Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

resim

Okuduğum Tarih: 30 Ekim 2022
[Okuduğum 351.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 78.betik
[Ekim ayının 12.betiği]

Her zaman takımında olduğum için gurur ve duyduğum Aşkın Güngör’ün buram buram spekülatif kurgu kokan uzun öyküsünde bilimkurgu, fantastik ve korku gerilimi çocuk gözünde görmek gerçekten inanılmaz bir duygudur. Güngör’ün kurduğu takımda düşünce özgürlüğü ve onun bizlerin hevesini kırmayan özverisi anlatmak için sözler yetmiyor. Ne yazık ki piyasanın ve okuma oranın düşüklüğü o takımı dağıttı resmen. Takımın bir üyesi olarak bize destek olan ve önümüzü açmaya çalışan Güngör’ün uzun öyküsünü alıp okuyarak ona manevi destek verdim. Tanrı izin verirse bu günleri atlatacağız ve yeniden takım, edebiyat faaliyetlerini bir çatı altında sürdürmeye kaldığım yerden devam edeceğiz.

Düşler imkansız görünse de onları düşlemek bizlere huzur, güç ve yaşama sevinci aşılarken bu düşlerin dozunu kaçırırsak hayal ve gerçeği ayırt edemeyeceğimiz için hayatımızı ve çevremizdekileri tehlikeye sokarız. Düş Berberi’ni ilk anda Ebru’nun yaşlı ebeveynlere önerdiği psikyatris sandım. Uzun öyküyü okuduğunuzda benim gibi sanacaksın ama kalem sizi ters köşeye yatırdığını fark edeceksiniz. Düş Berberi hem fantastik karakter hem de ortaya çıkışı ürpertiyi verdiği için korku gerilimsel bir karakterdir.

Çocuklar, fide olduğu için nasıl bakarsan öyle büyürler. Yani onların kader motifleri avuçlarımızdadır. Erol belki de hayatında anne baba sevgisini özlediği için hayalla gerçeği ayırt etmeyen davranışlar sergilemiştir. Erol’un ne his ettiklerini anlamadan onun hayalla gerçeği ayırt etmeyen davranışlarını sorgulamak yanlış çünkü onun bu tepkileri neden verdiğini araştırmanın peşine düşersek Erol’un anneye babaya ihtiyaç duyduğunu anlarız. Büyükbaba ve babaanne bir anne bir baba yerini tutamazlar. Büyük ebeveyinlerin yanında büyüyen insanların hayatlarında hep bir şeyler eksik kalır.

Acaba düş berberi bize istediğimizi anıyı yeniden yaşatabilme gücü var mı? Varsa benim bir ricam olacaktır. Beni 2018 yılında Avustralya’dan gelen arkadaşımla görüştüğüm üç günü yeniden dolu dolu yaşamak isterim. İçten geldiği gibi davranan arkadaşımı çok özlüyorum çünkü aşırı samimiyetimi ‘anormal’ veya ‘kabahat’ diye yorumlayarak sessizce çekip gitmedi. Hatta davranışımızı eleştirip sokakta anketörü sözlü taciz eden öğretmen ve ona inan hemyerlisi gibi de beni yargılayamadı. Dört yılın içinde o kadar insan tanıdım ki iyi ki o Avustralyalı arkadaşımın sevgisini ve içten gelen davranışını eleştirmedim. O dönem yalnızlığı iliklerime kadar yaşadığım için onun davranışı bana samimi geldi. Ateşe yürüdüm. Pervane gibi döne döne yanacağım biliyorum ama ilk kez ateşi hissettim yüzümde…

Bu uzun öykü sayesinde çocuklarımız hayalla gerçeği ayırt edemediği davranışları sergilediğinde nasıl davranacağımızı öğrenmiş olarak doğru kararlarla onların hayatlarına yolculuk edip onların ellerinden sımsıkı tutarak onları anlamalıyız. Yoksa onların ruhlarında derin yaralar açmışız olacağız. Kader motiflerini yanlış çizerek hayatlarında kurtulmayacağı ağır travmaları eksik etmemiş oluruz. Severek okuduğum uzun öyküyü okumanızı ve çocuklarınıza okutmayı şiddetle tavsiye ediyorum. Erol öyküsünün devam etmesini temenni ediyorum.

3 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 30-31 Ekim 2022
[Okuduğum 352.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 79.betik
[Ekim ayının 13.betiği]

Japon Edebiyatı’nda genellikle Türkiye Türkçesi’ne çevirilen fantastik romanları okudum. Bu kez de Japon dramasını okudum. Kişisel özellikler merkezli dramalar da kimin suçlu olduğunu az çok tahmin ediyoruz. O kadar çok güzel anlatılmış ki kendimi romanın içinde buldum. Şohzo, Lili sayesinde hangi kadın onu sevdiğini anladı da ama korkak bir aşık gibi çekip gitti. İnsanlar hatalarından ders çıkarır.

Alper Kaan Bilir’in çeviri önsözünde bazı noktalar da ona katılmıyorum. (Selahattin Eyyubi bir Türk komutan ve hakandır. Bu asla değişmeyecektir.) İki Adı da Soyadı da Türkçe olduğu halde neden yanlışın peşinde sürüklediğine anlam veremiyorum. Ayrıca da çeviri yapılırken cümleler Türk mantığıyla çevirilmez. Deyimler, Atasözler, Kalıplaşmış Sözler vs Japon kültürüne ait olmalıdır. Onun çevirisi aslında çeviri ile uyarlama arasında bir yerde durduğu için görüntü kirliliğine neden olur. Onun çevirisi olan eserleri okumayı düşünmüyorum.

Her şeyden önce eril Doğu kültürünün aksine, hatun sözünden çık(a)mayan, kendi kararını ver(e)meyen erkek karakterin etrafında gelişen trajikomik olaylar okuru büyülemekle kalmıyor; gülümsetiyor, düşündürüyor, gizli bir pencereden seyretmesini sağlıyor. Ayrıca da Şozo ile babamı karşılaştırdığımda Şozo, başkaların akıllıyla hareket edip en ufak hatadan işin içinde sıyırılıp adamsendecilik göstermeye devam eder. Babam da onun gibi başkaların aklıyla hareket edip en ufak hatasında hatasını inkar edip kendini haklı çıkarmak için karşı tarafa fiziksel ve psikolojik baskı kurar.

Karakterlerin öz eleştirileri, ön yargıları, yaptıkları veya yaşadıklarıyla ilgili farkındalıklar, betiği okumaya değer yapan bunlardı. Bunları okudukça insan öz yaşamında da bu tarz farkedemediği detaylar olup olmadığını sorguluyor. Adamın pasifliği biraz sinir bozucu olsa da ondan önce onun hayatın mağlubu olduğunu anlıyoruz. Keşke devamı olsaydı da Şinako ile o kavuşsaydı. Mücadele eden kadın romanın kahramanı olarak takdir edilmelidir.

