Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Okuduğum Tarih: 16-19 Aralık 2022
[Okuduğum 364.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 91.betik
[Aralık ayının 6.betiği]

Gezi yazıları aslında bize edebiyatın coğrafya ilişkisini anlatır. Hatta gezi yazıları sayesinde bir eser yazarken eserde kullanacağımız yerleri nasıl betimlememize de yardımcı olur çünkü gezi yazıları bize hem gezilecek yeri tanıtarak oraya gitmemize vesile olurken diğer yanda edebi açında gezilecek yerin ruhsal ve fiziksel betimlemeleriyle o yerin bedizini çekeriz.

Yazı makinesi olan rahmetli kalem, gezi yazısı ile günlük türleri başarılı bir şekilde bir arada edebi çerçevede arkadaşlarıyla birlikte Tavşancıl’a gidip bir av anısı yazmıştır. Kalemin gereksiz uzatmaları olmasa da gezi günlüğü sıkılmadan bir solukta okunur. Bahsettiğim kusuruna rağmen o günlüğü okurken sanki onlarla birlikte oradaymışız gibi bir sezgi uyandırıyor çünkü deniz yolculuğunda gördüğü manzaraları başarılı bir şekilde betimlediği için. Hatta av anısında neler yaşadığını bir kurgu çerçevesinde yazmış.

Deniz yolculuğu kişiye o kadar güzel duygular yansıtıyor ki o anda Keyfim’de olmayı diliyorsun sevdiğin kişiyle çünkü sıradanlaşan yaşamından küçük bir kaçamak yapmak isteriz. Böyle düşünürken gezi günlüğünde gemi terimlerine uzun uzun açıklamalarla değinen kalem yüzünden o ruh halinden çıkıyorsun çünkü açıklayıcı ve öğretici anlatımları pek sevmeyiz. Bize bu iki tür resmen kafa ütüleyici gelir. Bu tür anlatımlardan kaçınarak başarılı bir gezi günlüğü yazılır.

Gezi günlüğünü okurken kalemin arkadaşlarıyla geçirdiği dört günlük serüvendeki neşeli anıları o kadar gıpta ettim ki resmen orada olmak istedim. Arkadaşlarla bir araya gelince elimizdeki ve yanımızda taşıdığı teknolojik aygıtları bir kenara bırakıp onlarla dolu dolu bir anı oluşmasına vesile olun çünkü ileri o anıları hatırlayarak daha da güzel anılara imza atma cesaretleriniz olur. Avcı olmayı hiç sevmem ama arkadaşımla bir adayı gezerken o anda dolu anılar biriktirmeye başlarım. Belki arkadaşım sıkılsa da öz açımda anın tadını doya doya yaşamak için çabalarım çünkü üç günlük Dünya’da yaşadığımız için yarına çıkma garantimiz yok maalesef.

Kalem bize adaları anlatırken gözlerimi kapattım. Gözümün önünde Yusifer (Yusuf Ulufer) ağabeyimle birlikte gittiğim Heybeliada gezmecesi geldi. O gün öz açıma çok mutlu oldum. Ümidim o da mutlu olmuştur ki öyle düşünüyorum çünkü ona seve seve yoldaşlık ettiğim için Tanrı da ummadığım anda beni mutlu ettiğini sezdim. Avcı olmayabilirim ama bir sevgi ve arkadaş toplayıcısıyım. Çuvalıma bakınca çok güzel anılar bana göz kırpıyor. Ben de bu göz kırpmalarına gülümseyerek doğru yolda olduğumu anladım. Ülkemizde gezi yazıları ve gezi günlükleri bol bol yazılması dileğiyle avcıyı da av sahasında ölen avı da av gezileri sevenleri de toplayıcıları da bu gezi günlüğünü okumaya şiddetle çağırıyorum…

1 Beğeni

Ransom Riggs - Tuhaf Masallar

Yazardan okuduğum ilk kitap oldu. İçinde yer alan çoğu masala bayıldığımı söylemeliyim. Sadece ilk masalın konusu olan yamyamlık biraz rahatsız ediciydi.
İsminin hakkını veren bu '“tuhaf” kitabı ve onun kurgusunda bulunan tuhafları sevdim. Ayrıca içinde harika illüstrasyonlar da var. Kitapta yer alan masalların isimleri ise şöyle:

Puanım: 10/10

16 Beğeni

Yerli Bilimkurgu Yükseliyor, 2018’den beri yerli bilimkurgu öyküleriyle bizleri buluşturduğu seçkiler yayınlamakta. Bu yılki öykü seçkisi de tıpkı öncekiler gibi oldukça zengin. 46 öykü, bir çizgi roman ve (önceki seçkilerden farklı olarak ilk kez) bir şiirden oluşan bu kitapta her telden öyküler bilimkurgunun birçok alt dalına uzanıyor.

Türk sinemasının emekçilerine ithaf edilen kitap, Utku Uluer’in Türkiye’de bilimkurgu sineması hakkındaki yazısıyla açılıyor. Türkiye’de bilimkurgu sinemasının hüzünlü bir tarihi var. 1950’lerde sinemamızda ilk bilimkurgu filmi çekilmesine rağmen uzun yıllar ciddi bir gelişim yok. Kayıp filmler, boşa giden emekler, ciddiye alınmayan ve dalga geçilen filmler, nihayet 70’lerden sonra bilimkurgu-komedi türüne sıkışarak da olsa çekilen birkaç film ve 2000’lerden sonra nihayet başarılı yapımların sinema tarihinde yer alması ama gidecek çok yolumuzun olması…

Öykülere gelince, neler neler yok ki? Hisse satan yapay zekâdan, boyutlar arasında geleceğini tercihleriyle belirleyen kahramanlara… Zaman dilimleri arasında fink atanlardan, zihni resetlenerek cezalandırılan kaçakçılara… Hipnozdan uyandıran notalardan seks robotu cinayetlerine…

Gelelim favorilerime. Beni en çok duygulandıran öykü Kaplumbağanın Gözleri oldu. İki buçuk sayfacık olmasına rağmen çarpıcı bir öyküydü.

