Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu - Valerie Solanas

Valerie Solanas’ın argo bir dille yazdığı erkek düşmanı-cinsiyetçi manifestosunda; topluma, aileye, çalışmaya, ekonomik sisteme, eğitim sistemine, cinselliğe, kültür ve sanata, kendisi gibi düşünmeyen kadınlara ve tabii ki erkeklere büyük bir öfke duyan yazar, bu bahsettiğim kavramları eleştirmekte (aslında “saydırmakta” desem daha doğru) tasarladığı ütopik dünyayı ve bu ütopyaya giden yolu anlatmaktadır.

Solanas’ın ütopyasında para sistemi yoktur, hükümet yıkılmıştır. Yaratıcılık gerektirmeyen bütün işler otomasyonlu bilgisayar sistemleri tarafından yapılır. İnsanlar haftada birkaç saatten çalışmak zorunda değildir. İstedikleri bütün ürünlere rahatlıkla ulaşabilirler. Toplum neredeyse tamamen dişilerden oluşur. Toplumda, dişilere boyun eğmiş ve aşağılık cins olduğunu kabul eden çok az sayıda erkek hariç, erkek yoktur. Üreme, laboratuvarlarda suni olarak dişi bebekler üretilmesiyle yapılır, hatta bir süre sonra buna bile gerek kalmayacaktır.

Solanas, manifestosunu erillerin "eksik dişi"ler olduğu tezi üzerine kurmuştur. Ona göre savaşların, cehaletin, bilimin yeterince gelişmemesinin, hastalığın ve ölümün çaresinin bulunmamasının sorumlusu erillerdir. (Erkek/kadın değil, eril/dişi sözcüklerini kullanır çünkü temeli tamamen biyolojik belirlenimciliktir.) Yazar, erkekleri dişi olmaya haset eden, doğru yolu bir başkasının göstermesine muhtaç olan, sevme ve empati kurma yeteneği bulunmayan, duygusal olarak sakat kişiler olarak tanımlar. Ayrıca “baba” kavramından da bahseden yazar babaları, ona göre hastalıklı olan bu toplumu inşa eden kişiler olarak görür. Yazara göre babalar çocuklarını sevemez, kabullenmez, “saygı” adı altında onlara mesafeli durur. “Baba”, en çok öfkeli olduğu kavramlardan biridir.

Ardından yazar, SCUM’ın ütopik dünyayı kurmak için benimseyeceği hareket tarzını açıklar. SCUM’lar çeşitli işlere girip çalışmayarak işyerlerini sabote edeceklerdir. Örneğin tezgâhtar kızlar sattıkları malların karşılığını almayacak, telefon operatörleri çağrıları bağlamayacak, fabrika işçileri gizlice alet edevata zarar verecek vs. Ayrıca cinayet ve vandallığı da kabul eder.

Kitap birçok çelişki içermektedir. Örneğin kitabın başında şiddeti ve savaşları eleştirir ama kitabın sonunda şiddeti hareket tarzı olarak anlatır. Bir yerde, erkekleri içsel dünyası olmayan ve dıştan birilerinin yol göstermesine bağımlı bir cins olarak tanımlarken, diğer yerde kendi içlerine gömülen ve başkalarıyla bağ kuramayan bir cins olarak tanımlar.

Bu yönden ciddiye alınacak bir yanı olmadığı ortada, ancak bu öfkenin nereden ve nasıl çıktığı üzerinde düşünmek lazım.

Valerie Solanas’ın hayatını okuduğunuzda aslında bu kadar öfkeli olmasında şaşılacak bir şey olmadığını fark edersiniz. Çocukken cinsel istismara uğrayan Solanas, büyüdüğünde de geçimini sağlamak için fahişelik yapmak zorunda kalmış. Eğitim hayatında çok başarılı olmasına rağmen hayata öfkelidir. Şu alıntıda da bu durum net bir şekilde görülebilir:

“SCUM her yola gelir… her yola… bütün gösteriyi görmüştür -her bir parçasını- düzüşme sahnesini, emme sahnesini, zürefa sahnesini, hepsini, bu sahilin tamamını gezmiştir, her limanda, her iskelede bulunmuştur, çük limanı, kuku limanı… anti-sekse varmadan önce epeyce seks yapması gerekiyor insanın …”

Manifestodaki düşünceler çılgınca olsa da, aslında erkeklerin kadınlara söylemesini kanıksadığımız şeylerin ters çevrilmesinden başka bir şey değildir. Örneğin kitaptan bir alıntı:

“Erilleri muhafaza etmemiz için üreme gibi müphem bir amaç bile yoktur. Eril, biyolojik bir kazadır: Y (eril) geni tamamlanmamış bir X (dişi) genidir yani tamamlanmamış bir kromozomlar serisidir. Başka bir deyişle eril eksik bir dişidir, daha gen aşamasında yaşamına son verilmiş, ayaklı bir kürtaj.”

Solanas, burada sadece eski çağlardan günümüze gelen bir algıyı ters çevirmiş. Antik Roma’daki anlayış kadının, “eksik erkek” olduğu yönündeydi. Kadın, erkeğe her yönden tabi olmalı ve itaat etmeliydi. Bu anlayış hem Avrupa’ya hem de (maalesef) İslam dünyasına da sirayet etmiştir. Kadın, erkekten aklen ve dinen eksik olan, evden çıkmaması gereken, şehvetten ibaret olan, şeytanın ağı olan, erkeği günaha sürükleyen bir varlık olarak addedilmiştir. Kadına okuma yazma öğretilmemesini öğütleyen hadisler bile uydurulmuştur.

