Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Bence çok cringe duruyor.

2 Beğeni

Ne yalan söyleyeyim bencede.

2 Beğeni

Çeşitliliklere saygı duyuyorum ama benim için de biraz anlamsız geliyor.

2 Beğeni

Türk kültürüne, diline ve mitolojisine hayran birisi olarak bende çok anlamsız buluyorum. En başta betik kelimesi güzel olsada ölmüş olan bir kelimeyi canlandırmanın bir manası yok bence.

1 Beğeni

Borges’ın Babil Kitaplığı derlemesinin bir parçası olan ve Gustav Meyrink’in kaleme aldığı üç öyküden oluşan Kardinal Napellus, ismini kitaptaki ikinci öyküden alıyor, ikinci öykü de ismini mavi kurtboğan çiçeğinin latince adı olan "aconitum napellus"tan.

Karanlık bir atmosferin hâkim olduğu öykülerde sırlı nesneler, büyüler ve tarikatlar başrol oynarken; beklentilerin zamanı tüketişi, hayatın ve ölümün anlamı, teknolojinin insanların ruh haline etkisi ve benzeri konular üzerinde duruluyor.

İncelemenin geri kalanı öyküler hakkında detaylı bilgi ve spoiler içermektedir.

İlk öykü, J. H. Obereit’ın Zaman Sülüklerini Ziyareti.

Altın renginde V-I-V-O, yani “Yaşıyorum” anlamındaki sözcüğün harflerinin parladığı bir mezar taşıyla açılan öyküde, mezarda yatan kişi baş karakterin dedesidir. Dede, Philadelphialı Kardeşler adında ve Hermes Trismegistus’un ayak izlerini takip eden bir tarikata bağlıdır. Geride bıraktığı notlarda şu cümle yer alır: “Beklememek ve umut etmemek dışında insan ölümün elinden nasıl kurtulur?”

Baş karakter, dedesinin arkadaşı Obereit ile tanışır ve onunla bu söz hakkında sohbet eder. Obereit, karısını ve çocuklarını kaybettikten sonra hayata olan inancını yitirmiştir. O sırada kader onu dedeyle karşılaştırır. Arzunun, umut etmenin, beklemenin ‘zaman sülükleri’ olduğunu öğretir karakterin dedesi, Obereit’a, çünkü onlar “kalbinden zamanını, hayatın gerçek özünü emerler.”

Yazar, bu öyküde umudun ve beklentinin ömrü tükettiğini anlatır. Anı yaşayabilmek, gerçek manada “yaşıyorum” demek için geleceğe dair bir şeyleri umut etmeyi bırakmalı, beklemeyi bitirmeli ve yalnızca anın gereklerini yapmalıdır. Ancak beklemeyi ve umut etmeyi kalbinden sökebilenler yaşamı tadar ve mezar taşına V-I-V-O kitabesini yazdırmayı hak ederler.

Ayrıca bu öyküde Stranger Things’teki "alt üst dünya"ya epey benzeyen bir kötücül ikizler dünyası vardır ve “Dizinin senaristleri bu kitabı okudu mu acaba?” diye merak ettirmiştir.

İkinci öykü Kardinal Napellus.

Bu öyküde mavi kurtboğan çiçeğinin yetişemeyeceği bir yükseklikteki eski bir köşkte yaşayan Radspieller adında bir adam vardır.

Dünyanın en derin yerini barındıran bir gölün yakınında yaşayan Radspieller, her gün gölün dibine iskandil (=denizin derinliğini ölçmeye yarayan araç) indirerek gölün derinliğini ölçmeye çalışır. Göldeki girdapların iskandili savurmasına izin vermeden, yavaş ve dikkatli bir şekilde, uzun zaman uğraştıktan sonra nihayet dibe ulaşmıştır, “dünyada insan elinden çıkma bir cihazın ulaştığı en derin yer orasıdır.”

Ardından Radspieller evine gelen misafirlere geçmişini anlatır.