Teknik Destek, doğal diliyle çok başarılı bir mizahi öyküydü. Okurken çok güldüm. Paralel evrenlere seyahat icat edilse bile insanların kaprisleri değişmiyor.

Metaverse Çıkışı da seçtiği anlatım tekniği ve olaylarla, iyi bir robot öyküsüydü. Asimov havası aldım.

Ayrıca bu yıl ilk kez benim de bir öyküm (Madenci) seçkide yer aldı. Bundan dolayı çok mutluyum.

Yazarlara, çizerlere, düzenleyenlere, emeği geçen herkese teşekkürler. Yıl bitmeden harika bir okuma deneyimi yaşamış oldum kitap sayesinde.

20 Beğeni

Yaşar Çoruhlu - Türk Mitolojisinin Kısa Tarihi kitabını okudum.

Sıkça denk geldiğim üzere “Türk Mitolojisi ne ya? Türklerin Mitolojisi mi varmış?” diyenlere Bahaeddin Ögel’in 1500 sayfalık iki ciltlik kitabını önermek gibi kesinlikle anlam veremediğim, mantıksız bir tavsiye veriliyor. Amaç Türk Mitolojisine karşı merakı uyanan kişilerin gözünü korkutmak, temel bilgi almak isteyen insanları binlerce sayfalık yükün altına sokup konudan soğutarak ilgilerini kaybetmelerini sağlamak ve böylelikle Türk Mitolojisi hakkındaki genel bilgisizliği körüklemek ise çok başarılı bir tavsiye.

Türk Mitolojisi hakkında temel bilgi almak isteyen kişiler için benim önerebileceğim piyasada bulunan en derli toplu, düzgün, güncel, sade ve anlaşılabilir kaynak bu olur. Okuyanın konunun temeli hakkında aklında soru işaretleri kalmayacağı kadar kapsamlı ve okurken sara krizi geçirtmeyecek kadar da sade bir içeriğe sahip. Zaten ön sözünde yazıldığı gibi tamamen bu amaçla hazırlanmış bir kaynak. Sinema filmleri gibi yer yer popüler kültüre yapılan atıflar ve verilen örnekler ile akademik makale soğukluğunun da bi nebze önüne geçilmiş.

Bundan önce temel bilgi edinmek isteyen insanlara yine Yaşar Çoruhlu’nun Türk Mitolojisinin ABC’si ve Türk Mitolojisinin Ana Hatları kitaplarını tavsiye ediyordum. Artık gönül rahatlığı ile bunu tavsiye edebilirim :slight_smile:

26 Beğeni

Macbeth- William Shakespeare

Macbeth’i bugün bitirdim. Öğrendim ki bu eserin tarihi bir arkaplanı var. Shakespeare, İngiliz vakanüvis Holinshed’in İngiltere, İskoçya ve İrlanda Kronikleri’ni kaynak olarak kullanıp bu oyunu yaratmış. Macbeth, 1040-1057 yıllarında hüküm sürmüş İskoçya Kralının adıymış. Tabii oyunda yer alan Kral Duncan da, diğerleri de tarihi birer kişilik.

Ancak Shakespeare’in bu oyunu tarihi gerçeklerden biraz uzak. Gerçekle kurgu karıştırılmış. Eser, genel kabule göre 1604-1606 yılları arasında yazılmış. O sıralarda İngiltere Kralı (aynı zamanda İskoçya Kralı) olan I.James için yazılmış. İngiltere Kralı, İskoç Kral Duncan’ın soyundan geldiği için eserdeki Duncan yüceltilmiş. Kral cadılara, büyülere karşı epey ilgili ve meraklı olduğundan oyuna onlar da ilave edilmiş. Eserde çizilenlerin aksine Duncan genç, etkisiz ve zayıf bir kralmış. Gerçek Macbeth’in de taht üzerinde saygın, haklı bir iddiası varmış.

Oyunda, doğaüstü güçlerin insan hayatına müdahalesiyle yaşanan trajedi anlatılıyor. İnsanın hırslarının, aç gözlülüğünün nelere yol açabileceği görülüyor. Macbeth aslında kötü planlarından vazgeçecekken bu kez Lady Macbeth devreye giriyor.

Oyunda Macbeth ve Lady Macbeth farklı kişilikler çizdikleri için ön plandalar. Diğerleri sadece tek boyutlu; salt iyi, erdemli ve doğrudan şaşmaz olarak tasvir ediliyorlar.

Birçok eseri, yazarı etkileyen, İskoçya Krallarının tarihinden kurguyla harmanlanmış bu oyunu sevdim. Özellikle cadıları ve doğaüstülükleri okumak güzeldi.

22 Beğeni

Astrolojinin Bilimle İmtihanı - Tevfik Uyar

Tevfik Uyar adını yalansavar.org sitesinden ve podcastlerinden duysam da kendisi çok dikkatimi çekmemişti. Oldum olası, astrolojinin saçma olduğunu düşünmüş, arada sırada bununla alakalı yazılar okumuştum. Ancak astrolojinin neden bilimsel olmadığı konusunda Türkçe bir kitap ararken Tevfik Uyar’ın kitabı karşıma çıktı ve kendisinin yazdığı birkaç kitabı satın aldım.

Öncelikle astrolojiye inanmam, gezegen hareketlerinin veya insanın doğum tarihinin insanın karakteri ve geleceği üzerinde etkisi olduğunu düşünmüyorum. Bu konularda bilimsel veya mantıklı düşündüğümüz zaman bu konuların saçmalığını anlıyorsunuz ancak yine de bu işin nereden çıktığını, neden bu kadar ilgi gördüğünü merak edip dururdum.

