Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

THE OBSIDIAN PATH

Uzun zamandır fantastik okumadığım için seneye fantastikle başlayayım dedim. The Obsidian Path’ın ilk kitabını tam iki sene önce okumuştum. Bende etkisini bırakmış olacak ki kaldığım yerden devam etmek zor olmadı.

Issızlığın ortasında bir mezarda uyanan Khraen’in hatırladığı tek şey, binlerce yıl önce taş kalbinin parçalandığı ve parçalarının dünyanın etrafına saçıldığı. Hatıralarını geri kazanmak istiyorsa kalbinin farklı parçalarına ve farklı hatıralara sahip diğer Khraen’leri avlamalı. Çöllere, okyanuslara ve hatta farklı boyutlara uzanan bu yolculuğunda hem geçmişiyle hem de geleceğiyle yüzleşmek zorunda.

Tür olarak high fantasy ve grimdark bir eser. Ejderhalar, şeytanlar, lovecraftımsı varlıklar, büyücüler… aklınıza fantastik deyince ne geliyorsa burada bulacaksınız. Ölümün ucuz olduğu, vahşet, entrika ve sürprizlerle dolu bir hikayesi var. Fantastik ögelerin haricinde Dr. Moreau adası, Aztek mitolojisi ve yazarın önceki serilerinden esintiler de gördüm.

Indie bir eser olduğu için Türkçe’ye çevrilmesi imkansıza yakın.

24 Beğeni

Yılmaz Açık - 1980 Sonrası Türk Edebiyatında Bilimkurgu Romanları

Bilimkurgu, yaklaşık iki yüzyıldır dünya edebiyatında bir tür olarak ortaya çıkmış olsa da Türk Edebiyatında gelişimi daha yavaş oldu. Her ne kadar Osmanlı’nın son dönemlerinde dahi Ahmet Mithat Efendi gibi bazı yazarlar o dönemki adıyla “fenni roman” türünde eserler verse de, 2000’lere kadar bu türde çıkan roman sayısı elliyi geçmedi. 2000 yılından sonra ise bir patlama yaşanarak 200’den fazla bilimkurgu romanı yayınlandı ve bu sayı (iyi ki) her yıl artarak devam ediyor.

Yılmaz Açık bu çalışmasında 1980’den sonra yayınlanmış bilimkurgu romanlarını masaya yatırıyor.

Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde bilimkurgunun tanımı, tarihçesi ve Türk Edebiyatındaki gelişimi anlatılmakta. Dünyadaki gelişmelerin bilimkurguya etkisine yer veriliyor. Örneğin geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında bilime iyimser bir şekilde yaklaşan, bilimin ve teknolojik gelişmişliğin insanlığın sorunlarını çözeceğine inanan sert bilimkurgu türü revaçtayken, ABD’nin Japonya’ya atom bombası atmasından sonra distopyalar yaygınlaşmış. İnsanların hayal kırıklığı kendini edebi eserlerde göstermiş. Ay’a ayak basılması, bilgisayar teknolojilerinin gelişmesi bilimkurguda yeni akımlara ve eğilimlere yol açmış, yeni alt türler ortaya çıkarmış.

Yine bu bölümde bilimkurgunun ütopya, distopya, fantastik, mitoloji, sinema ve çizgi romanla ilişkisi anlatılıyor.

İkinci bölüm, kitabın asıl ve en uzun bölümü. 1980-2000 arasında Türkiye’de yayınlanmış bilimkurgu romanları alt türlerine ayrılarak anlatılıyor. Bu dönemde yayınlanmış roman sayısı ne yazık ki az. 21. Yazar, bu 21 romanı 8 alt tür altında inceleyerek değerlendiriyor. Sonrasında da 2000’den sonra yayınlanmış romanlar var. 2000’den kitabın yazılış tarihi olan 2019’a dek yayınlanmış 238 romanı 22 alt tür altında inceleyen yazar, bu romanları anlatarak bilgi veriyor.

İkinci bölümde sadece Türk bilimkurgu romanlarını öğrenmekle kalmıyor, alt türler ve içerikleri hakkında da bilgi ediniyorsunuz. Yazar, alt türleri temsil eden dünyadaki eserler hakkında da bilgi verdiği için bu kitap, bilimkurgu genel kültürünüzü geliştirecek bir nitelik taşıyor.