Bir zamanlar dünyadan ve doğadan ürkmekte, nefret etmektedir. Otlara baktığında “birbirlerini sessiz bir nefretle parçalayan milyonlarca minik canlı” görür, doğayı kanla dolu bir cinayet çukuruna benzetir.

Çıldırmak üzere olduğu ve kötülükten kurtulmak için sürekli dua ettiği bir zaman diliminde, Mavi Kardeşler adında bir tarikata rastlar. Ölüme yaklaştığını hisseden tarikat üyeleri kendilerini diri diri gömdürmektedir. Manastırlarında mavi kurtboğan (=aconitum napellus) çiçeği yetiştiren üyeler, çiçekleri kanlarıyla beslemekte ve ruhlarını cennet bahçesine diktiğine inanırlar. Tarikatın kurucusu da Kardinal Napellus’tur. Kardinalin öldüğünde mavi kurtboğan çiçeklerine dönüştüğüne inanırlar.

Radspieller bu tarikata üye olur. Ancak çiçeğin kanıyla, yani hayatıyla beslenmesine tahammül edemez. Çiçek, hayatını ondan çalan inancın bir sembolü olmuştur. Ömrünün geri kalanını Kardinal Napellus’un hayaletinden ve mavi kurtboğanın köklerini ruhundan söküp atmaya çalışmakla geçirir. Çiçeğin yetişmediği yükseklikte bir köşke taşınır.

Ne var ki çiçek o köşke de ulaşır… Dünyanın en derin yerine iskandil indirebilmesi, yani doğanın ve dünyanın sırlarını çözmesi - bilim, ruhunu teskin etmeye yetmez. Radspieller, tıpkı Kardinal Napellus gibi mavi kurtboğan çiçeğine dönüşür. Çiçek kanının tümünü emmeyi başarmıştır.

Üçüncü öykü, Dört Ay Kardeşi.

Bu öykü bir uşağın ağzından anlatılır. Uşak, Ay’a tapınan garip bir konta hizmet etmektedir. Kontun şatosuna her yıl 21 Temmuz’da garip bir konuk gelir. Kont, bu konuktan “kızıl Tanjur” diye bahseder. Kont ve dostunun sohbetleri üzerinden yazar, makine çağına eleştiri getirir.

Makineler, insan hayatından daha değerli olmuşlar ve bir nevi "altın buzağı"ya dönüşmüşlerdir. (Hz. Musa’nın 40 günlük inzivası sırasında, geride kalan halk tevhidi terk etmiş ve altın bir buzağı heykeline tapınmaya başlamıştı. Bu olay Kuran’da yer alır.) İnsanlar makinelerin ölü nesneler olduğunu düşünürler, ancak evrendeki her şey canlıdır, makineler de öyle. Ve insanlar makinelere adanmışlar, onları çocuklarından bile değerli, “hakiki varisleri” olarak görmeye başlamışlardır.

Bilim ve teknolojinin büyük bir gelişme gösterdiği 19. yüzyıldan sonra, milyonlarca insanın öldüğü 20. yüzyıl, insanoğlunu hayal kırıklığına uğratmıştı. Böylece, makinelere ve teknolojiye karşı eleştirel bir bakış açısıyla yazılmış eserler ortaya çıkmıştı. İşte bu öykü de makineleri üreten insanın makineleşmesini, ruhsuzlaşmasını ve etrafı kana bulamasını eleştirmektedir. Öyküye göre I. Dünya Savaşı, bağımsızlıklarını kazanan makinelerin insana öfkeyle saldırışıdır.

Mistik ve dini göndermelerinden, akıcılığından, karanlık ve büyülü atmosferinden epey keyif aldığım bir kitap oldu. Kitap her ne kadar kısa olsa da birçok kavramı, sorgulamayı ve felsefi meseleleri içine sığdıracak kadar özlü.