Kitap Astrolojinin nereden çıktığını, neden sahte olduğunu, neden bu kadar popüler olduğunu detaylı bir şekilde açıklıyor.
Eski çağlarda kralların kaderi ve kararları üzerinde büyücüler tarafından verilen bilgilerle yola çıkmışken, aslında 1900 lerin başında günlük - haftalık burç yorumlarının gazete satışlarına çok etkisi olduğu görülünce bütün gazetelerin günlük burç yorumu vermesi gibi olay tamamen duygusal :slight_smile:

Kitapta verilen örnekler özellikle bilimle çok fazla ilgilenmeseniz bile anlayabileceğiniz açıklıkta anlatılmış. Astrologlarla yapılan deneylerin hepsinde astrologların çuvallaması, sadece bir testte doğru yorumlar yapan kişinin o grubu kontrol amacıyla konulan psikolog olması gibi güzel örnekler mevcut.
Astrologların biz gök cisimlerinin konumlarından faydalanıyoruz görüşündeki, aslında gök cisimlerinin konumlarını bile doğru düzgün bilmedikleri, 500 yıl önce yazılmış kitaplardan kalan bilgilerle yorum yaptıklarını görüyoruz. Arada sırada NASA burçları yeniden tanımladı haberlerinde aslında NASA , astrologların söyledikleri gezegen konumları bile yanlış demesini, astrologlar NASA bizi doğruladı gibi saçma argümanlarla kabullenmesi gibi konular mevcut.
Özellikle büyük felaket, yıkım ve hastalıklarda ortaya çıkan astrologların biz zaten bunları söylemiştik olayının incelenmesi ayrı güzel konu. Önümüzdeki sene dünyada büyük bir deprem olacak demek
aslında hep olan birşeyi sanki önceden haber veriyormuş gibi yapmanın sahtekarlık olduğu, uydurulan gelecek tahminlerinin 100 tanesinin 1 tanesinde benzer bir durum ortaya çıkınca nasıl kendi lehlerine çevirmeleri adeta bir saçmalık olduğu aşikar.
Zaten geleceği tahmin edebilen birisi olsanız büyük ihtimalle gidip, şans oyunları oynayıp servetinize servet katarsınız. Bakınız Geleceğe Dönüş - Biff Tannen’ın , spor almanağı ile zengin olması :slight_smile:

Sonuç olarak kitap, konu özelinde yazılmış birkaç Türkçe kitaptan birisi, özellikle bilimsellik ve bilimsel düşünme açısından bu konularda daha fazla düşünmemiz gerektiğini, gençliğin batıl inançlardan kurtulup, bilimsel ve akılcı düşünmeye yönelmesini istiyorum ancak bu benim kendi derdim.
Üniversite öğrencilerinin tavuk döner bile alamadığı, ne olduğu belli olmayan pislik yuvası tarikat ve cemaat yurtlarına mahkum kaldığı bu ülkede bilimin hakettiği değeri görmesini bekleme belki de uçuk bir hayal. Ne diyelim en güzelini büyük bir adam söylemiş.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”


Blacksad 1-2
Hikaye ve çizimler kaliteli olsa dahi, kitapta beni rahatsız eden birşeyler vardı. Özellikle insan suretinde çizilmiş köpek olayı nedense psikolojik bir rahatsızlık veriyor. Mesela Maus - Hayatta Kalanın Öyküsü kitabı çok hoşuma giderken, Blacksad içindeki çizilmiş köpek şekilleri çok rahatsızlık verdi. Daha önce Jonathan Galindo isimli kişinin köpek makyajlı hali de internette çok fazla ses getirmiş, insanlar rahatsız olduklarını belirtmişlerdi. Bu konuya takıldığım için Blacksad güzel bir eser olsa da ben de anılar bırakmayacak.

16 Beğeni

Hocam ufak bir ekleme: “Merkür retro yapıyor” tarzında safsatalarin sebebi beş yüzyıl önce geçerli sayılan dünya merkezli evren anlayışında gezegenlerin kimi zaman geriye doğru gidiyor gibi gorunmesidir. Güneşin etrafında aslında alelade dönen gezegen, evrenin merkezi dünya sayıldığında bir ileri bir geri gidiyor gibi görünür.

Astrolojinin popüler olmasının bir sebebi de insanın kaderinin hâkimiyetini kendi ellerine alma korkusu olabilir. “Yaptıklarımın ve yapacaklarimin sorumluluğunu almaktansa bunu beş yüz milyor kilometre ötedeki bir gezegene havale etmek daha kolay.”

8 Beğeni

İrlandalı yazar Irish Murdoch’tan okuduğum dördüncü kitap ve kesinlikle 2022 okuduklarım arasında favorim.

Beni yerden yere vuran, düşündüren, bitirip kapağını kapattığım an içimde burukluk bırakan başka bir kitap yok. Doğru ya da yanlışı tartamadığım, kitaptaki kimseye güvenemediğim, aklımı kurcalayan bir eserdi.

Murdoch’a hayranım; diline, felsefesine, ustalıkla işlediği kurmacasına hayranım. Her kitabını kapatışımda ayrı bir duygu, ayrı bir şok yaşıyorum. Kitaplarında benzer konuları işleyen ama hepsinde birbirinden vurucu eserler çıkaran bir kadın. Bana kalırsa o yüzyılın en zeki ve en cesur kadınlarından biri.
Kitap içinde kitap, yanılmasa içinde yanılsama bilir misiniz? Kara Prens bu tanımları kapsayan uçsuz bucaksız bir nehir.

Atıfları, psikolojik metinleri, motifleri her şeyi içinde bulunduran bir nehir, bunların hepsi de birer su damlası.