Dizi uyarlamasında adamın iki karısı karşı karşıya gelirdi. Kediyi sevmeyen kadın, ilk kadını kötü göstermek için elinde geleni ardına koymazdı. ZİLLİ adıyla Türk uyarlaması yapılırdı. Fukuko (Ferhunde) rolünde Aslıhan Gürbüz, Şozo (Şükrü) rolünde Bülent Seyran ve Şinako (Şebnem) rolünde ise Gökçe Bahadır oynamalıdır. Erkek karakteri için güçlü isim vermemenin nedeni Rahmi ve Kumru’nun kocası rolleriyle pasif ve saf hatta yarım akıllı erkek imajı verdiği için Bülent Seyran dedim. Okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Alper Kaan Bilir çevirisi değil Sinan Ceylan’ınkini seçiniz.

2 Beğeni

Evsiz Barksız Bir Hayalet: Tokyo Ueno İstasyonu - Miri Yu

0001972604001-1

İthaki Modern’den okuduğum ilk kitap Miri Yu’nun ‘’Tokyo Ueno İstasyonu’’ oldu. 2020 Çeviri Edebiyatı Ulusal Kitap Ödülü de almış bu eser.

Güney Koreli olmasına rağmen çağdaş Japon edebiyatının önemli temsilcilerinden Miri Yu, Japonca yazdığı eserlerle ve edebiyatıyla birlikte sanat dünyasında yaşamı ve yazdıklarıyla dikkat çekmeyi başarmış. Fakat Japon olmadığı için imza günlerinde ve bazı etkinliklerde faşist saldırılara ve eylemlere maruz kalmış. Aldığı ödüller sık sık gündeme gelmiş ve eleştirilmiş ne yazık ki. Sırf Japon değil diye.

Tokyo Ueno İstasyonu’nda evsiz bir hayalet olan Kazu’nun yalnız ve kasvetli hayatına odaklanırken beri yandan Japonya toplumunda yaşanan eşitsizliklere parmak basan bu kitabın yazarının ilginç ve dramatik bir hayatı olmuş aslında.

Çocukken annesiyle babasının şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmalarıyla birlikte okul hayatında akran zorbalığına uğraması ve taciz edilmesi gibi birçok sıkıntı yüzünden intihar denemelerinde bulunmuş. Sonunda kitaplarla tanışmış ve bu ağır dönemlerden sıyrılmayı başarmış. Edgar Allan Poe ve Fyodor Dostoyevski gibi yazarlarda kurtuluşa doğru yol almış Miri Yu. Aradığı huzuru ise tiyatroda bulmuş ve bu tür topluluklara katılarak oyunlar yazmış, sahnelenen eserleri de olmuş. Daha sonra roman yazmaya başlamış ve yarı otobiyografi türünde olan ilk romanı İşi ni Oyogu Sakana 1991 yılında yayımlanmış. Yazdığı eserlerin çoğu ödül almış ve yazar adını edebiyat dünyasında duyurmuş. Dilimize kazandırılan ilk eseri ise 2014 yılında yazdığı Tokyo Ueno İstasyonu olmuş. Doğrusu yazarın tarzını ve işlediği temaları sevdim, umarım diğer kitaplarını da ülkemizde okuma fırsatı bulabiliriz.

Tokyo Ueno İstasyonu yazılmadan önce on yıllık bir hazırlık döneminden geçiyor: Miri Yu, Ueno istasyonu ve park etrafında yaşayan evsizlerle konuşarak belgesel niteliğinde taslaklar oluşturuyor; çeşitli ses kayıtları, fotoğraflar ve birçok hikayeyi barındıran bu araştırmalar ise sonunda Tokyo Ueno İstasyonu eserinde vücut buluyor.

Kitabı okurken yaşananları daha iyi anlamak için mekanlara bakmayı unutmadım. Ueno Parkı’nın havası ve ortamı harika görünüyor. Bir gün oralara yolum düşerse mutlaka uğrayacağım yerler arasında olur.

İstasyon ve parkın şimdiki şenlikli havasını kitap içerisinde görmek pek mümkün değil, çünkü parkın içinde yaşayan evsiz insanların ve parka yakın alanda çalışan inşaat işçilerinin yaşadıkları hayata tanık oluyoruz. 1964 yılında Tokyo Olimpiyatları’nın hazırlığında bir işçi olarak yerini alan Kazu, ailesinden ve evinden çok uzaklarda hayatını sürmek zorunda, eline geçen kazancı da onlara yolluyor. Eşinin ve çocuklarının kokusu ile muhabbetlerinden yoksun, yalnız bir hayat bu.

Tek bölümden oluşan eser, bazen Kazu’ya bazen de Kazu’nun gözünden baktığımız o parktan geçen ya da orada yaşayan evsizlerin konuşmalarına şahit ediyor biz okurları. Kurgunun karmaşıklığı ve bu gibi diyalogların iç içe oluşu kitabı biraz dağınık kılmış; özellikle Kazu’nun hayalet mi yoksa nefes alıp veren bir insan mı olduğunu çözemedim bazı yerlerde.

Savaş sonrası Japonya’nın portresini çizen kitabın temel noktası zengin ile yoksul arasındaki büyük farkların ele alındığı kısımlardı bence. Ayrıca sürekli çalışmak ve çabalamakla geçen ömründe hep yalnız yaşamak zorunda kalan bir bireyin ya da birey olmaya çalışmanın derdini okuyoruz. Fani bir insanın hayatı ne kadar sürüp gidebilir ki? Sevdikleriyle beraber neredeyse hiç zamanı olamamış bir ömür.

Yazarı ve kitabını sevdim, bu gibi temaların işlendiği kitapları okumayı seven herkese öneririm.

