Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

THEORIES OF MYTHOLOGY

Kitap, son 150 yılda mitolojiler üzerine yapılmış analizleri, üretilen teorileri ve kuramları derliyor. Mitler neden var, neyi anlatıyorlar, neyi simgeliyorlar, ne işe yarıyorlar gibi sorulara verilen farklı cevapları merak ediyorsanız okumanızı öneririm. Yazar, teorilere sizi hazırlamak için çokca uğraşmış. Kitabın yarısı mitoloji ise diğer yarısı da psikoloji, dilbilimi, sosyoloji gibi konuları anlatıyor. Konu başlıklarını vermek gerekirse:

Max Müller’in Güneş Teorisi
James Frazer’ın Altın Dal’ı
Sigmund Freud, Psikanaliz ve Mit Analizi
Durkheim ve Sosyolojik Yaklaşım
Malinowski ve Fonksiyonelizm
Jane Harrison ve Ritüelizm
Burkert ve Sosyobiyoloji, Biyolojik Determinizm, Sosyal Konstrüktivizm
Saussure ve Yapısal Dilbilim, Propp ve Biçimcilik
Jakobson ve Paradigmatik Yapısalcılık
Levi-Strauss ve Yapısalcı Mit, Vernant’ın Analizleri
Post-Yapısalcı, Post-Modernist ve İdeolojik Yorumlar

12 Beğeni

görüntü

Okuduğum Tarih: 24-26 Ocak 2023
[Okuduğum 374.betik]
2023 (Tavşan) yılında okuduğum 4.betik
[Ocak ayının 4.betiği]

Eserin adından üvey anne dramı yaşayan çocuklar gelmesin. Anneliğin sadece doğurmaktan ibaret olmadığını. Her kadının içinde bir anne yattığını anlatan eseri. Üvey kelimesinin manasını isterseniz zihinlerde değiştirebileceğinizi anlatıyor. Bu uzun öyküden önce Sihirli Annem dizisi sayesinde her üvey anne kötü olacak algısını değiştirecek üvey anneler toplumumuzda var olduğuna olan inancım daha da arttı.

Sihirli Annem dizisinde Sadık ile evlenen Betüş karakteriyle üvey annelerin iyi olacağını gördük. Bu sihirle gerçekleşmedi. Bu Betüş’ün insan olan babası Tacettin’den geçen insani özelliklerinden biridir. Betüş; annesine rağmen insanların içinde periliğini unutan güzel kalpli bir peridir. Onun için asıl sihir sevgi ve çabadır. Sihirin gelip geçici olduğunu bize anlatır.

Uzun öyküyü okurken çocuğun üvey annesine yazdığı mektupta bazı satırlar gözlerimi dolmasına vesile oluyordu. Bir erkek olarak kadınların en güçlü ve unutulmaz sihiri annelik olduğunu vurguluyorum. Annem, babam ona kızmasın diye bana her gün öğüt vermesi dışında bir rahatsızlığı görmedim. Anneci misin babacı mısın? Yıllar sonra yanıtı bu uzun öyküde öğrendim; Anneciyim. Onsuz yılları şimdiden düşününce çok kötü oluyorum. Zaman beni yavaş yavaş o yıllara sürüklüyor.

Bilsem evleneceğim kadın; yengemin ağabeyime gına getirdiği davranışları sergilemese annem için evlenirdim çünkü o bu dünyadan göç etmeden evliliğimi ve çocuklarımı görmeyi çok istiyor. O Habibe yani sevgili (kadın) daha doğrusu adından gelen tiryakilik vardır annemin. Bir gün bana gına getirecek davranışlar sergilemeyen kadını bulursam annem için evlenirim onunla. Yeryüzündeki en güçlü ve unutulmaz sihiri etrafınızdayken kiymetini biliniz. O sihir bir gün sizi amansız terk ettiğinde en azında onun arkasında keşkeleriniz olmasın diye.

Bala betiği olarak belirtilen betik; diğer eserlerine bakacak olursak çocukların okumasında sakınca yok. Aksine empati yeteneklerini geliştireceğini düşünüyorum. Ama Tuğcu’nun adı arabesk edebiyatçısı diye çıktığı için önce ebeveynler özü okuyup; çocukları için karar versinler. Yada yayıncıları eserlerini bala roman ve romanlar diye iki kategoriye ayırıp yeniden bassınlar. Okumanız şiddetle tavsiye ediyorum. Betüş’ün sevdiği Oscar Wilde sözüyle “Hepimiz bir bataklıkta yaşıyoruz, ama bazılarımız yıldızlara bakıyor…” dedikten sonra içinizdeki yıldızları kaybetmeme dileğiyle en güzel betiklerde buluşalım.

4 Beğeni

Okuduğum Tarih: 26-31 Ocak 2023
[Okuduğum 375.betik]
2023 (Tavşan) yılında okuduğum 5.betik
[Ocak ayının 5.betiği]

Zamanın Kapıları serisiyle dikkatimi çeken reklam yazarı her serisinde kalemine tiryaki yaratma yeteneğine sahip olması su götürmez bir gerçektir. Eserin Öz Türkçe adı Kaytımsızlık Oturağı: Büyük Kutsuzluk Silikleri olup kurguda uçak büyük kutsuzluğundan kurtulan yedi okuyucunun (öğrencinin) ıssız adadan kurtulması için verdikleri çabayı anlattılar.

Sizce problemleri çözmek için hangisi daha gereklidir? Zekâ mı, yetenek mi? Yoksa cesaret mi? Belki de hepsinden biraz… Kişiler; zekâ, yetenek ve cesareti bir arada kullansalar ıssız adayı metropoliten şehire dönüştürür çünkü üçü bir arada uyum içinde çalıştığı için olanaksızlar olanaklı hale gelir. Hele de Türk’ün gücü işin içine girdiyse bu olanaksızlar olanaklı oldu biliniz.

Yakın gelecekte eğitim alanında yenilikler yaparsak ülkemizin okur yazar oranı yükseldiği gibi ülkemizin bilimde teknolojide çığır açmalası için Dünya Eğitim Olimpiyatları’na milli takım göndererek diğer ulusların eğitim alanındaki özelliklerini görürsek bu alandaki eksiklerimizi düzeltiriz. Bu seneki yarışmada ülkemizi temsil edecek takımımızdan herkes çok umutluydu. Hatta birkaç dalda madalyaya kesin gözüyle bakılıyordu. Tabi herşey yolunda gitti mi?