Yazarın inanılmaz bir psikoloji bilgisi var ve bu kitabında da inanılmaz farklı bir şekilde işlemiş. Kitabın sonunda, her karaktere atfedilen sonsöz kısmı aslında yazarın kitap üzerinden bizlere vermek istediği bilgileri kapsıyor. Psikanalitik alt metinleri, atıfta bulunduğu motifleri anlatıyor, bir yandan da kurgu üzerinde işlediği durumların yanılsama mı yoksa gerçek mi olduğu üzerinde duruyor. Bildiğim, inandığım çoğu şey ellerimden kayıp gidiyorken bir an da tekrar bu düşünceleri toparlamaya çalışıyorum elimle. En son bunu Büyük Defter/Kanıt/Üçüncü Yalan eserinde yaşamıştım. Aynı hisleri tekrardan yaşamak, beni çok etkiledi. Çünkü bu metinden daha vurucu bir metin olamaz derken Kara Prens’i okudum.

Diğer bir beğendiğim husus ise, Kara Prens göndermesi. Murdoch, Shakespeare seven bir felsefeci. Ustalığını konuşturarak harika bir şekilde dahil etmiş bu meşhur tiyatro yazarını ki kendisi bunun çok ötesinde bir yazardı.
Kara Prens olarak atfedilen Hamlet, babasının ölümü sonrasında annesinin amcasıyla evlenmesi üzerine yıkılır ve o nefretini, yasını ve kırgınlığını siyahlara bürünerek yansıtır çevreye. Onu görenler artık onu yalnızca Kara Prens olarak adlandırır. Karalar içinde bir prens.

Muazzam. Tek kelimeyle, muazzam.
10/10
Şiddetle önerimdir fakat Irish Murdoch’ı tanımak için doğru bir eser değil. Yazar, her bir kitabında temel olan benzer kurgunun üstüne bir şeyler ekleyerek ustalaşıyor.
Kara Prens, benim için yazarın kaleminden çıkan en iyi roman. O yüzden Kara Prens’i daha ileri bir okumaya erteleyebilirsiniz.
Ağ kitabı ile başlayıp sonrasında Kesik Bir Baş ile devam etmek onu tanımak için güzel bir başlangıç.

Sevgiler, keyifli okumalar.

20 Beğeni

Üstat merhaba, bahsettiğiniz gibi tarihte astrolojinin çıkış noktasında o günün koşullarında açıklanamayan şeylerin yorumlanması gibi kısımlar mevcut.

Kitapta ismini hatırlamadığım Portekizli birisinin bundan 600 yıl önce “Bu işler bence saçmalık” gibi bir açıklaması var ama o çağın koşullarında kimsenin bilimsellik veya mantığa çok önem vermediği gerçek.

Diğer bahsettiğiniz konu zaten sadece astrolojinin değil diğer birçok sosyolojik olgunun temeli. Dinlerde bile insanın kendi davranışlarından dolayı sorumlu olup hesap vereceği düşüncesi temel kuralken, insanlar hep suçu kadere atma eğiliminde. Veya şeytana uyduk gibi gariplikler mevcut :slight_smile:

1 Beğeni

Saki - Lady Anne Susuyor

1870 yılında Doğu’da doğan yazarın gerçek adı Hector Hugh Munro’dur. Saki takma adının, Hayyam’ın Rubailer’ine bir gönderme olduğu söyleniyor. H.H Munro çok küçük yaşta annesini kaybedince onu ve iki kardeşini, katı ve bağnaz büyükannesiyle halaları büyütmüş. Yazar hayvanları çok sevdiği için halaları hayvanlardan nefret dahi etmiş. Bazı öykülerine bu iki halası model olmuş. Özellikle “Siredni Vaştar” ve “Tavan Arası” isimli öykülere.

Saki, Birinci Dünya Savaşı çıktığında gönüllü olarak ismini yazdırmış. Kara mizah ustasının ölümünün de bir karamizah olduğu söyleniyor. Birkaç kaynağa göre Saki’nin başına gelen bir kurşunla ölmeden önceki son sözleri, “Söndür şu lanet sigarayı!” olmuş…

Yazardan daha önce bir öykü (Siredni Vaştar) okumuştum. Delidolu yayınlarından çıkan Ölüler, Diriler ve Deliler isimli gotik öykülerde vardı. Yazım tarzını o zaman -tek bir öykü üzerinden- anlamadığımı fark ettim. O öyküyü karanlık bulup çocuk psikolojisine uymadığını düşünmüştüm. Şimdiyse Saki’nin öykülerinin nasıl olduğunu anladım.

Saki, kısa öykülerin ustalarından biri. Öykülerinde gerçekten karanlık, kasvetli bir taraf var. Anlatımıysa çok güçlü, bir o kadar etkileyici. Aynı zamanda fantastik taraflara sahip. Saki’nin bazı öykülerinde hayvanlar; bazılarında çocuklara durmadan yasaklar koyan sevimsiz, katı teyzeler; konuşan bir kedi; bir kurt adam; yaşlı cadılar yer alıyor.

Kitapta yer alan öykülerin isimleri ise şöyle:

1-) Lady Anne Susuyor
2-)Masalcı Amca
3-)Tavan Arası
4-)Gabriel~Ernest
5-)Tobermory
6-)Derisi ve Gerisi
7-)Dinlenmeme Kürü
8-)Mowsle Barton’da Huzur
9-)Bıldırcın Yemi
10-)Açık Pencere
11-)Siredni Vaştar
12-)Araya Girenler

Bu öyküleri okuyunca belki siz de benim gibi öykü yazmak isteyebilirsiniz. Yazarın kaleminin gücü hayranlık uyandırıyor.

Puanım: 10/10

21 Beğeni

image

Buzun Anıları - Malazan 3

Bitirmemin üzerinden 4-5 gün geçmesine rağmen bende etkisi hala canlı bir kitap oldu Buzun Anıları. Detaylı bir yorum yazacak vakit bulamadığım için ötelemiştim, yine de her sahne her olay alev alev yanıyor zihnimde. Heyecanlı, çarpıcı, şok edici, duygu yüklü… Kısacası Buzun Anıları 1000 küsür sayfasıyla dolu dolu bir macera sunuyor, beklentimi karşılıyor.

