Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Rica ederim, iyi okumalar :slight_smile:

Buddhaçarita -Buddha’nın Yaşamı-
0001994878001-1

Foruma yazdığım ilk incelemem hayırlı olsun :smiley:

Yoğun emek ürünü eser… Tam 10 sene çeviri için uğraşılmış. Buda’nın doğumu aydınlanması ve ölmesi ekseninde üçe bölebilirim kitabı. 28 ana başlık altında beyit şeklinde yazılmış eser ve sonunda da budizm terimlerinin yer aldığı bir sözlükte mevcut.

Buda, zengin bir krallıkta doğar ve bu doğuş sanki bir peygamberin doğuşu gibi olağanüstü şekilde ve alametler çerçevesinde gerçekleşir. Kehanet o ki dünyaya ışığı getirecek ve insanları o ışık altında güderek öğretisini dört bir yana yayıp insanlığı ihya edecektir.

Krallıkta dışarı çıkması babası tarafından nefse hoş gelen türlü zevklerle çevrelenecek olsa da olmak için doğduğu kişi olma misyonunu kazanacaktır. Dışarıda şahit olduğu üç şey onun hayatının belli bir bölümünü huzursuz geçirmesini sağlayacaktır. Bunlar doğum-yaşlılık ve ölüm korkusudur. Dünyanın bu elem ve acı veren yönünü hem kendi benliğinden hem de insanlığa karşı yüklendiği ulvi misyonla diğerlerinden yani diğer insanlardan da uzaklaştırmanın yolunu bulacaktır.

Nitekim krallıktan bir gece vakti kaçar ve bir bikshu yani dilenci olarak yaşamaya başlar. Öncelikle çilecilerin olduğu bir ormana gidip onlardan bu elem ve acı veren şeylerden nasıl kaçacağını öğrenmek ister ama umduğunu bulamayarak onları reddeder. Sonra başka bir bilgeye gider ve o da onu tatmin etmez. Tabiki bu her reddediş ve uzun yol onun kendini bulması içinde bir rehber vazifesi görür. Yavaş yavaş aydınlanma yolunda ilerlemektedir(seyri süluk tezahürleri vs.).

Kitabın 14. bölümü ‘Aydınlanma’ başlığıdır ve asıl mevzu burada başlar.
Dünyanın temel dinamiğinin doğum, yaşlılık ve ölüm olduğunu ve bunların hangi nedenlerle ortaya çıktığını bir bir açıklayarak aydınlanmanın zirvelerinde doğru tırmanır.
“Yaşlılık ve ölüme neden olan varlık gerçekte neyin nesidir?” sorusuyla başlar ve yanıtlarını kendi verir. Yaşlılık ve ölümün, doğumun olduğu yerde var olabileceğini söyler.

Aslında her insan yaşlanmak ve ölmek üzere doğmaz mı zaten…

Bu sefer doğumun nedenine eğilir ve bunun da eylemlerin gücüne bağlı olduğunu farkeder. Nedensizliği reddederek her şeyin bir nedeninin olduğunu ve bir eylemler silsilesine tâbi olduğunu vurgular.

Sonrasında varoluşun kökenine inerek bunu sorgular ve bunun da benlik duygusu olduğunu aslında ‘nefs’ diyebileceğimiz mevzunun varoluşa neden olduğunu söyler. Nefsin arzu duyacağı her şey (cinsel zevk, tamahkârlık, cimrilik vs.) burada topludur.

Bu sefer de benlik duygusunun nedenini sorgular ve bunun da ‘susuzluk’ olduğunu vurgular. Aslında kastettiği şey yine nefsin dizgin tutmaz istekleridir.
Bu sefer de susuzluğun kökenine iner ve bununda 'hissetmek’le vücuda geldiğini görür yani 5 hasseye değinir.

Ve tabiki burada kalmaz, hissetmenin kökenini de inmek isteyerek bunun da 'temas’la gerçekleştiğini söyler. Temasının nedenini de bulmak ister ve bu bilgiyi de elde eder. Ellerimiz, tenimiz, burnumuz, kulağımız vs. hepsi bu hissi bulmak için bir araç niteliğindedir diyebiliriz.
Bu organların da bir nedeni vardı elbette. Onun da ‘ad ve biçimle’ olacağını söyler. Önceden öğrenilmiş yahut daha doğrusu ilk insana öğretilen adlar ve biçimlerin kökeninin tezahürü… Bakara 31’de ilgili ayet mevcut. Bu konuyu fazla irdelemeden geçeceğim yoksa maksattan sapabiliriz.

Ad ve biçimlerinin nedeninin ise ‘bilinç’ olduğunu dile getirir. Bilincin oluşumunun da ad ve biçim temelinde olduğunu yani iki kavramının birbirinin hem nedeni hem de sonucu olduğunu çerçeveler.