Üçüncü bölümdeyse dizinler var. Romanlar, kronolojik, roman adına göre, yazar adına göre olmak üzere üç ayrı şekilde sıralanmış. Burayı bir okuma listesi olarak kullanmak mümkün. Gerçi kitapların üstünü çizmeye kıyamam ama burada okuduğum kitapların yanına tik atarak takip edebilirim.

Dördüncü bölüm, sonuç bölümü. Yazar, burada kitap boyunca anlattıklarını özetliyor.

Bir de ek bölümü var. Ek bölümünde kitapların türlere ve yıllara göre dağılımını içeren iki liste daha var. Ve… Selma Mine ile söyleşi var. Selma Mine, Türkiye’deki ilk kadın bilimkurgu yazarı ve onu, bu kitap sayesinde tanıdım.

Kitap, unuttuğumuz, bilmediğimiz Türk bilimkurgu edebiyatının kıymetli yazarlarını ve kitaplarını bizlere tanıtıyor. Bilimkurgu severlerin kitaplığındaki en güzel köşelerde yer almaya layık bir eser.

18 Beğeni

Hocam bu güzel yorumun üzerine kitabı araştırdım ve nadirde birkaç baskısının satıldığını gördüm.

Ben Kara Bulut, İşte Tanrılar ve Tanrının Gözündeki Zerre romanlarını severek okumuştum ve sanırım Cebirci de bu üçünün toplamına yakın bir şey. Bu 3 kitabı severek okuyan bana Cebirci’yi önerir misiniz? Güzel bir sepet yaptım, önerirseniz Cebirci’yi de ekleyeceğim.

2 Beğeni

❝Zamanın dışında, bedenini ona uydurmadan sadece düşünerek yaşıyordu. Belki de sonsuza dek, kıpırtısız, olduğu yerde kalacaktı.❞

Tarihin Başladığı Gün ¬ Selma Mine

Evreni yok edebilecek bir formüle dair mühim buluşunu, kötüye kullanılacağı endişesiyle Pentu adındaki gezegeninin yöneticileriyle paylaşmayan Bilgin Dörin’in cezası ıssız bir gezegene sürgün edilmek ve orada 12 Pentu yılı geçirmektir.

Pentu yönetiminin beyin tarama ve düşünceyi okuma aygıtları olmasına rağmen, Dörin onları atlatmanın bir yolunu bulmuştur. Tek yapması gereken, bu yeni gezegeni incelemek ve özelliklerini yönetime bildirmektir. Gezegendeki akıllı yaratıklar çok uzun zaman önce yok olmuştur.

Ne var ki gezegenin tek misafiri Dörin değildir. Bir misafir daha vardır… Zaman boyutuna dışarıdan bakabilen, geçmişte ve gelecekte olup olacakları algılayabilen, gezegene hükmedebilen ve istediği görünüme bürünebilen bir varlıktır.

O varlık ki diğer akıllı yaratıklarla uğraşmaktan bıkmış, biraz dinlenmek için bu ıssız gezegene gelmiştir. Ne var ki geleceği bildiğinden dolayı, burada da yapacağı işlerin olduğunu bilmektedir. Dörin karşısına çıktığında, artık bu ıssız gezegende, tarihi sıfırdan başlatma vakti gelir.

Acaba varlık Dörin ile ne yapacak? Pentulular bu durumu nasıl tespit edecek ve nasıl önlem alacaklar? Tarih nasıl başlayacak?

Oldukça sürükleyici ve kısa bilimkurgu romanında bütün bu soruların cevabını bulabilirsiniz.

14 Beğeni

Okuduğum Tarih: 13-19 Kulca 2022
[Okuduğum 309.betik]
2022 (Pars) yılında okuduğum 36.betik
[Kulca ayının 2.betiği]

15 Haziran 1826’da II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı kaldırılmadan önceki sosyal ortam, helva sohbetleri, bu sohbetlerdeki yüzük oyunu ya da tura oyunu gibi çeşitli eski eğlenceler bir olay örgüsü çevresinde anlatılıyor. Ele alınan olay örgüsü de epey bir stresli ama aynı zamanda komik. Kısaca, anlaştıkları üzere davetli oldukları helva sohbeti için arkadaşlarıyla yola koyulan alkol müptelası Behram Ağa’nın başına gelmedik kalmıyor.