Hiç kimsenin beklemediği bazı gelişmeler her şeyi değiştirdi. Hepsi özel yetenekler ve becerilerle donatılmış sekiz kişilik Türk takımının önünde şimdi olimpiyatlardan çok daha farklı ve zorlu bir sınav vardı. Kahramanlarımız sorunları çözmek için en çok hangisine ihtiyaç duyacaklarını keşfetmek zorundalar: Zekâ mı, yetenek mi, cesaret mi? Sence hangisini seçerek zorlu sınavı geçip olimpiyatlara katıldılar mı? Gelin bu sorunun yanıtını bu seriyi okuyarak öğrenelim.

Bir yanda zorlu sınavı aşama geçtiklerine tanık olup diğer yanda zor durumda yıldız gibi parlayan Türk mizahisiyle bu serüvende sıkılmayacak bir yolculuğa çıkacaksın. Hele de yol arkadaşlarından biri Bekir ise o yolculuk %100 eğlenceli geçeceği garantilidir. Severek okuduğum bu eseri okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

3 Beğeni

görüntü

Okuduğum Tarih: 01 Akman 2023
[Okuduğum 376.betik]
2023 (Tavşan) yılında okuduğum 6.betik
[Akman (Şubat) ayının ilk betiği]

Ülkemizde ilk kez bilimkurgu öykü dergisi hazırlayan Ruhşen Doğan Nar’ı takdir ediyorum. “Roket” adı yerine kültürümüzde ve ulamış bilgimizde bilimkurguyu çağırıştıran bir ad verilmesini yeğlerim. Türk sibernetiğin ilk adımlarını atan ve ilk işgörücüyü (robotu) yapıp çalıştırdığı kabul edilen Artukli Türk’ü İsmâil bin er-Rezzâz el-Cezerî’den “Ebûl İz” yada Gezegenlerin koruyucu ruhu Çolpan Ata veya uzaydaki cisimlerden sorumlu olan Erkliğ Han adı verilebilirdi. Dergisinin ilk sayısındaki çeviri öyküyü yorumlamadım çünkü çevirmen olmamakla birlikte Batı bilimkurgu eserleri ilgimi çekmez. Gelin diğer öykülerin ben de bıraktığı izlenimlere tanık olalım.

Fıkracı (Emre BOZKUŞ); Ülkemizde işgörücü üretme teknolojisi olursa bu öyküdeki yersiz ve zamansız işgörücüleri üretiriz. Yani talep edileni değil iş görsün diye ihtiyaçlar karşılanır. Bu öyküde Meraklı (Kızıkıcı); yersiz ve zamansız fıkralar anlatan teskin (arkayınlaştıran) işgörücü olarak üretildi ve yanlış yerlere konulmuş. Kızıkıcı maalesef anlattığın fıkralar yersiz ve zaman olduğu için senin yeni adı Patavatsız (Orunsuz) olur çünkü orunsuzluğun hat safhada olduğu için kişi olsaydın çoktan tahtalı köyün ahalisine katılırdın. Atalarımızın dediğin gibi “bülbülün çektiği dil belasıdır.” Doğru yerin bulacağını temenni ederek bana müsade diyorum.

Piyango (Ruhşen Doğan NAR); Necdet Bey’e yanıt olarak “Hayır çünkü bir işgörücü tarafında öldürülmek istemiyorum. Tanrı’nın verdiği canı anca Arah (Azrail) alır.” dedikten sonra bu öykünün türü komedi bilimkurgu olarak belirtiyorum çünkü Tanrı’nın kurduğu düzeni bozacak teknoloji harikası, 0 ve 1 sayılarından oluşan havuzdan daha sıyrılmadı ki akıllarımıza nakış gibi işlenerek düşünce olarak doğmadı. Cennet adlı verilen düş tabutları teknolojisi cazip görünüyor çünkü bu teknoloji sayesinde psikolojik baskı sonucu bilinçaltlarını yönlendirilir yani kişileri hipnotize ederek onların görmek istediği düşleri görmesine vesile olunur.

Zaman Paradır (Orkun UÇAR); Kısmen yerli bilimkurgu öyküsü olarak adlandırmanın yanı sıra uzaylıların kişileri köleleştirdiği hatta soykırım diye adlandırılan teknolojinin bizim ulusumuzun üzerinde etkisini çok güzel dile getirmiş. Evlatlarımızı düşündüğümüz gibi ulusumuz sömüren sistemlere karşı sessiz sedasız kalışımızı bedizleten (resmeden) bir öykü olduğu su götürmez gerçektir. Gözüme batan kısım ise Kronos ve Tekrakis gibi Grekçe adlar oldu. Hırsız ulusun dili ne zaman uzay dili oldu? Ayrıca onların ulamış bilgilerinde (mitolojilerinde) uzaylı kavramı doğrudan yada dolaylı olarak var mı? Öyküyü kısmen beğenmenin nedeni olay örgüsü çerçevesinde in Time kavramını güzel bir şekilde kurgulamasıdır.

Hayal Kutusu” adlı spekülatif kurgu seçkisindeki “Gölgeler ve Renkler” öyküsüyle gelecek vaat eden Faruk Korkmazın “Gelişme Hedefleri” ve “Roket 1.Sayı” adlı öykü seçkilerindeki öyküleri, “Gölgeler ve Renkler” adlı öyküsünü mumla aratacak düzeydedir. “Gelişme Hedefleri” adlı spekülatif kurgu öykü seçkisindeki “Çürük Elma” öyküsü, “Çaresiziz” öyküsünde daha başarılı gibidir. Buradan anlıyoruz ki kalemin kurgu açısında bir sıkıntısı yoktur. Sadece kurguyu gelişigüzel bir şekilde olay örgüsü çerçevesinde kağıda dökmekte biraz sıkıntı yaşadığını görüyoruz. Öyküye dönersek öyküde uzaylı istilasının nasıl gerçekleştiğini ve kişilerin nasıl kısırlaştırıldığını anlatmadan felsefi yönü ağır basan didaktik anlatımla çaresizliğin ne olduğunu anlatmaya çalışan başarısız öykü olmuş.

Galaksilerarası Müze Gezisi (Ümit BÜYÜKYILDIRIM); Kıyamet koptuktan sonra gezegenimize gelen uzaylı öğrencilerin gezegenimizi dolaşmasını anlatan bir çevirimsi bilimkurgu öyküsüdür. Kişilerin uzaya çıkıp diğer gezegenleri ve uyduları kolonileştireceğimi ummuyorum çünkü biz öz gezegenimize verdiğimiz zararları Tanrı tarafında bilindiği için bizlere uzaya çıkma imkanı ve teknolojiyi geliştirecek kadar zamanı vermeyecektir. Uzaylıları ruhsal ve fiziksel betimlemelerle anlatılmadığı için öykü gözümün önünde kısmen beliriveriyor.