14 Beğeni

Japon Klasikleri 17: Yağmur ve Ay Öyküleri, Akinari Ueda

On sekizinci yüzyıl Japon edebiyatının önde gelen isimlerinden Akinari Ueda’nın en tanınmış eserini okudum. Bu kitap birbirinden farklı şekilde gelişen ve dokuz fantastik anlatıdan oluşan bir öykü koleksiyonu. Kitaba adını veren hikaye gibi bir şey de söz konusu değil, aslında kurguların temaları ‘’yağmur’’, ‘’ay’’ ve doğanın eşsiz güzelliklerinin betimlemeleriyle süslendiğinden olsa gerek, kitabın ismine bu başlık uygun görülmüş sanırım.

Doğaüstü varlıkların eşliğinde, bazen gerçek bazen de gerçeküstü olayların içinde buldum kendimi. Öykülerin kökleri ve kaynağı da Çin ile Japon halk hikayelerine dayanıyormuş. Yazar ‘’Çin’’ kaynaklı olanları tekrar düzenleyip birkaç ufak değişiklikle kendi ülkesine özgü kurgular yaratmış. İnsan ve doğanın sonsuz etkileşimini yansıtan bu öykülerde, yazarın üzerine parmak bastığı şeyin ‘’ahlaki değerler’’ olduğunu anlamak mümkün.

Haiku türünde yazdığı şiirleriyle de dikkat çeken Ueda bazı öykülerinde bunlara da yer vermiş. Ders verici niteliklerde ve oldukça geleneksel akışta ilerleyen öykülerin anlatımı ise fazlaca yüzeysel ve sıradan geldi bana. Bu nedenlerle olsa gerek pek sevemedim. Ayrıca olayların akışını bozan birçok gereksiz detayla karşılaşmam da okuma yolculuğumu negatif anlamda etkiledi diyebilirim.

Ueda Akinari (1734 - 1809)

Özellikle ‘’kadın’’ karakterlerin şeytanlık ve kötülükle bağdaştırılması Japon toplumunun o dönemlerde ne kadar tuhaf ve geleneksel olduğunun da bir göstergesi. Çoğu öykü kendi dönemini değil de daha eskileri ele aldığı için bu gibi manzaralara denk gelmem normal tabii. Ruhların ve iblislerin olması ve ürkütücü yanlarıyla dikkat çekmesiyle birlikte Japon kültürüne dair önemli bilgiler veriyor adeta. Sırf bu nedenle bile okunabilir bir kitap bence.

Harap Ev, Kibitsu Kazanı ve Yılanın Büyük Aşkı beğendiğim öyküler arasında. Yılanın Büyük Aşkı çok uzundu ve yukarıda bahsettiğim gibi gereksiz detaylar olmasaydı daha iyi olabilirdi. Sadece ilgilisine ve Japon kültürüne ait ne varsa okumayı seven okurlara önerilir.

Kitabın önsözü ile yazarın ilginç hayatını okumadan öykülere başlamayın bu arada. Gerçekten Japon yazarların hayatları hep tuhaf olaylarla dolu. Neden böyle anlamıyorum :slight_smile: İthaki Yayınları’nın oluşturduğu bu dizi sayesinde yeni yazarlar ve eserlerle tanıştığım için de çok memnunum.

Puanım: 7/10

İncelememi yayımladığım diğer platformlar:
Wannart
Bubisanat
1000kitap

18 Beğeni

Biraz acımasız olacak ama seriden okuduğum en anlamsız ve en kuru kitaptı. Yazarımız biraz geç bir yaşta kaleme almış bu eseri belki de o yüzden diyeceğim ama konu da olaylar da hiç ilgi çekici ve hareketli değildi.

Kitap roman değil bir kere. Bilinmeyen bir gelecekte insanlık birçok gezegeni keşfetmiş. Hayvanlar dahil başka başka uzaylılarla da iletişim kurulmuş. Keşif ekipleri de Zamanı Durdurma yöntemiyle hem gezegeni hem de üzerindeki canlıları araştırıyorlar. Kitap da bu keşif gezilerinde iletişim konusunda uzman bir karakterin kısa kısa anılarını içeriyor.