Batı’da durum farklı değildi. Orta Çağ Avrupa’sında yalnız yaşayan kadınlar cadılıkla, delilikle suçlanmaktaydı. Yeni Çağ’da İngiltere’de kadınların mal edinme hakkı yoktu. 1950’lere kadar kadınlar üniversiteye alınmıyor, azmedip okuyan kadınlar büyük zorluklarla karşılaşıyor, kadınların çalışması uygun karşılanmıyordu. “Erkekten eksik, şehvetten ibaret, şeytanın ağı, erkeği günaha sürükleyen varlık” anlayışı çok daha şiddetli bir şekilde Hristiyanlık’ta da vardı.

Bunları göz önüne alınca Solanas’ın sözleri hafif kalıyor. Onun yaptığı bir cinse yönelmiş tarihsel nefreti, diğer cinse doğru aynalamak. Çözüm bu mu, değil tabii ki ama her şeyin gösterdiği bir şey vardır.

15 Beğeni

Önce uzun uzun yazıp sonra da sildim. Kitabı okumadığım için çok detaylı bir şey yazma hakkını görmedim kendimde. Yalnızca yazarın nefret ve kin beslediği şeyin yanında yer aldığını düşünüyorum. Aklıma örnek olarak Attack On Titan animesindeki Eren Yeager karakteri geliyor. Durum buna çok benzer bence. Ki animede durum biraz komplike gerçi ama olsun :sweat_smile:

2 Beğeni

Animeyi izlemedim. :sweat_smile: Ama evet, eleştirdiği kişiye dönüşüyor hayatına baktığımızda. Erkek cinsini duygusal açıdan sakat olmakla suçluyor ama kendisi de nefretten başka bir şey hissetmiyor vs.

3 Beğeni

Yaşadıklarını okuyunca kendisini suçlamak da istemiyorum ama durum böyle. Animeyi veyahut mangasını kesinlikle tavsiye ederim. Daha önce manga okumadıysan ya da anime izlemediysen de yeni başlangıç için de uygun sayılabilir bence :grin:

2 Beğeni

İzleyeceğim, öneri için teşekkür ederim. :smile:

2 Beğeni

Görüntü

Kazuo Ishiguro - Gömülü Dev

Gömülü Dev, çok eski zamanların İngiltere’sinde geçiyor. Kral Arthur’un ölümünden sonraki zamanlarda, yaşlı Briton çift bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu yolculuğa aslında, uzun zamandır görmedikleri kayıp oğullarını bulmak amacıyla çıkıyorlar. Elbette başlarına beklenmedik olaylar geliyor. Yollarında düşmanlar, dostlar ve türlü türlü tehlikeler var…

En başta kitabın konusu yüzünden, sıkıcı birşey okuyacağımı sanmıştım. Ama beklentilerimin tersine, kitaba hayranlık duyarak okudum. Anlatımı çok zarif ve duruydu. Bir o kadar da akıcıydı. Kral Arthur efsanesiyle de ilişikti. Belki de bu yüzden sevdim. Yalnız kitapta rahatsız olduğum bir kısım oldu. Karakterler birbiriyle konuşurken neredeyse her cümle sonunda hanımcığım, beyciğim gibi hitapları kullanıp durdular.

Kitabın eski zamanları anlatmasını, kahramanların karşılaştığı karakterleri, yani kısacası bu yolculuğu sevdim. Ayrıca kurgunun anılarla ilgili olan bir tarafı vardı, böyle olması da hoşuma gitti.

Kitaptan beğendiğim iki alıntı:

“Sizin merhametli Hıristiyan tanrınız insanların ihtiraslarını, toprak ve kana düşkünlüklerini tatmin etmelerine izin veriyor; çünkü insanlar birkaç duayla azıcık kefaretin bağışlanma ve kutsanma getireceğini biliyorlar.”

“Kötülüklerin unutulup cezasız kalmasını isteyen bir tanrı nasıl bir tanrıdır beyim?”

