Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Yüz Yüze, Polisiye/gerilim roman karakterlerinin toplandığı 11 öyküden oluşan bir derleme. Öykülerin her biri farklı farklı yazarların kaleminden çıkma. Biraz bakınınca öğrenmiştim ki bu polisiye romanlardan bazıları dilimize çevrilmemiş. Arka kapakta ise “En sevdiğiniz 22 kahraman bir arada” gibi bir şey yazıyor.

Derlemeden beğenerek okuduklarım, “Yük, Gülen Buda, Cehennem Gecesi” isimli öyküler oldu. Bu üçü aynı zamanda fantastik özelliklere sahip. Diğerlerine göre daha ilgi çekici buldum. Kalanlarıysa ortalamaydı. Kitabı çok beklentiye girmeden okuyabilirsiniz. Okumazsanız da bir şey kaybetmezsiniz.

Puanım: 6/10

12 Beğeni

Paralel Odalar Teorisi - Ayşenur Nazlı

Bu gençlik kitabı; içe dönük, geek*, Astronomi ve Uzay Bilimleri öğrencisi Nihan’ın ev arkadaşlarıyla geçinemeyip ayrıldıktan sonra, aynı okulda fizik okuyan ve dışa dönük bir parti çocuğu olan Teoman’la ev arkadaşı olmasını konu alır. Başta, Teoman karşı cinsten bir ev arkadaşı istemez fakat Nihan’ın gidecek başka yeri olmayınca kabul etmek durumunda kalır. Kişilikleri oldukça farklı olan ikili, bir kurallar dizgesini kabul ederek aynı çatı altında yaşamaya başlarlar.

Kişilik deyince… Nihan, "Myers-Briggs Tip Göstergesi"ne yani kısaca MBTI’ya meraklıdır. Bu test, Psikiyatr Carl G. Jung’un, insanda ‘içedönüklük ve dışadönüklük’ olarak iki temel yönelim belirlemesine dayanarak ortaya çıkmıştır. Isabel Myers ve Katherine Briggs, Jung’un kişilik tipleri üzerindeki çalışmalarını ele alarak 16 farklı kişilik tipi tanımlamıştır.

I - E (içedönük - dışadönük)
S - N (duyumsayanlar/sağduyulular - sezgisini kullananlar)
T - F (düşünenler - hissedenler)
J - P (yargılayanlar - kavrayanlar)

Nihan bir INTJ’dir, yani içe dönük; hayal gücü ve yaratıcılığı yüksek; objektif, ölçen, hesaplayan ve programlı, sistematik, kurallar koyan biridir. İç gözlemi kuvvetlidir, kendinin farkındadır. Teoman da bir ESTJ’dir. Objektif ve planlıdır Nihan gibi ama aynı zamanda dışa dönük, sosyal, pratik ve keskin gözlemcidir.

Okuldaki ve gündelik yaşamlarını Nihan ve Teoman’ın iç dünyasından okuruz. Her ikisi de aileleriyle çeşitli sorunlar yaşamıştır ve bu sorunların etkileri de zaman içinde ortaya çıkar.

Bu sırada aralarındaki kuralları da bir bir çiğnemektedirler ki bu kurallardan birisi de “Aşk vb. duygusal ilişkiler yok.” şeklindedir. Birbirlerine giderek yakınlaşacaklarken duygularına direnmeleri de her geçen gün zorlaşacaktır. Serpiştirilmiş kültürel içeriklerin yoğunluğuyla ve klişelerden uzak durmasıyla diğer gençlik kitaplarından ayrılan Paralel Odalar Teorisi eğlenceli bir kitaptır ve hızlıca okunup bitirilebilir.

*geek: “Hayat anlayışı, tarzı ve yaşam biçimi olarak toplum standartlarından aykırı, internet, bilgisayar, sosyal medya, oyun, frp, role playing, fizik, kuantum vb. materyaller ile hayata bağlı kişi ve kişilere verilen genel isimdir.” (Kaynak: Nedemek)

Başlangıç Meridyeni Teorisi - Ayşenur Nazlı

Paralel Odalar Teorisi’nin bu devam kitabında hem Nihan hem Teoman için geleceğe dair kararlar alma zamanı gelmiştir. Teoman ailesinin meslek dayatmalarına karşı gelerek fizik okumuştur, peki geri dönüp aile şirketini mi yönetecektir yoksa seçtiği bilim dalı yönünde ilerleyecek midir? Nihan da astronomi mezunu olarak ülkede kalıp alakasız bir işte mi çalışacaktır yoksa yurtdışında, astronomların önemli araştırmalar yürüttüğü üniversitelerde yıldızların peşinden mi gidecektir?

Bütün bunlar olurken aile sorunları ve geride bıraktıkları geçmiş de karşılarına çıkar. Teoman ailesiyle arasını düzeltmişken tekrar çatışmalar yaşar, Nihan’ı önceden onaylamamış ve dışlamış aile bireyleri ise hiç beklemedikleri bir yönden bir krizle karşı karşıya gelecektir. Karakterler bu krizlerin de üstesinden gelmeli ve kendilerini daha iyi tanımalıdırlar.

İlk kitaba göre, ikinci kitap karakterlerin de olgunlaşmasıyla birlikte daha romantik ve duygusal bir tondadır.

10 Beğeni

9 adet gönderi şu konuya taşındı: Rıhtım Kamarası

görüntü

Okuduğum Tarih: 20-21 Akman 2023
[Okuduğum 378.betik]
2023 (Tavşan) yılında okuduğum 8.betik
[Akman ayının 3. betiği]

Yazı Makinesi’nin bu iki öyküsü Can Yayınları tarafında ayrı ayrı yayımlansa da Can Yayınları’nın betik kapaklarını beğenmediğim için Sapiens Yayınları’nı yeğledim. Bazı ve mağara resimleri anımsatan betik kapakları olsa da Semih Doğan, benzer konulu öyküleri aynı betikte derler. Bu öykülerin ortak yönü evlilik ve evlenme hevesi olduğu su götürmez bir gerçektir.