Roket (Metin UÇAR); Çeviri öyküsü gibi his ettiğim için öyküyü hiç beğenmedim. Ayrıca ortaya atılan güzel kurguyu ruhsal ve fiziksel betimlemelerle desteklemediği gibi didaktik anlatım ön planda olduğu için bir öykü değil bir belgesel metni okuduğum hissine kapıldım. Bunun yerine olay örgüsüne dayalı bir kurgu olsaydı havada asılı kalan soru işaretlerimize tek tek yanıt bularak kendimizi o roketin ve uzay filosunun içinde his ederdik.

Yerli bilimkurguyu savunduğum için derginin ilk sayısı benden kısmen geçti. Buna rağmen dergiyi destekliyorum çünkü betik basmanın zor ve maliyetli olduğu dönemde kalemlerinin bilimkurgu türündeki becerilerini görmek için bu dergi onlar için velinimettir. Ruhşen Doğan Nar ve Emre Bozkuş’un ne ukalalığını ne de yazar egosunu görmedim. İkisi de değerli kalemlerdir. Bu derginin ileriki sayılarında Mustafa Ercan Ergür olursa o sayının yorumu muazzam olacak. Bir yorumu esirgeyen ve yorum yaparken yerden yere vurmakla kalmayıp “Eğer ileride okuyup yorumlama ihtimalimi ortadan kaldırdım.” diye ağır ve boydan büyük söz söylüyorsa bizde onu seve seve yorumsuz bırakalım. Tükürdüğümü yalamam ve gururla tükürdüğümün arkasındayım. Öykü dergisini okumanızı tavsiye ediyorum çünkü desteğimi onlardan esirgemem. İkinci sayıda görüşmek dileğiyle özlerinize iyi bakın.

6 Beğeni

Édouard Levé - Otoportre

Yazarın daha önce İntihar isimli kitabını okumuştum. İntihar kitabının konusunu zaten sonu belli olduğu için rahat rahat yazabilirim sanırım. İntihar kitabında “sen” bakış açısıyla sanki ölen arkadaşına mektup yazarmış gibi olaylar anlatılıyordu. Levé, kitabı yayınevine teslim ettikten bir hafta sonra tıpkı kitaptaki anlattığı karakter gibi intihar ediyor. Otoportre kitabında da yazar aklından geçen düşünceleri -neyi sevip sevmediğini- olduğu gibi bize aktarıyor.

11 Beğeni

Yaşar Sırrı Pinhân - Nadir Kuş

“nadir. piyanist. kim şimdi o ve nerede kim bilir.” sözcüklerinin yazılı olduğu bir sayfayla başlayan kitapta, Nadir Kuş’u arıyoruz. On üç ayrı bölümdeki farklı kişilerin şahitliklerini okuyarak nerede olduğunu, hangi isim altında yaşadığını bulmaya çalışıyorsunuz. Bu, göründüğü kadar kolay değil çünkü bilgiler hem öznel hem de birbiriyle çelişiyor. Arşivci Kâzım Bey, Nadir sanılan Eşref Bey, birbirinin yerine geçen ikizler, başına konulan ödülü almak için hikâye ve tevatür uyduranlar… Cümleler arasından ayrıntıları cımbızla çekip yapboz gibi birleştirmek gerekiyor ki gizemi çözüp Nadir’i bulabilesiniz.

Bu kısa ve akıcı kitabı bir saatte bitirmek mümkün. Ancak ilk okuyuşta anlamsız bulabilirsiniz, sinirleriniz bozulabilir çünkü kitap, doğru cevabı açıklamıyor. Sabırlı ve dikkatli bir şekilde birkaç kez okuduktan sonra teori üretebiliyorsunuz ama doğruluğundan emin olamıyorsunuz. Yine de bu edebi bilmece içerisinde kaybolmak çok zevkliydi.

Kitabı birkaç arkadaşınızla birlikte okuyup tartışmak çok zevkli olacaktır. Benim öyle bir fırsatım olmadı… Bu yüzden kitabı okuyanlar varsa yazsın, üzerinde konuşalım.

Nadir hakkında benim de bir teorim var:

13. bölümde konuşan kişinin Nadir olduğunu düşünüyorum. Nadir Zora’nın ölümünden sonra Türkiye’ye gelip Leman Hanım’a âşık oluyor ama Leman Hanım onu terk edip Eşref Bey’le evleniyor. Şükran Hanım’a mektup gönderen, Almanya’ya giden Eşref Bey Nadir değil, Leman’ın yeni eşi. Bir ebenin ayırdığı ikizler, bir de "hiçbir kan bağı olmadığı halde birbirine tek yumurta ikizi kadar benzeyen kişi"ler var. Yani birbirine tıpatıp benzeyen üç kişi var! Fedai, yazar ve üçüncü kişi. Ben bunlardan yazarın Nadir olduğunu düşünüyorum. Fedainin anlattıklarında ise çarpıtma var. Ya fedai hiçbir zaman Nadir’in yerine geçmedi. Ya da Nadir kişilik bölünmesi geçirip kendini fedai sanıyor olabilir, yani birbirine benzeyen iki kişi olabilir. Karışık işler.

12 Beğeni

Okuduğum Tarih: 01-20 Akman 2023
[Okuduğum 377.betik]
2023 (Tavşan) yılında okuduğum 7.betik
[Akman (Şubat) ayının 2.betiği]

1994 yılında yayımlanan bu eser, Aytmatov’un roman mekanı olarak Sovyetler Birliği ve Kırgızistan dışına çıktığı ilk romanıdır. Bu manada Aytmatov’un o zamana kadarki bütün eserlerinden farklı bir tarzda ortaya çıkmış bir romanıdır. Amerikalı bir fütürolog olan Robert Bork ile Rus bir astronot olan Andrey Filofey’in karşılıklı hikayeleri vardır romanda. Dünyanın kötüye gidişini, çevre sorunlarını, insanlığın temel meselelerini, savaş ve açlığı kendine dert edinen büyük usta, Grek mitolojisindeki Kassandra lanetini sembolize ederek bir modern zaman romanı çıkartmıştır.