Alıntılar:

Hayatın, ilk sayfayı çevirdikten sonra sıradaki sayfanın geldiği, sayfaları çevire çevire nihayet son sayfaya varılan bir kitap gibi olduğunu düşünürdüm ama hayat kitaplardaki hikâyelerden tamamen farklı çıkmıştı. Harfler dizili, sayfa sayıları konmuş ama bir hikâye örgüsü yok. Sonu var ama bitmiyor. /s. 5

Aniden yağmur yağmaya, kulübelerin üstündeki brandaları ıslatmaya başladı. Yağmur, yağmurun ağırlığıyla yağıyordu. Yaşamın ağırlığı gibi, zamanın ağırlığı gibi muntazam bir şekilde yağıyordu. Yağmurlu gecelerde, yağmurun sesinden kulaklarımı alamadığım için uyuyamazdım. Uykusuzluk, sonra da ebedî uyku… Ölümün araya mesafe koyduklarıyla, yaşamın araya mesafe koydukları, yaşamın yakınlaştırdıklarıyla, ölümün yakınlaştırdıkları, yağmur, yağmur, yağmur, yağmur…

Tek oğlumun öldüğü gün de yağmur yağıyordu. /s. 27

“İnsanın en kötü huyu ölüm ânını düşünmekten vazgeçemeyişidir. İyi bir ölüm şekli miydi, kötü bir ölüm şekli miydi diye geriye kalan bizler kafa yorarız. Bu durumda da hangi ölüm şeklinin iyi hangisinin kötü olduğu bizim kararımıza kalır.” /s. 51

Eskiden evim vardı. Ailem de vardı. Kimse başından beri bu mukavva kutular, mavi brandalardan yapılı derme çatma kulübelerde yaşamıyor. Kimse isteyerek evsiz olmuyor. Herkesin kendine has hikâyesi var. /s. 58

Düştüğünüz yer bir çukur olsa, geri tırmanabilirsiniz belki. Ancak bir kez ayağınız kayıp da uçurumdan düşmeye başlarsanız, hayata tekrar dönebilmek imkânsız. Düşüşe son verebilecek tek şey ölüm. Yine de ölene kadar yaşamaya devam etmek zorundasınız. Bunun içinde de az da olsa para kazanmaktan başka çare yok. /s. 58

Ölümde korkutucu olan ölecek olmam değil. Ne zaman biteceğini bilmediğim bir hayatı yaşamaktı korkutucu olan. Tüm bedenime çöken bu ağırlıkla mücadele edecek gücüm de ona dayanacak gücüm de yoktu. /s. 87

Zaman geçmişti, yaşananlar yaşanmıştı, yaşandığı gibi kaybolup gitseydi keşke her şey… Ama kaybolmuyorlardı… Peşimden geliyorlardı… /s. 107

İncelememi yayımladığım diğer platformlar:
Wannart
Bubisanat
1000kitap

11 Beğeni

Robert A. Heinlein - Yıldız Gemisi Askerleri

Yıldız Gemisi Askerleri, yazardan okuduğum ilk kitap oldu. Daha önce askeri bilimkurgu romanı Yaşlı Adamın Savaşı’nı, okumuştum. O kitabın, Heinlein’in bu romanından etkilenilerek yazıldığını öğrenmiş oldum.

Kitapta özetle ana karakter Johnnie Rico’nun askerliğe nasıl girdiği, sırasıyla nasıl eğitimlerden geçtiği, sivillerin askerlik ve askerlerle ilgili tutumları, düşünceleri, sonunda meydana gelen savaş vb birçok şeyden bahsediliyor. Kitabın bilimkurgu yönü bence askerliğin arkasında kalmış. Askerlik üzerine çok fazla şey var. Detaylı anlatımlar.

Kitabı okurken sonlara doğru yorulduğumu fark ettim. Daha önce askerlik üzerine bu kadar ayrıntılı bir kitap okumadım sanıyorum. Kitabın bilimkurgu kısmına diyecek bir şeyim yok. Savaşın kötü olmasından ziyade askerliğin ne kadar zorlu ve yorucu olduğuyla ilgili bir kitap. Ayrıca birçok noktada Amerikan filmleri tadında. Bir de düşmanla ilgili daha çok şey öğrenmek isterdim.

Kitabın anlatımı akıcı ama dediğim gibi benim için okuması yorucu ve zorlayıcı oldu.

23 Beğeni

Emrah Safa Gürkan - Bunu Herkes Bilir

Emrah Safa Gürkan, Twitter üzerinden tanıdığım, daha öncesinde herhangi bir kitabını okumadığım videosunu izlemediğim bir tarihçi. Uzun zamandır, kendisinin şöhreti sebebiyle kitaplarını merak edip dururken, bir kitabı okuma ve işe gidip gelirken dinleme döngümde kendisine sıra geldi.

Kendimi bildim bileli, tarihe merakı olan, tarih’in aslında sosyal bir bilim olduğunun farkında olan, Murat Yardakçı ve Mısır Püsküllüoğlu gibi tiplerin tarihçi değil tarih üzerinden para kazanan, kendilerine menfaat sağlayan bezirganlar olduğunu düşünen birisiyim. Ancak ben bir tarihçi değilim, o sebeple kitap üzerindeki yargılarım herhangi bir tarihi yönteme ve usule dayanmamaktadır, yorumlarım tamamen öznel düşüncelerimdir, herhangi bir kanıt veya karşı tez iddaası içermemektedir.

Kısa bir girizgahtan sonra kitap hakkında söyleyebileceğim en öncelikli konu kitabın dilinin çok akıcı ve konuların okuyucu sıkmadan çok güzel aktarıldığıdır.

Kitap tarihimizde yanlış bilinen noktalara değiniyor ancak kitabın ana ekseni "Türkler olarak biz neden geri kaldık veya Batılılar nasıl bu kadar ilerlerdi " kurgulanmış. Kitabın son kısımlarında bazı tarihi magazinsel olaylara yer verilsede kitabın büyük çoğunluğu bahsettiğim kurgu üzerine.

Kitabın içeriğini çok açık etmemek adına ana sorunun cevabı üzerine yazmayacağım. Ancak Emrah Hoca, soruyu ekonomik, siyasi, sosyal ve coğrafi açılardan değerlendirmiş. Bu değerlendirmelerin sonucunda çok sağlam fikirler ortaya atmış. Özellikle belirtmek isterim, Tarih gibi bir fikir sunarken altını doldurmanın göründüğü kadar kolay olmayan bir alanda Emah Hoca fikirleri gayet güzel ve yalın bir biçimde anlatmış. Tarihi sevdiğimi belirtmiştim ancak 1 cümlelik fikri ortaya koymak için 500 sayfa yazıp hala birşey anlatamayan yazarlardan çok çekinirim. Emrah Hoca bir fikri ortaya koyabilmek adına belki de yıllarını harcadığı konuları çok güzel özetlemiş, kitabın sonunda referans okuma listesi sunmuş. Okuma listesinin doluluğu bile yazarın size sunduğu fikirlerin ardında çok büyük bir emek olduğunu gösteriyor.