Gençlik öyküsünde zamanın ötesine uzanan Türk gençliğinin his ettiği kavak yellerine çok güzel değinmiştir. Okurken çok zevk aldım çünkü böyle heyecanları yaşamak isterdim. Çabuk elde edilen aşkların hiç tatları yoktur. Derya Menteşe’yi bana tatlı kılan Sevda Serin ve Saliha Ekinci’nin tutumları oldu. Madem bu kadar kızın adı aşkla çıkmasını istemiyordu. Neden Sevda Serin, ilk günlerden beri çıra yanmasını ona aşıladı. Bunu da çatır çatır Saliha Ekinci’ye dedim. Öğretmen olsa da lafımı asla esirgemem.

Evlilik öyküsüyle zaman ötesine uzanan toplumun kanayan yarasına çok değinmiş. Bir insan kiminle evlemek istiyorsa bırak onunla evlensin. Siz değil onlar aynı yatağı aynı hayatı paylaşacak. Madem niyetiniz kendi yatağınız içinse açıkça deyiniz. Babam, kendi yeğenleri ve onların çocukları neden bana yakıştırmadığını makul bir açıklama yapsaydı daha güzel olurdu. Yoksa diğer türlüsü aklımda bir şeyler canlanıyor. Ben de gelecekte evlensem Azerbaycan’da evlenmeyi çok istiyorum. Bu benim hayatımdır.

Zamanenin gençliğini çok seviyorum. Teknolojiyle gençliğini öldürmedikleri için başlarında esen kavak yellerine peşine düşerek ya umduğu kişilerle yada ailenin önerdiği kişilerle evlenirler. Yine de her günü her anını aşkla büyüledikleri için zamanın tadını doya doya yada yarımca bir duyguyla çıkardılar. Yazı Makinesi’nin didaktik anlatımları göze batmayan ve zaman yolculuğu yaptıran iki güzel öyküyü okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Hayatlarımızda kusurlu yönleri onarmanız dileğiyle betiklerle kalınız.

4 Beğeni

Altıncı Koğuş(Anton Çehov):

Bir fikir sisi ve havada düşüncelerin birbirlerini ele geçirme mücadelesi… Sorun şu ki kahramanımız fazlaca okumuş ve sadece o kadarıyla yetinmiş. Sanki yıllarca işe gidip gelen bir başkasıymış gibi(hayat tecrübesi yok). Peki insanların düşünceleri? Bir hiç.

Toplum ,güya, hastalıklı fikirleri ve insanları yutuyor. Fakat hangisi yanlış ya da doğru yine de karar veremiyoruz tam olarak. Toplum mu? Sistem mi?

Ama sonunda kesin birşeyden emin oluyoruz ki bu öyküde bir tane çok bilmiş haksız çıkacak :slight_smile: Belki de birden çok,çok bilmiş kim bilir?

Bu kitap belki de felsefenizi ve düşüncelerinizi tepe taklak edebilir. Hiç olmazsa sizi yoğun bir düşünme işlemine ve fikirlerinizi gözden geçirmenize yol açacaktır. Klişe bir söz lazım ise bu kitap için:

Bu öykü size bir tren gibi çarpacak.

Kesinlikle okunması gerekenlerden.

11 Beğeni

Cehennem Atlası

İlk olarak kapak muhteşem. Sırf bu yüzden aldım ve biraz pişmanım.


Kitap yazarın altı öyküsünden oluşuyor. Genel olarak öyküler eskiden televizyonda gece gece yayınlanan şeytanlı, cehennemli, ifrit avlamalı Amerikan filmlerinin öykü hali gibi. Öykülerden yavaş yavaş ilerledikçe kaliteleri düşmeye başlıyor. Bu beni baya üzdü. İlk başta Cehennem Atlası öyküsünü okuyup üzerine kapaktaki uyumunu görünce keşke kitabı illüstrasyonu yapan kişi ile öykülerden bazı sahneleri görselleştirerek bassalarmış dedim, anca böyle bir + bu kitabı kurtarabilirmiş bence. Ben almanızı önermiyorum. Migros’un indirim sepetine düşen bir kitap kalitesi gibi bir kalite hiç beklemiyordum. Yazarın kendi tarzını öykülerde hissediyoruz. Fakat bir yavanlık var. Tuzsuz yemek gibi diyerek anlatabilirim galiba. Benim düşüncelerim bunlar beğenen varsa fikirlerini duymayı çok isterim.

13 Beğeni

Susan Sontag - Başkalarının Acısına Bakmak

Dokuz ana bölümden ve bir ek bölümden oluşan bu kitapta, yazar, savaş fotoğraflarının psikolojik ve toplumsal etkilerini çeşitli yönleriyle inceliyor.

Virginia Woolf’un, Londralı bir avukatın “Sizce savaşı nasıl önleriz?” sorusuna cevap olarak yazdığı Üç Gine adlı kitaptan bahsederek başlayan yazar, Woolf’un savaşa ait bir vahşet fotoğrafına bakan kişilerin aynı duyguları hissettiğinden söz açar. Dehşet ve tiksinti… “Savaş uğursuzluktur,” hissi.

Ardından “Sizce savaşı nasıl önleriz?” sorusunun gizli öznesi "biz"i sorgular. “Biz” derken kimdir? Diğer ülkelerde yaşayan, kendilerine bizzat zararı dokunmasa da savaştan insani olarak kaygı duyacak kişilerdir. Dünya kamuoyudur. Ancak güvende olan insanlar, gündelik hayatın akışı içerisinde uzak bir yerde olan savaşı görmezden gelebilirler, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” misali. İşte burada savaş fotoğrafları devreye girer ve bu konuları “gerçek” kılar.