Roman bazı bölümlerde adeta bir Aytmatov, makalesine dönüşüyor. Onun dünya ve insanlık hakkındaki görüşleri kendisine epeyce yer buluyor. Ömrünün ilk yıllarında elinden çok çektiği ancak SSCB döneminde açıkça eleştirmediği Stalin’i burada sıkça anar mesela. Hatta onu, Hitler ile aynı kefeye koyar. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’nda iyilik, kötülüğü yenmemiştir maalesef. İki kötünün kapışmasında Stalin’in tarafı kazanmıştır. Bu iki katil için “Kötülükte kardeşleşen bu iki kişi…” tabirini kullanır.

Romandaki temel meselelerden birisi de dünyaya gelen insanlar. Evet, dünyaya bir çocuk getirmek önemli ama nasıl bir dünyaya? İşte bununla alakalı çetrefilli bir konu var işleyişte. Bana ilk başta dünyaya gelip bir kaç gün yaşayıp ölen ve ölü doğan bebeklerin Kassandra Damgası taşıdığını sanıyordum. Ayrıca her insanın bu gezegendeki imtihanında vazgeçme lüksü yoktur çünkü insanlık bir imtihan için yaratıldığını anlıyoruz. Tanrı’yı görmeden ona inanmak ve onun koyduğu kurallar doğrultusunda yaşayıp yaşamadığını özgür iradesiyle imtihanı verecektir.

Aytmatov’un klasik hikayelerinden farklı bir çizgisi olduğunu söylemiştim. Tarzı çok değişik. Ancak burada da yine insanların yanı sıra hayvanları da kullanıyor; mesela intihar eden balinalar motifini kullanıyor, hatta bir baykuş da kullanıyor. Hemen her eserinde bahsettiği, kader kısmına yine değiniyor; tabiattan bahsediyor ve dünyayı bir bütün olarak değerlendiriliyor. Acıların, kötülüklerin dünyanın genelinde olduğunu ifade ediyor.

Ezcümle, hem trajik hem fantastik, bu defa bozkırın, dağların değil şehirlerin ve modern hayatın olduğu bir roman Kassandra Damgası. Ama Aytmatov’un yine damgasını vurduğu bir anlatı elbette… Okumanızı tavsiye ediyorum.

8 Beğeni

İlk defa Türk bir yazardan bilimkurgu okudum. Kitaba dair en çok hoşuma giden şey alacalı betimlemeler olmadan, akıcı ve sade bir dille güzel bir edebiyat yapmış olması. Türe dair başyapıt sayılabilecek kitaplardan çok fazla aşağı kalır bir yanı olmadığını hissediyorum ancak buna karar verebilmek için serinin devamını okumak gerek. Kitap ilk sayfalarından itibaren gerçekten benim için umut vaadediyordu ama hep de bir çekinceyle okudum. Pek fazla Türkçe bilimkurgu eserine şans vermememden dolayı biraz hafife almışım onu söyleyebilirim. Ortalarda biraz çekincem artmaya başlasa da çok çok güzel bir final ile birlikte birkaç yerde yüzümü gülümsetmeyi başardı kitap.

Evet, kitapta çok derinlikli bir olay örgüsü yok. Çoğu anlatılan ve okudukça keşfedilen detay okurken aşırı derecede şaşırtmadı ama yazarın bunu özellikle evreni tanıtmak ve kısa bir tarihçe sunmak adına yaptığı hissine kapıldım. Güzelce düşünülmüş ve planlı bir şekilde ilerlediği hissediliyor. Tek muzdarip olduğum his ‘‘sanki bir şeyler eksik ama ne?’’ şeklinde anlatabileceğim bir şey. Öte yandan bunu da yazarın yine sonraki kitaplara bıraktığını düşünüyorum. Yani daha derinlikli ele alınacak konu elbette var ama daha bunların sadece giriş kısmını okuduk. İnsan, büyüyüp geliştikçe ve kendine yeni bir gerçeklik kurdukça toplum olma bilinci elde ettikten sonra ne olur? Tanrı nedir? İnsanlık evrende yalnız mıydı, şu an yalnız mı? İdeolojiler, sosyal fenomenler, kültür nasıl gelişir sorularının bireysel geçiş aşamasını okuduk bu kitapta. Sona doğru artık hikaye farklı bir yöne kaydı. Devam kitaplarına dair beklentim epey yüksek o yüzden. Derinlikli olmadığını düşünsem de epeyi güzel düşünülmüş ve sürükleyici bir hikayesi olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Bu açıdan aşırı olmasa da oldukça tatmin edeceğini düşünüyorum okuyanları.

Şöyle diyebiliriz; literatürde insan gelişimsel açıdan Bebeklik, Erken Çocukluk, Orta Çocukluk, Geç Çocukluk, Ergenlik, Erken Yetişkinlik (Genç Yetişkin), Yetişkinlik ve Yaşlılık olarak sıralandırılıyor. Beyin gelişimini de bu aşamalarda ele aldığımız zaman; karar verme, risk alma gibi durumların duygu durumlarıyla etkileşimleri beynin farklı bölgelerinin gelişime devam etmesiyle birlikte olgunlaşmaları yetişkinliğe kadar sürüyor. Kitapta genetik kontrol sağlanarak istenilen şekilde ‘‘üretilen’’ Varlıkların belirli bir kast sistemi içerisinde oluşturdukları mekanizmalar anlatılırken bu durumun beyinde ne gibi farklılıklara yol açmış olabileceğini karakterler sanki bu gelişim aşamalarını kitap boyunca geçirirlermiş gibi keşfediyoruz. Mantık üzerine temellendirilmiş bir toplum anlayışı ve bir toplum olmanın gereklilikleri kitap boyunca sınanıyor. Bu açıdan kitap oldukça keyifli. Finaliyle beraber de kitabın isminin nerden geldiğini keşfettiğimiz an ‘‘Aaa, çok tatlı.’’ dedirtti bana.

Kitaptaki olay örgüsü de oldukça ilginç ama bir o kadar da yüzeysel(sade). Bir Vakıf veya Dune okumuyoruz haliyle. Elde malzeme var tabii.

Genelde kitaplara verdiğim puanlar zaman içerisinde sürekli değişiyor ama genel bir referans noktası olabilsin diye bir puan vereceğim. Bilimkurgu kitapları listesi yapsam büyük ustaların yazdıkları kitaplarla yan yana anılabilecek potansiyelde bir ilk kitap oldu bu kitap benim için. Ufak tefek yüzeysel olmasından dolayı muzdarip olduğum şeylerden dolayı biraz puan kırıyorum.

8/10 (Emin değilim. 8.5 da olabilir.)

Bir kıyas olsun diye benzer özelliklere sahip birkaç kitaba daha puan vereyim.