Ahmet Mithat Efendi’nin söylediğine göre bu yaşanmış olay Behram Ağa tarafından yakın bir dostuna ve o yakın dostu tarafından da kendisine aktarılmış. Böylece o da biraz süslü bir hâle getirerek bu stresli ama komik olayı bizlere ulaştırma şerefine ulaşabilmiş. Yani yaklaşık 200 yıl önce yaşanmış bir Osmanlı anısını okuyor olacaksın. İçeriğinden bahsetmek gerekirse, kurgu üzerinden öğüt verici bir niteliğe haiz olan eser dönemin sosyal hayatından izler taşıyor. Betimlemelerin kuvvetli olması ise eserin etkileyicini artırır nitelikte. Öyle ki okurken kendinizi sahnelenen bir oyunu izliyormuş gibi hissedebilirsiniz.

Öncelikle alıntılama yaptığım okurlara tek teşekkürümü sunduktan sonra sizi dizi uyarlaması köşemize davet ediyorum. Günümüze uyarlanırsa şakalaşmayı seven Behram (Bayram), yanlışlıkla zengin bir eve konuk olur. Bayram rolünde Halil Ergün, Leyla rolünde Hazal Türesan, Mustafa rolünde Mustafa Üstündağ ve Ahmet rolünde Kaan Urgancıoğlu canlandırırsa çok güzel olur. Severek okuduğum eseri okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

8 Beğeni

Kara bulut’u okumadım, o konuda tam bir yorum yapamam ama tanrı’nın gözündeki zerre ve işte tanrılar kitaplarından çok daha ağır bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Başları çok durağan, genel olarak ortalarına kadar da durağan devam ediyor. Ama yarısından sonra aksiyon dozu artıyor ve daha anlaşılır oluyor kitap. Yazarın cümleleri çok uzun, aslında bence biraz da ondan zor okunuyor. Yoksa kitap ilgi çekici. Eğer sabırlı bir okursanız, ki bildiğim kadarıyla iyi bir bilim kurgu okurusunuz, bence şans verin. Ama kitap fiyatı çok fazlaysa emin de olamadım tavsiye konusunda (ben okuduğum için mutluyum açıkçası), izmir içerisindeyseniz ödünç verebilirim.

4 Beğeni

Hocam ben severim uzun cümleleri. Lovecraft okuduğum zamanlar kendimden geçiyordum uzun cümleleri okurken. Hatta şu an Dan Simmons’ın Kabus kitabını okuyorum. Punto küçük, cümleler uzun ama her gün oturup okuyorum. Seviyorum demek ki. Bunun bk versiyonunu okumak ayrı bir deneyim olacak. Bu açıdan yorumunuz hem yazım hem içerikle ilgili olarak çok güzel yol göstermiş oldu. Teşekkür ederim.

Kitabın fiyat ikinci ele göre yüksek ama sıfırına göre çok uygun kalıyor. Şimdi ithaki basacağım dese 200’den aşağı fiyat koymaz. Akşama diğer 2 kitapla birlikte patlatırım siparişi. Şu aralar vaktim varken gelir gelmez kitabı okuyacağım, yorumlarımı paylaşırım.

Ödünç verme teklifiniz için de ayrıca teşekkür ederim. Balıkesir uzak değil gerçi, Ahali varsa oralarda yollayın gelsin🙂. Ama kitapta gizli emelleri varsa spoiler olmasın hocam kitap😁.

2 Beğeni

Rica ederim, yolu düşen olsa gönderirdim tabii ama malesef. :smile: Fiyatta sorun yoksa alın okuyun. Farklı bir bilim kurgu okumak için güzel bir tercih bence. :+1:t2:

2 Beğeni

Üç Cisim Problemi - Cixin Liu

Kesinlikle kendi okuma standartıma göre hızlı bir okuma olduğunu söyleyebilirim. Şerhlerim olacak ancak genel olarak kendisini okutan, akıcı, sürükleyici bir eser. Orijinal bir konusu var, okurken heyecan uyandıran bir eser. Klişelerin dışında bir hikaye en azından ben şimdiye kadar bu şekilde işlenmiş bir ilk temas hikayesi okumadım. Yazar gerçekten güzel bir yerden kurgulamış hikayeyi.

Kitap çok güzel bir yerde bitiyor. Hikayenin konusunu ve nasıl gelişeceğini aslında kitabı bitirdiğimizde anlayabiliyoruz ancak. Bu da güzel bir şey, çember veya spiral metaforunda olduğu gibi hikayenin kendini tamamlaması ve yeni hikayenin başlaması hikaye anlatım tekniği açısından son derece başarılı bir şekilde uygulanmış bence.