Günümüzden bir örnek vermek gerekirse Aylan Bebek’in sahile vurmuş cesedinin fotoğrafı, gözünüzün önüne geldiğine eminim, Suriye’deki iç savaşın insanlık dışı sonuçlarını vicdanlarımıza vurmuştu. Öyle bir fotoğraf olmasa fazla araştırmaz, etkilenmezdik. Vikipedi’den bir alıntı:

Alan Kurdi’nin fotoğrafı Avrupa ülkelerinde mültecilere bakış konusunda bir değişikliğe yol açtı.
• BM ve diğer yardım kuruluşlarına yapılan yardımlar arttı.
• Günlerdir Budapeşte’de bekleyen Suriyeli ve Afgan mülteciler, Almanya ve Avusturya’ya doğru yürümeye başladılar. Almanya ve Avusturya gelen mültecilere sınırlarını açtı.
• U2 grubu Torino’da verdiği konserlerinde In the Name Of Love şarkısının sözlerini değiştirerek mülteci konusuna dikkat çekti. “Bir adam dikenli tel çitine takılır. Bir çocuk boş bir sahilde mahvolur.” Bono konserde seyircilere “Kalbi ve sınırları merhamete kapalı bir Avrupa mı yoksa kalbini açan bir Avrupa mı?” diye sordu.
• İngiltere başbakanı David Cameron 20 bin mülteci daha kabul edebileceklerini açıkladı.
• Alan’ın babası Abdullah Kurdi, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine Türkiye vatandaşlığı teklifi ettiğini açıkladı.
• Alan Kurdi’nin Nilüfer Demir tarafından çekilen fotoğrafı, Time dergisinin Yılın 100 fotoğrafı listesine alındı.
• Mart 2021 yılında Papa, Aylan’ın babası Abdullah Kurdi ile buluştu.

Savaş fotoğraflarının tek etkisi, insanları genel bir savaş karşıtlığına yöneltmek değildir. Bu fotoğraflar politik olarak da kullanılabilirler. Burada, yazar, Yugoslavya’nın dağılışı esnasında, bir köyün topa tutulmasıyla öldürülen aynı çocukların fotoğraflarının hem Sırpların hem de Hırvatların propaganda dosyaları içinde yer aldığını örnekler ve ekler: “Yazısını değiştirirseniz, çocukların ölümü kolaylıkla yeniden ve yeniden kullanılabilme özelliğine sahiptir.”

Günümüzden bir örnek ekleyeyim yine buraya. Rusya - Ukrayna savaşında da internette dezenformasyonlar başını alıp gitmedi mi?

Bir savaşın tarafı olan insanların, kendi taraftarlarının yaptığı vahşet fotoğraflarına karşı inkar tavrına girdiğinden de bahsedilmektedir.

Vahşet fotoğrafları, kitabın yazarına göre, birbirine zıt tepkiler uyandırabilir. “Bu bir barış çağrısı olabilir. Veya bir öç çığlığı olabilir. Ya da sadece, fotoğrafik bilgilerin sürekli belleğe atılıp üst üste yığılması sonucunda, yaşanan korkunç şeylere dair bir kafa karışıklığı yaratabilir.”

Yazar, okura, fotoğraflara karşı hissedecekleri güçlü duygusal tepkilerin akılcı bir sorgulamaya engel olmaması gerektiğini de hatırlatır. Gösterilenler kadar gösterilmeyenler de vardır çünkü.

İkinci bölüm, fotoğrafçılığın diğer iletişim yollarına üstünlüğüne odaklanır. Kitabın yazıldığı 2003 yılında internet yaygın olmadığı için, yazar, her gün dünyanın dört bir köşesinde olup bitenlerin bilinebileceğinden bahsetmenin abartı olduğunu belirtir ama bence 2023 yılı için artık abartı olmadığını söyleyebilirim. Görüşünü de TV ve radyodaki haberlerin süzüldüğünü ve kısa bir süre sonra gündemden kalktığına dayandırır ve kurgusal bir farkındalık yarattıklarını söyler.

Yazara göre haber metni ya da videolarının aksine fotoğraf kalıcıdır ve “hâlâ daha derinden bir can acıtma, insan zihninde daha derin bir iz bırakma gücüne sahiptir. Bu haliyle fotoğraf bir alıntıya, veya bir veciz söze, veya bir özdeyişe benzer. Hepimiz kendi zihnimizde, anında hatırlanmaya hazır yüzlerce fotoğraf biriktiririz.”

Fotoğrafçılığın itici gücü, sarsıcı ve dramatik görüntülerdir. Bu, savaş fotoğrafları için de böyledir. “1839 yılında kameranın icat edilişinden beri, fotoğraf sanatı ölümle hep haşır neşir olmuştur.” Düşüncelerin ağırlığını, onlarca sözcük yerine tek bir fotoğraf karesi taşıyabilir.

Üçüncü bölümün konusu, acıların ikonografisidir. Yunan mitolojisindeki trajedileri temsil eden heykellerden ve acı dolu sahneler içeren Hristiyan ikonlarından söz açan yazar “Anlaşılan o ki, acı çeken bedenleri gösteren resimlere karşı duyulan iştahlı merak, neredeyse çıplak bedenlere gösterilen arzulu merak kadar şiddetlidir.” tespitine ulaşır.

Acının görsel hale getirilmesinde amaçlanan şey insanları harekete geçirmek, empati kurdurmak veya eğitmek olsa da, bir tür meydan okuma da içerir: Buna bakabilir misiniz? “Bir görüntüye irkilmeden bakabilmenin yatıştırıcı bir tarafı vardır. Ama irkilmenin de ayrı bir hazzı vardır.”

