Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Evet bu tür reklam amacı güden paylaşınlar yasak. Sistem güvenilir bir kullanıcının raporlamasıyla direkt olarak kendisi gizleyebiliyor içeriği. Diğer yandan bu link diğer kinularda da birden fazla paylaşıldığı anda herhangi bir rapora gerek kalmadan sistem ototmatik de gizleyebiliyor. Kulkanıcı da sonsuza dek uzaklaştırılmıştır.

2 Beğeni

@Pyrewrath @SJack Teşekkürler, bilgilendirmeler için👍

3 Beğeni

Japon Klasikleri 18: Büyücü ve Diğer Gotik Öyküler, Kyoka İzumi

Japon gotik edebiyatın sevilen yazarlarından Kyoka İzumi’den birbirinden farklı şekilde ilerleyen dört öykü okudum. Fantazi ve gizem öyküleri okumayı seven biri olduğumdan çok hoşuma giden bir eser oldu. Özellikle ‘’Koya Dağı’ndaki Kutsal Adam’’ adlı uzun öyküye bayıldım.

Gerçekçilik akımı nedeniyle yazıldığı dönemde eserlerinin pek ilgi görememesi pek talihsiz olmuş. Okuduğum birçok Japon klasiğinde bu duruma rastlıyorum genelde. Geleneksel toplum anlayışında yaşayan halk haliyle ait olduğu döneme sıkı sıkı tutunuyor. Japon toplumu da bu anlamda dönemine ve belli başlı tarzlara çok bağlı insanlar. Edebiyata bile yansıyor bu durum. Neyse ki sonradan kıymetini anlamışlar, hatta 1973 yılından beri adına ‘’Kyoka İzumi Edebiyat Ödülü’’ veriliyor.

Yukio Mişima ve Cuniçiro Tanizaki, yazar ile eserlerinden övgüyle bahsediyorlar, ayrıca gotik edebiyatta Hoffmann ve Poe gibi yazarlarla birlikte anılıyor. Gotik edebiyatla sıkı bağlarınız varsa eğer, bu kitabı okurken büyük beklentilere girerek okuma yolculuğunuzu mahvetmeyin derim. Japon gotik edebiyatını farklı ve ayrı bir tür olarak değerlendirmenizi öneririm. Karşılaştırma yapmak ve ön yargılarda bulunmak gibi eylemler, Japon edebiyatı okurken bir rafa kaldırılmalı bence. Japon toplumunun kültürü, inançları ve daha birçok şeyi o kadar değişik ve farklı ki sanki başka dünyaya ait bir şey bulmuşum gibi okuyorum bu eserleri. Üstelik gizemli öykülerse bu okuduklarım, akışına kapılıp gidiyorum.

Japon gotik edebiyatın sevilen yazarlarından Kyoka İzumi’den birbirinden farklı şekilde ilerleyen dört öykü okudum. Fantazi ve gizem öyküleri okumayı seven biri olduğumdan çok hoşuma giden bir eser oldu. Özellikle ‘’Koya Dağı’ndaki Kutsal Adam’’ adlı uzun öyküye bayıldım.

Gerçekçilik akımı nedeniyle yazıldığı dönemde eserlerinin pek ilgi görememesi pek talihsiz olmuş. Okuduğum birçok Japon klasiğinde bu duruma rastlıyorum genelde. Geleneksel toplum anlayışında yaşayan halk haliyle ait olduğu döneme sıkı sıkı tutunuyor. Japon toplumu da bu anlamda dönemine ve belli başlı tarzlara çok bağlı insanlar. Edebiyata bile yansıyor bu durum. Neyse ki sonradan kıymetini anlamışlar, hatta 1973 yılından beri adına ‘’Kyoka İzumi Edebiyat Ödülü’’ veriliyor.

Yukio Mişima ve Cuniçiro Tanizaki, yazar ile eserlerinden övgüyle bahsediyorlar, ayrıca gotik edebiyatta Hoffmann ve Poe gibi yazarlarla birlikte anılıyor. Gotik edebiyatla sıkı bağlarınız varsa eğer, bu kitabı okurken büyük beklentilere girerek okuma yolculuğunuzu mahvetmeyin derim. Japon gotik edebiyatını farklı ve ayrı bir tür olarak değerlendirmenizi öneririm. Karşılaştırma yapmak ve ön yargılarda bulunmak gibi eylemler, Japon edebiyatı okurken bir rafa kaldırılmalı bence. Japon toplumunun kültürü, inançları ve daha birçok şeyi o kadar değişik ve farklı ki sanki başka dünyaya ait bir şey bulmuşum gibi okuyorum bu eserleri. Üstelik gizemli öykülerse bu okuduklarım, akışına kapılıp gidiyorum.

Doğanın eşsiz güzelliğiyle birlikte ürkütücü yanlarını da ele alan ve ilk kez dilimize kazandırılan Büyücü ve Diğer Gotik Öyküler kitabını çok beğendim. Yazara ve eserlerine dair kritik bilgiler içeren önsözü okuduktan sonra yolculuğunuza eşlik edecek hikayeler ise şöyle:

-Ameliyathane

-Koya Dağı’ndaki Kutsal Adam

-Büyücü

-Deniz Şeytanları

‘’Ameliyathane’’ biraz havada kaldı ama diğer öykülerin kurguları ve olaylar mükemmeldi. ‘’Büyücü’’ ise geçtiğimiz aylarda okuduğum Tokyo Ueno İstasyonu romanına çok benziyor. Belki Miri Yu bu öyküden esinlenmiştir. Böyle tesadüfleri seviyorum. :slight_smile:

Hikayelerin ortak özelliği ise doğanın her yönüyle sunulması ve heyecan duygusunun ilk sayfadan itibaren okuru sarıp sarmalaması diyebilirim. Kurguların garipliği, olur olmadık bir şeylerin her an gerçekleşebilme ihtimali olması nedeniyle gotik bir eser okuduğumu düşünüyorum. Çoğu okur böyle hissetmemiş tabii, belki beklentimi kenara bıraktığım için bu kadar çok sevdim.

Japon kültürünü ve edebiyatını seven herkese tavsiye ederim. 1000kitap uygulamasında 5.9/10 puanı oldukça acımasızca buldum. Benim puanım 9/10.

Yayımladığım diğer platformlar: wannart ,bubisanat
1000kitap

15 Beğeni

Can Yayınları’ndan okuduğum bu kitapta üç öykü bir aradaydı. İncelemeler spoiler içerecek.

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde,

Kötü tarafıyla yüzleşemediği için onu kendinden ayırmak isteyen bir insanın, kötü tarafı tarafından ele geçirilmesinin hikayesi.

İnsan psikolojisinin en temel çatışmalarından birine değinen, bu çatışmayı 19. yüzyılın kasvetli İngiltere atmosferinde çekici ve gizem-gerilim dolu bir kurguyla işleyen ve böylece “klasik” sıfatını hak ederek alan bu novellada tasvirler, okura karakterlerle bir akşam yemeği yemiş gibi hissettirecek kadar canlı.