Doğrusunu söylemek gerekirse kitabın bir çok olumlu yönü var ancak kendi adıma kusursuz bir eser olduğunu söyleyemeyeceğim.

  • Çin politakasıyla ilgili bölümleri genel olarak zorlama buldum. Bu bölümler kısa tutulsaydı bence daha iyi olabilirdi.

  • Hikayeyi sürükleyecek ve hikayenin onun etrafında şekilleneceği bir ana karakterin olmaması, bu bence bir problem. Genel olarak karakter gelişimi göremiyoruz. Empati yapabileceğimiz veya kendimizle özdeştireceğimiz bir baskın karakter de yok açıkcası.
    Karakter odaklı bir hikaye değil, burada ana karakter dünya denilebilir ancak bu da söz konusu değil hikaye oldukça dar bir çerçeveden ele alınıyor.
    Aslında ana karakterler belli ancak bu karakterler ile okurun bütünleşmesi için bir fırsat sunmamış yazar. Karakterleri yüzeysel buldum.

  • Bir takım grupların motivasyonlarını ikna edici bulmadım. Spoiler vermek istemediğim için üstü kapalı anlatacağım. Hayatınızdan, sevdiklerinizin hayatından veya daha büyük şeylerden vazgeçiyorsanız büyük bir motivasyonunuzun olması gerekiyor. Hikayedeki bu karakterin motivasyonu bana tatmin edici gelmedi açıkcası. Biraz yüzeysel hatta karikatür seviyesi geldi kötü karakterlerin motivasyonları.

  • Olumsuz bulduğum yönler genel olarak kitabın edebi yönüyle ilgili. Kitap edebi yönüyle ön plana çıkmıyor açıkcası.

Yazarın hayal gücünü çok beğendim. 2. kitabı da okuyacağım. Yer yer tempo problemi de olsa kitap çok güzel bağlanmış. Sonunu çok beğendim. Kitabın sonu bu kadar iyi bağlanmamış olsa 3 verirdim ancak şimdi 3.5’den 4 veriyorum. Edebi yönü zayıf olmasına rağmen hikaye anlatım tekniği ve yazarın yaratıcılığı bunu hak ediyor bence.

Bilimkurgu sevenlere tavsiye ederim. Keyifli bir eser.

4/5

32 Beğeni

Meyra - Sinan Akyüz

Yazar, İncir Kuşları kitabını yazarken Bosna’ya gitmiş ve orada Meyra ile karşılaşmış. Bosna’daki savaşın hayatta kalanlarından biridir Meyra ve kız kardeşi Diba’ya verdiği sözü tutmak için yaşadıklarını anlatır. Savaştan sonra hisleri ölmüştür artık, öyle söyler. Yani bu kitapta anlatılanlar gerçek bir hayat hikâyesine dayanmaktadır.

1992’de başlayan kâbus, Srebrenitsa’da 1995’te 8372 insanın katledilmesine kadar sürmüştür. Masum insanların başına ölüm yağmış, ölmeyenlerin başına da tecavüz, işkenceler, aklınıza gelebilecek her türlü onur kırıcı eziyet gelmiştir. Okurken size bile aradan yıllar ve mesafelere rağmen acı çektirecek, iğrendirecek kadar kötüdür yaşadıkları. Aileler parçalanmış, umutlar yok olmuştur.

Toplama kampındaki namaz kılma kısmı… Tam anlamıyla ikonikti. İkonik, simgesel demek bu arada. İnançlarından dolayı gördükleri işkencelerin simgesi. Kitapta asla unutmayacağım bir kısım olarak yerini aldı.

48 Saat Kül ve Duman… Ustaşaların (Aşırı milliyetçi Hırvatlar) zulmüne dair Ahmiçi köyünde bir müze varmış. Gerçekte de yaşanmış, kitapta da anlatılıyor. Boşnakları katleden sadece Çetnikler değildi. Ustaşalar da vardı. Nasıl bu kadar nefretle dolmuşlar, anlaşılır gibi değil.