Dolayısıyla insanın ıstırap verici sahnelere bakmaktan zevk alan bir tarafı vardır. O acıyı hafifletecek bir şeyler yapabilecek konumda değilsek, hepimiz kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun dikizci sayılırız, yazara göre.

On yedinci yüzyılda çeşitli Avrupalı sanatçıların o dönemki Fransız işgalleri karşısında savaşın dehşetini tasvir eden oyma baskı resimlerini anlattıktan sonra bu eserlerin yapılış hedefinin de o görüntülere bakanları uyandırmak, sarsarak şok etmek ve derinden yaralamak olduğunu söyler.

Resim ve fotoğraf arasındaki farkı anlatır. Resim bir sentezdir, ressamın hafızasında kalanı aktarmasıdır. Burada anlatılan sanatçılardan Fransisco de Goya, her resmin altına notlar yazmıştır mesela. “Ben bunu gördüm”, “Bu gerçekti”, “Barbarlar!” gibi… Fotoğrafta buna gerek yoktur. Fotoğraf, olanı direkt, çıplak bir şekilde gösterir.

Ardından, savaş fotoğrafçılığının tarihine geçer. Savaş fotoğrafçılığı, savaş şiirleri gibi insanları asker olmaya ve savaşa teşvik için kullanılmıştır ilk başta. Çekilmeden önce mizansen ayarlanmış ya da sonradan üzerinde oynanmıştır. Bu ise hayal kırıklığı yaratır çünkü fotoğrafın gerçeği gösterme gücünü elinden alır.

“Poz olarak hazırlanarak çekildiklerini öğrenince özellikle hayal kırıklığına uğradığımız fotoğraflar, diğer öğeler bir yana, aşkı ve ölümü doruğa çıkaran mahrem ânları kaydettiği düşünülen fotoğraflardır. … Biz her zaman, fotoğrafçının aşk ve ölüm evinde bir casus olmasını, fotoğrafı çekilenlerin de kameranın farkında olmamalarını, ‘kendilerini bırakmış, en doğal halleriyle’ kalmalarını arzu ederiz.”

Dördüncü bölümde, fotoğrafın, ölüm ânını adeta mumyalayarak sonsuzlaştırdığından bahseder. Bu anlarda yalnızca ölümün kendisi vardır. Ölen kişi ya da kişiler, çoğunlukla meçhuldürler. “… fotoğrafını çektiği kişiler, sonsuza değin bir yığın, bir yekûn olarak kalmışlardır: meçhul kurbanlar.”

Çünkü savaş insanın bireyliğini yok eder. "Virginia Woolf, … savaşın caniliğinin kapsamının bireyler olarak hatta bir tür olarak insanın tam da kendi ayırt edici özelliklerini yok ettiği görüşünü dile getirmiştir.

Devletlerin savaş fotoğrafları üzerinde uyguladığı sansürü anlatır. Bu fotoğrafların halk ya da diğer askerler üzerinde yapacağı etkiye göre devletler, kimi zaman, bu içerikleri yasaklamayı seçmişlerdir.

Ayrıca savaşın geçtiği coğrafya da acıların açık olarak belgelenme ve gösterilme derecesini de etkilemektedir. “Savaşın geçtiği yer ne kadar uzak ya da egzotik olursa, ölüleri ve ölmekte olan kişileri tam cepheden gösteren resimlere sahip olma ihtimalimiz de o ölçüde artmaktadır.” Afrika gibi… Asya gibi… Beyaz olmayan insanlar gibi… Yani beyaz insanın acısı bile farklı, daha saygıdeğer sayılıyor.

“Genel olarak bakıldığında, yayın organlarında çıkan fotoğraflarda gösterilen feci biçimde sakatlanıp yaralanmış bedenler Asyalılara ya da Afrikalılara aittir. Bu gazetecilik âdeti, egzotik (yani, sömürgeleştirilmiş) insanları çekinmeden teşhir etmeyi matah belleyen ve kökü yüzyıllara dayalı bir pratiğin mirasıdır: nitekim, Afrikalılar ve uzak Asya ülkelerinin sakinleri, on altıncı yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına değin Londra, Paris ve diğer Avrupa başkentlerinde açılan etnolojik sergilerde hayvanat bahçesi hayvanları gibi teşhir edilmişlerdir.”

Beşinci bölüm, savaş ve barışın insan algısındaki yerini konu edinir. Modern etik duyguların temelinde dünya barışı ütopik bile olsa olması gerekendir, esastır. Savaş ise sapkınlıktır, istisnadır, durdurulamaz olsa bile. Tarihte ise tam tersidir. Barış istisna, savaş kuraldır.

Ardından yine aynı bölümde bu tür fotoğraflardaki güzellik kavramını sorgular. Istırap manzaralarına güzellik katılabilir mi? Bir yıkım fotoğrafı, güzel olabilir mi? Estetik, sanat ve savaş fotoğrafları arasındaki ilişki nedir? Fotoğrafçılığın dönüştürücü gücü nedir?

Sanırım biraz hızlanmalıyım, çünkü böyle giderse kitabın yarısı uzunluğunda özet olacak. O kadar isabetli tespitler var ki hiçbirini atlamak istemiyorum. Kapsamlı ve özlü bir kitap, referansları o kadar geniş ki, Platon’dan Da Vinci’ye, Fransisco de Goya’dan Baudelaire’e, yani adını hiç duymadığım bir sürü ressam, yazar, yönetmen, fotoğrafçı… Ek bölümünde ise yazarın ödül alırken yaptığı konuşma var. “… edebiyat özgürlüğün ta kendisidir!” diye bitiyor. Enfes.