İçerik olarak pek girmeyeceğim diye belirttim ancak hocanın sorduğu soruya cevap verirken, Batı’nın avantajlarını bol bol saymış, bizim eksik noktalarımızı vurgulamış ama o kısımda elini biraz korkak alıştırmış. Neden geri kaldık konusunda bence iğneyi başkalarına, çuvaldızı kendimize batırmak lazım. “Bakın kader Batılılara yardım etti” demek iflas olmaz Doğulu kaderciliği ve kolaycılığına kaçmak oluyor.
Hoca tepki çekmemek için kendimizi çok eleştirmedi desem, öyle bir şeyde söz konusu değil, kitabın sonunda hoca bir devlet büyüğümüzü anlayan için gayet yerden yere vuruyor.

Ek olarak sayfalar arasına serpiştirilmiş görseller tarih kitaplarında her zaman ilgimi çeker, bu kitapta bu tarz görseller oldukça hoşuma gitti.

Sonuç olarak, tarih kitabı çok basılsa bile kitapların çoğu eskinin araştırılması ve detaylandırılması üzerine oluyor. Tarihi olayların günümüze etkisi, tarih içinde toplumların değişimi ve bu değişimin altındaki sebepleri inceleyen, yeri geldiğinde günümüze ayna tutan eserler az basılmakta. Bütün bunları göz önüne aldığım zaman kitabı oldukça beğendiğimi ve yazarın diğer kitaplarına devam edebileceğimi söyleyebilirim.
Puanım 8/10

15 Beğeni

İleride akademik kariyer yapıp aynı bu tarz kitap çıkarmayı düşünüyordum ki benden önce biri yapmış :sweat_smile:

1 Beğeni

download

GECE YARISI KÜTÜPHANESİ

Birçoğumuz hayatımızda bir kez düşünmüşüzdür acaba Liseyi daha iyi bir okulda okusaydım hayatım daha farklı olabilir miydi, Üniversitede acaba Siyaset Bilimi ve Kamu yönetimi okumak yerine sınava sayısaldan girip Endüstri Mühendisliği mi okusaydım daha mı mutlu olurdum? Gibi
kendimize böyle sorular sormuşuzdur illaki. İşte bu kitap da tam olarak bu mevzuyu konu ediniyor. Kitabımızın ana karakteri Nora Seed bunun gibi birçok düşünce içerisinde. Kendisi yaptığı seçimler neticesinde pişmanlık yaşıyor böylece de Gece Yarısı Kütüphanesinde gözlerini açıyor. Orada gerçek hayatındaki Kütüphaneci Elm’le karşılaşıyor. Kütüphaneciyle birlikte raflardaki kitaplardan birini alıp yaşamak istediği hayatı yaşamaya başlıyor. Nora, bir hayatında buzul bilimci diğer hayatında dünyaca ünlü müzik grubu üyesi başka bir hayatında da olimpik yüzme yarışcısı… böyle böyle zamanında başka bir tercih yapsaydı nasıl bir hayatı olurdu sorusunun cevabını almış oluyor.

Kitabın ilk sayfalarındayken bir bütünlük göremedim demiştim ama bu ilerleyen sayfalarda düzeldi. Gerçekten kapağın ön tarafında yazan her şeyi hak ediyor bu kitap. Ben de açıkcası farklı bir ufuk açtı diyebilirim. Artık hayata daha farklı bir pencereden bakıyorum. Yazarın diğer kitaplarını baktığımda da bu kitap konusu gibi kendime göre söylüyorum kendine has konular. Yakın bir zamanda diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Modern zamanın favori yazarlarımdan biri oldu. Bu arada kitapta önemli olan mevki, para değil önemli olan kendini ait hissetiğin yer ve sevmek ve sevilmek mesajını aldım.
Puanım 10/8.

15 Beğeni

image
Reşat Nuri Güntekin - Çalıkuşu

İlk defa bir Reşat Nuri kitabı okudum. Yazarın tarzını bilmediğim için sıkıcı olacağını düşünüyordum ama beklentimin aksine kitabı okurken hiç sıkılmadım, kitap çok akıcıydı.

Feride karakteri bir Milli Edebiyat dönemi eseri için oldukça başarılı bir karakter. Çağdaşı olan eserlerde bu kadar sağlam bir karaktere fazla rastlamıyoruz.

Feride’nin karakter gelişimini okumak çok keyifliydi. İhsan ve Hayrullah karakterleri de güzeldi. Kamran’dan ise hiç hoşlanmadım.

23 Beğeni

Undine - Friedrich de la Motte Fouqué

Romantik peri masalı tadında bir uzun öykü. İlk kez 1811 yılında bir dergide ve sonrasında kitap olarak yayınlanmış. Eserin oluşumunda birçok mitolojik figür ile hikayeden etkilenilmiş. Bunlar Melusina, Tuna kızı gibi efsaneler. Ayrıca Fouqué, 16. yüzyılda ünlü bir doktor, simyacı ve doğa filozofu olan Paracelcus’un bir yazısından açıkça etkileniyor. Paracelcus’a göre doğadaki dört element birer ruha sahip ve su elementinden olanlara Undine deniliyor.

Undine, güzeller güzeli bir su perisi. Bir ruha sahip olabilmesinin tek yolu bir ölümlüyle evlenmesidir. Anlaşmaya göre sevgilisinin ona ömrü boyunca sadık kalması gerekli. Kurgu bir şövalyeyle bir su perisinin etrafında dönüyor. İki ana karakter doğaüstü güçlerin müdahalesiyle bir araya getiriliyor. Sonrasına dair neler olacağı kehanet dahi ediliyor. Yani bir noktada neler olacağını artık biliyorsunuz.

Anlatım sürükleyici, doğaüstülükleri okumak zevkli. İnsanın bilinmeyene korkusu fark ediliyor. Undine karakterinin değişimi epey fazla ama her zaman iyi huylu biri olduğu aşikar. Hikayenin dini bir boyutu da mevcut. Undine pagan ismi deniliyor, çocukken vaftiz edilip edilmediği sorusundan bahsediliyor. Yine de Undine tanrıya farklı şekillerde de olsa inandığını ve onu bildiğini belirtiyor.

Masalsı, hüzünlü ama yine de okuması zevkli bir hikayeydi. Yazarın anlatımı gerçekten etkileyici. Bu ikinci okuyuşumdu.

Puanım: 10/10

18 Beğeni

Knut Hamsun, bu çarpıcı biyografik kitapta Kristiania şehrinde yaşadığı zorlu dönemi etkileyici bir dille anlatmaktadır.

Genç yazarın tek geçim kaynağı, bir gazetenin yazı işleri müdürünün verdiği birkaç krondur. Birçok zaman beş parasız olan yazar yalnızlıkla, ilhamsızlıkla ve kaldığı odalardan kirasını ödeyemediği için atılma korkusuyla boğuşmaktadır. En dayanılmazı ise açlıktır. Açlık bedenini de zihnini de zayıflatmakta ve ona tarifsiz acılar çektirmektedir.