Yapılan tüm keşifler ve olaylar birbirine benzer. Gidiliyor, bir canlı ile iletişim kurulmaya çalışılıyor. Yaşantıları ve cinsel hayatları hakkında bir şeyler okuyoruz hepsi bu.

Yazarın anlatımı güzeldi. Başkarakter anlatımı ile yazıldığı için diğer karakterler derinlemesine işlenmiyor. Çokça yazarın kendi hayatından izler mevcut kitapta. Serideki yerini hakediyor mu bilemiyorum. Olmasa da olurmuş.

5/10

20 Beğeni

Kitabı almayışım isabet olmuş o hâlde :slight_smile: İnceleme için teşekkürler.

1 Beğeni

Seri için alınır ama çoğu bırak ortalama bir şey bile beklenmez bana göre. Daha detaylı incelemeyi salı günü Bilimkurgu Kulübü’nde okuyabilirsin.

3 Beğeni

Seriyi tamamlama gibi bir kaygım olmadığı için seçerek alıyorum kitapları. Bunu almam muhtemelen.

3 Beğeni

Bilim kurgu kitapları, mitlerin modernleşmiş hali mi?

İşte kitap, başlıktaki soruyu yanıtlıyor ve ayrıntılı incelemeyle yanıtına ikna ediyor. Geleceği Geçmişle Kurgulamak, Dr. Ülfet Dağ’ın karşılaştırmalı edebiyat dalındaki doktora tezinin kitap olarak düzenlenmiş hali. Otostopçu Galaksi Rehberi ve Dune serilerinin arketipçi ve monomit analizini yapan kitap beş bölümden oluşuyor.

Kitabın ilk bölümü, “Kavramsal Çerçeve” başlığını taşıyor. Bilim kurgunun tanımı, kökeni ve tarihçesinin anlatıldığı bölümde fantastik edebiyatın tanımı ve özellikleri de yer alıyor. Ardından mitolojik hikayelerin kökeni ve doğası anlatılıyor. Mitlere niçin ihtiyaç duyarız? Niçin bütün uluslar mitler üretmiş? Mitler felsefe, bilim ve sanata nasıl kaynaklık eder? Karşılaştırmalı mitoloji nedir ve mitleri hangi tekniklerle inceler?

“Kaoid” kavramı önem taşıyor. “Kaos” (düzensizlik) sözcüğünden türeyen kaoid, kaostan doğan üretimleri ifade ediyor. Mesela bir sanatçı yoğun ve biçimsiz çağrışımlar denizinden bazı parçaları seçiyor, biçimlendiriyor ve sanat eserine dönüştürüyor. Bilim insanı, kaotik gibi görünen, bilinmeyen bir olguyu ölçüp gözlemliyor ve teorilerle açıklıyor. Filozof, karmaşa içindeki kavramları bir düşünce sistematiğine dönüştürüyor. Başka bir deyişle kaos; bilim, felsefe ve sanatın hamuru. Hamurdan kopan parçalar da kaoid.

İnsanlığın ilk felsefesinin mitler olduğunu söylüyor kitap. Antik topluluklar, “Ben kimim? Nasıl var oldum? Varlığımın anlamı nedir? Öldükten sonra beni neler bekliyor?” gibi temel soruların cevaplarını hikayeler üreterek aşmış. Oysaki hikayeler üretmek antik topluluklara özgü değil. Şekil değiştirerek de olsa biz de mitik hikayeler üretiyoruz. Bugün yeryüzüne şimşek gönderen tanrılardan bahsetmiyoruz, fakat süper kahramanların ya da dünyayı işgal eden uzaylıların kitaplarını, filmlerini üretiyoruz. Mitlerin geçmişte gördüğü işlevi bugün bilim kurgu ve fantastik edebiyat görüyor.

