan dönemine dair bir bedizi görünce bunu fark ediyor.

Yazdığı Gökbörü serisiyle kıyasladığım zaman bu uzun öyküsünde Ahmet Haldun Terzioğlu izinde emin adımlarla gittiğini görüyorum. Bu uzun öyküde kişi adlarını dikkatli ve tedbirli bir şekilde seçtiği için tarihsel karışıklığa sebep olmadan İslami Dönem Oğuz Kağan Yomakı çizgisinden devam etmiştir. Keşke Türk Söylence Sözlüğü’ndeki Söylencesel Hakan Adları’ndan faydalansaydı çok güzel olurdu. Göktanrı inancına inanan atalarımız, “Bir Tanrı” demezler. Onun yerine ya “Tengri” yada “Gök Tanrı” derdi. Karşılık oluşmasın diye “Tengri” sözü kullanmasını öneriyorum. Zamanında ben yazdığım öyküde Tek Tanrı diye yazmamı Ahmet Haldun Terzioğlu tarafında fark ettim. Bu yanlışımı düzelttim.

Ayrıca Kutay’ın büyükbabasının adı Ahmet olduğunu fark ettiniz. Ahmet, torunu Kutay’a yomaklar betiği vermesinden bir anlam çıkarmadınız mı? Bu iki durum bize genç kalem, izinde emin adımlarla yürüdüğü Yomakçı Ata’mız olan Ahmet Haldun Terzioğlu’na hoş bir gönderme yapmış kasıtlı yada farkında olmadan. Terzioğlu’na Kutay adında kurgusal torun yaratmış. Yomaklar betiği ise Terzioğlu’nun Gök Tanrı’nın Çocukları adlı Türk Yomakları betiğine hoş bir gönderme olmuştur. Maalesef o betikte Oğuz Kağan adlı yomakımıza yer vermemiş Terzioğlu.

Yomaksı Fantastik alanında bir uğraş veren genç kalem, ayakları sağlam bir şekilde yere basmaya devam ederse gelecek onun için parlak geçeceğine gönülden inanıyorum çünkü çabasını apaçık görüyorum. Kutay’ın Maceraları serisinin ikinci uzun öyküsünde Törüngey ve Ece dönemine gitmesini çok istiyorum çünkü onun kalemiyle Yaratılış Yomak’ımız nasıl bir uzun öyküye dönüştüğünü merak ediyorum. Severek okuduğum bu uzun öyküyü okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Terzioğlu, bu uzun öyküyü okursa benim göremediğim eksiklikleri apaçık görebilir. Bakalım zaman neyi gösterecek.

1 Beğeni

Derlemede Ray Bradbury’den ilham alan yazarlara ait 26 adet öykü bulunuyor. Fantastik, bilimkurgu, korku türünden karışık öyküler bunlar. Çoğunu severek ve keyifle okudum. Farklı yazarlara ait olduğu için öyküleri üst üste okumak hiç sıkmadı. Güzel bir okuma deneyimi oldu. En beğendiğim öyküler ise şunlar:

Yoldaşlar - David Morrell
Champlain Gölü’nün Gümüşî Sularının Kıyısında- Joe Hill
Telefon Görüşmesi - John McNally
Genç Seyyahlar- Joe Meno
Uyku Vakti Makinesi Çocukları- Robert McCammon

Puanım: 8/10

15 Beğeni