Jung’un gölge arketipi… Freud’un id’si… Stevenson, insanın kötü yanıyla olan çatışmasını bu iki büyük psikiyatristten de önce, 1800’lü yıllarda yazmış ve Mr. Hyde (“hide”, yani “saklanmak”) karakterini yaratmış. İnsanın olumsuz duygularını bastırmasının yalnızca onların daha çok patlak vermesine neden olacağını başarılı bir şekilde işlemiş.

Toplumda saygın bir doktor olan Dr. Jekyll, avukatı Mr. Utterson’a garip bir vasiyet vermiştir. Ölmesi ya da ortadan kaybolması halinde her şeyi Mr. Hyde adında, kısa boylu ve meymenetsiz görünüşlü bir adama bırakacaktır. Utterson Dr. Jekyll gibi ünlü bir doktorun böylesine tuhaf bir adamla yakınlığını anlamlandıramaz ve vasiyeti tasvip etmez ama uygulayacağına söz verir. Derken bir cinayet işlenir, bütün deliller katilin Mr. Hyde olduğunu gösteriyordur. Dr. Jekyll ise odasına kapanıp inzivaya çekilmiş, bir nevi ortadan kaybolmuştur. Olaylar gelişir…

Ceset Hırsızı,

1800’ler, tıp fakültelerinin diseksiyon dersi için idam mahkumlarını kadavra olarak kullandığı zamanlar. Yasal yolla alınan kadavralar yetmeyince bazı tıp doktorları mezarlardan ceset çalar ya da mezar hırsızlarından ceset satın alırlar. Fakat bazı cesetler diğerlerinden daha tazedir? Neden? Yoksa…

Gerçek bir olaydan esinlenerek yazılan bu öyküde, bir tıp öğrencisi taze kadavraların cinayet sonucu geldiğini keşfeder. Fakat akıbeti için sessiz kalmak zorundadır. Ceset Hırsızları suç ortaklığını, güvenin yitimini ve ölüm korkusunu okura aktaran enfes bir korku hikayesiydi.

Olalla,

Gotik, gerilimli ve temelinde, ailesinin düşüşünün yükünü omzunda taşıyan bir karakterin önüne çıkan fedakârlık-bencillik ikilemi olan bir öykü.

Önce konusundan kısaca bahsedeyim. Bir İskoç askeri, 19. yüzyıldaki İspanya iç savaşında yaralandıktan sonra hastanede tedavi olur. Doktor, askere oralı bir ailenin yanında kalıp dinlenmesini önerir. Bu aile eskiden soyludur fakat sonradan yoksul düşmüştür, babaları ölmüştür. Sürekli gününü verandada uzanarak geçiren bir anne ve zeka geriliği olan bir oğul - Felipe vardır. Asker genelde Felipe’yle muhatap olur. Bir de ortalıkta hiç görünmeyen evin kızı vardır. Olalla…

Gece evin içinde çığlıklar duyan asker, evin içindeki araştırmaları sırasında soğuk bir odada din, bilim, tarih kitapları bulur. Bir de duygulu bir şiir bulur. Zekanın pırıltısı ve hayat ışıkları sönmüş gibi görünen bu evde, kalbi hâlâ atan biri vardır. İşte o Olalla’dır. Asker, genç kızı gördüğü ilk an âşık olur ve aşkı karşılık bulur. Sonradan çığlıkların anneye ait olduğunu anlar. Anne -köyün rahibine göre öyle olmasa bile- aklını yitirmiş, kötücül bir gücün etkisi altına girmiştir.

Asker, genç kıza evlenme teklif eder. Peki kız askerle evlenip oralardan gidecek midir? Yoksa o ailesinin yanında mı kalacaktır?

“Zevk acı ve utançla yaklaştı / Keder zambak çelengiyle yaklaştı” yazmıştır şiirinde Olalla. Beyaz zambak, masumiyeti temsil eder. Şiir, kızın ona zevk verecek seçeneğin aslında acı ve utanç verici, keder veren seçeneğinse masumiyete yaklaştırıcı bulduğunu ifade eder. Burada öykünün sonundaki yol ayrımına vardığında kızın yapacağı tercihe işaret vardır.

Farklı kaynaklarda bu öykünün vampir öyküsü olduğunu söylüyorlar ama katılmıyorum. Senyora, yani Olalla’nın annesi, kana susamıştı ama vampir değildi. Çünkü vampir mitinin özelliği vampirin ısırdığı kişiyi de vampire çevirmesidir. Buradaki kadının çığlıklar atan, kan arzusu duyan bir vahşiye dönüşmesini şöyle yorumlayabiliriz… Kan, hayat ve canlılık demektir. Ancak kitaptaki soylu aile çoktan şaşalı dönemlerini yitirmiş, parlak zekaları yok olmuş, halk tarafından şüphe çeker hâle gelmişlerdir. Dolayısıyla evin annesinin kan arzusu da hayata dönme arzusunun bir simgesiydi. Bu arzunun vahşet ve delilik kılığında olması ise ironiyi ve umutsuzluğu ifade eder.

Bu açıdan bakıldığında öykü gotik ama fantastik değil: akıl hastası bir anne, hafif zeka geriliği olan bir kardeş ve onlara bakıp evi idare etmek zorunda olan bir genç kız. Soylu ve büyük bir aileden geriye kalan eski bir malikane ve üç kişi. Batıl inançlarıyla onlardan nefret eden ama içinde bulundukları zor durumu görmeyen cahil köylüler. Çağın sosyal şartlarının bir edebiyatçının kaleminden tam bir resmi.

Olalla’yı bitirdiğimde aklımdan geçen ilk şey, “Yok ya, olmamış.” oldu. “Diğerleri kadar iyi değil.” Bugün mini bir kitap maratonu yapmak istediğim için diğer kitabı elime aldım ve 1000Kitap’a ‘okuyorum’ olarak kaydettim. Fakat bu kadarla yetinmek zorunda kaldım çünkü Olalla, canlı renkli elbiselerin içindeki solgun ruh, bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Neden öyle yapmıştı? Neden hem âşık olduğu hem de ona âşık olan adamı reddetmişti? Yaklaşık yarım saat sonra hâlâ Olalla’nın kişiliğini analiz etmeye çalıştığımı fark ettiğim için sanırım artık itiraf etmeliyim: Öykü beni etkiledi. Öykü, bana bir öyküden beklediğim her şeyi verdi.

İlk okuduğumda Olalla’ya kızdım ama biraz düşününce nedenini anladım, Olalla askerle gidemezdi. Çünkü gitseydi annesiyle kardeşi açlıktan ölürdü. Annesinin tuhaf durumunu “içine şeytan kaçmış” olarak niteleyen köylüler, malikaneyi yakmaya gelebilirdi. Bu saf ve naif bir trajedi… Başka türlü olamayan…

15 Beğeni

İkinci öyküyü okumadım ama sanırım Burke ve Hare isimli mezar hırsızlarından esinlenmiş.

2 Beğeni

image

Yanan Tanrı - Haşhaş Savaşı 3

Üçüncü kitabın bitişi ile beraber seri benim için bir hayal kırıklığı olarak sonuçlanmış oldu. İlk kitabın ilk yarısı ile vaat ettiği potansiyeli hiç kullanamadığı gibi seri sürekli oradan oraya savrulan konular kakofonisi şeklindeydi.