Puanım: 9/10

21 Beğeni

Ortaçağ Avrupasında bir Manastırda işlenen cinayetleri çözmek için gelen William ve onun öğrencisi Adso’nun başından geçenler konu ediliyor. Kitap, okuyucunun Adso’nun elyazmalarını okuyaraktan ilerliyor. Tabii bundan önce Eco bu elyazmalarını buluyor ondan sonra böyle roman yapıyor diye başlıyor kitap yani karışık biraz o konu o yüzden girmiyorum çünkü ben de doğru düzgün anlamadım desem yeridir :joy:. Her neyse konusundan bahsettiğime göre biraz eseri yorumlayayım.
Ben bu kitabı 19 günde okudum. Biraz sürüne sürüne okudum desem yeridir. Artık dün akşamleyin boş boş otururken gözüm kitaba çarptı ve dedim ki kendime ben bu akşam bu kitabı artık bitireyim. Bir çaydanlık çay demledim ve o çaydanlığı bitirine kadar yaklaşık iki buçuk saatte kitabı en nihayetinde bitirdim.
Umberto Eco’nun bir sözü var: “ İlk yüz sayfanın bir kefaret ve başlangıç işlevi vardır; her kim bundan hoşlanmazsa kendi bilir, tepenin eteklerinde kalır.” Bunu yayınevindekiler ilk yüz sayfayı kısaltalım dedikleri için demiş. Gerçekten de ilk yüz sayfa çok yoğun ve pek akıcı değil arkadaşlar ben ne okuyorum diye sürekli olarak kendimi sorguladım. 200. Sayfaya kadar geldiğimde ise artık kitabı bırakmak istiyordum çünkü bir sürü Hıristiyan Tarikatları bunların anlayışları, birçok felsefi olarak konuşmalar aldı başını gitti. İşin kötü tarafı Felsefe ve Hıristiyan tarihi hakkında yeterli olmadığım için çoğu şeyi ne yazık ki anlayamadım. İkiyüzden sonra artık yoğunluk devam etsede akıcılık artmaya başladı çünkü Polisiye teması ilerlemeye başladı. Bu sayede eseri zor da olsa okuyabildim. Aslında eser Ortaçağı çok güzel yansıtıyor. İnsan hayatının bir değeri olmadığı, insanların sorgulamadan sadece bazı şeyleri çağrıştırdığı için büyücü ilan edilip yakılması gibi. Fransisken tarikatının yoksul bir hayatı amaç edinirken Manastırda börekler, etler, tatlılar, eritme peynirler yenmesi ve Manastırın yakınında bulunan köy gibi yerleşim yerinde de insanların yiyecek bir şey bulamaması hatta bu yüzden kadınların evine bir iki parça besin götürebilmek için yanlış yollara düştüğü çok acı bir şekilde anlatılmış. Çok yoğun, okunması zor bir eser olduğu gibi aynı zamandan çok iyi bir eser. İyi ki dağın eteklerinde değil de tepeye kadar çıkmışım.

16 Beğeni

Stephan King ve diğer kitaplarının -başta toz ve rutubet olmak üzere- dış etkenlere açık ve bunlara maruz kalıyor gibi görünüyor olması üzücü, bu güzel kitaplarını, kullanımı kolay, ebadına uygun yapışkanlı jelatinler içinde korumaya almalısın. Yoksa kitapların olduğu yerde sararır, eski bir görünüm alır.

Okuma zorluğunuzun sebebi kesinlikle çevirmen. Fi tarihli bi baskısını askerde okumuştum, muazzam bir kitaptı öyle ki kendi kitaplığımda da olsun diye hemen almıştım görevden gelince, aldığım kitap sizin de elinizde olan ve ne yazık ki katledilmiş. Aynı çevirmen olduğu için Fuko Sarkacı’nı almıyorum ben mesela.

1 Beğeni

Tavsiyeniz için teşekkür ederim.

1 Beğeni

Size katılıyorum. Ben de fark ettim onu ama yazarın stili zannettim. Araştırdığım kadarıyla çevirinin kötülüğüymüş. Gerçekten bazı cümleler var ki bildiğiniz sakız gibi sündürülmüş. Gereksiz birçok sözcük sığdırılmış bir cümlenin içerisine. Tabii bu benim gördüğüm kim bilir başka neler vardır. Foucault Sarkacı benimde ilgimi çekiyor. İçerisinde Haşhaşiler, Tapınak Şövalyeleri gibi birçok konuyu ele alıyormuş ama ben de sizin gibi başka bir yayına geçerse veya çevirmen değişirse ancak okurum. Birde 900 sayfalık bir esere gitmişler dipnotları en arkaya koymuşlar. Zannediyorum ki fiziksel anlamda da okumasıda zordur.

2 Beğeni

image

Tırpanlı Adam - Diskdünya 11

Diskdünya’da ÖLÜM’üm ölme vakti gelirse neler olur? Gibi bir fikirle başlayıp Tırpanlı Adamı harika bir şekilde bizlere sunmuş Pratchett. Yine ustalığı döktürmüş, ne kadarını yakalayabildiğimizden emin olamadığımız göndermeleri yağdırmış. Ufak dokundurmaları, eleştirileri sunarken de her zamanki gibi gülümsetiyor bizi.

Tırpanlı Adam’da hikaye iki farklı koldan akıyor diyebiliriz. Görevinin başında olmayan, mısır tarlalarında tırpanlamaca yaparken kendi kumsaatinden ölme vaktini bekleyen Ölüm’ün Bayan Flitworth ile geçen macera kolu gayet keyifliydi. Hem eğlendirici hem duygusal hem de düşündürücü.

Ama ben Ankh Morpork da Ölüm’üm ortalarda olmamasının sonucunun bu keşmekeş şehrimizi iyice kaosa sürüklediği diğer koldan daha çok zevk aldım. Windle Poons ile beraber rektör-dekan-veznedar vs tüm sihirbaz ekibi ile koşturmacamızın avm ye bağlanması bol bol güldürdü beni.

Ölüm’ü karakterize edip başrole koyulan kitaplarda hep Ölüm yazmak, yaratıcı kalmak gerçekten zor görünüyor bana. Bu nedenle Pratchett’ın bu tercihini çok beğendim. Bir yandan Bill Kapı, diğer yandan Poons ile akan hikaye şıp diye bitiveriyor. Üstat yine yapmış, bana da sıra ile okuduğum Diskdünya serisinde en beğendiklerim içine yeni bir ekleme yapmak kaldı.