Kitabın anlatımını aynı yazarın Bosna konulu diğer eseri olan İncir Kuşları’ndan daha iyi buldum. İncir Kuşları’nda karakter gelişimini eksik bulmuş ve şöyle demiştim “… başta sıradan bir insanken, ırkçı fikirlerden etkilenerek yavaş yavaş karanlık tarafa geçen biri olarak okumak isterdim.” Bu kitapta hem iyi hem kötü karakterler daha derinlikli. Sıradan bir gençken katile, tecavüzcüye dönüşen Radomir karakterinin sahnesi çok vurucuydu. Gerçi hangi bölüm vurucu değildi ki? Ancak edebi açıdan da ilk kitaba göre daha başarılıydı.

Eleştireceğim iki nokta var, bazı diyaloglar defalarca tekrarlanmış ve bir yerden tekrarlar bayıyor. Diğeri de kitabın fazlaca uzatılmış olması ki bu da tekrarlardan kaynaklanıyor. Konu yarı hacimde bir kitapta da gayet iyi işlenebilirdi.

Kitabı okurken olduğum yerde terlemeye başladım. Elim ayağım titredi. “Yetti, tamam.” deyip ara vermek, derin derin nefes almak zorunda kaldım. Ben normalde filmlerdeki, kitaplardaki şiddet sahnelerinden fazla etkilenmem ama bu kitapta anlatılanlar kurgu değil, gerçekten yaşanmış. Üstelik Müslüman olmaktan başka hiçbir suçu olmayan çaresiz masumlara… Empati yapmayı denemek bile sizi bir mengenenin içine sıkıştırmaya yetiyor. Allah ve ahiret inancının insanın aklını, dengesini yerinde tuttuğunu da anladım. Allah’ın adaleti olmasaydı delirirdik. Kötülüğün mantıksızlığı zihin melekelerimizi iptal ederdi.

Bosna Soykırımı’yla ilgili okuduğum üçüncü kitap bu. Neler olduğunu bilmeme rağmen, acı vermesine rağmen bu konudaki kitapları okumaya devam edeceğim. Çünkü hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür ve “unutulan soykırım tekrarlanır.” Çünkü orada, insanlığın öldüğü o yerde, neler olduğunu bilmeli ve gelecek kuşaklara aktarmalıyım. Bugün Kosova’da Sırplar barikat kurduğunda, asker alımı haberleri çıktığında, 9 Ocak’ta Bosna Hersek’te yasa dışı Sırp Cumhuriyeti* kutlamaları yapıldığında bunun normal olduğunu falan düşünmemeliyim. Çetnik zihniyetinin yaşadığını bilmeliyim.

*(Sırp Cumhuriyeti Sırbistan değil. Bosna Hersek içindeki bir bölge. Bosna Hersek’i bölmek istedikleri için anayasalarına aykırı olan bu kutlamaları yapıyorlar.)

Boşnaklara büyük saygı ve sevgi duyuyorum. Son yüzyılın en feci soykırımlarından birine maruz kalmalarına rağmen intikam değil, yalnızca adalet arıyorlar. Hayata, inançlarına ve kimliklerine sarılıyorlar. Yüreklerinin güzelliğini koruyorlar. Yaşama tekrar gülüyor, o onulmaz travmaların içinden çıkıp yaralarını sarıyorlar. Geçen bir haber okudum. Bosna’da kimsesiz bir teyze huzurevinde vefat etmiş. Cenazesinin masraflarını bir hayırsever karşılamış. Bu haber sosyal medyada yayılınca 200 kişi teyzenin cenazesine katılmış.

Normalde mazlum, zalime dönüşür. Tarihin gösterdiği budur. Örneğin Naziler Yahudileri soykırıma uğratmıştır ve yıllar sonra İsrail, Filistinlileri katletmiştir; Japonlar Çinlileri II. Dünya Savaşı’nda katletmiştir, bugün Çinliler Uygur Türklerini soykırıma uğratmaktadır. Bakın burası çok ilginç, Sırplar da zalime dönüşmüş mazlumlardır. II. Dünya Savaşı’nda Naziler ve Ustaşalar, Sırpları işkencelerle katletmişlerdir. Sırpların içinden de tarihin en cani oluşumlarından biri olan Çetnikler çıkmıştır.

Bireysel olarak da bu böyledir. Mesela ebeveynlerimizden gördüğümüz travmayı çocuğumuza yaşatırız. Yaşadığımızı yaşatırız. Bu döngüyü kırabilmek için kendimizi dinleyip yaralarımızı iyileştirmemiz gerekir.