İmparatorluğu mu yıkıyoruz, cumhuriyet mi getiriyoruz, gerilla mı oluyoruz yoksa imparator mu olacağız derken ortada ülke falan kalmamasını amaçlamış yazar ama bu kadar kısa bir zaman diliminde bu kadar değişim rüzgarının hiçbir tutarlılığının olamayacağını görememiş.

Hikayeye makro perspektiften bakmayalım, mikrodan zevk alalım desek Rin gerçekten can sıkıcı ve tahammül edilemez bir karakter. Belki güçleri, statüsü vs değişik gelişse de 3 koca kitapta geçirdiği karakter olgunluğu sıfır. Ama asıl sıkıntı başta Rin olmak üzere pek çok karakterin duygusal ve davranışsal tutarsızlıkları. 2 sayfa önce dünyaları titretecek güç ve özgüvendeyken sonrasında korku ile ağlamalar, birkaç satır öncesinde nefretle dolu düşmanlarken sonrasında dostluk kareleri… Bu şekil çok fazla örnek ve sahne mevcut. Okurken sürekli bir oraya bir buraya savruluyoruz ama bunların altyapısı ve derinliği hiçbir zaman oturtulmuyor.

Neyse fazla yazmak istemiyordum, sonuca bağlarsak Kuang kafasında vurucu sahneler düşünüp hayal eden bir yazar ve eserlerine de sürekli bu şekil sahneler koyup okuru kendine böyle bağlamayı tercih ediyor. Ama fantastik edebiyatta üçleme bir seri yazıyorum diye yola çıkıyorsanız evreniniz, karakterleriniz, hikayenizin gelişimi, sisteminiz ve olay örgünüz çok daha iyi olmalı ki üstüne vurucu/epik/duygusal sahneler koyduğunuzda bir anlamı bir ağırlığı olsun.

Yurt dışı popülaritesini de hesaba katarak başlayan olumlu ve yüksek Haşhaş Savaşı beklentim serinin sonlarına doğru bitse de gitsek moduna dönüştü maalesef bende. Okuma listesinde olanlar için; serinin artılarının kolay okunabilen basit dili, akıcılığı ve esin kaynağı coğrafyası olduğunu bilip yine de genç ve acemi bir yazarın ilk ciddi denemesi olduğunu unutmadan okumaya girişmekte fayda var.

24 Beğeni

Operasyon Mussolini - Selçuk Uygur

Selçuk Uygur uzun zamandır Twitter üzerinden takip ettiğim, görüşlerini beğendiğim, Türkiye’de eksik olan İkinci Dünya Savaşı Tarihi çalışmalarına katkıda bulunan , genç yaşına rağmen çok fazla sayıda eser veren bir kişi. Kendisine destek olmak amacıyla emeğinin geçtiği tüm çalışmaları satın alıyorum.

Selçuk Uygur külliyatına girmek için seçtiğim kitap ise Operasyon Mussolini oldu. Eser yazarın kendi çalışması
yani direkt çeviri bir eser değil. Eserin en güzel yani, inanılmaz akıcı bir dili ve sanki gerçek olaylardan değil de kurgu bir olay anlatıyormuşcasına olan yapısı oldu. Kitap İkinci Dünya Savaşında ülkesini diktatörlükle yöneten Mussolininin iktidardan indirilip, tutuklanmasını, savaşta kendisiyle müttefik olan Hitler ve Nazilerin Mussolini’yi kurtarıp yeniden İtalya’nın başına getirme çalışmalarını anlatıyor.

Konuda herhangi bir sır veya sürpriz olmadığı için çok detay vermeye gerek görmüyorum. Kitabın yapısına gelecek olursam tarih kitaplarında en sevdiğim 3 özelliğe sahip.

  1. Kaynak kullanılması; bilgilerin oradan, buradan, internetten çala kalem okunan yazılardan değil de , kaynak kabul edilebilecek eserler kullanılması , kitabı ciddiye almamı sağlar.
  2. Dipnotlar kullanılması; konuya vakıf olmadığımız için , metin içinde geçen normal bir kişinin bilemeyeceği konularda dipnotların verilmesini çok faydalı bulur ve severim.
  3. Resim ve fotoğraflar içeriğin desteklenmesi; özellikle tarihi eserlerde, konuya dair fotoğraflar ve resimler , okuyucunun konuya ilgisini cezbettiği için çok dikkat çekici oluyor.

Yukarıda sevdiğim özelliklere sahip olan bu eseri bir çırpıda okuyup bitirdim. Yazarın çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Diğer taraftan tarihi kitaplar okurken dönemin havasını koklamak adına verilen bilgiler konunun ete kemiğe bürünmesini sağlıyor. Özellikle Alman İtalya arasındaki ilişki, Nazilerin kendi içinde yapılanması, Hitler’in etrafında oluşan çemberde zaman geçtikçe ve Almanya zor duruma düştükçe, liyakatten çok kayırmacılığa dönen yapıların anlatılması olayların iç yüzünü anlamanızda yardımcı oluyor.

Kitabı yerebileceğim tek kısım, özellikle Almanya İtalya işbirliği (Mihver Devletleri) ve Mussolini iktidarı hakkında daha çok bilgi verilmesini isterdim.

Kitaba puanım 8,5-10

19 Beğeni

Veronika

Veronika Ölmek İstiyor, beni etkileyen kitaplar arasına girmeyi başardı. Oldum olası akıl hastaneleri ve akıl hastalığından muzdarip insanlar ilgimi çekmiştir her zaman. Akıl hastanelerinin ve hastalarının daha öncesinde izlediğim dizilerden, filmlerden vs. nasıl bir yer olduğunu bildiğimi sanıyordum ancak tam olarak bildiğim gibi bir yer olmadığını gördüm bu kitapta. Bu konuyu biraz daha boş vaktimde tekrar araştırmak üzere rafa kaldırıyorum. Ancak bu bir yana kitabımızın ana karakteri Veronika’ nın durumu çok daha başka ama kısacası çok büyük bir spoiler değil başlarda geçiyor ancak ufak bir değineyim; Veronika bir gün tekdüze geçen hayatından bunalır ve 4 kutu uyku ilacı içerek intihara kalkışır. Bunun sonucunda ölmeyen genç kadın Villette adındaki akıl hastanesine yatırılıyor. Bu akıl hastanesinde hala ölmeye kararlı Veronika’ yı çok daha başka sürprizler bekliyordur artık. Buraya kadar olan kısım birnevi tanıtım gibiydi bundan sonraki blurlu kısmı yalnızca kitabı okuyanların açmasını tavsiye ediyorum ağır bir spoiler olabilir.

Kitabın yarısında falan Dr. Igor’ un yazacağı tez için kızı kullandığını artık anlamıştım ancak yazar vurucu bir son yapabilir diye kendimi kaptırmamaya çalışıyordum bu fikre.
Bunun dışında sonda Eduard ve Veronika’ nın kaçtıktan sonra yeni güne uyandığında Eduard’ ın umutsuzca “O öldü” dediğinde bir an duygulandım. Tabii sonrasında Veronika uyanınca Dr. Igor aklıma geldi ve tahminimin kesinleştiğini anlayarak kendisine ağır küfürleri sıraladım.
Ayrıca sonu beni kesinlikle tatmin etmedi. Paulo Coelho hikayeyi biraz daha uzatıp sonda Eduard ve Veronika’ nın ileride neler yaşadığını bize anlatabilirdi. Hani hastaneden kaçmışlar Veronika neyse de Eduard’ ın şizofreni tanısı var vs. Daha da akıp gidilecekmiş bence ama okuyucuya bırakılmış tamamlanması.