22 Beğeni

Japon Klasikleri 21: Raşomon, Ryunosuke Akutagava

Genç yaşlarındayken kaleme aldığı ‘’Raşomon’’ öyküsüyle meşhur olan yazarı, bugüne kadar ne bilmişliğim ne de duymuşluğum vardı. Birbirinden ilginç ve tuhaf olan dokuz hikâyesi ile kendini sevdiren Akutagava’yı tabii ki İthaki’nin Japon klasikleri dizisiyle tanıma fırsatı buldum. Daha önceden birkaç yayınevi tarafından bu öyküler basılmış elbette, fakat buluşma şansım olmamıştı ne yazık ki. Şu an için Japon yazarları ve kitaplarını bu dizinin kaderine terk ederek tanıyabiliyorum sadece. Fakat araştırdığım ve merak ettiğim bazı eserler de var; onların da sabırla yayınlanmasını beklemekten başka bir çarem yok. Her yeni çıkan kitapla birlikte bambaşka yolculuklara çıkıyorum: Tuhaf, gotik tarzda, yarım kalan ve hüzünlü hikâyeleri ile hayatına devam etmeyi bırakmış yazarları gibi mesela.

35 yaşında intihar eden, edebiyatta estetiğe önem vermesiyle ses getirdikten sonra da sanat dünyasını kasıp kavuran Ryunosuke Akutagava işte bu yazarlardan biri. Modern Japon edebiyatının iki temel taşından biri Akutagava’nın hocası Natsume Soseki, diğeri ise Yaban Kazı’ndan bildiğimiz Ogai Mori’dir. Tesadüfe bakın ki dizinin de ilk kitabı Ogai Mori’ye ait Yaban Kazı eseridir. Soseki ve Mori’den sonra Akutagava ilk sıralarda yerini alır. Yazarın adına düzenlenen büyük bir edebiyat ödülü bile vardır: Akutagava Ödülü ve 1935’ten beri devam ediyor.

Raşomon öyküsüyle birlikte okuduğum diğer hikâyeler:

-Çalılıkların Arasında

-Burun

-Cehennem Tablosu

-Sonbahar Dağları

-Ejderha

-Ölüm Kütüğü

-Oyuncak Bebekler

-Tütün ve Şeytan

Kitaba adını veren Raşomon, Çalılıkların Arasında, Burun, Cehennem Tablosu ve Ejderha öyküleri okurken keyif aldığım kurgulardı. Herkese hitap edebileceğini düşünmediğim bu hikâyelerin çoğu heyecana sürüklüyor ve yarım bir şekilde son buluyor. Bu duruma da öykülerin hüzünlü ve karanlık atmosferi sebep oluyor tabii.

Öykülere başlamadan önce çevirmenin önsözüyle karşılaşıyoruz: Melek Çelik, modern Japonya, modern Japon edebiyatı ve yazarın hayatı hakkında önemli bilgilerle donatmış bu sayfaları. Akutagava’nın yaşadığı zamanlar, Meici Restorasyonu’nun etkilerini taşıdığından dolayı, ülkenin modernleşme ve gelişme çabaları içinde olduğu bir dönem. Batılılaşmaya doğru akan bu süreçte ise toplumun eskiyle yeni arasında kaldığı kıvranmalarla geçiyor zaman ve sonuç olarak edebiyatın aldığı yol da başkalaşıyor.

Japon edebiyatı ise restorasyondan sonra Batı ve Japonya ikileminde kalarak şekilleniyor. Yazarın anlatımında da bu durumu ayrıntılarıyla görebiliyoruz; Heian Dönemi, Ortaçağ Japonyası, Budist öğretileri, Çin kültürü, Hristiyanlık ve Hristiyanlığın ülkeye gelişi gibi zamanların etkileri yansıtılmış. Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okumuş olmasının da katkısı var tabii, İngiliz ve Rus edebiyatı hakkında geniş bir bilgi birikimine sahip Akutagava.

Batılılaşmayla geleneksel kültürün izlerini harmanlayan yazar, gerçekçi edebiyatıyla okuyanlarda çarpıcı izler bırakıyor. Betimlemeleri sizi yerinizden edebilir… İzlemedim ama Akira Kurosava’nın ‘’Raşomon’’ filmine esin veren iki öykü de varmış bu derlemede. Birini tahmin edersiniz artık :slight_smile: Çoğu karanlık temalarla süslenmiş bu hikâyeleri genel anlamda sevdim diyebilirim. Japon kültürünü ve toplumunu tanımak için harika bir eser olduğunu düşünüyorum. Eskinin ve yeninin klişeleşmiş çatışmasından değil de birlikteliğinden doğan, tam bir ‘’sanat için sanat’’ eseri olmuş. Yazarın yarım kalan hayatı da kendisi gibi eksik kalmış bu hikâyelerle tamamlanmış gözüküyor.

Hoşuma giden bazı alıntılar:

Yağmur uzaklardan gürleyen sesleri toplayarak Raşomon’u sarmaya geliyordu. Akşam karanlığı giderek gökyüzünü alçaltmıştı, yukarı bakınca çıkıntı yapan eğimli kiremitleriyle kapının çatısı ağır ve alacakaranlık bulutları destekliyordu. /s. 20

Öyle bir adamın başına bunların geleceğini aklımdan hayalimden bile geçiremezdim ama gerçekten de insanın ömrü bir çiğ tanesi ya da anlık bir şimşek kadar kısa. Ah, ah diyecek bir şey bulmak zor, çok yazık çok. /s. 28

Ben bir adamı öldürürken belimdeki kılıcı kullanırım ama sizler kılıç kullanmazsınız. Sizler nüfuzunuzla öldürürsünüz, paranızla öldürürsünüz, süslü püslü sözlerinizle bile öldürürsünüz belki. Tabii ki kan dökülmez, karşınızdaki adam capcanlı yaşar ancak buna rağmen onu basbayağı öldürmüşsünüzdür. Kiminkisi daha büyük bir günah bilemiyorum-sizinki mi, benimki mi? /s. 31