Boşnaklar okuduğum kadarıyla bu zinciri kırabilmiş bir millet. Aliya İzzetbegoviç’in “Geleceğimizi geçmişimizde aramayacağız. Kin ve intikam peşinde koşmayacağız.” sözü bunun göstergesi mesela. Ben böyle bir söz söyleyen başka bir lider bilmiyorum. Liderler halklarının yansımasıdır. Bugün Bosna-Hersek’de üç entite birlikte barış içinde yaşıyor. Bosnalı Sırpların başında bugün Bosna Hersek’i bölmek istediğini her fırsatta söyleyen Milorad Dodik diye kışkırtıcı bir yönetici olmasına rağmen galeyana gelmiyorlar. Ruhları olgunlaşmış. Sabırla, huzurla sürdürüyorlar yaşamlarını.

Bu halin kaynağının, İslam’ı özümsemelerinde yattığını düşünüyorum. İslam, şeriat adı altında kaskatı kanunlarla yönetilmek, cübbe, sarık, çarşaf giymek (ben de tesettürlüyüm tesettürü küçük görmüyorum asla, başka bir şeyi vurguluyorum ben burada) ya da sürekli namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İslam öncelikle vicdandır ve ben Boşnaklarda bunu görüyorum. Her musibet bir imtihansa eğer, Bosnalı Müslümanların, bu ağır imtihanı başarıyla geçtiklerine inanıyorum.

Velhasıl dostlar, ben okudukça Bosna’ya âşık oluyorum.

22 Beğeni

Bu yazarı çok merak ediyorum gerçekten. Tam benim zevkime göre bir hayal gücü var.

1 Beğeni

Babalar ve Oğullar - Turgenyev

Eser, Turgenyev ile tanışma kitabım oldu. İlk defa 1862 yılında yayımlanmış. Dönemin toplumsal gelişmeleri, kitabın arkaplanını oluşturmuş.

Kitabın konusunu özetlemeyeceğim. Çünkü kitapta çok fazla şey anlatılıyor. Bunlardan bazıları baba ve oğul ilişkileri, kuşak çatışmaları, sosyal sınıflar arasındaki farklılıklar vb şeyler. Eserde birçok karakter var ama bunlar içinde nihilist Bazarov önemli bir yer kaplıyor. Bazarov’un, o zamanlar ortaya çıkan orta sınıfın bir temsilcisi olduğu söyleniyor. Bir de Pavel karakteri var. Kendisi aristokrat, eski (romantik) nesli temsil eden bir adam olarak anlatılıyor. Pavel ve Bazarov’un tartışmalarını okumak ilgi çekiciydi.

Kitap genel olarak ağır ilerledi. En başta heyecanlı olaylar olmadı. Yani kitabın çoğu sakin geçti. Karakterler ise güzel işlenmişti. Her biri farklı farklıydı. Yine de onların çoğundan hoşlanmadım.

Puanım:7/10

20 Beğeni

Babalar ve Oğullar’ın tam karşısına Dostoyevski’nin Cinler’i koyabiliriz. Her iki kitap benim çok sevdiğim kitaplardan. Belki Cinler’i biraz daha fazla seviyor olabilirim. :slight_smile: Sizin yazdıklarını görünce İki kitabı da tekrar okuma isteği oldu ben de.

2 Beğeni

Dostoyevski’nin Cinler’ini okumadım, onu da çok merak ediyorum. :slight_smile:

Bazı kitaplar tekrar tekrar okunmalı gerçekten. :smiley:

2 Beğeni

Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu - Valerie Solanas

Valerie Solanas’ın argo bir dille yazdığı erkek düşmanı-cinsiyetçi manifestosunda; topluma, aileye, çalışmaya, ekonomik sisteme, eğitim sistemine, cinselliğe, kültür ve sanata, kendisi gibi düşünmeyen kadınlara ve tabii ki erkeklere büyük bir öfke duyan yazar, bu bahsettiğim kavramları eleştirmekte (aslında “saydırmakta” desem daha doğru) tasarladığı ütopik dünyayı ve bu ütopyaya giden yolu anlatmaktadır.