Kitabın sonunu doğru tahmin etsem de bu Coelho’ nun kaleminden bir kez daha etkilenmemi engellemedi. Öncesinde yazarın Simyacı kitabını okumuştum. Hatta sık kitap okumaya ilk başlayış zamanlarımda okumuştum ve beni yine çok etkilemişti. Ki 4-5 yıl kadar oluyor sanırım ve üzerimde bıraktığı etkisini hala hatırlıyorum. Bu kitapla birlikte yazara ilgim daha da kabardı ve sanırım daha sonra bir başka kitabını okuyacağım. Büyük ihtimalle Simyacı’ yı da tekrar okumam gerekecek… Okunacak ne çok şey var yahu!

15 Beğeni

Bilimkurgunun tarihçesini araştıranlar, türe ismini (sciencefiction, sci-fi) verenin Hugo Gernsback olduğunu okumuşlardır. Peki Gernsback’ten yaklaşık çeyrek asır önce türü tanımlamak için makaleler yazan bir yazar ve kuramcı olduğunu söylesem…

Maurice Renard. Bilinmeyen olguların bilimle fethedildiği kurgulara, yani bugün bilimkurgu dediğimiz türe önceleri “olağanüstü-bilimsel roman”, sonra da “varsayım romanı” ismini veren Fransız yazar, makaleler yazarak türün edebiyat dünyasında ciddi bir konuma gelmesine katkıda bulunmuş. Yalnız onun olağanüstü-bilimsel roman tanımı bugünkünden biraz farklı. Mesela bilimkurgunun temel taşlarından kabul ettiğimiz Jules Verne’i türe dahil etmiyor. Çünkü Verne zaten denizaltı yolculuğu gibi döneminde araştırılan, icat edilmesi muhtemel şeyleri yazıyordu. Renard’a ise olağanüstü görünene, mucize sayılana alan açmak önemliydi.

Kitapta Renard’ın üç önemli makalesi yer almakta. Birisi “Olağanüstü-Bilimsel Roman ve İlerleme Tasavvuruna Olan Etkisi” başlığını taşıyor ve kitabın en uzun makalesi. Burada, Edgar Allan Poe ve H. G. Wells’in yapıtlarından örnekler vererek türü tanımlayan yazar, ardından türün temellerini tanımlar. “Dayanağı akıldan başkası olmayan sağlam bir temele sırtını dayadığını”, "bilgelik ve hünerin bir deri olarak giydirildiği bir beden"le karşı karşıya olduğumuzu söyler. Hatta bu türdeki eserler ona göre "sahnelenmiş felsefe ve tiyatroya uyarlanmış mantık"tır.

Evreni “bilmediklerimiz, varlığından şüphe duyduklarımız, varlığına emin olduklarımız” şeklinde üç bölüme ayıran yazar bilimin gelişmesiyle ilk iki alanın geriye çekilebileceğini ancak her şeyi bilmemiz imkansız olduğu için daima var olacaklarını söyler. Başka bir açıdansa bilimin gelişmesi aslında bilmediklerimizin de sayısını artırabilir, çünkü neyi bilmediğimize ancak bir miktar bilgiyle vakıf olabiliriz. Olağanüstü-bilimsel roman ise hammaddesini bilinmeyenlerden ve şüphelilerden almaktadır Renard’a göre.

İlerlemek halk kitlelerinin gözünde refahımızın artması anlamına gelse de, hatta bir icada gösterilen ilgi de onun gündelik hayata etkisiyle doğru orantılı olsa da (Yazar burada x ışını ve uçağın icadını örnek verir. X ışınının keşfedilmesi profesyonel alanda kullanıldığı için fazla bir heyecan yaratmamıştır ama uçağın icadı, insanın uçabilmesi anlamına geldiği için çok büyük bir ilgiye mazhar olmuştur) olağanüstü-bilimsel roman bizi konfor alanımızdan çıkarır, bilinmeyenin saf dehşetini ve merakını yükler, böylece bilimsel düşünceyi insanmerkezci eğilimden arındırıp başka bakış açılarıyla düşünmeye iter.

İkinci makale “Varsayım Romanı” başlığını taşır. Okurun bir eseri sadece anlayarak değil, hissederek okumasının önemine değinen yazar burada tür için “varsayım romanı” ismini daha uygun bulduğunu söyler. Varsayımlar bilinmeyenin karanlığıyla bilinenin aydınlığı arasındaki o loş bölgedir. Burada doğan eserler hayal gücümüzü, bilme umudumuzu harekete geçirecektir.

Yine bu makalede Renard, varsayım romanını -kitabın kapağında da bulunan- Merkür heykelinde somutlaştırır. Heykelin kanatları hem onu hayal dünyasına ait kılmakta hem de ucube değil zarif bir görünüm vermektedir. Bir yanda göğe yükselir diğer yandan ayak parmağının ucuyla gerçeğin üstüne basar. İşte bu yazara göre varsayım romanının da özellikleridir.

Üçüncü makale “Sinematografın Öncüsü” başlığını taşır ve kitaptaki en kısa makaledir. Villiers de L’Isle-Adam’ın 1800’lerin sonunda kaleme aldığı Geleceğin Havva’sı adlı romanından bir pasajı alıntılayan yazar, sinemanın -üzerinde henüz ciddi bir bilimsel araştırma yokken- nasıl öngörüldüğünü ve bunun hayranlık verici olduğunu anlatır.

“Mucizelere ne kadar çabuk alışıyoruz!” der Renard ve ekler, “Şimdilerde pek hoş gelir bize sinema; yine de siz onun zarafetini, bir de yirmi sekiz yıl önce görseydiniz!”

Bir asır öncesine gitmek ve henüz o dönemler emekleme aşamasında olan bilimkurguya katkı sağlayan bir yazarın yazdıklarını okumak güzeldi.

17 Beğeni

Warren Buffet Tarzı - Robert Hagstrom
Ülkemizin içinde bulunduğu durum sebebiyle sürekli düşen alım gücümüz ve geleceğe dair umutlarımızın olmaması uzun zamandır aklımı kurcalayan bir sorundu. Ülkemizde ekonomik refah için girişimci olmak veya kendi işinizin olması şart gibi ancak bunu yapmak için de sermaye, bilgi ve çevre gerekiyor. Diğer taraftan isterseniz şans, isterseniz kısmet olarak adlandırın, ekstra görünmeyen güç de gerekiyor. O sebeple girişimci olmak veya kendi işinin patronu olmak da hayli zor.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda hem birikim hem de enflasyon karşısında ufak ufak da olsa bir yatırım yapmak için borsayı uzun zamandır araştırıyordum. Ve bu konuda sürekli karşıma çıkan kitabı satın alıp okumaya başladım. Ben alt sat (trade) yaparak , borsa gibi ortamlarda küçük yatırımcının para kazanamayacağını düşündüğüm için, uzun vade yatırım yapma düşüncesindeyim. Bu kitabı okumamın ana sebebi de dünyanın en zengin kişilerinden olan Warren Buffet’ın sabırlı yatırımla, yatırımlarını nasıl yükselltiği hakkında bilgim olması içindi.