İnsanoğlunun kalbinde birbiriyle zit iki duygu vardır. Tabii ki, başkasının sefaletine acımayan insan yoktur. Ancak kişi bir şekilde bu talihsizliğin üstesinden gelmeyi başarabildiğinde, bu sefer diğerlerinde bir hayal kırıklığı hissi doğar. Hatta biraz abartmak gerekirse, o kişiyi yine aynı talihsizlikte görmek ister insanoğlu. Sonra, farkında olmaksızın o kişiye karşı bir düşmanlık hissedilir. /s. 48

Puan: 8/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

15 Beğeni

Babel - R.F. Kuang

Haşhaş Savaşı serisinin yazarı olan R.F. Kuang’ın geçen sene yurtdışında yayımlanan ve oldukça popüler olan bu kitabı 1830’larda İngiltere, Oxford’da geçiyor.

Ana karakterimiz Robin Swift adında Çinli bir çocuk. Bu nasıl Çinli ismi diyebilirsiniz, ana karakterimiz kitabın başında Çin’den İngiltere’ye taşınırken orada zorluk yaşamamak için ismini kendi seçiyor. Robin ismini seçmesinin sebebi sevdiği bir çocuk tekerlemesinde geçmesi (robin, Türkçede kızılgerdan olarak geçen kuşun İngilizcesi). Çin’den İngiltere’ye gidişini ise okuduğu Gulliver’in Seyahatleri kitabına benzetiyor ve o kitabın yazarı olan Jonathan Swift’in soyadını kendisine seçiyor.

Robin bütün hayatı boyunca Latince, Yunanca, İngilizce alanında eğitim almış olarak Oxford’da çevirmenlik enstitüsüne giriyor. Bu enstitü, kitaba adını veren Babel isminde bir kule. Burada kitabın diğer önemli karakterleri ile tanışıyor, Ramy adında Hindistan’dan gelen Müslüman bir çocuk, Victoire adında Haiti kökenli siyahi bir kız ve Letty adında İngiliz bir kız. Robin, Ramy ve Victoire ten renkleri ve kökenleri sebebiyle ırkçılıkla karşı karşıya kalırken Letty ve Victoire kadın oldukları için hor görülme ve dikkate alınmama yaşıyorlar. Yaşadıkları bu sıkıntılar onların birbirleriyle daha çok kenetlenmesini sağlıyor ve arkadaşlıklarını sağlamlaştırıyor.

Kitaba da adını veren Babel kulesinin isminde Hıristiyanlık inancındaki Babil Kulesi’nden esinlenilmiş. Hikayeyi birçok kişi biliyordur ama yine de söylemek gerekirse, inanılana göre insanlar Babil’de göklere ulaşacak kadar yüksek bir kule inşa ederken Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanlara kızarak o zamana kadar aynı dili konuşan insanları farklı dillerde konuşturmaya başlayıp birbirlerini anlamalarını engellemiş. Dünyadaki farklı diller de inanışa göre böyle oluşmuş.

Kitaptaki büyü kısmı oldukça yaratıcı, çeviriler büyü olarak kullanılıyor. Bir gümüş çubuğun 2 tarafına farklı dillerde birbirleriyle benzer anlamda kullanılan kelimeler yazılıyor, bu kelimeler arasındaki anlam farkının ise büyüsel bir etkisi oluyor. Oxford’daki çeviri enstitüsüne farklı ülke ve dillerden gelen kişileri almalarının temel sebebi de bu aslında, onların dil ve çeviri bilgilerinden faydalanılarak büyülü etkileri olan gümüş çubuklar oluşturabilmek.

Kitabın ilk yarısında karakterleri tanıyıp onların eğitimlerine odaklanırken özellikle çeviri bilimiyle ilgili bolca diyalog ve fikir yürütme okuyoruz ve bu kısımda ana hikaye çok da fazla ilerlemiyor. İkinci yarıda ise aksiyon artıyor ve bu kısımda sömürgecilik, eşitsizlik, isyan, grev, toplu eylem, ne ararsanız var. Kurguda bazı yerlerin hikayeyi ilerletebilmek adına mantık açısından pek anlamlı olmadığını düşünmekle birlikte, kitabın sonunda hikayenin güzel bağlandığını ve çarpıcı bir sonu olduğu görüşündeyim.

Kitapta geçtiği döneme ilişkin çok fazla bilgi aktarımı var, 1800’lerde İngiltere’de uygulanmış olan ve tahıl ithalatına kota getiren Mısır Kanunlarından, 1837’de yazılmış Aborijin kabilelerine ilişkin bir rapora kadar birçok bilgiye az ya da çok değiniliyor. Modern kurgu kitaplarda alışık olmadığımız şekilde, kitapta yazarın koyduğu 120 adet dipnot var. Bunların bazıları yukarıda bahsettiğim türde bilgileri aktarmak için, bazıları ise yazarın kişisel görüşlerini yansıtıyor.