Bu kadar geniş hacimli bir serinin üçüncü cildinde, hangi detaya girsem ister istemez spoiler olacağını fark ettiğimden uzun bir yorum yazmaktan vazgeçtim. Yazarın önceki kitapları ile tanıdığımız üslubu devam etse de ben Erikson’un olay akışlarının kurgusal birleşimi ve aktarımlarında bu kitap ile kendini epey geliştirdiğini düşünüyorum. Kitabın kurgusu üç ana koldan akarak ilerlerken hikayeyi bir bütüne taşımada, detaylar ile birbirine bağlamada ve bütünlüklü bir son maceraya erişirken bize tanıttığı küçüklü büyüklü pek çok karakteri kullanma ve derinleştirmede tertemiz bir iş çıkarmış Erikson.

Ay Bahçeleri ile tanıdığımız pek çok karakter hakkında merak ettiklerimizin yanında evrene dair de pek çok yeni şey öğrendik bu kitapta. Bu açıdan da çok doyurucu olmuş Buzun Anıları, tabi cevapladığı sorular kadar yeni merakların da tohumları atıldığı için sabırsızlıkla devam kitabını bekleyeceğiz.

Seride iki kitabı okuyup devam etmeyi düşünenler zaten beğeniyor ve devam edeceklerdir diye düşünüyorum ki bende onlara gönül rahatlığı ile bu maceraya devam öneriyorum. Serinin ve Erkison’un kendini geliştirerek devam ettiğini bilmeleri kafi bence. Bir de bu kitap ilk kitabın biraz daha devamı ancak ikinci kitap ile de zamansal olarak aynı paralelde geçmekte olduğu için 1 den 3 e geçip 2 yi atlayarak okumayı tavsiye etmem ( internetteki bu tarz okuma şemaları yanıltıcı olabilir ) . Epey bilgi kaybı ve kaçırılacak ince nüanslar olur atlanırsa. Yazım sırasına göre devam en uygun mantıklısı.

28 Beğeni

Katılıyorum. Özellikle kitabın kapanışındaki han sahnesinin sonundaki vurucu etkiyi hissetmeyeceklerdir 1-3 şeklinde okuyanlar.

2 Beğeni

Japon Klasikleri 20: Gönül, Natsume Soseki

Yaklaşık bir hafta öncesine kadar Soseki’nin kalemi yüzünden yorgun ve tükenmiş bir okur gibi hissetmişken yine aynı yazar sayesinde bugün yüzüm güldü. Aynı zamanda hüzünlendiren bir okuma yolculuğunun da sonuna gelmiş bulundum. Bu kadar basit görünen ve akıcı bir okuma sunan böyle bir kitabın olağanüstü derecede bir haz vermesi nasıl mümkün olabilir inanın bilmiyorum. Tahmin edilmesi imkânsız bir tonda ilerleyen olayların, sürekli yanıtı bulunmayan sorularla da sona getirmesi işin en garip tarafıydı bence.

Daha önce de belirttiğim gibi Ardından ile yazarla tanıştım ve bayılmasam da hoşuma gitti. Üç Köşeli Dünya ise hayal kırıklığıydı, ama Gönül, adı gibi gönlümde taht kurdu.

Gönül’e başlamadan önce tutkulu bir aşk romanı okuyacağımı sanıyordum fakat beklediğimden fazlasını buldum bu eserde. Başından sonuna kadar insanların ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ birey oluş süreçlerini ve ruh halinin etkilerinin derin sorgulamalarını işleyen bir Soseki eseri diyebiliriz. Tabii ki bu durumu incik cıncık bir şekilde irdelemiyor yazar, bir Japon klasiğinin belirgin bir anlamda bunu yansıtması da olmazdı zaten. Hep bir belirsizlik ve sadelik sizinle olacaktır. Muğlaklık eşittir Japon klasikleri…

Kitabımıza dönelim biz… Gönül üç bölümden oluşuyor; Birinci bölümde genç bir üniversite öğrencisi tatile gider ve orada tuhaf bir yabancıyla tanışır. Bu yabancı adam, genç öğrencinin ona ‘’Hocam’’ demesiyle birlikte artık yabancı biri değildir. Bana göre ise hâlâ bir yabancı, okuma yolculuğumun sonuna kadar beni merak içinde bırakmaktan geri durmaz kendileri. Tatil bittikten sonra şehirde de görüşmeye başlarlar… ‘’Hocam’’ diye bahsedilen yaşça büyük bu adam, eşinden başka kimseyle yakınlık kurmayan, toplumla tüm ilişkilerini kesmiş biri. Genç arkadaşımız işte bu nedenle olsa gerek, kendisine ilginç gelen bu durumu anlamak ve adamla görüşmek için bahaneler yaratır. Toplumdan soyutlamanın anlamını çözmenin zorluğu ve adamın sırrı artık nasıl bir şeyse, gerçekten de hem öğrenciyi hem de okuru derin bir meraka sürüklüyor.

İkinci bölüm ise öğrencinin şehirden taşraya dönmesini ve ailesiyle birlikte yaşadığı olayları anlatır. Şehir-taşra hayatlarının karşılaştırmasını ve kültür çatışmasını net bir şekilde görebiliyoruz burada. Japonya’da ‘’batılılaşma’’, Meici Dönemi’nde toplumun modernleşmesiyle birlikte hızlanan bir olgu. Arka planda ülkenin durumunu ve toplumun değişimini de gözler önüne seren bir kurgu hazırlamış Soseki.