Kitaba gelecek olursam, en baştan söyleyeyim hem kitabın kendisi hem çevirisi çok güzel detaylı bir çalışma olmuş. Konuya merakı olanları adım adım bilgilendiren, teknik terimler içerse bile bunları çok güzel açıklayan bir eserle karşı karşıyayız.

Kitap içeriğinde sırasıyla, Buffet’ın kişisel ve iş yaşamının hikayesi, eğitimi, kimlerden feyz aldığı, yatırımlara nasıl başladığı, yatırım tarzı ve iş doktrinleri, yatırım yaptığı şirketler ve yatırım sebepleri, yatırımın ve uzun vadeli yatırımın mantığı detaylı olarak anlatılmış.

Uzun vadeli borsa yatırımcılığı hakkında bilgi edinmek isterseniz satır satır size rehber olacak kitabın bizler için tek handikabı ABD borsaları için hazırlanmış olması. Çünkü Amerikan ekonomisinin büyüklüğü ve derinliği sayesinde , Amerikan borsalarında uzun vadeli yatırım yapabilecek belki de yüzlerce firma mevcutken, BİST (istanbul Borsası) kapsamında baktığınızda uzun vadeli ve güvenilir şirket sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Yurtdışı borsalara yatırım yapmak ise vergiler ve diğer harçlar sebebiyle Türk küçük yatırımcıları için hayal.

Kitabın içeriğinde çeşitli yaklaşım ve doktrinler mevcut ancak özetleyecek olursam, Buffet kısa vadeli at sat yaparak başarılı olunamayacağını ancak uzun vadeli yatırımda doğru şirketler seçilirse kesinlikle kazanç sağlayacağını vurguluyor. Mesele zeki, akıllı olmaktan ziyade sabırlı olmakta yatıyor. Tabii ki akıllı olmak ilk hisse seçiminde bizlere faydalı olabilir. Ben kendi araştırmalarım doğrultusunda BİST üzerinde Buffet yatırım yapsa hangi şirkete yatırım yapardı diye düşündüm ve birçok insanla aynı görüşte olarak tek hisse bulabildim.

Sonuç olarak uzun vadeli borsa yatırımcılığında bizlere fikir verebilecek çok güzel bir kitap. Ayrıca Storytel üzerinde Burak Pulat çok güzel seslendirme yapmış. Orada da tavsiye edebilirim.
Puanım 8/10

17 Beğeni

Sudan bir sebepten kitap sitelerine erişimin engellendiği bu gündemde, Fahrenheit 451’i hatırlamakta yarar var.

Kitap saklamanın yasak olduğunu düşünün. Eğer komşularınız evinizde kitap görürse ihbar ediyor ve itfaiyeciler gelip kitaplarınızı yakıyor. Durup düşünmenin dahi yasak olduğunu hayal edin. Yolda bile düşük hızla giden otomobillere ceza yazıldığı, hayatın sürekli değişen renkler, suni gündemler ve oyalanmalarla akıp gittiği; oturma odasının duvarlarını kaplayan "aile"lerin, yani interaktif televizyonların revaçta olduğu parlak bir dünya.

Peki onlarca kitap yakmış bir itfaiyeci bu düzeni sorgulamaya başlarsa?

Guy Montag, itfaiyeci, vicdanını sarsan iki büyük olay yaşamıştır. İlkin yaşıtlarının aksine doğayla iç içe vakit geçiren bir genç kızla karşılaşmış, ardından ihbar üzerine evlerine gittikleri yaşlı bir kadının kendisini kitaplarıyla yaktığına şahit olmuştur. O yaşlı kadının evinden bir kitap kaçırır Montag. İlk kez yasalara karşı gelmiş ve içinde anlam arayan bir yan doğmuştur, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Bu kitabın en çok dikkat çeken yanı sansürün baskıcı bir diktatörden değil, doğrudan halkın alışkanlıklarından doğmuş olmasıdır. Eğlence araçları gelişmiştir, gündem hafiflemiştir, kitaplar dahi hafiflemiş ve bir kitap karakterinin deyişiyle "puding hazırlama yönergesi"ne dönüşmüştür.

Hiç kimse kalıcı şeyler hakkında durup düşünmek istememektedir. Kimse, "hiç var olmamış insanların başına gelen olmamış olaylar"ı okumak istememektedir. Problemler çözülmek yerine ateşe atılıp yok edilmektedir artık. Kitapların yakılması da bunun bir temsili, sonucu, göstergesi olmuştur. Dolayısıyla kitabın ana eleştirisi, tüketim çılgınlığına yöneliktir.

Belki de Ray Bradbury bugünleri görmüştür, kim bilir?

21 Beğeni

Masumlar - Burhan Sönmez

Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü içimde.

Daha girişinden, ilk cümlesinden itibaren etkilemeye başlıyor kitap. Kitabın anlatıcısı olan Brani Tawo’dan, onun vatansız kalışını ve Haymana’dan İngiltere’ye uzayan yolculuğunu dinliyoruz. Orada kendisiyle aynı kaderi paylaşan İranlı Feruzeh ile tanışıyor ve hikayelerini birlikte anlatmaya başlıyorlar.

Sönmez yine farklı birçok insanın hayatını anlatarak benim hayatıma dokunmayı başardı. Sönmez’i okurken (dinlerken) içimde hep bir hüzün oluşuyor. Yine de böyle boğazda düğümlenen bir hüzün değil bu çünkü umut hep var kitaplarında. O yüzden hüzünlü ama sıcak bir kitap okumak isterseniz bu kitaba mutlaka göz atmanızı tavsiye ederim.

Not: Erdem Akakçe seslendirmesi mükemmel.

15 Beğeni

Münih’e Kadar 6 Mezar - Mario Puzo

Baba kitabıyla herkesin tanıdığı Mario Puzo’nun yanlış bilmiyorsam üçüncü kitabı. Nazi Almanyası’nda esir düştükten sonra işkenceye maruz kalan bir adamın klişe intikam hikayesini anlatıyor. İyi yazılmış klişelere itirazım yok ama bu kitap çok düz olmuş maalesef. Karakter derinlikleri, duygu aktarımları, plot twistler kitapta yer almıyor. Okurken sıkmıyor ama Puzo’nun Baba serisini bildikten sonra, belki de beklentiler yüksek diye, çok zayıf kalıyor.

Puzo’nun eserlerini okumayı düşünen varsa bu kitabı başlara almasında fayda olduğunu düşünüyorum.

18 Beğeni

PROSE EDDA

Nesir Edda, 13. yüzyılda İzlandalı Hristiyan bir şefin kaleminden çıkmış bir eser. İskandinav kozmogonisi ile başlayarak, sırasıyla İskandinav tanrılarını, Ragnarok’u, Odin, Thor ve Loki’nin türlü maceralarını, ve son olarak da Sigurd ve Gudrun’un hikayelerini anlatıyor.