Kitapta Bahsi Geçen Eserler:
• Virginia Woolf - Üç Gine (Three Guineas)
• Ernst Friedrich - Savaşa Karşı Savaş (Krieg dem Kriege)
• Abel Gance - Suçluyorum (J’accuse) J'accuse (1919) Abel Gance (FULL MOVIE) Silent, War, French (Subtitles)
• Goltzius - Cadmus’un Yoldaşlarını Yiyen Ejderha (The Dragon Devouring the Companions of Cadmus) https://collectionapi.metmuseum.org/api/collection/v1/iiif/336569/771664/main-image
• Jacques Callot - Savaşın Sefaleti ve Talihsizliği (Les Misères et les Malheurs de la Guerre) Les Misères et les Malheurs de la Guerre (The.. | Cave, cave, Deus videt | VK
• Francisco de Goya - Savaşın Felaketleri (Los Desastres de la Guerra) Savaşın Felaketleri - Vikipedi
• Edmund Gosse - Baba ve Oğul (Father and Son)

12 Beğeni

William Beckford - Vathek

Vathek ilk kez 1786 yılında yayımlanmış, gotik bir roman. Kitabın ana karakteri Vathek, Harun Reşid’in torunu 9. Abbasi Halifesi Vâsik’ten ilham alınarak yaratılmış.

Kitapta zevk düşkünü bir halife olan Vathek’in, daha da güçlenmek uğruna neler yapabileceği gösteriliyor. Annesi Karathis de bu uğurda oğluna yardım ediyor…

Doğaüstü maceralarla dolu, doğudan anlatılan masal tadında bir kitaptı. Beğenerek okudum. Bir halifeyi anlatmasına en başta şaşırmıştım. Kısa ama etkileyici bir kitaptı. Gotik roman severlerin ilgisini çekecek bir eser olduğunu düşünüyorum.

Puanım: 9/10

17 Beğeni

Okuduğum Tarih: 21-22 Akman 2023
[Okuduğum 379.betik]
2023 (Tavşan) yılında okuduğum 9.betik
[Akman ayının 4. betiği]

Annesini kaybeden bir gencin, babası sandığı adamın üvey babası olduğunu öğrenmesi üzerine gerçek babasını arama serüveni anlatan uzun öyküyü okurken özüme dair izleri de bulmaya çalışırken de toplumdaki üvey baba ve öz baba izlenimlerine de bir kez daha tanık oldum.

Önceleri üvey babası Necdet’in yanında yaşayan Orhan, üvey babasının öz babası olmadığını öğrendiğinde bu evden ayrılır. Baba mutlak otoritenin bir simgesi olduğundan, mekân olarak ev ile özdeşleşmiş durumdadır. Ev, geleneklerin muhafaza edildiği mekândır. Çocukların sahip oldukları bir evlerinin olması, o evde babanın varlığıyla mümkündür. Babanın üvey olduğunun öğrenilmesi ve Orhan’ın evi terk etmesi evin babayla olan bağıyla ilintilidir. ‘Baba’ onun için artık bir yabancıdır, ailenin sıcaklığının ve yuva oluşunun temsili olan ev de babanın kaybıyla yitirilen mekânlar arasındaki yerini alır.

Yoksulluğun mekânı olan bir evden zenginliğin sembolü olan öz babanın mekânına, yani bir yalıya doğru yol alan Orhan nelerle karşılaşacağının farkında değildir. Romanlarındaki çocukların bu yalı yaşantıları, Küçük Bey’ diye saygı görmeleri belki de Tuğcu’nun Çengelköy’deki köşkünden görünen o yalı bahçelerine doğru hayalini kurduğu hayatın bir özlemi olarak okunabilir. Orhan’ın öz babası Vedat Bey, ona bir baba sıcaklığını göstermez. Onunla tanışma gereği duymaz ve yalıdaki odasından çıkmaz. Babanın bu garip davranışları Orhan’ın dikkatini çeker. Mekân değiştirmiş ve öz babanın yuvasına gelmiş olduğu hålde yine baba sevgisinden mahrum kalır. Vedat Bey, üvey babasının zıttı özelliklere sahiptir.

Vedat Bey, Orhan’ın annesinden bir yanlış anlaşılma sonucu ayrılır. Üvey baba Necdet, gençliğinde Orhan’ın annesine âşıktır. Bu yüzden annesine, Orhan’ın öz babası olan Vedat Bey’den ayrılmasını, kambur ve sakat olduğu için onu terk etmesi gerektiğini anlatan bir mektup yazar. Vedat Bey mektubu okuduktan sonra, eşinin kendisiyle parası için evlendiğini düşünür ve onu evden kovar. Vedat Bey’in sakatlığı yüzünden insan içerisine çıkmaması, eşinin kendisini beğenmediği için aldatıldığını düşünmesi, fizyolojik anlamda engeli bulunan insanların ruh halini ortaya koyması açısından mühimdir. Bu anlamda romanda otobiyografik unsurlara yer verildği görülür. Kemalettin Tuğcu da aynı rahatsızlıktan muzdarip olduğu için romanlarında yarattığı kahramanların hâl diliyle bu durumu okura sunar.

Sakat bir insanın ruhsal anlamda yaşadığı yıkım, Vedat Bey’in davranışlarında ifade bulur. Kemalettin Tuğcu da küçük yaşta sakat kaldığı için Vedat Bey’in psikolojik durumunu gerçekçi bir şekilde aktarır. Vedat Bey, oğlunun ısrarları sonucu hayata döner ve onunla aynı evde kalmayı kabul eder. Üvey babanın yabancı bir insan olarak babalık vasfından mahrum olması, öz babanın sakatlığından dolayı dışladığı oğluna kucak açmasıyla roman sonlanır. Benim hayatımda ise babam, hayallerimin önüne sürekli sakatlığımı koyarak hayallerimden vazgeçmemi sağlamaktı. Evet bedenen sakat olabilirim ama kalbim ve ruhum sağlıklı olduğu için babama inat hayallerime sımsıkı sarıldım çünkü benim rızkımı Tanrı veriyor. Ne zaman öleceğimi sadece Tanrı bilir. Okumanızı tavsiye ediyorum ki babam gibi babalara ders niteliğinde uzun öyküdür.