Burada belirtmek gerekir ki yazarın siyasi görüşleri yazdığı hikayeleri çok etkiliyor. Batılılar tarafından yapılan ırkçılık/ayrımcılık konusunda çok güçlü fikirlere sahip olduğu belli. Birkaç sene önce Hugo Ödülleri töreninde GRR Martin’in, Kuang’ın adını yanlış telaffuz etmesini yazar mikro saldırganlık olarak nitelendirmişti. Haşhaş Savaşı serisinde batılı güçlerin doğuluları küçük görme davranışı dikkat çekiyordu. Bu kitapta ise bu konu çok daha üst seviyeye taşınmış durumda. Kitabın geçtiği dönem dikkate alındığında bu ırkçı yaklaşımlara yaygın olarak yer verilmiş olması normal görülebilir ancak bazı yerlerde yazarın üslubu oldukça sert. Yazar sömürgeciliği çok yoğun bir şekilde eleştirirken, özellikle İngilizlere karşı oldukça ağır ifadeler kullanmaktan çekinmiyor. Örneğin, kitaptaki bir karaktere İngiltere’de köleliğin 1807 yılında kaldırıldığını söylettikten sonra bir dipnot koyup kendi kişisel görüşü olarak “Bu, beyaz İngilizlerin inanmaktan mutlu olduğu büyük bir yalan” deyip gerekçesini açıkladıktan sonra, “Sonuçta İngilizler kafalarında çelişkiler tutmakta oldukça iyiydiler.” diyebiliyor.

Benzer bir durum grev ve toplu eylem için de geçerli. Yazarın ABD’deki yayımcısı olan HarperCollins isimli şirketin çalışanları yakın zamanda greve gitti. Kuang da bu greve katılıp çalışanları destekledi. Orada “HarperCollins onlar için kitap yazmaya devam etmemi istiyorsa kitaplarımın raflara ulaşmasını sağlayan bu kişilere saygı göstermeli. Yoksa benim gibi birçok yazar başka yerlere gidebilir” şeklinde beyanı var. Bunun gibi grev ve toplu eylem hareketi bu kitapta da bulunuyor.

Kitabı başarılı bulduğumu ve zevkle okuduğumu belirterek değerlendirmeyi sonlandırayım. Yazar edebi dil kullanımı açısından da kendisini Haşhaş Savaşı serisine göre geliştirmiş, başarılı bir yazarlık kariyeri olacağını düşünüyorum.

20 Beğeni

Japon Klasikleri 22: Pandora’nın Kutusu, Osamu Dazai

Şimdiye dek ortaya çıktığımız yerler hep kendiliğinden parlak ve görkemli olmadı mı? Bundan sonra artık hiçbir şey demeden, ne hızlı ne yavaş, tam olması gereken tempoda dosdoğru yürüyelim. Bu yol nereye gidiyor? Bunu büyüyen bir asmaya sormalısın. Asma sana cevap verecektir:

“Hiç bilmiyorum. Ama güneşe doğru büyüyorum.”

Osamu Dazai’den okuduğum beşinci kitap, Japon klasikleri dizisinin yeni ve son çıkan kitabı Pandora’nın Kutusu oldu. Yunan mitolojisinden, insanlığın umuduyla ilgili derin anlamlar barındıran efsanesinin adını taşıyan bu eser, bir Dazai klasiği olmasının yanında ilk bu yönüyle dikkatimi çekti.

Bir geminin kalkışının nedeni ne olursa olsun, her zaman bizlere bir tür belirsiz bir umut hissettirir. Bu antik çağlardan beri değişmeyen, insanın doğasına ait bir şeydir. Yunan mitolojisindeki Pandora’nın kutusu hikâyesini bilirsin. Açılmaması gereken kutu açılır açılmaz hastalık, keder, kıskançlık, açgözlülük, şüphe, ihanet, açlık ve kin gibi akla gelebilecek her türlü kötülük ve uğursuzluk kutudan sürünerek kaçmış, gökyüzünü kaplayarak uçup gitmiş. Bundan sonra, insanlar ne yazık ki sonsuza kadar sefalet içinde acı çekip kıvranmak zorunda kalmış. Ancak kutunun köşesinde haşhaş tanesi kadar küçük, parıldayan bir taş kalmış ve taşın üzerinde belli belirsiz “umut” kelimesi yazılıymış. /s. 8

Yazardan okuduğum kitaplara dönüp baktığımda umut arayışını ensemde hissediyorum ama yanında bir soyutlanma da sözkonusu. Umudu insanlıkta bulamayan bireyin kaybedecek hiçbir şeyi yokmuş gibi bir tavır haline bürünerek intihara sürüklenmesiydi bu. Dazai’nin sıra dışı hayatında birçok kez intihar denemesi vardı, sonunda da gerçekleştirmişti zaten. Otobiyografik eseri İnsanlığımı Yitirirken’i okumuşsanız sonra da benim gibi merakla hayatının, eserlerinin peşine düştüyseniz bilirsiniz bunları. Eğer ilk defa bu kitapla yazara denk geliyorsanız dizide çıkan kitapların sırasını takip ederek okumanızı tavsiye ederim.

Yirminci yüzyıl Japon edebiyatının en çok okunan ve bilinen bir yazarı olmasının nedeni açık; yabancılaşan bireyi ve o bireyin yaşadığı toplumla yüzleşmesini, kendi hayatının izleriyle süsleyerek anlatıyor. Okuduğunuz her bir karakterin Dazai’den bir şeyler taşıdığını, hatta o olduğunu bilmek bile yeterli olacaktır. Otobiyografik roman okumayı sevenler dediğimi anlıyordur :slight_smile:

‘’Tarlakuşu’’ lakaplı genç bir adamın mektuplarından oluşan bir roman Pandora’nın Kutusu. Arkadaşına yazdığı bu mektupların cevaplarını ise göremedim, yalnız onun kaleme aldıklarıyla yaşadıklarına tanık oldum. Peki ne yaşadı bizim Tarlakuşu?