Açlık ve sefaletin bir insanın ruh halinde ve kişiliğinde nasıl değişimler yaratacağını kitap etkileyici bir şekilde aktarır. İnsanlarla dalga geçer. Bir yandan da onlardan utanır. İncinen gururunu çeşitli yollarla tamir etmeye çabalar. Bir kadından hoşlanır ama onun karşısına parasız biri olarak çıkmaktan utanır.

Açlık bedenini zorladığında normal şartlarda ahlaki olarak onaylamadığı işler yapar. Dolandırıcılıklar, yalanlar gibi… Karnını doyurduğunda ise bu işlerden pişmanlık duyar. Vicdanı onu rahat bırakmaz ve yaptıklarını telafi etmeye çalışır. Tekrar açlığa düştüğünde o telafi çabalarını da mahveder. İçsel muhasebesi bana ara sıra Raskolnikov’u anımsatmıştır. Neyse ki geri dönülmez bir suç -cinayet- işlemiş olan Raskolnikov’un aksine, yazarın suçları parasaldır.

Tanrı’yla olan ilişkisi de zıtlıklar arasında gidip gelir yazarın. Hem ona muhtaçtır, hem ona bağlıdır, hem de isyan eder. Tanrı’nın onu niçin sefaletle sınadığını sorgular. Kitapta öyle bir sahne var ki okurken tesir etti ve nefesimi kesti.

Yazar, sözde köpeği için kasaptan bir parça kemik ister. Kemiğin üstünde bir parça çiğ et vardır. Kasaba teşekkür edip kimsenin kendisini görmeyeceği bir yere giden adam çiğ eti yemeye çalışır. Midesi bulanır ve kusar. Tanrı’ya nefretle yakarır ve lanet okumaya başlar.

Bu sahneyi okurken aklıma Rabia’tül Adeviyye’yle ilgili bir kıssa geldi. Kafamda istemsizce bu pasajla o kıssayı kıyasladım. Kıssada, Rabia günlerdir açtır. Oruç tutmaktadır ve yoksulluğundan dolayı sadece suyla iftar etmektedir. Komşusu ezana yakın bir kap yemek getirir. Ancak Rabia mum getirmeye gittiğinde bir kedi yemeği yer. Mum yere düşüp söner. Ezan okuduğunda Rabia’nın eli titrer ve su da yere düşer. Rabia “Ah!” çeker ve gaipten bir ses gelir. “Bana ait derdini alayım, dünyaları ayağına sereyim, ister misin?” Rabia ise Tanrı’nın derdini dünyanın sefasına tercih eder.

Her iki insanın da başına gelen benzer ama tepkileri farklıdır. Birisi yaşadıklarının Tanrı’nın onu sevmediğinin işareti olarak yorumlar, diğeriyse Tanrı’nın onu sevip dünyaya dalmaktan korumasının işareti. Bir tavırdan isyan, diğerinden aşk doğar. (Bu arada çileciliğe, yoksulluğun yüceltilmesine karşı olduğumu da belirtmek isterim. İnsan geçim sağlamak için çalışmalı, elinden geldiğince iyi şartlarda yaşamalıdır.)

Behçet Necatigil’in muhteşem çevirisinden bahsetmemek de haksızlık olur. Kitabın edebi güzelliğini Türkçenin olanaklarını kullanarak bize ileten çevirinin usta bir kalemden doğduğunu okurken fark ediyorsunuz.

Açlığın psikolojisinin bir nevi baş ucu eseri olan bu kitap, okunası, hatta bir grupla okunup üzerinde sohbet edilesi.

15 Beğeni

Kısa Bir Cehennem Ziyareti - Steven L. Peck

Kısa Bir Cehennem Ziyareti, Borges’in “Babil Kitaplığı” adlı kısa öyküsünden esinlenerek oluşturulmuş. Arka kapakta yazarın, o öyküye yeni bir yorum kattığı söyleniyor. Borges’ın öyküsünü okumadığım için epey merak ettim.

Kitabın ana karakteri, hayattayken dindar olan bir adam. Öldüğü zaman beklentilerinin aksine kendini cehennemde bulmuş. Bu cehennem ona anlatılanlardan farklı ve Baş İblisin ağzından bu inançlara bir eleştiri dahi yapılıyor.

Kurguda yatan fikir son derece ilginç. Okurken anlatılanlar başta komik geliyor ama düşündürücü, hüzünlendirici bir yanı var. Sonlara doğru anlatım biraz monotonlaşıyor ve kitap bir anda bitiyor, yani siz ne olduğunu anlamadan. Tabiki bunlar beğenmediğim anlamına gelmiyor. Anlatılanların düşündürücü yönünü sevdim.

Puanım: 8/10

17 Beğeni

THE ORPHIC HYMNS

Orphism, Antik Yunanların en popüler mezheplerinden birisidir. Yunan mitolojisinden bildiğimiz Zeus, Athena, Dionysus vb. figürleri içerir. Fakat Kozmogoni(evren varoluşu) ve Teogoni(tanrı varoluşu) hikayeleri yönünden, Homer ve Hesiod’un “standart” diyebileceğimiz Yunan mitolojisinden farkları vardır. Örneğin, Persephone’nin annesi Rhea’dır; ve hatta Herakles zaman tanrısı olan Khronos’tur.

Bu eser de Orphic geleneğine ait, farklı tanrılara ve kavramlara adanmış 87 şiir içeriyor. Şiirler yaklaşık 90 sayfa tutarken, yazarın açıklamaları ise 300 sayfayı geçiyor. Yani oldukça detaylı, sözlük niyetine kullanılabilir.

“Ben Yunan mitolojisini iyi biliyorum, sağ elle yazmak yetmiyor, bir de sol elle yazmayı öğreneyim.” diyenlere öneririm.

15 Beğeni

image

Sıkı bir bilim kurgu okuru olan Zülfikar Yamaç, bu ilk kitabında nispeten az bilinen yirmi beş bilim kurgu kitabını tanıtıyor ve inceliyor.

Her yazıya öncelikle yazarı kısaca tanıtarak giriş yapan yazar, ardından kitabın konusunu yarı ciddi yarı eğlenceli bir üslupla anlatıyor. Sohbet eder gibi… Eğer bilim kurgu seviyorsanız ve okuduğunuz kitaplar hakkında sohbet edecek pek kimse yoksa, bu kitap bu ihtiyacı bir nebze karşılıyor.

Kitabın konusunu anlatırken kitap hakkındaki düşünce ve yorumlarını da aktaran yazar, her yazıyı genelde Türkiye’deki çevirileri ya da baskılarından bahsederek sona erdiriyor. Yahut kitabı okumakla ilgili bir öneride bulunuyor, mesela ağır bir kitapsa sindire sindire okumak gibi. Bir yazının sonundaki Mars konseptli kitapların önerisi çok hoştu.