*SEKMAN, Ayşegül (2021), Kemalettin Tuğcu Romanlarında Baba Metaforu, Uluslararası Eğitim ve Dil Dergisi, 2021/1 25-35.

3 Beğeni

Spoilerlı:

Dönemi için çok yenilikçi fikirleri var. Bunların çoğu hala taze, mesela Jaunte’lemek zihinsel ışınlanmanın güzel bir tarzı. Bunu toplum yapısına entegre edip, sınırlandırmalar getirmesi dönemi içerisinde taktir edilesi. ÇR işlerinde çalışmış olmasından mütevellit zihinsel güçleri detaylandırmak istemişte kitabın anafikrinden uzaklaşmış olmamak için eklememiş gibi bir hissiyat var.

Kitabın başlarında sıkılmış olsam da Dagenham karakterinin girişiyle ortalık şenlik yerine dönüyor. 70. sayfalardan itibaren bir solukta ara vermeden okuyarak bitirdim fakat intikam hikayesi olarak biraz zayıf buldum. Foyle’nin çok bahsedilen azmi, deli halinden uzaklaştıkça yavan gelmeye başladı. Sadece karakterlerin parmak göstermesiyle belirtiyor, geri kalan her şey olması gerektiği gibi-övülecek ekstra unsur göremedim yani-. Alevli halinin ortaya çıkmasıyla derin bir komplo beklentisine bürünmüştüm ama Foyle’un ruhani ölümünün arkasından histerik bir ergen çıkması üzücü oldu. Belki de dönemi için iyi sayılabilecek insanın bencilliği üzerine bir eleştiri niyeti vardır ama 2023 itibariyle intikam hikayesi altından böyle bir şey çıkması kitaptan aldığım zevki azalttı. Birde kitaptaki kadınların, erkeklere yardımcı&partner olmasından başka işlevleri olmaması da zamanımız itibariyle sıkıcı bir ayrıntı. Halbuki çoğu kadın karakter iyi yazılmış, erkekler de hakeza. Daha iyi karakter intereksiyonları olabilirmiş. Foyle’un ermişe dönüşüp, son sayfalardaki “halk ve biz, biriz” tarzı söylevleri de bayık geldi ama yazar için önemi vardır illa ki.

Vakıf’ın üstüne okuyunca biraz beklenti altında kalmış olabilir ama Foyle ve hikayesinden çok, haberalma ajanı, zengin iş adamı ve bilim insanı olan Dagenham gibi karakterlerle bunların evren içi ilişkisi daha ilgi çekiciydi. İlk Yıldız Odası sahnesi ve sonrakileri okuması benim için kitabın genelinden daha eğlenceliydi.

Kitap bence yeni okuyucular için kendi kendine yaratacağı intikam beklentisinin altında kalıyor. Vakit kaybıydı demem, okurken sıkılmadım da ama birkaç spoiler okusaydım sanırım okumazdım.

14 Beğeni

CITY OF FORTUNE

Kitap, Venedik’in 1200-1500 arası bir deniz gücü olarak yükseliş ve çöküş macerasını anlatıyor. Üç ana başlık altında sırasıyla; 4. Haçlı Seferi, Ceneviz-Venedik Rekabeti ve Osmanlı-Venedik Savaşları inceleniyor. Bunlara ek olarak yer yer Venedik’in idari, hukuki ve ekonomik sistemleri; ticaret faaliyetleri, denizci ve tüccarlarının yaşamlarından da bahsediliyor. Kitap, Venedik’in deniz imparatorluğuna odaklandığı için İtalya’daki kara faaliyetlerine yer vermiyor. Onları da merak ediyorsanız daha kapsamlı bir kitaba başvurun.

16 Beğeni

Yaban Diyarlarda Yabancı// Robert E. Heinlein

Başka bir gezegende doğmuş büyümüş insan fikri acaip hoşuma gitti, çok severek başladım kitaba. Karakterin dünyaya, insanlara uyum çabalarını çok severek ve ilgiyle okudum. Ancak ne zaman ki olay tarikat, din işlerine döndü beni kaybetti. Bilimkurgu adı altında felsefe, din ve ya başka şeyler okumaktan çok sıkıldım artık ve bkk serisinde oldukça çok var bu :roll_eyes: birbirimize uyamadık maalesef…

15 Beğeni

Daha önce Okuyorum başlığında da paylaştığım kitap:

“Işığa tutulmuş, pudrayla bezeli, sakızlı bir lokum gibi çocukluğum. iki parmakla kavranabilen, esnek bir kütle. böyleyken çocukluğum dediğim o sürenin tükeniş düşüncesini tüketen çevik bir hamleyle temas etmenin ötesine geçip onu neredeyse bütünüyle kapladığı şu an hayatımla ilgili bir yargıya varıyorum: köpekler ve allah’la geçirilmiş güzel zamanlarım olmasaydı dünyada görüp geçirdiğim çirkinliklere de katlanamazdım.”

“Nereden, nasıl bakarsanız bakın, şundan emin olun: yeryüzü bedenim ve varlığım için anlamlı değil. bunu açıklamak isterdim: kavradığım taraflarım sadece acı veriyor: kendimle yaşayamıyorum. bunu açıklamak isterdim: kendime acımıyorum. bir zavallı olduğumu kabul etmem, bütünüyle bir güç gösterisi ve sevimli bir kibirden kaynaklanıyor, bu gücü ve kibri ısmarladığım arsenik şişesinde beni bekleyen ölüm veriyor.”