Okuyanların kafası giriş kısmında karışabilir. Çünkü yazarımız, Aesirlerin soyunu Truva’ya dayandırıyor, Thor’un Trakya’da büyüdüğünü iddia ediyor, Loki ile Odysseus aynı kişiydi, ve bu tanrıların hepsi aslında insandı diyor. Bu garipliğin sebebini elimden geldiğimce izah edeyim:

Öncelikle bu eserin İzlanda’da eski inancın bitişinden 200 yıl sonra ve bir Hristiyan tarafından yazıldığını hatırlatırım. Hristiyan bilginler, Pagan tanrılarını “cahiller tarafından zamanla tanrılaştırılmış eski insanlar, tarihi kişilikler” olarak görüyordu. Aslında bu görüş ilk olarak Antik yunan filozofu Euhemerus tarafından ortaya atılmış, daha sonra da Pagan tanrılarını küçük göstermeye çalışan Hristiyanlar tarafından benimsenmişti. Bu “tanrıları insanlaştırma” politikası aynı zamanda dinden çıkmadan kendi halkının hikayelerini anlatmak isteyen Snorri gibi Hristiyanların başvurduğu bir yoldu.

Truva ile bağlantıya gelirsek, bu da Avrupa’nın Roma’yı taklitlerinden bir tanesi. Virgilius’un Aeneas destanı Romalıların soyunu Truva’ya dayandırır. Orta Çağ’da ülkesinin tarihini yazan birçok bilgin de, Roma’nın itibarından pay almak için, ne yapıp ne edip kendi milletinin Truva’dan geldiğini iddia etmiştir. Örneğin: 660’da yazılan Historia Francorum’da Frankların soyu Aeneas’ın kardeşi Francius’a dayandırılır. 828 tarihli Historia Brittonum’da ise İngiliz soyu Aeneas’ın torunlarından Brutus’a(Brutus=British) dayandırılır. Snorri de aynısını bu eserde yapmıştır.

17 Beğeni

Yüzüklerin Efendisi - J. R. R. Tolkien

Üçlemeyi ne kadar beğendiğimi anlatamam. Tolkien adeta bir destan yaratmış eseri yazarak ve iyiki de yapmış bunu. Kitabın son derece masalsı, güçlü dili var. Tabi bir noktada, karanlık bir yanı da olan bir masal. İçeriği çok dolu. Her şey ilmek ilmek, özenle işlenmiş. Okurken tüm bunları hissediyorsunuz. Yaratılan dünya insanı hem şaşırtıyor hem de fazlasıyla hayran ediyor, bir yandan büyülüyor.

Hobbitleri çok sevdim. Elfleri ve entleri de öyle…Kitaptaki karakterlerden Gandalf, Galadriel, Aragorn, Bilbo ve Sam en sevdiklerim oldu.

Kitaptaki dünyada, büyü kullanımı biraz sınırlı. Kadın karakterler de çok az yer kaplıyor ama var olan kadın karakterler, epey güçlü. Éowyn’nin ( ve Hobbit Merry’nin aynı zamanda) son kitaptaki bölümü en sevdiğim bölümlerden biriydi.

Kitapta aslında belli bir kader var diyebilirim, her şey bunun doğrultusunda ilerliyor. En sevimsiz görünen karakter bile bir şey yapıyor.

Kitaptan sevdiğim alıntılar:

“Yaşayanların birçoğu ölümü hak ediyor. Ve ölenlerin bir kısmı da yaşamayı hak ediyor. Yaşamı onlara verebilir misin? O halde öyle hak, hukuk adına ölüm buyurmakta çok acele etme. Çünkü en bilge olanlar bile her şeyin sonunu göremez.”

“Neden korkarsınız hanımefendi?” diye sordu adam.
“Kafesten,” dedi kız. “Ta ki yaşlılıktan ve alışkanlıktan parmaklıkları kabullenip, büyük işler başarma isteği hatırdan veya gönülden silininceye kadar parmaklıkların arkasında kalmaktan.”

“Zaman, umudu kıt bir bahara doğru akıyor.”

“Yukarda yeterince kötülük yok mu, toprağın altına bakmaya ne hacet?”

“Dünya, savaşlar olmadan da yeterince acılara ve talihsizliklere sahip.”

“Ağlamayın, demeyeceğim; çünkü bütün gözyaşları kötü değildir.”

28 Beğeni

görüntü

Okuduğum Tarih: 10-28 Karaca 2022
[Okuduğum 354.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 81.betik
[Karaca ayının 2.betiği]

Betiği okumaya başladığım zaman, adının neden Gün Olur Asra Bedel olduğunu çok merak etmiştim ve şimdi kitabı bitirdiğimde bunu anlıyorum. Muhteşem Türk, bu betiğinde bir günde anlattıkları aslında bir yüzyıla sığacak derinlikte ve bunu geçmişe, geçmişte yaşadığı olaylara dönüşler, anımsamalar ile yapıyor. Romanımızın başlarında yer alan tilki, okuyucu olarak gelen misafirine öykü hakkında adeta bir haberci olarak bilgi veriyor. Tilki başına gelebilecek tüm tehlikelere rağmen kendi içgüdüsel doğasını koruyarak, trenlerden atılan ve raylara düşen yiyecekleri tüm olumsuz şartlara rağmen bulmaya çalışıyor. Ne içgüdüsel doğasından vazgeçiyor ne de olumsuz şartlara boyun eğiyor o tüm tehlikelere rağmen kendi doğasını koruyor ve yaşıyor…

Nayman Ana öykücüğüyle SSCB o topraklarda eğitim yolu ile Mankurt vatandaşlar yaratıp kendi kimliklerini unutturup geleneklere bağlı olan halkı sindirmeye çalışmışlığı dile getirmiş dolaylı yolla. Bu olay Sabitcan karakteri ile mankurtlaşmayı yani insanın kendi öz kimliğinden uzaklaşması anlatılmıştır. Sabitcan hikaye içerisinde yaşadığı bölgenin dışında Sovyet yatılı okulunda okumuştur. Geldiğinde ise tamamen öz kültürünü unutmuştur. Hikayedeki bir diğer örnek ise; Edige’nin arkadaşı Kazgangap’ı gömmek için gittiği mezarlıkta karşısına çıkan askerle anadilinde değil de Rus Slavcası konuşmak zorunda kalmasıdır. Kısacası romanda geçen Mankurt efsanesi; toplumun nasıl kendi kültürüne yabancılaştığını ve bunun sonuçlarını gözler önüne serer.

Raymalı Ağa Efsanesi ile siyasi iklimden uzaklaşarak ufak bir mesaj daha vermek istediğini görüyoruz. Bu efsane ile bizlere aşkın insan için ne kadar sonsuz ve kutsal bir olgu olduğunu, tüm engellere rağmen uğruna savaşmaya değecek kadar değerli bir duygu olduğunu vurgulamak istiyor. Bunun yanı sıra köhne zihniyetlerin modern toplum üzerinde bırakacağı yarayı da göstermek istiyor. Aslında bizler bu noktada şunu görmekteyiz; Aytmatov bir yandan kültürel olguları savunurken ve bunların muhafaza edilmesi gerektiğine vurgu yaparken diğer yandan ise kültürel olgular içerisinde yanlış bulduğunu noktaları da eleştirmiş oluyor. Cehalet ile gelenek arasındaki farkı gözler önüne seriyor.