İlk iki bölümde öğrencinin bakış açısıyla okuduğum roman, son bölümde anlatıcı değiştiriyor: Bu gizemli adamın gerçeklerini, nedenlerini ve sonuçlarını öğreniyoruz. Eğer ikilinin beklenen yakınlaşması olmasaydı adamın herkesten sakladığı yaşam öyküsünü öğrenmemiz mümkün olmazdı. İnsanlığa olan inancını kaybetmiş bir adamın son pişmanlıkla kaleme aldığı hikâyesi, kitabın en çok hoşuma giden bölümüydü.

Soseki bu kitapla birlikte edebiyatı her anlamıyla hissettiren ve okuma zevki veren bir eser yaratmış. Şiddetle tavsiye edilir.

Hoşuma giden bazı alıntılar:

“Özgürlük, bağımsızlık ve bencillikle dolu bu devirde doğmanın bedelini yalnızlıkla ödüyoruz.” /s.48

‘Özellikle kötüdür diyeceğim biri yok gibi’ dedin değil mi? Sen cidden dünyada ‘kötü insan’ diye bir tip olduğunu mu sanıyorsun? Dünyada böyle kalıba sokabileceğin ‘kötü insan’ diye bir şeyin olması mümkün değil. Normal zamanlarda herkes ‘iyi insan’dır. En azından hepsi ‘normal insan’dır. Gelgelelim bıçak kemiğe dayandığında bir anda ‘kötü insan’a dönüşmeleri işin korkunç tarafı. /s.89

“Para işte, evlat. Parayı görünce erdemli insanlar bile kötü insana dönüşür.” /s.93

Yazın memlekete döndüğümde kulak tırmalayan ağustos böceklerinin sesleri içinde hareketsizce oturduğumda defalarca hüzünlü bir ruh hâline büründüğüm olmuştu. Gönlümdeki bu acı, her daim bu böceğin şiddetli sesiyle birlikte içime işliyordu. Böyle zamanlarda hiç hareket etmeksizin kendi kendimi seyre dalardım. /s.139

Bir süre oturduğum yerde kitap okudum. Evde çıt çıkmıyordu, kimsenin sesi bile duyulmayan bu ortamda, kışın iyiden iyiye hissedilmeye başlanan soğuğu ve kasvetli sessizlik içime işlemeye başlamıştı. Kitabı elimden bırakıp ayağa kalktım. Derhal kalabalık bir yerlere gidesim gelmişti. /s.270

Bu yılın başında ‘’Japon klasikleri’’ dizisiyle tanışmama vesile olan herkese teşekkür ediyorum, İthaki Yayınları’na da sevgiler. Birbirinden güzel yirmi tane Japon klasiği okudum bu sene. Sevmediğim de oldu ama sevdiklerimin sayısı daha fazla. Hepsinin yorumlarına ulaşmak için bakabilirsiniz:

https://1000kitap.com/gonderi/176477217

21 numaralı kitap Raşomon ise henüz elimde değil. Okumak için sabırsızlanıyorum :slight_smile:

Puanım: 9/10

İncelememi yayımladığım diğer platformlar:
Wannart
Bubisanat
1000kitap

23 Beğeni

Biraz uzun sürse de Ay Bahçeleri’ni sonunda bitirebildim.

Öncelikle biraz karmaşık duygular içerisindeyim, çünkü kitabın çok beğendiğim kısımları olsa da illallah ettiren kısımları da oldu.

Çok ilgi çekici konseptler vardı, evet. Ama sürekli yeni terim spamlanması ve bunlara açıklama getirilmemesi çok zorladı başlarda. Zamanla alıştık tabii.

Erikson’ın ilk kitabı yazarken henüz yazarlık eğitimi almadığını, yani daha amatörken yazdığını duymuştum. Yer yer bazı olaylar çok eğreti duruyordu ancak çok da büyük bir sorun değil bu. Arkadaşım diğer kitapların çok daha iyi olduğundan bahsetmişti çünkü yazar işin eğitimini falan da almış sonrasında.

Evrenin geniş olması benim açımdan çok iyi, hatta bu fazla bile geniş denilebilir 300 bin senelik bir tarihten bahsediyoruz. Sayısız tanrı, badass karakterler. Kotilyon ve Anomender Rake her gözüktüğünde çok büyük keyif verdi. Kruppe de epey hoş bir tipti, yer yer Coll, Crokus gibi empati kurabileceğim karakterler de vardı. Lorn, Whiskey Jack gibi kendini sorgulayan karakterlerin olması da renk kattı.

Yani genel olarak memnun ayrıldığımı söyleyebilirim. Bu seriye devam etmeyi planlıyorum.

20 Beğeni

Esperanto ve Çokdilli Bir Gelecek - Umberto Eco

Bugün dünyanın en yaygın yapay dili olan, Polonyalı göz doktoru Ludwik Łejzer Zamenhof tarafından 1887’de icat edilen Esperantoyla nasıl tanıştığımı şurada anlatmıştım:

İki bölümlük bu kitabın ilk kısmında; Umberto Eco’nun, István Ertl ve François Lo Jacomo’yla yaptığı söyleşi yer alıyor.

Söyleşi "çeviri sorunu"yla başlıyor. Bir dilin diğer dile eksiksiz olarak çevrilmesi mümkün müdür? Eğer mümkünse neden bir yapay dile ihtiyaç duyulsun? Eğer değilse yapay dil nasıl bir işe yarayabilir?

Bu soru ortaya konulduktan sonra konu anadillere ve dil öğrenme motivasyonuna geliyor. Birden fazla anadili olan çocuklar, başka bir yabancı dili öğrenmeye daha mı yatkın olurlar? Yoksa “anadil” dediğimiz şey bir mit midir? Öğrenilen dil, sokağın dili midir? Dil öğrenmenin duygusal sebepleri olduğuna değindikten sonra başta ortaya konulan paradoksal duruma şu şekilde bir çözüm getiriyor, Ertl ve Lo Jacomo: Doğal diller doğdukları kültürün izini taşırlar. Mesela İngilizce İngilizlerin, Rusça Rusların, Türkçe de Türklerin dünyaya bakış açısını ve kültürünü yansıtır. Ancak Esperanto herhangi bir millete ya da kültüre ait değildir. Bütün dünyaya ait, tarafsız bir dildir. (Esperantoyla ilgili blog yazımda buna ben de değinmiştim.)