İsmail pelit’in daha önce şeytanın sevdiği ayetler kitabını okumuştum. yazı üslubunu burada da gösteriyor. yazar, bu kitabında bir kimyagerden aldığı arsenik şişesiyle bir yolculuğa çıkıyor. bu yolculuk içerisinde fuzuli’nin “şair sözü elbet yalandır.” sözünü hatırlatan bir üslupla bizi kurgu ve gerçekle baş başa bırakıyor. ismail pelit’in intihar mektubu olarak yazdı bu romanda karakter yani ismail pelit sokaklarda dolaşarak hem düşüncelerini hem de gözlemlerini aktarıyor. yoğun, art arda sıraladığı ölüme hazırlık düşünceleriyle bizi sanatlı bir intihara hazırlamış oluyor.

“Bu dünyada sadece benim doldurduğum bir boşluk var mı? bakıyorum sadece kendi içimdeki boşluğu görüyorum. bir boşluğun sahibiyken, hattâ koca bir boşluktan ibaretken, nasıl başka bir boşluğu doldurabilirim? ölümümle ancak mezar çukuru dolar. dünyada doldurabileceğim başkaca boşluk yok.”

“Bilek damarımı açarak intihar edemem, çok düşündüm: kanımı bir zehir gibi dünyaya dökmek yerine, kanıma dünyadan zehir dökmeyi seçtim.”

5 Beğeni

ROKET (Bilimkurgu Öykü Dergisi)

Uzun soluklu olmasını dilediğim, bilimkurgu öykü dergisi Roket, ilk sayısında yedi öyküde gezdiriyor hayal dünyamızı.

Dergiyle aynı adı taşıyan Roket, bir sert/saltık bilimkurgu öyküsü. Nesillerdir uzayda yaşayan, belirli bir gezegende yerleşik olmayan bir halk, başlarına gelen felaketlerden dolayı yaşadığı bölgeden uzaklaşmalıdır. Yaşayacak yeni yerler araştırmak üzere personelsiz gemiler gönderirler. BT 4522 adında yaşama elverişli bir gezegen bulurlar. Metin Uçar’ın kaleme aldığı öykü, BT 4522’ye doğru yola çıkan ilk personelli geminin görevlilerinin birinin ağzından anlatılmaktadır.

Ruhşen Doğan Nar’ın yazdığı Piyango, Karacaoğlan’ın Üryan Geldim dörtlüğüyle başlar. Bir ülke ki ölümsüzlüğü bulmuştur, ancak ölümün hayata renk katacağı gerekçesiyle her yıl Ölüm Piyangosu çekmekte ve bir kişinin hayatına son vermektedirler. Piyangosu çekilen için kurtulmanın tek yolu, kendisi yerine canını feda edecek birini bulmaktır. Tıpkı Deli Dumrul’un başına gelen gibi… Peki öykünün baş karakteri bu sondan kurtulabilecek midir?

İnsanın başına ne gelirse dilinden gelirmiş. Bu vecize robotlar için de geçerli. Emre Bozkuş’un Fıkracı adlı öyküsünde iyi niyetli ama diline bir türlü sahip çıkamayan fıkra meraklısı bir robotumuz var. İsmi de Meraklı. Meraklı, fıkralarıyla değilse de milletin başına açtığı işlerle sizi şaşırtıp güldürecek.

Faruk Korkmaz’ın kaleminden, Çaresiziz, edebi diliyle öne çıkıyor. Gezegeni işgal eden uzaylı ırk, katliamı reva görmemiştir belki insanlığa ama insanları kısırlaştırıp birbirinden ayırmış, tecrite mahkûm etmiştir. Esaret içinde yaşamak mı daha iyi, yoksa ölmek mi? Gülmenin, zevk almanın yasak olduğu bir dünyada yaşamak mı daha iyidir, yoksa ölmek mi? Çaresizlik duygusunu iliklerinize dek hissettiren bir öykü.

Zaman Paradır, Orkun Uçar’ın 25 yıl önce roman fikri olarak düşündüğü bir öykü. Ölümsüz gençlik keşfedilmiştir, ancak yönetim, bunu insanlara doğrudan sunmak yerine paraya çevirmiştir. İnsanlar çalıştıkları kadar yaşayabilmekte, zaman parası tükenen ölüvermektedir. Bu fikir daha sonra “In Time” gibi filmlerde işlendiği için yazar romanı yazmaktan vazgeçmiş ve öykü olarak sunmuş. Oldukça sürükleyiciydi. Roman halini de okumak isterdim.

İsmail Yamanol’un dilimize kazandırdığı Fredric Brown’dan Yanıt kısacık ama çarpıcı bir öykü. Seksen dört milyar gezegendeki bilgisayarların beyinleri birleştirilir ve tek bir süper bilgisayar oluşturulur. Bilgisayara “Tanrı diye bir şey var mı?” diye sorarlar. Bilgisayarın cevabı ise, bugüne dek okuduğum öyküler arasında en karizmatik cevaplar listesine kafadan oynar.

Galaksilerarası Müze Gezisi’nde, Ümit Yıldırım, üstündeki uygarlık yok olmuş ve müzeye dönüştürülmüş bir gezegene yapılan okul gezisini konu alıyor. Öğrenciler, öğretmene yönelttiği sorularla gezegen ve eski halkı hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Gezegen size epey tanıdık gelecek ve maalesef üstündeki uygarlığın yok olma sebepleri de.

Böyle bir derginin varlığından dolayı mutluyum. Okurken keyif aldım, şaşırdım, düşündüm, sorguladım, heyecanlandım.