İkinci bölüm, “Kuramsal Çerçeve” başlığını taşıyor. Yazar, burada analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un bahsettiği temel arketiplerden ve Campbell’in “kahramanın sonsuz yolculuğu” modellemesinden bahsediyor.

Jung’a göre, bireysel kişiliğimiz haricinde insanlığın yeryüzü üzerindeki uzun serüveninden ve ortak mirasından doğan bir ortak/kolektif bilinçdışı taşıyoruz. Ortak bilinçdışımızda benliğimizin parçaları var. Arketipler… Unutulmayan, yok olmayan ve mitlerde kendini simgeyle gösteren modeller.

Kitapta dört temel arketip işleniyor,

  • İç benlik arketipi, benliğin merkezi.
  • Gölge arketipi, kişiliğin olumsuz yanı.
  • Anima/animus arketipi, bütünleyici karşı cins öge. Kadınlar için bilinçdışındaki erkek öge (animus), erkekler için de bilinçdışındaki dişi öge (anima).
  • Persona/maske arketipi, toplum içinde büründüğümüz roller.

Campbell’in mitleri, antik hikayeleri inceleyerek oluşturduğu modelinde baş kahraman üç temel aşamadan geçiyor:

  • Yola çıkış,
  • Erginlenme,
  • Geri dönüş.

Kahraman alıştığı şartlardan ayrılıp maceraya atılıyor, çeşitli zorluk ve sınavlardan geçtikten sonra olgunlaşıyor, geri dönerek ödülüne kavuşuyor. Bu modele de “monomit” deniyor.

Kitabın üçüncü bölümü, Otostopçunun Galaksi Rehberi ve Dune’u özetliyor. Dördüncü bölümü, bilimkurgu romanlarının niçin geleceğin ve bugünün mitolojisi olduğunu anlatıyor.

Beşinci bölümüyse en uzun ve kitabın asıl bölümü.

Otostopçunun Galaksi Rehberi ve Dune’un baş kahramanları Arthur Dent ve Paul Atreides’in davranışlarını, tavırlarını, karşılaştıkları olayları, Jung’un arketipçi görüşüne ve Campbell’in monomit modeline göre analiz ediyor.

Ufuk açıcı bir kitap. Bundan sonra okuduğum eserleri farklı bir açıdan değerlendirmemi sağlayacak. Zengin kaynakçası ve satırlarda örnek verdiği diğer eserlerle epey uzun bir okuma listesi yaptırabilir. Tüm bilimkurgu severlere öneriyorum.

23 Beğeni

51aSZ+0kJRL.SL500

Joe Abercrombie - Blade Itself romanını okudum.

Burada çoğu kişi okumuştur sanırım. O yüzden konusuna şusuna busuna girmeyeceğim :slight_smile:

Grimdark listelerinde mutlaka ilk üçte gördüğüm için başladım. Genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Sanki GoT’dan bolca esinlenmeler var gibi. Fantastik türünde yer yer karşılaştığımız vahşi barbarlarların illa kuzeyden geliyor olmaları veya yakın dostun güzel kız kardeşine yükselme klişeleri hiç kullanılmasaymış bence daha iyiymiş. Roman karakterleri çok orijinal. Yazarın ilk kitabı olduğunu sonradan öğrendim. Çıkış kitabı için çok çok başarılı.

29 Beğeni

Tam da Dune okurken yorumunuz aracılığıyla bu kitabı keşfetmek güzel oldu. Bilim kurgu yoluna henüz yeni çıkmış sayılsam da biraz daha yol katettikten sonra bu kitabı da okumaya karar verdim, oldukça ilgi çekici görünüyor. :grinning:

2 Beğeni

Seri olarak çok çok iyi bir seri. Dünyasıda kendi şahsına münhasır. Ben okurken çok çok keyif almıştım. Karakterleri de çok iyi. Hikayesi klişeden uzak.