‘’Bizim,’’ diyorum çünkü yazardan bir şey okuduğumda özellikle de ana karakterleri benimsemeden geçemiyorum. Üstelik varoluşsal sancılarla kıvranan, kimliğiyle çelişen ve sonucunda yaşadığı topluma yabancılaşan bir bireye rağmen. İnsanlardan ne kadar uzaklaşırsa ben o kadar yaklaşıyorum o bireye. Bendeki umudu o karaktere yansıtmak içindir çabam belki. Bu kadar içselleştirdiğimden olsa gerek, onun kitaplarının yorumunu yazarken olur olmadık kelimeler, cümleler geliyor aklıma. Saçmaladıysam mazur görün, abartmıyorum fakat durum bundan ibaret.

Tarlakuşu’na dönelim: Hayatta bazı adımlar vardır. Sırayla yapılan şeylerdir bunlar. Yolda yürürken tökezlediğin anlar olur, sonra da düşersin birden, işte düştüğün yerden kalkamadığında olduğun yerde debelenmeye başlarsın. Çırpındıkça da kendinden, çevrenden uzaklaşırsın; tabii ki başı dik tutmaya devam edersin fakat insanların gözünden düşmüşsündür bir kere! Bu yazdıklarımdan sonra ise ‘’ne yaparsan yap, boşa artık’’ klişesi yerine ‘’umudunu kaybetme’’ demek istiyorum.

Gerçekten konumunun en düşük seviyede olduğunu düşünürken bile, en dibin daha da dibi vardı. İnsanlar, en nihayetinde, kendileri hakkındaki yanılsamalarla sarhoş olmuş bir şekilde yaşamıyorlar mı? Gerçekler acıdır. /s. 49

Bir okul kazanması ve mesleğe başlanması beklenen genç bir adam bunları gerçekleştiremeyince yukarıda bahsettiğim adımlar gerçekleşir. Bu süreçte insan kendi olmaktan çıkar, tanınmaz bir duruma gelir ve yabancılaşır. Buhranlardan buhran beğenen Tarlakuşu ise sonunda kan kusar, bir Sağlık Dojosu’na iyileşmeye gönderilir. Kendisi gibi hasta insanların içinde buhranlarından sıyrılmaya çalışarak bir umut arayışına çıkar. Sanatoryumda tanıştığı her insan ve olay bu mektuplarda vücut bulur: odasını paylaştığı hastalar ile onlara bakan ilginç hasta bakıcı topluluğu. Birbirinden değişik ve farklı bireyler, fakat aynı yapbozun parçaları.

Kaybolduğu bu yolculuktan çıkıp kendini mi bulacak yoksa sık sık bahsettiği ‘’yeni bir adam’’ maskesini mi takacak?

Meici Restorasyonu ile İkinci Dünya Savaşı sonrasının etkilerini, birey – toplum ilişkisiyle beraber götüren mükemmel bir Dazai klasiği! Ölümünden dört yıl önce yayımladığı Pandora’nın Kutusu diğer kitaplarına göre daha umut dolu. Ölümü arzulayan genç bir adamın kalbinde umut kırıntıları aradım, bu nedenle hayatın anlamına dair keyifli bir okuma oldu.

Puanım: 9/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

15 Beğeni

Çok ilgi çekici bir kitap. Siz de harika anlatmışsınız. Böyle bir kitaptan haberdar ettiğiniz için teşekkür ederim. Çevirinin büyü gibi kullanıldığı bir kurgu… Çeviriyle az çok ilgilenen biri için nimet.

4 Beğeni

Uzunca bir sürenin ardından herhangi bir şey okuyabildim. Güzel de oldu.

Hikaye, karakterleri henüz oturmamış iki karaktere ve gelişimini tamamlamış, fakat şartların onları sürüklediği değişime tabi iki karakter olmak üzere dört farklı karakter bakış açısı sunuyor. Bir de jokerimiz var. Joker diyorum çünkü hatırladığım kadarıyla iki kez POV alıyor okuma boyunca.

Saray içi komplolarıyla boğuşan bir Baron. İmparatorluk kalkındıracak denli mücevherlerle ne yapacağını bilmeyen bir kız. Kimseler tarafından ciddiye alınmayan bir asker. Ve bir de eli kılıç tutan herkesin saygı duyduğu Yüzbaşı Wester.

Evet. İlginç bir kadro. Fakat okuması bir o kadar da merak uyandırıcı. Sürükleyici. Arka kapağında da yazdığı gibi: Öngörülemez.

Okuma açısından oldukça akıcı ve güzel bir nesire sahip. Çeviri de ayrıca takdir edilmeli. Artık iyi olmayan hiçbir çeviriye tahammül edemeyip bir kenara savuruyorken, çevirisini de editörlüğünü de fevkalade buldum. Bu konuda şüpheniz olmasın.

Ejderha Yolu, fantastiğin basmakalıplarını yıkan, müthiş yenilikler getirmiş bir seri değil. Fakat altyapısının hazırlanışı itibariyle ilgi çekici bir evren. Yazar evren hakkında şimdilik pek detay vermese de ucundan gösteriyor. Açıkçası worldbuilding pek de umurumda değil. Çünkü yazar da işin o kısmını çok da vurgular nitelikte bir ışık göstermedi. Daha çok karakter odaklı.