Vakıf ilk kitap: 7/10.
Zamanın Çocukları: 8.5/10.
Dune ilk kitap: 9/10.
Karanlığın Sol Eli: 9/10.
Cesur Yeni Dünya: 7.5/10.
Yakınlaşmalar: 9/10.

Bunlar benim beğeni kriterlerim ama hangisine neyden puan kırdığım hepsinde farklılık gösteriyor o yüzden ‘‘kalite’’ kıyası değil de benim ‘‘beğeni’’ kıyasım olduğunu belirtmemde fayda var.

22 Beğeni

Alterralılar ve Tevarlılar adlı iki toplumun Gaallar adındaki başka bir topluma karşı yaptıkları mücadeleyi anlatıyor eser. Alterralılar bir nedenden ötürü bir uzay gemisi onları olayın geçtiği gezegeni bırakıyor sonrada çekip gidiyor. Bundan dolayı Alterralılar gelişmiş bir medeniyet ama zamanla bu gelişmiş medeniyetin, yabancı topraklara gittiği vakit uyguladıkları yasalar neticesinde bilimi, teknolojiyi unutuyor bu toplum. Tevarlılar ise muhafazakar, gerici, ilerlemeye karşı bir toplum.

Açıkçası okuduğum en anlamsız kitaplardan biri. Kitabın içerisini bir türlü giremedim. Bilimkurgudan ziyade daha çok fantastik türe yakın gibi. Yani Dune gibi diyebiliriz. Yukarıda anlattığım konuya göre birden çok kitaptan oluşacak eser olacakken sadece 140 sayfalık bir kitap ve bu yüzden işte anlamsız. Kitabın ilk başı, 140 sayfalık bir kitaba göre çok yavan başlıyor. Kitaptaki toplumların isimleri, kişilerin isimleri bana yaratıcılıktan ziyade zorlama geldi.
Ursula k. Le Guın’ın ilk olarak Mülksüzler kitabını okumuştum onu da pek beğendiğim söylenemez bu da ikincisi oldu. Sanırım ben bu yazarın kalemini ve hayal gücünü sevmiyorum bir daha da okumayı da düşünmüyorum.
Foruma Biz adlı distopya eserin incelemesini yazmıştım ama onda da acele etmişim biraz çünkü o eseri okudukça ben ne okuyorum tarzı şeyler demiştim yani cümleler çok kopuklaşmaya başlamıştı. Şimdi bunun ne alakası var incelemede diyebilirsiniz. Sebebi şu: O kitapta Ursula teyzemiz okuduğum en iyi bilimkurgu kitabı demişti yani burada da uyuşmadığımız belli oluyor.

Son olarak bir daha 1000 Kitaba göre kitap seçimi yapmayacağım. Oradaki incelemelerin çoğunda kitap hakkında hep iyi yorumlar oluyor. Yani şöyle hiç kitabı beğenmeyen olmaz mı bu neredeyse bütün kitaplar için geçerli. Kullancılar ne okusa hepsini beğeniyor, yüksek puan veriyor ve övüp övüp bitiremiyorlar.
Tabii ki hepsi için geçerli değil ama çoğunluğu böyle.

19 Beğeni

Hocam yazara ileride bir şans daha vermek isterseniz Rüzgarın On Iki Köşesi adlı 17 öyküden oluşan kitabını tavsiye ederim. Ben de Hainli Döngüsü’nden Rocannon’un Dünyası kitabında benzer şeyleri hissetmiştim (Sürgün Gezegeni ile aynı evrende geçiyor) sonra öykülerini okudum ve beğendim. Belki siz de beğenirsiniz.

3 Beğeni

Tavsiyeniz için teşekkür ederim :pray:

2 Beğeni

Rüzgarın On İki Köşesi’ni ben de severek okudum, harika öykülerdi. Yerdeniz serisine şans vermenizi tavsiye ederim. Tekrar okumak için unutmayı bekliyorum ama unutamam :slight_smile:

2 Beğeni

Depremden önce de moralim pek iyi değildi, hayatın sıkıntılarından uzaklaşmak için 3 tane farklı kitap okudum/dinledim, bazısı iyi geldi bazısı kötü.

Sultanın Casusları - Emrah Safa Gürkan
Yazarın daha önce “Bunu Herkes Bilir” kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Sultanın Casusları aslında yazarın doktora tezinin sadeleştirilip kitaplaştırılmış hali. Konusu ise 16. yüzyıl özelinde Akdeniz’de istihbarat faaliyetleri ve Osmanlı - Habsburg rekabeti.

Öncelikle kitap çok sağlam tarihsel çalışmalara dayanıyor, ancak yazarın dili, aralarda kullandığı Türkçe harici kelimeler okumayı oldukça zorlaştırıyor. Bunların üzerine tarih veya istihbarat hakkında ilginiz yoksa , kitap sizin için sıkıcı ve okunması zor olabilir.

Ben tarih ve istihbarat (espiyonaj) konularına meraklı bir kişi olarak, bahsettiğim okuma zorluklarına rağmen kitabı çok sevdim. Özellikle kitabın kendi içerisinde de iddaa ettiği gibi , ilginç casusluk hikayelerinden ziyade dönemin çok kültürlü imparatorluk yapısını, farklı milletlerden kişilerin çok kolay din değiştirip çok farklı devletlere tabii olabildiğini anlatan, tarih okurken günümüzün değerleriyle düşünmeyip dönemin şartlarıyla düşünmemizi sağlayan çok güzel bir eser ortaya çıkmış.

Örnek olarak Cigalazade (Cağaloğlu) Yusuf Sinan Paşa dediğimiz kişinin Scipione Cicala adında öz be öz italyan olması, Osmanlı’ya geçip müslüman olduktan sonra bile italyadaki ailesinin eski din ve milliyetlerinde hayatlarına devam etmesi, Paşa’nın kendilerini sık sık ziyaret etmesi vb.

Kitap içerisinde en çok sevdiğim yerlerden birisinde, Osmanlı Devleti sınırlarını korumak için titizlikle çalışıyor, casusları sınırlardan geçirmemek için elinden geleni yapıyor. Yani ey ahali 500 yıl öncede “Sınır mamusmuş.

Tarih ve istibarat meraklılarına özellikle tavsiye ettiğim, okuması zor ama içerisi dolu bir kitap.
Puanım 8/10

Bir Dinazorun Gezileri - Mina Urgan
Mina Urgan’ı herkes gibi ben de Bir Dinazorun Anıları kitabından okumuş ve sevmiştim. Hayat hikayesi, o hikayenin içinde tanıdık simalar, özellikle eskiden çok hayran olduğum tanıdıkça uzaklaştığım Necip Fazıl gibi kişiler hakkında bilgiler vermesi oldukça hoşuma gitmişti. Kendisi siyasi görüşlerini ve hayatını oldukça güzel anlatmıştı.