Umberto Eco burada Esperantistlerin de bir topluluk oluşturabileceğini söylüyor. Esperanto bir ülkeye ait değildir, evet ama bir topluluğa aittir, "onu konuşanlar topluluğu"na. Dolayısıyla da Esperanto zaman içinde kendi dünyaya bakış açısını ve kültürünü inşa etmeye başlayabilir.

Devamında Umberto Eco değişen bir görüşünü açıklıyor. Önceden yapay bir dilin dünya genelinde kabul görmeyeceğini, çünkü tarihte bunun hiçbir zaman olmadığını düşünüyormuş. Ancak tarihte daha önce Ay’a çıkmadığımız halde geçtiğimiz yüzyılda bunu başardığımız gibi, belki de yapay dilin kabul görmesinin daha kolay olduğu tarihsel bir andayız, diyor Eco. Daha sonra konu Esperantonun evrimine geliyor. Dünyanın yarısı Esperanto konuşmaya başlarsa Brezilya’da konuşulan Esperanto ile Türkiye’de konuşulan Esperanto, zaman içerisinde farklılaşmayacak mıdır? "Merkez"den bu evrim ne kadar sınırlandırılabilecektir?

Esperantonun okullarda öğretilmesi de başka bir mesele olarak ortaya çıkıyor. Hükümetler doğal dillerin eğitimini doğru düzgün planlayamazken Esperanto eğitimini nasıl planlayacaktır? Hükümetler kendi dilleri yaymaya öncelik verip uluslararası bir dile destek vermekten kaçınır mı? Yoksa tam aksine, başka doğal dillerin popülerleşmesi yerine uluslararası bir dili mi tercih ederler? Umberto Eco, ikinci seçeneğin olabilirliğini gayet yüksek görüyor.

Ayrıca Umberto Eco, Esperantodan bağımsız olarak, okullarda yabancı diller öğretilmesinin faydalı olduğunu söylüyor: Herkes dil öğrenmeye yatkın olmayabilir ama tam olarak öğrenmeseler bile yabancı dillere aşina olmaları genel kültür açısından çokdilli bir kuşak ortaya çıkarıp halkların birbirini daha iyi anlamasını sağlayabilecektir.

İnsanlar niçin Esperanto öğrenmek ister? Neden bu dil dünyanın en yaygın yapay dili olmuştur? Eco’ya göre Esperantonun ardında -fazla bilinmese bile- bir felsefe, bir barış ideolojisi vardır. Diğer yapay dillerin üzerine kurulduğu güçlü bir düşünceler bütünü yokken bu dilin buna sahip olması, bu düşünceden etkilenen insanlarda bu dili kullanma itkisi doğurmuştur.

Esperantonun esnek söz dizimini (Mesela “seni seviyorum” demek için “mi amas vin”, “mi vin amas”, “vin amas mi” şeklinde istediğiniz gibi sıralayabilirsiniz ama ilki standarttır diyebiliriz.) doğal dilden çeviri yaparken doğal dilin söz diziminin çeviriyi etkileyip etkilemeyeceğini, bunun farklı anadilleri olan Esperantistler arasında anlaşmazlık yaratıp yaratmayacağını tartışıyorlar ve söyleşi böylece sonlanıyor.

İkinci kısımda ise Umberto Eco’nun Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı adlı kitabının yapay dillerle (kitabın deyimiyle uluslararası yardımcı dillerle) ilgili bölümü yer alıyor.

Yirminci yüzyılın başında gelişen iletişim araçlarının etkisiyle dünya genelinde bir bilimsel dil standardı oturtulması gerekir. Bunun için yapay bir dilden faydalanılması düşünülmüştür. Ne var ki 1903 yılında 38 yapay dil projesi ortaya çıkmıştır araştırmacıların karşısına. Volapük, Langue Nouvelle, bükümsüz Latince, bunlardan sadece bazılarıdır.

Esperanto da 1800’lerin sonunda üretilmiş projelerden biridir. Polonyalı bir göz doktoru olan ve Yahudi bir ailede doğan Leyzer Ludwik Zamenhof, o dönemin Avrupa’sındaki milliyetçi akımların ve Yahudilerin dışlanmasının da etkisiyle, evrensel bir kardeşlik düşüncesi ve yapay dilini düşünür. İcat ettiği dil önce Slav dünyasında sonra da Avrupa’da yaygınlaşır, bilim derneklerinin, filozofların, dilbilimcilerin ilgisini çeker ve birçok uluslararası toplantı yapılır. Tolstoy da Esperantoyu destekleyenlerden biridir. Önceleri Rus Çarı, daha sonra da Naziler Esperantoyu yasaklamış ve savunanları cezalandırmıştır.

Daha sonra Esperantonun temel dil bilgisinden kısaca bahseder kitap. Anlam karmaşıklığını önleyecek dilsel kurallarını anlatır. Daha sonra uluslararası yardımcı dile itiraz edenleri ve argümanlarını kısaca özetler.

Kısa olmasına rağmen dolu dolu bir kitaptı. Yabancı diller ve dil öğrenmek farklı bakış açıları vererek ufkumu açan bir kitap oldu. Bu konularla ilgilenen herkese öneriyorum.

18 Beğeni

Sandinge Kasabası - Henrik Pontoppidan

Doğa tasvirleriyle okuru adeta üç boyutlu bir gerçekliğe götüren bu kitap, yeni bir halk kilisesi inşa edilen ve dini anlayışı değişmeye başlayan küçük bir kasabada, çok fakir bir ailede yaşayan Boel adındaki bir kızın büyük şehre gidişini ve orada yaşadıklarını konu alıyor.