3 Beğeni

İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini etkilemiş bir Türk casusun kendi kaleminden hayat hikayesi…

1904 yılında Priştine’de doğan İlyas Bazna’nın ailesi, Osmanlı’nın Balkanlardaki topraklarını kaybetmesiyle birlikte birkaç kez taşınarak İstanbul’a gelmiştir. Her taşınma mal ve para kaybı demektir. Bazna’nın babası bir din öğretmenidir ve para kazanmaktan da pek anlamaz. Bu yüzden yaşam şartları giderek geriler ve çocuk Bazna niçin daha iyi yaşamadıklarını sorgulayarak büyür.

Osmanlı’nın yıkılışı yaklaşmış, İstanbul işgal edilmiştir. O dönemde Fransız nakliye biriminde çalışan genç Bazna araba kullanmayı öğrenir. Bu, onun için bir tutkuya dönüşür, hatta arabalara olan tutkusu ömür boyu devam edecektir. Disipline, kurallara karşı gelen bir yapısı vardır. Bundan dolayı birkaç kez suç işler ve Fransızlar tarafından hapse atılır. Hapiste öğrendiği Fransızca ileride işine yarayacaktır.

Hapisten çıktıktan sonra birkaç farklı işte çalışır. Yugoslavya Büyükelçisi Jankovic’in şoförü olur. Ne var ki hayatından memnun değildir. Çünkü basit birisi olduğunu, arabalar hariç hiçbir işten anlamadığını düşünür. Başarısız bir hayat yaşadığına inanır ve kendini küçümser. Sıradan bir kavas (elçilik veya konsolosluklarda görev yapan hizmetli) olmaktan nefret eder. Jankovic ona sesinin güzel olduğunu ve iyi fotoğraf çektiğini söylemiştir. Bu yüzden konservatuvarda eğitim alır ve büyük bir şarkıcı olmak ister fakat hüsrana uğrar.

Almanya Konsolosluğu danışmanı Herr Jenke’nin yanında çalışırken gizlice mektuplarını okur. Hatta iki mektubun fotoğrafını çekerek karısına gösterir. Herhangi bir maksat olmadan, sadece merakından yapmıştır. Herr Jenke şüphelenerek Bazna’yı işten çıkarır.

İngiliz Büyükelçiliğinde işe giren İlyas Bazna, gizli dosyalardan birini kaçırır ve makine dairesinde okur. İngilizlerin Türkiye’yi savaşa sokmak istediğini öğrenir. Türkiye için hangi taraftan olursa olsun savaşa dahil olmasının kötü oldğunu düşünür. Aklına parlak bir fikir gelir. Eğer Almanlar için çalışır, onlara İngiliz belgelerini satarsa Müttefiklerin planını engelleyebilecek, Türkiye’nin tarafsızlığını korumasına hizmet edecektir. Ayrıca Almanlardan alacağı para ona iyi bir hayat yaşatacaktır. İşte İlyas Bazna’nın casusluk hayatı ve kitabın asıl kısmı da böylece başlar.

Yıl 1943’tür, Alman Büyükelçiliğine giden Bazna elinde önemli belgelerin fotoğrafının olduğunu söyler. Hali hazırdaki belgeler için 20 bin Sterlin, sonraki her belge içinse 15 bin Sterlin ister. Alman istihbaratının önemli isimlerinden biri olan Moyzisch devreye girer. Berlin’le iletişime geçilir, ödemeye onay verilir. Bazna, gizli İngiliz belgelerinin fotoğrafını çekip Almanlara iletmeye başlar.

Gizli görüşmeler, yalanlar, takipler, maskeler, tehlikeler ve riskler… İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’si yabancı ülkeler arasında istihbarat savaşlarının yaşandığı bir yerdir. İlyas Bazna da bunun önemli bir parçası olmuş ve yakalanmadan sonuna dek sürdürmüştür. Kitabın anlatımı güzeldi. Ya Bazna’nın kalemi oldukça iyi ya da editör iyi bir iş çıkarmış, bilemiyorum, fakat ortaya dönemi yansıtan başarılı bir casusluk romanı çıkmış.