Mina Hanım anılarını anlattığı kitabına çok güzel geri dönüşler alınca bu sefer de gezilerini anlattığı Bir Dinazorun Gezileri kitabını yazmış. Kitabın akıcılığı, yazarın samimiyeti güzel ancak ben kesinlikle zevk almadım.

Yazar samimi ancak sürekli İstanbul’un Bodrum’un eski güzelliklerini kaybettiği anlatıp duruyor. Burada suçu rant ve müteahitlere yüklüyor ancak bir yerden sonra içim sıkıldı. Bodrum eski Bodrum değil, Bodrum eski Bodrum değil diye defaten belirtilen sorun 1999 yılında yazılırken çok büyük dertti ama günümüz Türkiye’sinin dertleri sıralamasında çok gerilerde kalabilir.

Sabahattin Eyüboğlu ile çıkılan deniz yolculukları bölümü güzeldi ama yine günümüzde vatandaşlarımız kıyılarımızdan ayağını denize sokamıyor, bırakın mavi yolculuk yapmasını. Bölüm güzeldi derken, yine arada arkadaşların kendi aralarında yaptığı Arap şakası falan komik falanda değil ama zaten baştan kitabı sevemediğimi söylemiştim.

Yazarı takdir ettiğim nokta, bir komunist - sosyalist olarak Sovyetlerin saçmalıklarını söylemekten çekinmemesi, diğer taraftan ABD’de bulunan San Francisco’yu çok beğendiğini üzerine basa basa yazmasıydı. Ancak arada yine belirteyim, Sovyet vatandaşlarının Batı ürünlerine olan isteğini yine aşağılamadan geçmemiş yazarımız.

Sonuç olarak, yazarın sürekli ah o eski İstanbul, Bodrum, Paris neydi öyle, mükemmeldi yaklaşımı beni oldukça darladı. Yazarın insanlara ülkelere bakışını çok nobran buldum. Bence insanları değerlendirirken empati yapmak, basmakalıp siyasi fikirlerden her zaman daha insanidir. Kitap akıcıydı ama içeriği bir türlü sevemedim.
O sebeple puanım 5/10

Dakikalar İçinde Antik Dünya - Charles Phillips
Dakikalar İçinde Antik Dünya sıkıntılı dönemimde zevkle okuduğum kitaplardan biri oldu. Birbirinden farklı birçok konunun bir araya getirilmesi, aslında hiç bilmediğimiz şeyleri birkaç cümlede anlatılması çok hoşuma gitti. Özellikle antik uygarlıklar konusunda çok fazla Mezopotamya odaklı olduğumu gördüm. Antik çağlarda dünyanın çok farklı yerlerinde çok farklı kültürlerin olduğunu, insanlık tarihinin sürekli yükselen bir merdiven gibi değil, kesintiler , inişler ve çıkışların olduğu bir yol gibi olduğu konusunda fikirlerim arttı.
Kitaba eleştiri olarak bazı konuları biraz daha detaylı işlemesi gerektiği olabilirdi ancak bu da kitabın aslında yapısına ters.
Sonuç olarak Dakikalar İçinde Serisini çok sevdim, diğer kitaplarıyla devam edeceğim.
Kitaba puanım 8/10

23 Beğeni

Guguk - Doruk Kirezci

Evlilik programlarına seyirci olarak katılarak para kazanabilen su ürünleri mühendisliği mezunu işsiz bir genç, programda yaptığı bir hareketle bir anda fenomen olur ve televizyon programlarından teklifler almaya başlar.

TV dünyasının sahteliğinden, reyting oyunlarına, şöhretin geçiciliğinden, sosyal medyadaki fenomenlik olgusuna, üniversiteli gençlerin işsizliğinden, rekabetin iş dünyasında ve hayatın her alanında oluşuna kadar birçok konuya değinen bu kitabı okurken çok eğlendim. Televizyon ve iş dünyasındaki karakterlerin isimleri gerçek hayattan alınmış ve ufak dokunuşlarla değiştirilmiş. Yer yer kahkaha attım, ara sıra da hüzünle tebessüm ettim.

Kitapta medyanın sahte dünyasının tam karşısında ise aile ve doğa yer alıyor. Doğa unsurunu baş karakter Cengiz Veziroğlu’nun arkadaşı Murat temsil eder. Bir kuş gözlemcisidir, haliyle doğanın içindedir, bilgece bir düşünme tarzı vardır ve hayatı Cengiz’e göre sakin ve istikrarlıdır. Cengiz’in yaşadığı krizlerde ona destek olur. Eski Türk kültüründe bilgeliği temsil eden baykuşun nasıl bir yanlış anlaşılmayla ölümün ve uğursuzluğun simgesi haline geldiğine dair enfes bir paragraf da vardır kitapta. Aile kısmını ise Cengiz’in babasıyla olan ilişkisi temsil eder ki baba, kitapta baş karakterin hayatını değiştiren olayların merkezindedir.

Guguk kuşu, aile ve doğadan oluşan mütevazı ama gerçek dünyayla, şöhret temelli pırıltılı sahte dünya arasında bir seçim yapmalıdır.

Mizahi bir dille yazılmış, kolay okunan ama derin bir roman.

9 Beğeni

Malazan Yitikler Kitabı (1): Ay Bahçeleri - Steven Erikson

Kitap okurken kurgunun yarattığı karmaşık atmosferde kaybolmak isteyen herkese, dünyada en çok okunanlarda ve epik fantastik romanlarda adı üst sıralarda yer alan ‘’Malazan’’ serisini önererek başlamak istiyorum incelememe.

Ay Bahçeleri, Malazan hazinesinin biricik anahtarı aslında. Bu anahtarı kilide yerleştirip açılışı gerçekleştirmek ise siz okurların elinde. Peki neden bir hazine olarak görüyorum Malazan’ı?

Epik fantastik bir kurgu, önsözünde de belirtildiği gibi serinin ilk adımı okurlar için ‘’ya hep ya hiç’’ ayarında, karmaşık ve katmanlı hikâyelerin en tepesinde olması gibi nedenlerden dolayı bir kitaptan çok hazine niteliği taşıyor bana göre.