15 Beğeni

Stoner - John Williams

Amerikalı yazar John Williams’ın, 1965 tarihli psikolojik, akademik romanıdır.

Kitapta William Stoner’in hayatını görüyoruz. Stoner, fakir bir çiftçi ailesinin tek çocuğudur. 19 yaşındayken ziraat okuması için üniversiteye gönderilir. Daha sonra orada edebiyatla tanışır, farklı bir bölüm okumaya başlar. İnsanlarla olan ilişkilerini görürüz. Akademide yükselmeye çalışır. Dostları, düşmanları olur, aşık olur.

Kitapta bir insanın hayatı nahif, içten bir şekilde gözler önüne serilmiş. Dokunaklıydı. Okurken hüzünlendim, öfkelendim. Kısacası severek okudum. Özellikle psikolojik yönünü sevdim diyebilirim.

Kitabı birkaç günde bitirdim. Hikayesi ilerledikçe anlatımı daha akıcı buldum. Bir ara kitabı beğenmeyeceğimi düşündüm, Stoner’e sinirlenmiştim.

Eserin bazı kısımları, yazarın hayatındaki olayların bir yansımasıymış. Amerikalı şair J.V Cunningham da romana kısmen ilham vermiş.

Puanım: 9/10

18 Beğeni

Okuma Serüveni - Ümit Aktaş

Bu otobiyografik kitapta, yazar, çocukluğundan bugüne dek olan hayatını, kitaplara odaklı bir şekilde anlatıyor.

Okumanın onun için anlamını, kitaplarla ilişkisinin yıllara göre değişimini, okul ve şehir değişikliği gibi olayların onun üzerindeki etkisini, değişen ruh halini ve dünya görüşünü dönemlere ayrılan bir şekilde anlatan kitap, okumanın bir yolculuk olduğunu ve kitabın yazılış amacının okuma serüvenine yol alan okurlara karşılaşabilecekleri handikaplar hakkında tecrübeler, yaşam bilgisi sunmak olduğunu anlatan giriş bölümüne, Alak Suresi’nin ilk ayetlerini hatırlatarak başlıyor.

Daha sonra yazarın hayatındaki dönüm noktalarına ayrılmış on bir bölümde, çocukluktan üniversiteye kadar hayatını denemesel bir üslupla -yani öznel, samimi ve sohbet eder gibi- anlatmakta. Şiir, edebiyat, şehirler, toplum, din, siyasi iklim hakkında konuşmakta.

Bazı yerlerde yazarın düşünceleriyle kendiminkileri özdeşleştirdim. Mesela, bazı eserler ikimizin de üstünde aynı etkiyi yapmış. Toplumda hâkim görüşlerden ayrıldığımız bazı yerler aynı. Bazen de düşüncelerine hiç katılmazken buldum kendimi. Yaşça büyük hoşsohbet biriyle oturmuşum da konu konuyu açmış gibiydi.

Gerek bazı yerlerde durup düşünme ihtiyacından, gerek yazarın dilinden dolayı kitap akıcı değil. Sayfa sayısı az ama çok odaklanmış değilseniz muhtemelen bir günde bitiremezsiniz. Yavaş yavaş bitirirsiniz.

Kitabın içinde yazar her ne kadar okuduğu eserlerden bahsetse de parça parça dağılmış olan bu bahislerin sonda bir liste halinde yer alması çok iyi olurdu. Üşenmesem ben yapardım. Yüz ya da daha fazla kitap adı var içerisinde.

10 Beğeni

Kitabı bitirmeme az kaldı. Sonunu bildiğimden dolayı incelemeyi artık yazmak istedim.
Forumda birçok kişi eminim ki bu seriyi çoktan okumuştur hatta birden fazla. Benim de okumam bu zamana kadar sarktı.
Aslında ben bu kitabı iki sene önce almıştım 70-80 sayfa okuduktan sonra yarıda bırakmıştım. Çünkü diziyi ilk başta izlediğimden dolayı kendi zihnimde özgürce hayal kuramıyordum aklım sürekli dizideki kalelere, karakterlere yöneliyordu. Ayrıca bir fantastik romana göre çok ciddi ve bu ciddilik temasının altında anlatımın basit olduğunu düşünüyordum bu düşüncemi birkaç gün önce adını tam hatırlayamadığım ama şu şekilde olan başlıkta dile getirmiştim: Sizi hitap etmeyen bilimkurgu ve fantastik kitaplar
Şimdi o zaman diziyi neden izledin diyebilirsiniz ilk başta dizi ile kitap farklı şeyler bunu bir kez daha anladım. Dizide her ne kadar ciddilik olsada yer yer aksiyon sahnesi, evrenin atmosferi, oyunculuklar diziyi izlettiriyordu. Ancak kitaptaki bu ciddilik fantastik evrene göre çok gerçekçi yapıyor bana göre.

Onun dışında Cat’in saçmalıkları ve gelecekte de yapacağı saçmalıklar ve hataları bildiğimden ötürü heyecan verici şekilde okuma deneyimi sunmuyor. Bu yüzden Buz ve Ateş’in Şarkısı serisiyle bu kitapla sonlandırıyor farklı kitaplara yelken açıyorum.

Bu arada artık ciddi ciddi düşünüyorum bir zamanlar en sevdiğim tür olan fantastiği yoksa artık sevmiyor muyum diye. Çünkü en son Fırtınaışığı Arşivi 1. Kitabını yarıda bırakmıştım maalesef…

13 Beğeni

Cat Catelyn Stark mı, diziyi boşverin ileride sürprizler var :slight_smile: Catelyn ile ilgili.

3 Beğeni

Hocam yaşınız kaç acaba?

19 ( yirmi karakter.)