Okurken, bu hayat hikayesinden sağlam bir film çıkabileceğini düşündüm. Araştırdığımda gördüm ki 1951 yılında 5 Fingers adında filmi çekilmiş Joseph L. Mankiewicz tarafından. En kısa zamanda izlemeyi düşünüyorum.

Bir de 2019’da vizyona giren Mustafa Uslu’nun Çiçero filmi var tabii ama internette okuduğum kadarıyla tarihsel gerçeklere uymadığı ve Bazna’nın kişiliğini değiştirdiği için çokça eleştirilmiş. Ellerindeki malzemeyi boşa harcamışlar yani. Onu da izler miyim bilmiyorum.

14 Beğeni

images(43)

Kitabın içeriğinde yer alan bölümler:

İnsan Kendini Nasıl İnşa Eder?
Yetenek Nedir, Nasıl kullanılır?
İdame-i Hayat Nedir Nasıl Kullanılır?
Zor Zamanlarda Nelerden Güç Alırız?
Toplum Kendini Nasıl Devam Ettirir?
Eğitimden En Çok Nasıl Fayda Sağlanır?
Etrafa Bakma Sanatı Nedir, Nasıl Öğrenilir?
İlhamı Nerede Alacağız
Umudumuzu Nasıl Koruyacağız?

Kitap bu konu başlıklarıyla sohbet havasıyla işlemiş İlber hoca, bu başlıklar hakkında kendi düşüncelerini söylemeden önce tarihten belli başlı kimseleri örnek gösterip o kişilerle ilgili genel bir çerçeve çizip ve kendi yorumlarını katarak o konu başlığını incelemiş. Kitap boyunca Hannibal, Fatih Sultan Mehmet, Cicero, Seneca, Neron, Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi kimseler işlenmiş onlar hakkında genel olarak İlber Hoca ufaktan bir bilgilendirme yapmış. Durum böyle olunca da bazen ana konuyu unutup İlber Hoca’nın ana konuyu desteklemek için anlattığı bazı şeylere odaklanmışlığım oldu. Şunu söylemeliyim ki çok ilginç bir kitap. Kitabın kapak yazısında yazan İnsan Geleceğini Nasıl Kurar bana kalırsa kitabın yüzde otuz veya kırkını oluşturuyor. Hocamız Şehirlerin mevcut durumunu, neden dil öğrenmemizin şart olduğu,bazen politikaya girerek ufaktan dokundurmalar yapması gerçekten takdire şayan. Kitabın aralarında da eser önerileri var ve bunun düşünülmesi oldukça güzel olmuş. Yani kısacası kitabı sadece adıyla yargılamamak gerekiyor. İnsanı gerçekten belli bir seviyeye getiriyor çünkü daha önceden de dediğim gibi İlber Hoca’nın değinmediği mevzu kalmamış.

13 Beğeni

AZTEC THOUGHT AND CULTURE

Azteklerin; felsefe, din, sanat, edebiyat, eğitim, hukuk vb. konularda fikirlerini, mitoloji ve edebiyattan örneklerle inceleyen bir kitap. Felsefe ve din konularına çokça sayfa ayırıp; evren anlayışı, bilgi arayışı, insan yaratılışı ve ahiret inancı üzerinde özellikle duruyor. Hem felsefe hem mitoloji hem de şiir kitabı okuyormuş tadı veriyor.

12 Beğeni

@SJack Bu reklamlar forum kurallarına aykırı değil mi?

Edit: Otomatik olarak gizleniyor sanırım.

2 Beğeni

Bildirilince gizleniyor. Forum kurallarına aykırı bir içerikle karşılaşırsanız siz de bildirebilirsiniz.

3 Beğeni