Son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaptı. İçine girmekte zorlandım sonra da hiç çıkmak istemedim. Çünkü zor ve karmaşık kurguları seviyorum; Erikson’ın her şeyi biliyormuşum havasında takılmasına şaşırdığımı belirteyim fakat hikâyenin çekiciliği bu karmaşayı yendi.

Sürekli bir karmaşa söz konusuyken bunları açıklamadan geçmeyeyim o zaman. Şöyle ki çok ama çok fazla mekân var; haritalar ve yer isimlerinden başınızı kaldırmak biraz güç olabilir. Diğer bir uğraştırıcı taraf ise karakterlerin çok sayıda olmasından ziyade çeşitlilik bakımından yoğunluğu… Şimdi ırk diye belirtip bırakmak da anlamsız olur: Birbirinden farklı ırklara bağlı olan kahramanlarımız var, özellikleri ve bulundukları enerji sistemleriyle de şaşırtıyorlar. ‘‘Sadece bir insan bu’’ dediğinizde bile onun da altından neler çıkıyor neler. Herkes gibi teker teker bu ırkların ve şehirlerin adını buraya dizip sizlerin de kafasını bulandırmak istemiyorum doğrusu. İlk önce adapte olmanız sonra da kendinizi vermeniz gereken birçok şey olduğunu bilin yeter. Benim en merak ettiğim şey, bir kitaba, serinin ilk adımına, tüm fantastik kurgu elementlerini nasıl sığdırabilmiş Erikson? Büyüler var, kılıçlar çarpışıyor, Tanrılar sahalarda, bazen de olayların göbeğinde, askerler siyasetin ve olayların içinde, olağanüstü taktik stratejileri kol geziyor etrafta, ordular birbirine karışmış, suikastçılar, örgütler ve cemiyetlerin entrikalarıyla yer yerinden oynuyor… Üstelik bu kadar karmaşa gözümde canlanmaya çalışırken karakterlerin duygularının bazen de düşüncelerinin derinlerine inebilmek, yazarın analizlerini zevkle okumamı sağladı.

İşte Erikson önsözde bu kitabın bir anahtar olduğunu boşu boşuna açıklamıyor: İçselleştirip olayların özüne inmemiz için minik bir çağrıda bulunuyor, bocalayan okurlara değil de o karmaşayı, olayları heyecanla okumak isteyen okurlara bırakıyor Malazan’ı. Bu nedenle önsözü başlamadan önce okuduğum için bir kez daha tebrik ettim kendimi. İlk kez tebrik etmem ise böyle bir seriye başladığım içindi. Uzun zamandır soluksuz bir macera isteğiyle dolup taşan yüreğimin ilacını ben buldum, darısı sizlere. Epik fantezi okumayı seviyorsanız, beklentilerinize ve sabrınıza güveniyorsanız bu kitabı mutlaka tavsiye ederim. ‘’İlk kitabı bitirdin, seriyi bitirmedin’’ dediğinizi duyar gibiyim. Evet, haklısınız fakat hazinenin içinden yazıyorum bu cümleleri. Doğru yoldayım, eminim. Sizleri de bekliyorum :slight_smile:

Puanım: 10/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

33 Beğeni

İş çıkışı eve dönerken okuyacak bir inceleme buldum. Teşekkürler Sulti. :yum:

2 Beğeni

İyi okumalar o zaman, rica ederim ne demek :slight_smile: “Sulti” takma adım, çok şükür sonunda forumda kullanıldığı için de mutlu oldum :joy: Teşekkür ederim :blush:

2 Beğeni

Byzantium and The Crusades

Kitap, 1054’te Doğu-Batı Kiliselerinin Ayrılmasından başlayıp 1291’de Kudüs Krallığının tarihe karışmasına kadar geçen dönemde, Bizans’ın Batı’ya ve Haçlılara karşı yürüttüğü dış politikayı inceliyor. 1204’te Haçlıların İstanbul’a saldırdığını düşünürsek bu politikalarının başarılı olmadığını görmek kolay. Peki ama neden? Bizans nerede hata yaptı? Felaketi bir şekilde önleyebilir miydi?

13 Beğeni

Ben, Robot kitabı Asimov’un okuduğum ilk kitabı. Ne yazık ki yine bir kitaba geç kaldığımı hissettim.

1-) Bir robot, bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
2-) Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
3-) Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumak zorundadır.

Üç Robot Yasası olarak bilinen bu kurallar Isaac Asimov tarafından oluşturuldu ve yazdığı birçok öykü ve romanda da yer aldı. “Ben, Robot”; Isaac Asimov’un belirli yıllar içinde kaleme aldığı seri öykülerin derlenmesinden oluşuyor. XX. yüzyıl bilimkurgu yazarlarının başında gelen Asimov kendi kurduğu dünyayı bizlere gayet açık ve net bir şekilde sunuyor. Susan Calvin 1982 yılında doğan ve robopsikoloji alanında çalışmalar yapan bir bilim insanıdır. Onunla yapılan röportajlarda robotlar hakkında hikâyeler de dinleriz. Robotlar insanlığın sonunu mu getirecektir yoksa insanlığın geleceğini mi kurtaracaktır?

Isaac Asimov’un öykülerini XX. yüzyılın ikinci yarısında yazması ve bilgisayarların henüz icat edilmemesi öyküler günümüzde okunduğunda eksiklik gibi gelebilir. Zaten bunu kitabın son bölümünde yer alan “Benim Robotlarım” isimli yazısında “Elektronik bilgisayarlar o zamanlarda henüz icat edilmemişti, ben de bunu öngöremedim.” diye ifade eder. Bunun yanında hızlı teknolojik gelişmelerle dünyanın 2000’li yıllarda robotlar tarafından yönetileceği düşüncesine de sahip olmuş. Bunu benzer şekilde Aldous Huxley’nin "Cesur Yeni Dünya"sında veya Jetgiller isimli çizgi film serisinde de görüyoruz. Yazarlar bugünkü dünyayı görseler acaba düşünceleri ne olurdu? Ancak o çağda günümüzle ilgili birçok konuda öngörüde bulunması ve eldeki teknolojik gelişmelerle bu öyküleri yazması da onun öngörülerinin günümüzde gerçekleştiğini gösteriyor.

İstese de istemese de sadık, sevecen, kibar biri. Makine sonuçta; öyle yapmışlar. İnsanlar için aynı şey söyleyebilir misin?

Kitap aynı isimle 2004 yılında sinemaya da uyarlanmış ve başrollünde Will Smith yer almış.