Solanas’ın ütopyasında para sistemi yoktur, hükümet yıkılmıştır. Yaratıcılık gerektirmeyen bütün işler otomasyonlu bilgisayar sistemleri tarafından yapılır. İnsanlar haftada birkaç saatten çalışmak zorunda değildir. İstedikleri bütün ürünlere rahatlıkla ulaşabilirler. Toplum neredeyse tamamen dişilerden oluşur. Toplumda, dişilere boyun eğmiş ve aşağılık cins olduğunu kabul eden çok az sayıda erkek hariç, erkek yoktur. Üreme, laboratuvarlarda suni olarak dişi bebekler üretilmesiyle yapılır, hatta bir süre sonra buna bile gerek kalmayacaktır.

Solanas, manifestosunu erillerin "eksik dişi"ler olduğu tezi üzerine kurmuştur. Ona göre savaşların, cehaletin, bilimin yeterince gelişmemesinin, hastalığın ve ölümün çaresinin bulunmamasının sorumlusu erillerdir. (Erkek/kadın değil, eril/dişi sözcüklerini kullanır çünkü temeli tamamen biyolojik belirlenimciliktir.) Yazar, erkekleri dişi olmaya haset eden, doğru yolu bir başkasının göstermesine muhtaç olan, sevme ve empati kurma yeteneği bulunmayan, duygusal olarak sakat kişiler olarak tanımlar. Ayrıca “baba” kavramından da bahseden yazar babaları, ona göre hastalıklı olan bu toplumu inşa eden kişiler olarak görür. Yazara göre babalar çocuklarını sevemez, kabullenmez, “saygı” adı altında onlara mesafeli durur. “Baba”, en çok öfkeli olduğu kavramlardan biridir.

Ardından yazar, SCUM’ın ütopik dünyayı kurmak için benimseyeceği hareket tarzını açıklar. SCUM’lar çeşitli işlere girip çalışmayarak işyerlerini sabote edeceklerdir. Örneğin tezgâhtar kızlar sattıkları malların karşılığını almayacak, telefon operatörleri çağrıları bağlamayacak, fabrika işçileri gizlice alet edevata zarar verecek vs. Ayrıca cinayet ve vandallığı da kabul eder.

Kitap birçok çelişki içermektedir. Örneğin kitabın başında şiddeti ve savaşları eleştirir ama kitabın sonunda şiddeti hareket tarzı olarak anlatır. Bir yerde, erkekleri içsel dünyası olmayan ve dıştan birilerinin yol göstermesine bağımlı bir cins olarak tanımlarken, diğer yerde kendi içlerine gömülen ve başkalarıyla bağ kuramayan bir cins olarak tanımlar.

Bu yönden ciddiye alınacak bir yanı olmadığı ortada, ancak bu öfkenin nereden ve nasıl çıktığı üzerinde düşünmek lazım.

Valerie Solanas’ın hayatını okuduğunuzda aslında bu kadar öfkeli olmasında şaşılacak bir şey olmadığını fark edersiniz. Çocukken cinsel istismara uğrayan Solanas, büyüdüğünde de geçimini sağlamak için fahişelik yapmak zorunda kalmış. Eğitim hayatında çok başarılı olmasına rağmen hayata öfkelidir. Şu alıntıda da bu durum net bir şekilde görülebilir:

“SCUM her yola gelir… her yola… bütün gösteriyi görmüştür -her bir parçasını- düzüşme sahnesini, emme sahnesini, zürefa sahnesini, hepsini, bu sahilin tamamını gezmiştir, her limanda, her iskelede bulunmuştur, çük limanı, kuku limanı… anti-sekse varmadan önce epeyce seks yapması gerekiyor insanın …”

Manifestodaki düşünceler çılgınca olsa da, aslında erkeklerin kadınlara söylemesini kanıksadığımız şeylerin ters çevrilmesinden başka bir şey değildir. Örneğin kitaptan bir alıntı:

“Erilleri muhafaza etmemiz için üreme gibi müphem bir amaç bile yoktur. Eril, biyolojik bir kazadır: Y (eril) geni tamamlanmamış bir X (dişi) genidir yani tamamlanmamış bir kromozomlar serisidir. Başka bir deyişle eril eksik bir dişidir, daha gen aşamasında yaşamına son verilmiş, ayaklı bir kürtaj.”