Orman-Göğsü öykücüğünde Bu bölümde bir Sosyalizm eleştirisi görüyoruz. ‘‘Orman Göğsü’’ gezegeninde yaşayan toplumun gerçek sosyalizmi yansıttığını ve bu bilgileri, önerileri dünyaya aktarmak istediklerini söyleyen astronotlar, sözde sosyalist Rusya ve kapitalist Amerika tarafından kabul görmüyor. Çünkü sömürü düzeni bu kesimleri hala karlı çıkarmaktadır. Kapitalist Amerika’yı bir kenara bırakarak o dönem sosyalist olduğunu iddia eden Rusya yani Stalin dünya sömürüsünü itaat etmeye devam etmektedir. Ve o gezegenden gelen hiçbir bilgiyi kullanmamaktadırlar. Çünkü o gezegenden gelen bilgiler Dünya’ya ulaşırsa kurdukları diktatörlük sarsılacaktır ve insanlar bilinçlenecektir. Fakat bunu kendisini Sosyalizm öncüsü gören Stalin dahi istememektedir. Orman Göğsü önemli bir gezegendir çünkü; Aytmatov’un zihninde bu gezegen, yaratmak istediği ülke ve bu ülke içerisinde yaratmak istediği toplumun iz düşümüdür. Orman Göğsü Gezegeni kısaca; Devlet kavramının olmadığı, insanların insanca yaşadığı, savaşın ve şiddetin izinin dahi geçmediği bir gezegendir. SSCB baskısı altındaki Aytmatov, kurgusal gezegen adını Rusça değil Türkçe ad kullanmış. Burada aslında yeni nesil bilimkurgu kalemlerimize tokat gibi bir mesaj olur. Anlamamakta ısrar ediyorlarsa kendileri bilir. Orman Göğsü keşke bağımsız bir roman olsaydı daha detaylı okurduk. Türkiye Türkçesi’nde Orman Göğsü olarak tereddütsüzce çeviren çevirmenlere sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Eserin içeriğine bakmadan okumuştum. Öykü kurgusu olarak çok iyi ilerlemiyordu. Fakat bir süre sonra aslında bu eserin iyi bir kurgu çıkarmak veya iyi bir hikaye oluşturmak amacı gütmediğini anladım. Aslında Aytmatov bir serzeniş bulunuyordu. Bu serzeniş SSCB’nin en acımasız adamı olan Stalin’e ve izlediği politikaya yapılıyordu. Alıntılama yaptığım kalemlere sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum çünkü bazı noktalarda düşüncelerimi resmen okumuşlar. Okuyup okumamayı sizlere bırakıyorum çünkü bir ayımı resmen öldürttü bu betik…

5 Beğeni

görüntü

Okuduğum Tarih: 28-29 Karaca 2022
[Okuduğum 355.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 82.betik
[Karaca ayının 3.betiği]

Yaşamda her zaman olanaksızlıkları başarılı bir şekilde pes etmeden olanaklı hale getirme azmi, yüreklerimize kılınan umut zerresi sayesinde olur. Tuğcu’nun melodram olmayan uzun öykülerinden biriyle karşınızdayım. Bu uzun öyküde azmi zaferine tanık olurken bir yanda gerçek arkadaşlığın parayla bozulmadığına tanık olacaksınız. Gerçekten böyle arkadaşlıklar kaldı mı diye özümüze sormaktan alıkoyamayız çünkü böyle arkadaşlıklara özlem duyarız.

Yüksel’in aile mirası bulmasının nedeni Ayhan’a duyduğu aşk ve onunla daha çok vakit geçirmek için bir olanak olmasıdır. Zaman içinde aile mirası başka aile fertlerinin sayesinde bulmaya çalışıldıysa başarısız oldular. Hatta bu fertler mirası bulmadığı için delirdiler. Yüksel ise Ayhan sayesinde öncekiler aynı yoldan gitmeden beyin fırtınası sayesinde akla gelmeyen kuyudan ve mahzenden aramaya koyulması bana yaşamımdaki olanaksızlığın olanaklı hale getirdiğimi anımsattı.

Özel durumdan dolayı aileme bağlı olmak zorundayken hep umutla ailem olmadan düşlediğim yerde çalışmaya inandım. Teknoloji ve sağlık imkanları geliştiği bu çağda özel durumun zorluğunu hafiflendiğine hep inandım. Salgın olmasaydı iki yıl önce düşlediğim yerde olacaktım ama belki de düşlediğimin gerçekleşme zamanı bu yılmış. Umuduma inanan bana yardımcı olanlardan ilki olan Kürşad Mithat Özkan’a sonsuz teşekkürler sunuyorum. Belki o şimdi aile ile birey arasında bireyin yanında olduğu için huzursuz olsa da inanıyorum ki bireyin düşü gerçekleştiği için Tanrı katında hayır kazanmıştır. Ummadığı anda yüzü gülecektir. O da maneviyatı anımsarsa bu süreç çok kısa olacak.

Miras bulunduğunda Ayhan, Yüksel’in mirasına el koymadı. Doğru zamanda o mirası ona verdi. Çocukluk arkadaşımla o karakterlerin yerine geçseydi çocukluk arkadaşım Ömer, Ayhan gibi mirası doğru zamanda sahibine vermek yerine mirası çaldırdığına inanıp beni de bu yalana inandırmak için ne diller dökeceğini tahmin etmekle birebir kurgulayıp sahneletmesem de bana Bleda Gençay demesinler. Bırakın bir zahmet öz çocukluk arkadaşımın ne mal olduğunu bileyim. Mal diyorsam da o da sözün gelişidir. Gerçek arkadaşlıklarda paranın hükmü asla geçmez.

Tuğcu’nun karakterleri gibi köşklerde ve İstanbul’da yaşamasak da bu uzun öyküdeki olanaksızın başka ilintileri yaşamımızda var olduğu biliyoruz. Bu uzun öyküde bulunmayan mirasken yaşamımda özel durum olur. Başkaların yaşamlarında başka ilintileri olarak karşımıza çıkan güçlü olanaksızlığı yenen güç ise umut ve inanç olduğunu asla unutmamalıyız. Umudu ve inancı güçlendirme ise azim ve pes etmemedir. Bu uzun öykü sayesinde yaşamlarınızdaki olanaksızlıkları yok edeceğinize inanarak bu uzun öyküyü sizlere şiddetle tavsiye ediyorum. Paraya değil huzura tapınız. :slight_smile:

5 Beğeni

görüntü

Okuduğum Tarih: 29 Karaca 2022
[Okuduğum 356.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 83.betik
[Karaca ayının 4.betiği]

Türümüzün en muamması, anlaşılması güç olanı ve ne istediği belli olmayanı yani kadınlarımızın iç dünyasına yolculuk eden Yazı Makinesi’nin yazdıklarını okudukça eğitimle ucuz olmayacaklarını anlıyoruz. Bu uzun öyküdeki gibi kadınların tamamen turşusu kurutmalıyız çünkü türümüzün devamı için onlara borçluyuz ve onların görüşlerine önem vermeliyiz.