Seçilen kitapların genelde homojen bir dağılım gösterdiğini söylemek mümkün. Ağır taş kitaplar da var, hafif ya da çerezlik kitaplar da. Kitapların çoğu Batılı yazarlara ait ama Sovyetlerden yazarlarla Çinli bir yazar da var. (Bu türde Batılı yazarların baskın olduğunu düşünürsek coğrafya dağılımının da gayet homojen olduğunu söyleyebiliriz.) Yerli bilim kurgu kitapları ise özellikle bu derlemede yer almamış, çünkü önsözde belirttiği üzere yazar, yerli bilim kurgu eserlerinin ayrı ve daha kapsamlı bir dosyada yer alması gerektiğini düşünüyor.

Gayet hoş bir koleksiyonluk eser olmuş, bilim kurgu okumak istiyor ama nereden başlayacağınızı pek bilemiyorsanız; ya da türün sevenlerinden olsanız da yeni kitaplar keşfetmek için arzu duyuyorsanız, bu kitap faydalı bir rehber olacaktır. Yazarın emeğine sağlık.

14 Beğeni


Afşin Kum - Sıcak Kafa

Post apokaliptik bilim kurguları severim ama daha önce yerli bir yazardan bu türe dair bir eser okumamıştım. Güzel bir deneyim oldu.

Sohbet ederek yayılan bir salgın hastalık fikrini çok ilginç buldum. Daha önce ses dalgaları yoluyla yayılan bir parazite Doctor Who dizisinde rastlamıştım ama sohbetle hastalığın yayılmasını çok özgün buldum.

Yazar bu kadar ilginç bir konu bulmasının yanında Murat Sivayuş ve Özgür gibi iki ilgi çekici karakter de yaratmış. Buraya kadar çok hoşuma gitti ama geri kalan karakterler çok yüzeyseldi. İlk başta Şule ilgi çekici gibi duruyordu ama onun da ilgi çekiciliği ilerleyen sayfalarda kayboluyor.

Gelişim kısmını da zayıf buldum, olaylar hep tesadüfler üzerine ilerledi, kurgusu çok zayıf kaldı. Neyse ki sonu değişik bir şekilde bitti de okuduğuma değdi.

Yakında dizisi çıkacak, umarım dizide bu konuyu iyi değerlendirmişlerdir. Şöyle 3-4 sezonluk bir konusu rahat var.

14 Beğeni

Yedi Krallık Şövalyesi - George R.R. Martin

Gezgin Şövalye Dunk ve sıra dışı yaveri Egg’in maceralarını okuduğumuz 3 öykü ( ya da novella? ) derlenip bu kitap ile bizlere sunulmuş. Martin Westeros ya da Targaryen hanedanlığına ait ufak ufak çok yazı yazmış sanırım, sonradan derlenip kitap olmasa çoğunu göremiyoruz dilimizde. Gerçi bu kitabın ilk öyküsü zamanında Phoneix yayınlarının bastığı Efsaneler 1 derlemesi ile yaklaşık 20 sene önce falan bize sunulmuştu ama ben dahil pek kıymetini bilmemişiz sanırım :slight_smile: .

Yedi Krallık Şövalyesi genel anlamda gayet beğendiğim bir eser oldu, üç farklı maceramız da iki ana karakterimizin başından geçiyor. Akıcı, keyifli, eğlenceli, tadımlık deneyimler sunuyor. Yoğun bir dönemime geldiği için benim okumam uzun sürdü ama her öyküyü bir güne yayarak kısa ve hoş bir okuma keyfi sunabilecek bir eser.

Buz ve Ateşin Şarkısı gibi büyük olaylar, krallık entrikaları vs bekleyenler biraz hayal kırıklığına uğrayabilir. Dunk ve Yumurta kendi halinde küçük maceralarını yaşıyor ama yine de olaylar geçtiği dönemin 7 Krallık entrikalarına da bir şekil bağlanıp derli toplu sunuluyor. Ana karakterimiz genç ve onurlu bir şövalye olunca bol bol turnuvadır, düğündür, festivaldir ortaçağ Avrupası şövalyelik öğelerinin hepsine aşırı dozda maruz kalıyoruz. Kitaba tam puan verememe nedenim bir yerden sonra şövalyesel temanın bana fazla gelmesi diyebilirim.

Tabi bu Dunk ve Egg gibi iki güzel karakteri tanımamızın zevkini baltalamıyor ama karakterlerden biraz bile detay vermek spoiler olacağından fazla değinmek istemiyorum. GRRM yazımlarında her zaman olduğu gibi yine bol bol soylu, lord, şövalye vs giren çıkan çok yan karakter olarak. Bir yerden sonra bu isimler ilgiyi ve odağı tutturmakta zorlansa da birkaç karakter yerinde ve kararında derinlikle sunulmuş.

Hem Martin kitaplarının hayranlarına hem de sadece dizi ile dünyayı tanıyanlara ulaşabilecek sadelikte üç maceradan oluşan Yedi Krallık Şövalyesi, ilgisini çekenlere rahatlıkla önerebileceğim bir derleme olmuş. Çizimleri de ayrı güzel, epey beğendim çizimlerini. Tabi çizimli ve ciltli bir baskı olunca fiyatı da yüksek olmuş biraz. Tereddütte kalanlar eski Phoenix baskı Efsaneler 1 kitabından ilk öyküyü okumayı ve beğenirse bu kitabı almayı da tercih edebilirler.

16 Beğeni

resim

Okuduğum Tarih: 01-11 Karaca 2022
[Okuduğum 353.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 80.betik
[Karaca (Kasım) ayının ilk betiği]

Bir erteki yurdu olan İstanbul; geçmiş ve gelecek aynı ırmakta aktığı için kültürleri bünyesinde eriterek özüne özgü bir kültür ortaya çıkaran nadir bir ordamızdır. Özü çok güzel ifade eden gönüllerin ilterişi olan Ekrem İmamoğlu, büyükorda yerli geneşçilikte farkını konuşturduğu sevilmese de onun türeticilik alanında katkısı tartışılmaz. Daha önce ilk iki seçkide spekülatif kurgu hakim olurken bu seçkide bilimkurgu türü işlenilmiş. Bu öykü seçkisini görürken Barış Müstecaplıoğlu, Levent Şenyürek ve İsmail Yiğit benim için flaş adlardı. Bu öykü seçkisi onlar sayesinde okumaya karar verdim. Gelin bakalım bu üç ad için nasıl değerlendirme bulundum. Üç adın öyküleri ve diğerlerinin yorumlarıyla baş başa bırakıyorum sizleri…

Üs (Levent ŞENYÜREK); Öykünlenmiş (Simülasyon) şehir temasını çorak gezegen olan Mars’a nakış gibi işleyen kalem, öykünlenmiş şehirde gezinirken Türk insanın özelliklerinde biri olan kendimizi kurmacanın içindeymiş gibi akıllarımızda yaşanmış bir anı oluşturmasını başarılı bir şekilde okurlara sunmuştur. Ziuusudra Gemisi ile Türk Bilimkurgu Edebiyatı’nın taçsız krallarından biri olacağını bu öyküyle bizlere yeşil ışık yaktı. O da Murat Kaya Beşiroğlu gibi küresel çaplı bilimkurgu öykülerinde başarılı olacağını da söylenmesem ayıp olur. Öykünlenmiş Şehir kavramıyla astronotlarımız için gurbet özlemini dindirecek yaratıcı bir fikir olmuştur.