Solanas, burada sadece eski çağlardan günümüze gelen bir algıyı ters çevirmiş. Antik Roma’daki anlayış kadının, “eksik erkek” olduğu yönündeydi. Kadın, erkeğe her yönden tabi olmalı ve itaat etmeliydi. Bu anlayış hem Avrupa’ya hem de (maalesef) İslam dünyasına da sirayet etmiştir. Kadın, erkekten aklen ve dinen eksik olan, evden çıkmaması gereken, şehvetten ibaret olan, şeytanın ağı olan, erkeği günaha sürükleyen bir varlık olarak addedilmiştir. Kadına okuma yazma öğretilmemesini öğütleyen hadisler bile uydurulmuştur.

Batı’da durum farklı değildi. Orta Çağ Avrupa’sında yalnız yaşayan kadınlar cadılıkla, delilikle suçlanmaktaydı. Yeni Çağ’da İngiltere’de kadınların mal edinme hakkı yoktu. 1950’lere kadar kadınlar üniversiteye alınmıyor, azmedip okuyan kadınlar büyük zorluklarla karşılaşıyor, kadınların çalışması uygun karşılanmıyordu. “Erkekten eksik, şehvetten ibaret, şeytanın ağı, erkeği günaha sürükleyen varlık” anlayışı çok daha şiddetli bir şekilde Hristiyanlık’ta da vardı.

Bunları göz önüne alınca Solanas’ın sözleri hafif kalıyor. Onun yaptığı bir cinse yönelmiş tarihsel nefreti, diğer cinse doğru aynalamak. Çözüm bu mu, değil tabii ki ama her şeyin gösterdiği bir şey vardır.

15 Beğeni

Önce uzun uzun yazıp sonra da sildim. Kitabı okumadığım için çok detaylı bir şey yazma hakkını görmedim kendimde. Yalnızca yazarın nefret ve kin beslediği şeyin yanında yer aldığını düşünüyorum. Aklıma örnek olarak Attack On Titan animesindeki Eren Yeager karakteri geliyor. Durum buna çok benzer bence. Ki animede durum biraz komplike gerçi ama olsun :sweat_smile:

2 Beğeni

Animeyi izlemedim. :sweat_smile: Ama evet, eleştirdiği kişiye dönüşüyor hayatına baktığımızda. Erkek cinsini duygusal açıdan sakat olmakla suçluyor ama kendisi de nefretten başka bir şey hissetmiyor vs.

3 Beğeni

Yaşadıklarını okuyunca kendisini suçlamak da istemiyorum ama durum böyle. Animeyi veyahut mangasını kesinlikle tavsiye ederim. Daha önce manga okumadıysan ya da anime izlemediysen de yeni başlangıç için de uygun sayılabilir bence :grin:

2 Beğeni

İzleyeceğim, öneri için teşekkür ederim. :smile:

2 Beğeni

Görüntü

Kazuo Ishiguro - Gömülü Dev

Gömülü Dev, çok eski zamanların İngiltere’sinde geçiyor. Kral Arthur’un ölümünden sonraki zamanlarda, yaşlı Briton çift bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu yolculuğa aslında, uzun zamandır görmedikleri kayıp oğullarını bulmak amacıyla çıkıyorlar. Elbette başlarına beklenmedik olaylar geliyor. Yollarında düşmanlar, dostlar ve türlü türlü tehlikeler var…

En başta kitabın konusu yüzünden, sıkıcı birşey okuyacağımı sanmıştım. Ama beklentilerimin tersine, kitaba hayranlık duyarak okudum. Anlatımı çok zarif ve duruydu. Bir o kadar da akıcıydı. Kral Arthur efsanesiyle de ilişikti. Belki de bu yüzden sevdim. Yalnız kitapta rahatsız olduğum bir kısım oldu. Karakterler birbiriyle konuşurken neredeyse her cümle sonunda hanımcığım, beyciğim gibi hitapları kullanıp durdular.

Kitabın eski zamanları anlatmasını, kahramanların karşılaştığı karakterleri, yani kısacası bu yolculuğu sevdim. Ayrıca kurgunun anılarla ilgili olan bir tarafı vardı, böyle olması da hoşuma gitti.

Kitaptan beğendiğim iki alıntı:

“Sizin merhametli Hıristiyan tanrınız insanların ihtiraslarını, toprak ve kana düşkünlüklerini tatmin etmelerine izin veriyor; çünkü insanlar birkaç duayla azıcık kefaretin bağışlanma ve kutsanma getireceğini biliyorlar.”

“Kötülüklerin unutulup cezasız kalmasını isteyen bir tanrı nasıl bir tanrıdır beyim?”

Puanım: 9/10

21 Beğeni