Bağnazlıktan dolayı gerçek İslam dini yaşamadığımız için dindeki kadın bakış açısını yanlış yorumladığımız için onları hizmetçi, düşüncelerinin bir önemi olmayan ve cinsel obje olarak yorumladık. Oysa Göktanrı inancında kadın bakış açısı ise birey, düşüncelerinin bir önemi olan ve gerekirse koca ulusu yönetecek kadar kapasiteye sahip olduğunu yorumlanmış. Burada dini, bedevilerden değil özümüz araştırarak dolu dolu öğrenmeliyiz ki cinsiyetler arasındaki eşitsizliğe dur demeliyiz.

Uzun öyküde eleştirdiğim iki noktaya gelelim. Bunlardan birincisi; ömrünü okumak ve araştırmakla geçirmiş Fazıla Hanım, Akile ve Zekiye’yi özü gibi yetiştirmekle özünü resmen kopyalatmış çünkü kızlar da onun gibi düşünüyor ve onun gibi hareket ediyorlar. Burada sana emanet edilenleri özü gibi birebir yetiştirmek yerine eğitim ve öğretimler onları topluma kazandırmalıyız. Fazıla Hanım; toplum içinde özü gibi okuma alışkanlığı olan ve kültürlü bir birey bulabilirdi çünkü kafa dengiler elbette toplumun içinde yaşıyorlar sadece onları arayışla bulabilirsin. Burada aslında kader motifi dediğimiz kavram bizi karşılıyor. Yani ne ekersek onu biçeriz.

İkincisi de Zekiye’nin beyzadenin annesi ve ailesi karşısında özünü doğru düzgün ifade etmediği için sağlığından eden bir evlilik yaşadı. Burada Zekiye’nin de beyzadeyi istediğini anlıyoruz çünkü sessiz kalmak ya o şeyi istiyorsun yada bir tarafa tabiisin. Eğer Zekiye’nin özünü doğru düzgün ifade etseydi belki bugün zorla evlendirilen kız çocuklarına umut ışığı olurdu. Ayrıca burada da okumanın tecrübeye bir etkisi olmadığını görüyoruz. Fazıla ve Akile Hanımefendiler bu konuda ona gayet güzel bir tecrübe öğretmemiştir. Okumak sadece seni kültürlü bir birey haline getiriyor. Tecrübe ise öğütler ve yaşantılar sayesinde ortaya çıkar.

Uzun aradan sonra dizi uyarlaması köşesine hoş geldiniz. Uzun öykü; sosyetenin içinde geçen ve Fazilet’in erkeklere olan güvensizliği konu alır. Uzun öykü günümüze uyarlanır. Fazıla yani Fazilet rolünde Nazan Kesal, Akile yani Asude rolünde Ezgi Mola ve Zekiye yani Zeynep rolünde Merve Dizdar oynasa çok güzel bir dizi ortaya çıkar. Fazilet Hanım, Safiye ve Gülben tiplemelerinden dolayı bu uzun öyküdeki kadınları bahsettiğim oyuncular canlandırılmalı ki bu dizi severek izlenilmelidir. Birazcık sıkılsam da kadınları anlamak için bu eseri okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

5 Beğeni

Resim

Mihail Lermontov - Zamanımızın Bir Kahramanı

Zamanımızın Bir Kahramanı, 27 yaşında bir düelloda ölen Lermontov’un tek romanı. 185 sayfalık kitap, beş bölümden oluşuyor. Kitapta Peçorin karakterini görüyoruz. Özetle onun kadınlarla ilişkileri, dostluk anlayışı, iç dünyası anlatılıyor. Peçorin, iyi tarafları olsa da bir anti kahraman. Aynı zamanda 19.yüzyılda Rus Edebiyatında görülen lüzumsuz adam tiplemelerinden biriymiş.

Kitap ilk bölümde eski Türk filmleri tadındaydı, Kafkaslar- Kafkas halkları derken ve özellikle olaylar ilerlerken… Tabiki sonradan bu düşüncem değişti.

En çok günlüklerin olduğu bölümleri sevdim. Yazarın karakterin ruh hallerinin tasvirini yapması güzeldi. Peçorin’i yaptıkları yüzünden sevmedim. Yine de kötü bir okuma oldu diyemem.

Puanım: 7.5/10

22 Beğeni

görüntü

Okuduğum Tarih: 29 Karaca 2022
[Okuduğum 357.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 84.betik
[Karaca ayının 5.betiği]

Yaşı belirtilmemiş gençliğe yeni geçmeye başlayan bir kız öğrencinin sabah uyanıp gece tekrar uyuması arasında geçen günü anlatılmış. Eser, bu genç kızın iç monoloğu şeklinde ilerliyor. Biz bu monologları okurken kızın hayata dair bakışını, hislerini, kendi hakkındaki olumsuz düşüncelerini, iyi ve saf biri olmak isteyişini, yeni kaybettiği babasının özlemini çektiğini okuyoruz.

Kısa bir sayfa sayısına sahip olmasına rağmen gayet akıcı, anlaşılır yazılmış bir eser. Yazar bu kitapta toplumun insanlardan beklentilerini ve bu beklentileri ergenliğe giren bir kız üzerinden nasıl rahatsız edici bulunduğunu da aktarmış. Bu da kitabın hoşuma giden diğer bir kısmıydı. Monolog ve uzun paragraflardan kısmen sıkıldım okurken çünkü günlük formatında anlatıldığı içindir.

Ergenlikten geçişte bir genç kızın ne gibi sorgulamalar içinde bulunduğunu, aslında çok masum ancak kendini masum bulmayan, kendine sürekli acıma hissi olan, hatta kendinden nefrete kadar giderken bi yandan da sevgi dolu olması ve sevgisini akıtacak bir mecra araması beni çok etkiledi. Ayrıca kitaba olan düşkünlüğü de beni kendisine fazlasıyla çeken sebeplerden. Belki de isimsiz kahramanımızı bu yüzden bu kadar içselleştirdim.

Eserde aslında ailenin insan hayatında ne derece ehemmiyetli olduğu vurgusu da mevcut. Kız öğrencinin yerine ailesinden yana sitemi olan kişileri koysanız da gayet normaldır. Ailesi tarafında hesaplarına gelmediği için dışlananlar ya öğrenci kız gibi iyi kız olmaya çalışarak dikkat çekmeye çalışması ya da sessizce çekip gitmeyi kafana koymak. Ben ikincisine yatkınım çünkü ailemle problem yaşamadan sessizce çekip gitmeyi çok istiyorum çünkü bu hayata bir defa geliyorum. Sevmeyip korumuyorsa kendimi onlara kanıtlamak zorunda değilim.

Aslında bu da bizim gün içindeki savruk düşüncelerimizin göstergesi gibiydi. Karakterin uyanışı, gün içindeki rutini ve gün sonuna yaklaşırken çöken ağırlığı yavaş yavaş hissedebiliyorduk. Çok kısa bir hikaye olduğu için uzun bir açıklamada bulunamıyorum ancak, güzeldi. Bana, bazı hislerim konusunda netlik kazandıran bir hikayeydi. Alıntılama yaptığım okurlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum çünkü onlarla aynı fikirdeyim. Okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum çünkü hayata bakış açımızı yeniden şekillendiren bir eserdir.

7 Beğeni