Navi Cevdet (Ayşe ACAR); Çok güzel ve sürükleyici olduğu için keşke roman olarak okusaydım dediğim öyküde bazı ankedotların üzerinde durulmamış. Mesela mekanların boyutsal anlamda birbirlerine girmeleri üzerine uzun uzun değinmediği için havada kalmış bir durumdur. Hatta geçmişe gitme öyküsü ile bir arada olması bence bilimkurguda hangi türe odaklanma bir sorun yaşıyor. Öyküye ağır basan geçmişe gitme öykücüğüdür. Bu öykünün üzerinde uzun uzun durulsaydı çok güzel bir öykü olurdu. Bu öykü için bilimkurgu denemesi diyebilirim çünkü ortaya atılan kurgular üzerinde ayakları sağlam bir şekilde basma olay örgüsünden kısmen yoksundur. Dil kurusu huyumu devreye koyarak “Navi” sözü aslında Navigasyon sözünden geliyor. Navi için Yol Bildirici sözü öneriyorum.

Bir Fındık Kabuğunda Yuva İnşa Etmek (Yudumis); Geldik son öyküye. Parçalı bir anlatıyla karşı karşıyayız. Montaj tekniğini anımsatan parçaların bütüne ulaştırdığı bu metinde, röportaj ve günlük gibi farklı edebi türlerin de dâhil edilmesiyle deneysel bir lezzet yakalanıyor. Buna rağmen akışta sürekliliği sağlamayı başarmasıyla da takdiri hak ediyor. Cesurca bir girişim. Emre’nin düşünceleriyle hem fikirim. Eklemek istediğim bir kaç cümlem var. Güneş Fırtınası ve İstanbul Yertitremesi yüzünde Görünmez Kent kavramı, bilimkurgumuzda yeni bir soluk olup antik kentleri mimarisiyle yeniden canlandırılır çorak gezegenlerde. Bu sayede herkes hayal ettiği şehirlerde yaşayacaklar. Hatta düşlediğim şehirler de inşa ederiz. Uzaylı kavramı öyküde %5 oranında göze batmadı.

İdük (N. Can KANTARCI); İdük aslında Öz Türkçe’de kutsal, kutsi ve mukaddes anlamına gelen ıduk sözünün aslında inceltilmiş halidir. Farkında olmadan kalem, mevcutla dalga geçerek bilimkurgu öyküsünde toplum olarak mevcutla bazı gereksizliklere ıyıklaşarak güldürü durumu düştüklerinin farkında değiliz. Halkımızda adamakıllı biri çıkıp da idükün içine baksalar aslında boyutlar arası açılan bir kapı olduğunu anlardılar. Anca oturup mevcutu öve öve günlerini öldürürler. Hayat Hanımın keşfettiği bitkiler gezegenine kalem yerine ben ad vermek isterim çünkü Türk lehçeleri mezunu bir okur olarak Türkçe’nin gücünü göstermek isterim. Gezegene CEREKE adını vermeliyiz çünkü Cereke, ulamış bilgimizde yaşamdan sorumlu koruyucu ruh olan Alahçın Hatun’un kızın adı olup kızı da bitkilerin koruyucu ruhudur. Ubor Metenga ve ayin sözleri için yorum yapamam çünkü rahmetli Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı romanında geçiyor. Eleştirsem de bir faydası yok çünkü artık bir kült haline gelmiştir.

Miras (Barış MÜSTECAPLIOĞLU); “Gerçekler Kırıldı” öykü seçkisindeki öykülerdeki İstanbul Şehir Cumhuriyeti yerine kişilerin gelirlerine göre İstanbul’u dört bölgeye ayırdığını görüyoruz. Belki de okurlardan gelen yorumları dikkate almış olabilir. Bu öyküde amaçlarımız için direnirken de bazen olağanüstü durumlarla karşılaşırız. Bu öykünün uzaylı kısmındaki adlandırmaları sevemedim çünkü Uzaylılar ne zamandan beri Latince ve İngilizce’yi kabul etmişler hissiyatına kapıldım. Teriskan, Teksira, reksirot Umsalan ve Perlans sözleri Türk bilimkurgu öykülerinde iğreti duruyor çünkü öykünün çeviri mi yerli mi olduğuna karar veremiyorum. Bu öykü mükemmel desem Türk Bilimkurgu Edebiyatı’nı katleden okurlardan biri olacağım. Elbette bir gün kalemin çok güzel bir bilimkurgu öyküsünü beğenir ve takdir ederim. Kalem de müthiş bir bilimkurgu mimarisi ve durum öykücülüğü vardır. Kalemindeki cevheri doğru işlerse Türk Bilimkurgu Kralları arasında yerini alabilir.

Tercüme Makinesi (Sabri GÜRSES); Geçmişin gelecekle iç içe geçtiği ve medeniyetlerin buluştuğu bir ortam İstanbul, alternatif gerçeklik temalı bilimkurgu için uygun mekandır. Yazarın tarihi gerçeklere ve kişilere olan hakimiyeti ve hikayenin bazı yerlerinden tarihi gerçeklere olan dalıp çıkmaları çok güzel esintiler vermiş öyküler. Alıntılama yaptığım Katipoğlu’nun yorumuna ek olarak İsmet İnönü değil Ulu Önder’imizin döneminde hele Türk Dil Kurultayı’ndan sonra gerçekleşebilirdi çünkü Ulu Önderimiz, İnönü’den daha çok yeniliklere ve bilim açık bir Türk yöneticimizdir. Öyküye tek eleştirim ise durağan bir yapı içinde sürüklendiği için öyküye odaklanmakta sıkıntı çektim. Tercüman Makinesi, uzay dillerini algılaması için anca bir kaç sürümünden sonra verim verir. Günümüzde Tercüman Makinesi için Dilmangıç (Dilmanç + gıç) adı alabilirdi.