Henrik Pontoppidan’la tanışsaydım ona din ve tanrı hakkındaki düşüncelerini sorardım. Çünkü kitaplarında değindiği ana konulardan biri genelde din, özelde papazların halk üzerindeki etkisi ve birey-tanrı ilişkisi. Diğeri de taşra-kent ikililiği.

Buradan sonrası hem Şans Avcısı Per hem de Sandinge Kasabası hakkında spoiler içerebilir.

Yazarın diğer kitabı Şans Avcısı Per ile bu kitabın baş karakterleri (Per ve Boel) arasında çokça benzerlik var. Her iki karakter de küçük bir kasabada, dini ayrılıklar nedeniyle dışlanmış ve fakirlik çeken bir ailede doğuyorlar. Taşradaki hayatlarından nefret edip büyük şehirdeki o büyük hayatlara özeniyorlar. Birisi babasının aşırı dindarlığından bunalarak, diğeri de annesinin dinden uzaklığından bunalarak evden kaçıyor, büyük şehre gidiyorlar.

Hayatlarına zengin kesimden birisi giriyor, ancak sevgi bütün sorunları, özellikle de baş karakterlerin kafasındaki sorunları çözmeye yetmiyor. Böylece yolları ayrılıyor.

Hikâyenin başında Tanrı’dan lütuf bekleyen, zorluklar karşısında yaratıcıya sığınan karakterler hikâyenin sonunda ne eski taşralı yaşamlarına ne de hayal ettikleri o büyük zengin yaşama giriyor - ikisinin arasında, akıp giden yaşamın kıyısında mütevazı bir hayat kuruyorlar. Vakur, gururlu bir karaktere bürünüp kendi yeteneklerine güveniyor ve Tanrı’yla bağlarını koparıyorlar. Tanrı’ya artık ihtiyaçları olmadığını iddia ediyorlar.

Per babasıyla, Boel de annesiyle çatışıyor. Ancak “kendimi bulmaktan korktuğum yerdeyim, sendeyim.” dizesi misali, kitapların sonunda Per babasına, Boel de annesine benziyor.

Sandinge Kasabası, Şans Avcısı Per’in bir nevi özeti gibi, baş karakteri erkek bir mühendis değil de genç bir köylü kızı olduğu versiyonu gibi. Akıcı ve bir saat içinde bitebilecek bir kitap.

Bu arada Sandinge Kasabası’na yapılan demiryolunun öykü içinde daha çok yer almasını bekledim ama arkada bir dekor olarak kaldı.

12 Beğeni

Luna - Buğra Gülsoy

Luna, yılın sonunda gelip favorilerim arasına yerleşen muhteşem bir kitaptı. :crystal_ball:

Luna’yı belirli bir türe sığdırabilmek mümkün değil, zira içinde polisiye, gizem, bilimkurgu, distopya, ütopya gibi birçok elementi bir arada bulunduran, 200 sayfa olmasına rağmen yarattığı etki sayfa sayısından 200 kat daha fazla olan bir kitaptı. Üstelik kitapta geçen konu ve olaylar şu an içinde yaşadığımız dünyaya hiç de uzak değil. Daha önce bu tanımın bir benzerini Cesur Yeni Dünya için yapmıştım, şimdi de Luna için aynısını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Dürüst olmak gerekirse kitabı satın almadan önce konusundan çok, Luna’nın defterinden alıntılar beni çekmişti, kitabı okurken de en çok bu kısımları sevdiğimi fark ettim. Çünkü Luna, defterinde bazı kehanetlerden bahsediyor ama aslında çoğu günümüzde farklı şekillerde de olsa gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi an meselesi olaylar. Bununla birlikte, bahsi geçen kehanetler bir noktada o kadar mantıklı geliyor ki, “acaba gerçekten bir oyunun içinde miyiz” - “gözlerimizi gerçeklere kapatıp bir yalanı yaşamamızı mı istiyorlar” düşünceleri zihninizde dönüp duruyor. Komplo teorisi olarak adlandırılan ama belki de arkaplanı görebilenlerin yazdığı, paylaşmaya çalıştığı gerçekler her zaman ilgimi çekmiştir. Luna da bu yönüyle beni çok etkiledi, devamının geleceğinden eminim, çünkü bu hikaye müthiş bir şekilde devam edebilecek potansiyele sahip.

Bu anlattıklarıma paralel olarak ortada şüpheli bir ceset, kim olduğunu anlamaya çalışan polisler ve gerçekleri gizlemeye çalışan karanlık şahıslar var. Tüm bunların içinde kaybolmuş bir de başkarakterimiz var, tıpkı biz insanoğulları gibi… Zaten adı da Âdem karakterimizin. Yaşadığı şeyler ağır, içinden geçtiği durumlar dramatik, tıpkı bizlerin yaşadığı şeyler gibi. Âdem’in bir farkı var, hem de büyük bir farkı var ama bunu sadece kitabı okursanız anlayabileceksiniz. Üstelik bununla birlikte Luna’nın aslında ‘ne’ olduğunu anlama şansına da erişeceksiniz. Tabir-i caizse göz açan, gerçekleri göstermeyi kendine misyon edinmiş, çok değerli bir eser. Buğra Gülsoy’un kalemine de bayıldım, inanılmaz akıcı bir yazım tarzı var. Yazdığı büyülü cümlelerle insanı sonraki sayfalara adeta sürüklüyor. :lotus:

13 Beğeni

Kapak tasarımı çok iyiymiş. Görür görmez vuruldum.

2 Beğeni

Benim de en beğendiğim kitap kapakları arasına girdi, Albino bir karakterin gözü bir de.

2 Beğeni

1 adet gönderi şu konuya taşındı: Okuyorum (Görsel Başlık)