23 Beğeni

Prenses’e Mektuplar - Marcel Proust

76ba77e1fb3bae9de952978fa143f422

Mektuplaşmanın öldüğü günümüz dünyasında mektuplardan oluşan romanları okumak, geçmişe doğru gidilen yolculukların en hüzünlüsü değil de nedir? Genellikle edebiyatla haşir neşir olmak, geçmiş dünyanın yaşanmışlıklarıyla sarıp sarmalanmaktır zaten. İşte durumlar böyleyken Marcel Proust’un Prenses Soutzo’ya yolladığı mektupları okumak ve bazen de içselleştirmek ayrı bir haz veriyor bana. Proust okurken onun edebiyatının dışında kalamazsınız, eğer kalıyorsanız da mektuplarıyla, öyküleriyle başlamışsınızdır ona. Yanlış bir seçimdir bu.

Doğru seçim nedir peki diye soracak olursanız cevabım ‘’Kayıp Zamanın İzinde’’ olur. Bu dev eseri okuyup bitirseniz bile içinizde hiçbir zaman bitmez. Yazarın hayatını ve kitaplarını mercek altına almakla başlar önce hayranlığınız sonrasında ise bir tutkuya dönüşür. Okudukça daha fazlasını ararsınız ama zaten dev eserini okumuşsunuzdur. Altın doz alınmıştır, daha ötesi yoktur artık.

Edebiyata karşı ilginiz ve sevginiz Proust okuduktan sonra katlanarak anlamlandıramadığınız bir boyuta girer. Tüm eksiklikler de geride bırakır kendisini. Bu sefer Proust eksikliğiyle dolup taşar yüreğiniz. Öyle müthiş bir yazardır Marcel Proust!

Mektuplarında bahsettiği dev eserini ve gerçek kişilerden esinlenerek yarattığı karakterleri kafanızda oturtmak için önce mektuplarını tercih ederseniz pek güzel olmayabilir.

Kayıp Zamanın İzinde’yi okurken bize eşlik eden anlatıcı Marcel Proust… Bu modern klasik temelinde bir kurgu olsa da yarı otobiyografik bir eser aslında. Kendisine dair birçok şey öğreniyoruz; hastalığı, eğitim süreci, ailesi ve onlarla ilişkisi, sosyete ilişkileri, yazma ve eser oluşturma sancıları, gelecek kaygıları gibi… Ama bunlara karmaşık akışlarla tanık oluyoruz. Zamanı dümdüz anlatmak yerine büken, törpüleyen kalemiyle birlikte eşsiz üslubunu sergileyen yazarı tanımak en doğru yolla, Kayıp Zamanın İzinde ile olmalı…

Prenses’e Mektuplar gibi başka mektup eserleri de dilimize kazandırılmış. İlk okuduğum mektup eseri de Kalan Son Güzel Kâğıdım’dı. Farklı kişilere giden mektupların toplandığı muhteşem bir yapıttı. Dilerseniz incelemem için bakabilirsiniz de: Marcel Proust’un Mektupları (1): Kalan Son Güzel Kâğıdım

Prenses’e Mektuplar ise sadece tek bir hanımefendiye yazılan mektuplardan oluşuyor. Bu hanımefendi, yazarın 1917 yılında tanıştığı asil bir kadın olan Prenses Soutzo. Kendisinin yazdıklarını göremiyoruz tabii.

Mektupların tarihleri 1917’de başlayıp 1922’de son buluyor. Belki daha çok mektup görebilirdik fakat Marcel Proust 18 Kasım 1922’de hayata gözlerini yumuyor.

Mektupları okurken aşk duygusundan ziyade tutku ve hayranlığı yoğun bir şekilde hissettim. Yazarın Prenses’e olan hayranlığı, çok ama çok güzel olduğu için değil sadece, edebiyata ve sanata düşkün bir kadın bu. Düzenlediği toplantılar ve davetlerden, sonra bir araya geldiği kişilerden dolayı sanata düşkünlüğünü apaçık ifade ediyor. Yazarın Prenses ile kısa zamanda samimiyeti ilerletip mektuplaşmaları da Proust’un açık sözlülüğü ve kadının doğallığından olsa gerek. Mektuplaşmalarından önce Kayıp Zamanın İzinde’nin ilk adımı olan Swann’ların Tarafı’nı yayımlayan Proust, o sıralarda ikinci adımı, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’yi, yazıyordu. Hastalığına ve yorgunluğuna rağmen sosyete davetlerine katılmaya gayret ediyor, ama öncelikle Prenses ile görüşmek için elinden geleni yapıyordu. Bazen çabaları yetersiz geliyordu, çünkü yorgunluğunu yaşamak zorunda kalıyordu. Bir yandan da dev eserini oluşturmak için uğraşıyordu. Yorgunluğunu dert ettiğini hissetmedim diyebilirim, acıyı yaşaması gerektiğini kabullenen tarafını yansıtıyor daha çok.

Mektupların konusu Birinci Dünya Savaşı ile ilgili genelde. Yazarın tanıdık çevresini savaşa kurban vermesi, hatta hiç tanımadığı insanlar için de üzülmesi okuyana duygulu anlar yaşatıyor.

“Le Gaulois özellikle bir dükün ölümünden üzüntüye kapılacaktır ama ben herkesin ölümüne ağlıyorum, tanımadığım insanlarınkine bile. Bu, savaşın bize kattığı bir duygu, her gün dehşet verici o tedirginliği yaşaya yaşaya, tanımadığımız insanlar için bize acı çektirten duygu.”

Günlük hayatından bolca öğeler taşıyan bu kıymetli mektuplarda yazarın ev işlerine bakan yardımcısı Céleste Albaret’e olan bağlılığı ise çok hoş. Hakkında sevimli cümleler var. Gittiği yerlerde olsun, buluştuğu dostlarıyla olsun, mutsuz insanlara üzülüyor. Mutsuz insanları mutlu etmek için düşüncelerde kayboluyor bazen.

“Mutsuz olanların hizmetine sunmak için güçlerim olsun isterdim. Ama artık gücüm bile yok.”

Sadece edebiyatıyla değil, kalbiyle de güzellik ve hoşluklarla dolu, naif bir yazar Marcel Proust. Okuduktan sonra da peşinizi hiç bırakmayacak bir edebiyat tutkusunu doyasıya yaşamak istiyorsanız Kayıp Zamanın İzinde’ye doğru koşun derim. Çaya batırılmış bir madlenin kokusuyla başlıyor bu dev eser…

Mektupları çok çok çok sevdim. Keşke daha fazlası olsaydı. Şiddetle tavsiye ediyorum.

Puanım: 10/10

İncelemi yayımladığım platform: Wannart

16 Beğeni