Simİstanbul’dan Kolajlar (İsmail YİĞİT); Simülasyon (öykünlenmiş) şehirler fikiri bizlere gelecekte çorak gezegenlerde Dünya’yı öykünerek orada yapay ortam oluşturulacağına dair bir ışık yaktı. Türümüzün içindeki iç savaşlara dur demesek Tanrı tarafında kalgançı çaka yakın süreçte uzaylılar tarafında istila edilerek imtihanımıza devam edeceğiz. Bu süreçte yaptığımız yanlışlardan ders çıkartarak istilanın önüne geçeriz. Gelecek yazılmadığı için Uzaylı istilası, bu gezegendeki imtihanımızın bir parçası mı? Onu bilemem ama biz bu akılla yaşamaya devam edersek bu istilayı tatmamız an meselesidir. Uzaylı dili olarak Çuvaş Türkçesi öneriyorum. Öykü denemesinde geçen “Gelecek istasyon Taksim” anonsun uzaylı dilinde Çuvaş Türkçesi olarak “Теpӗr čarănu, Taksim!” diye yazılabilir. Öykü denemesinin sonuna eklenen makalelerde ilgimi çekenleri okudum. Keşke Bilimkurgu türünde sadece Batı Edebiyatı baz alınmasaydı. Japon, Çin ve Rus Edebiyatlarındaki örneklere bakılsaydı belki Japonlar’dan gelenekçi ruh alışkanlığı öğreniriz.

Röportaj Kabinleri (Ademhan ESEN); Durağan öyküde; düşünce özgürlüğü olmadığı ülkemizde insanların düşüncelerini, görüşlerini, önerilerini ve şikayetlerini bilmek röportaj kabinlerinin toplumumuzun üzerindeki etkilerini psikolojik ve bazen güldürü olarak okurlara sunurken öykünün sonunda kaybolan insanlar konusuna değinmeden kafa ütüleyecek düşüncelerle öykü bittiği için okur üzerinde etkileyici bir algı yaratmıyor. Kalem kendini geliştirirse gelecekte Bilimkurgu Edebiyatı’mızın vazgeçilmezlerden olabilir. Dil kurusu huyum kabardığı için röportaj kabinleri için söyleşi otağları sözünü öneriyorum. Gelecekte basın görsel mecraya dönüştüğü için röportaj sözünün Türkiye Türkçesi karşılığı olan basında söyleşi sözündeki basında ibaresi önemi kalmıyor.

Zaman Mahpusu (Uğur BATI); Burak Katipoğlu ve Emre Bozkuş’un yorumlarıyla zaman yolculuğu yada meddah temasını olduğunu anladım. Emre yine kötüye bir güzelleme yazarken Katipoğlu da gerçekçi yanından vazgeçmeyerek çok güzel eleştirmiş. Kalemin korku-gerilim seçkilerinden okuduğum öykülerinin üzerine bu öyküyü ekleyince kalem, Toğrul Sultanzadə gibi kafa ütülemek için bir şeylere yazdığı için gelecekte onlardan yazar olmayacağını adım gibi eminim. Mademki bir zaman yolculuğu temasında yazılmış o zaman bu temanın hakkını vereceksin. Bu kalem yerinde Katipoğlu olmasını isterdim çünkü kelime sınırlandırması olmadığı için Katipoğlu hayalindeki öyküyü kağıtlara dökerdi ve bu seçki onun için bir umut ışığı olurdu. Bazı öykülerinde kafa ütüleme olsa da en azında bilimkurgu öğelerini ustalıkla kullanmaya çalışıyor. Galiba editör hangi gerekçeyle bu kalemin öyküsüne şans verdiğini anlamıyorum.

Odak (Nihal ENGİN VRANA); Emre Bozkuş ve Burak Katipoğlu’nun yaptığı yorumlarla bu öykü neyi anlatmak istediğini anladım. Burak Katipoğlu gibi Türk siberpunk öyküsü olduğunu düşünemiyorum çünkü karakter adları yerli ve küresel seçilseydi belki de kurguda kasıntı yaşamadan zevk alırdık. Benim kriterlerime göre bu seçkinin en berbat öyküsü oldu. Emeğe saygıdan dolayı ıkına sıkıla öykünün sona kadar geldim. Ayrıca Emre’nin yorumundaki edebi eleştiriye katılıyorum. Keşke editör bu kalem yerine Murat Kaya Beşiroğlu’ya teklif götürseydi çünkü Beşiroğlu, küresel çaplı bilimkurgu öykülerinde yapay zeka ve işgörücüler (robotlar) temalarını çok güzel işler. Detay bilgi için sonuçta bu konuya değineceğim.

İstanbul’da geçen bilimkurgu öykü seçkisinde derleyenin bilimkurguyla alakası olmadığı ortadadır. Bilimkurgu’muzun Taçsız Kralları’ndan biri olan Murat Kaya Beşiroğlu dururken bilimkurgu ile alakası olmayan kalemlere yer verilmiş. Ayrıca Uğur Batı’nın edebi yönü olmadığı halde bilimkurgu ve korku-gerilim öykü seçkilerinde aranan isim olması beni şaşırttı. Kelime sınırlandırması olmadığı için Burak Katipoğlu’na teklif götürüldü. Doğu Yücel, Hakan Bıçakcı ve Aşkın Güngör’a da teklif götürülmelidir çünkü İstanbul’da yaşayıp bilimkurgu türü hakkında az çok bir bilgi birikimine sahiplerdi. Barış Müstecaplıoğlu; edebi yönde bu öykü seçkisinin en iyisiyken uzaylı konusunda özgünlük adı altında başka dillere yönelirken Türk lehçelerini gözardı ediyor. Bu da onun küresel çaplı bilimkurgu öykülerine yatkın olabileceği kanaat getirdim. Bu gidişle bir yayınevinin çıkaracağı öykü seçkisinde derlemeci olarak gönüllü olacağım. Bu konuda tekliflere açığım. Okuyup okumayacağı sizlere bırakıyorum. Unutmadan ricamı kırmayıp bu öykü seçkisini gönderen Levent Şenyürek fan betine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

5 Beğeni

Hocam paylaşımınızdaki Karaca, betik, Pars yılı ifadeleri dikkatimi çekti. Tam olarak ne anlama geliyorlar?

1 Beğeni

Bence çok cringe duruyor.

2 Beğeni

Ne yalan söyleyeyim bencede.

2 Beğeni

Çeşitliliklere saygı duyuyorum ama benim için de biraz anlamsız geliyor.

2 Beğeni