Fantastik serilerde ilk kitaplar ya çok güçlü bir giriş yapar, ya da tempo arttırarak yükselir. Bu seri için ikinci kısımdan olduğunu düşünüyorum. Genelde güçlü girişler üçlemeler olur. Hançer ve Sikke serisi beşleme diye biliyorum.

Seriyi beğendim. Uzun süredir inceleme yapmıyorum. Bu sebeple biraz yabancılık çektim. Umarım hakkını verebilmişimdir. Okuyan arkadaşlar da söylediklerimin üzerine ekleme yapabilir.

Ejderha Yolu’nu önerir miyim?

Okurken sıkılmayacağınızdan eminim.

18 Beğeni

Buz ve Ateşin Şarkısı Serisi

Ejderhaların Dansı 2. kısmı 20.7.2013 tarihinde okuyup çıkan tüm kitapları tamamlamışım. O sıralar hangi sezon yayınlanıyordu hatırlamıyorum ama dizi yüzünden çılgınlar gibi bilgi açlığı çekip kitaplarını çıktığı gibi alıp hızlıca okuduğumu biliyorum. Sonra zaten dizide yapılan değişiklikler yüzünden kitaplarda aslında ne nasıldı iyice karışmıştı.
Yıllar sonra biraz da House of the Dragon’ın gazıyla seriye tekrar başladım. Şu an yine 5. kitap 2. kısımı okuyorum bugün yarın bitecektir.
G.R.R.M bence mükemmel bir yazar. Mükemmel bir evren yaratmış, fantastik dozu yerinde ama yanında çok çarpıcı bir gerçeklik var. Savaşın getirdiği kötülükleri ve iğrençlikleri bu kadar gerçekçi ve iyi yansıtan bir yazar daha tanımadım. İlk okuduğumda da beni etkilemişti yine etkiledi.

Seriyi 10 yıl sonra okuyunca önceden kızdığım yada sevdiğim karakterlerin çoğu şu an farklılık göstermeye başladı. İlk okuduğumda Stark’lara toz konduramazdım ama artık ailedeki yetişkinlerin hepsinin onurlu davranmak uğruna yanlış kararlar alan iyi niyetli ama aşırı saf insanlar olduğunu düşünüyorum. Yer yer sinirlerimi de bozdular yani okurken.
Daenerys mesela ilk okuduğum zaman aşırı fanı olmuştum ama bu sefer hem bölümlerini çok sıkıcı buldum hem de köle körfezinde kalma ısrarını aptalca.
Cersei her zaman en nefret ettiğim karakterdir ama bölümlerini okumak acayip zevkli bence. Kargaların Ziyafeti’ni çoğu kişi pek sevmez ama Cersei ve Jaime povları harikaydı tekrar zevkle okudum. Jaime’nin karakter gelişimini okumak yada kendi pov’unda geçmişinde yaşadıklarını öğrenmek onu da sevdiğim karakterlerden yaptı. İlk okuduğumda ne olursa olsun onu da sevememiştim mesela.

Karakterlerin pek çoğunun bölümlerini ilgiyle okudum. En sevdiklerim Cersei & Jaime sonra da Tyrion, Jon, Davos, Samwell ve Sansa :slight_smile: Belki çoğunluğa göre farklı bir liste oldu bilemiyorum :slight_smile:
En sıkıcı bulduklarım kesinlikle başta Brienne ve bir süre sonra da Dany. Bunların yanında ikinci okumamda Greyjoy’lar ve Martell’ler de sıkıcı geldi.
Arya ilk okuduğumda çok ilgi çekiciydi ama ikinci okumamda çok da yükselemedim bazı bölümleri güzel bazıları iyi değildi (özellikle özgür şehirlerdeki pek sarmadı).

Favori karakterim her zaman Jon <3 Biraz daha çoğaltırsam Jaime, Davos ve Sansa’yı da ekleyebilirim. Bu arada Sansa en nefret ettiğim karakterlerdendi ama ikinci okuyuşumda kendisinin kahramanlık ve aşk hikayeleriyle büyümüş ve Joffrey’nin yakışıklılığının altındaki zalimliği çok geç gören küçücük bir çocuk olduğunun farkına vardım.
Tyrion povlarını okumayı çok seviyorum ama ikinci okumamda karakter olarak favorim mi değil mi karar veremedim :slight_smile: Yok ya yine de seviyorum Tyrion’ı özünde iyi biri :smiley:

Umarım GRRM dizideki saçma sapan sonu değiştirip seriyi hak ettiği şekilde güzel bir sonla tamamlar. Bir ara sonunu diziden farklı yapacak şeklinde söylentiler okumuştum umarım gerçekleşir tek istediğim bu :frowning:

24 Beğeni

Tüyler diken. Çocukken okuduğum, doğru düzgün tek detayını hatırlamadığım, fakat aşıladığı duygular itibariyle benim için fantastiğin zirvesi. Ben de en kısa sürede tekrardan okumayı planlıyorum. İnceleme benim için de iyi bir sebep oldu. Eline sağlık.

4 Beğeni

Teşekkür ederim :relaxed:
Bence tekrar okumalısınız. Bende ilk okuduğumda 20’li yaşlarımın başlarındaydım şimdi 30larımdayım. İnsan daha olgun zamanında tekrar okuyunca çoğu şeyi çok farklı algılıyor ve farklı düşünüyor.
Aslında bu bence her kitap için gerekli araya çok fazla zaman girince tekrar okumak gerek sanki :slight_smile:

3 Beğeni