Çerçeveye resmi oturtarak bir bütünlük elde etmek istediğimiz de ise karşımıza çıkan şey şu:

Dünya hayatı bu eksene bağımlı olduğu için içinde yaşayan biz canlı yahut cansız varlıklar bu döngüye tâbiyizdir. Bu döngü yüzünden de elem ve acılara gark oluruz. Sürekli doğarak yaşlanarak ve ölerek ve aynı şeyleri tekrar ederek bu ıstırabımızı devam ettiririz. Bunu kırmak ve iç oluşumuzu gerçekleştirmek adına da dünya zevklerinin hitap ettiği nefse uymamalı ve onu ehlileştirmeliyiz. Nefs bizim denetimimizde olmalı. Nefs tarafından güdülmemeliyiz. Aslında bütün bir kitap ve Buda’nın vermek istediği öğreti bundan ibaret. Ancak bu şekilde bir aşkınlık seviyesine çıkar ve kurtuluşa ereriz. Anlatılmak istenen bu.
Tabi baktığımız zaman tasavvufa olan benzerlik akla gelecektir ilk başta ama burada nisbet noktası önemlidir. Nisbetiniz Allah’a mı yoksa kendi aşkınlığınıza güvenip Buda gibi nehrin üzerinden kayıksız yürüyüp geçerek istidraç nevinden sahte kerametlerle tatminlik mi hissetmek. Uzatmayalım…
Kitabın yekûnu, 14. bölüm olan ‘Aydınlanma’ adlı bölümdedir diyebilirim. Bu bölümde meselenin aslı hasıl oluyor.

Aslında kitapla alakalı çok not aldım ama buraya hepsini yazmak inanın zor.

Okumanızı tavsiye ederim. Hem akıcı olması hasebiyle hem de işin derinliğine tam olarak nüfuz edemesinizde en azından kıyısından köşesinden dokunalım kavlinden sizin zihin dünyanızı geliştirecektir :+1:

16 Beğeni

Ray Bradbury tarzını sevdiğim bir yazardır. Bilimkurgu gibi bir türü şairane diliyle mükemmel bir şekilde ele alıyor gerçekten. Kimilerine göre bu anlatımı çok zorlayıcı olsa da ben Bradbury okurken kendimi su içiyormuş gibi hissediyorum. Yorucu bir okuma döneminden sonra sıkılmadan okuyabileceğim bir kitap olduğunu düşündüğüm Güneşin Altın Elmaları beni yanıltmadı. İçinde toplam 32 öykü bulunan kitap tamamen bilimkurgu öykerinden oluşmuyor. Ray kariyerinin başındayken birçok alanda hünerli olduğunu ispatlama girişiminde bulunuyor ve bunun altından da ziyadesiyle kalkıyor bana göre.

Ray Bradbury’nin bu kitaptaki öykülerinin büyük çoğunluğu aile içi ilişkilere ve yeni dünyaları keşfetmeye odaklanıyor. Aralarından en çok Buz ve Ateş, Zaman Makinesi, Güneşin Altın Elmaları ve Bitmeyen Yağmur öykülerini beğendim.

Derlemedeki bazı öyküler seride yer alan diğer kitaplar olan Yakma Zevki ve Mars Yıllıkları’nda da mevcut. Eğer bu öyküler hala hatrınızdaysa atlayıp diğer öykülere geçiş yapabilirsiniz.

İthaki’nin bu kitabı neden seriye dahil ettiğine de anlam veremedim. Ayrı bir şekilde bassa daha iyi olabilirdi bence. Belki de seride yazardan fazla kitap olsun diye böyle yaptılar.

Kitaba puanım 7/10 çünkü çoğu öykü bilimkurgudan uzak bir olayı anlatıyordu.

24 Beğeni

Her sağanak yağmur altında kalışımda aklıma Bitmeyen Yağmur öyküsü gelir. Öykü o derece iyidir, yazarı da o derece çok severim.

5 Beğeni

Martin Eden, eğitimsiz genç bir işçi olarak hayatına devam ederken yolu ettiği bir yardım sonucu hem kitaplarla hem de ilk görüşte âşık olduğu Ruth ile kesişir. London, Martin’in kitapları okuyup içindeki bilgileri sünger gibi çektiğini ifade eder. Kısa sürede birçok kitap okuyan ve belli bir fikir dünyası oluşan Martin -yine her bibliyofil gibi- bu fikirleri yazıya dökmeye karar verir. Bütün bunların olmasında elbette Ruth’un etkisi vardır. Onun yaşadığı ortama uyum sağlamak, kültür seviyesini yükseltmek ve onun saygısını kazanmak için elinden geleni yapar. Hattâ bir gün Ruth’a “istediğim tek şey sensin; yemekten, giysiden, şöhretten çok daha fazla açım sana. bütün hayalim, başını göğsüne yaslayıp ebediyete kadar uyumak ve bir yıl geçmeden bu hayal gerçek olacak.” der. Bütün bu çabalarının sonucunda eserlerinin kabul edilmesiyle bazen ümide bazen de gelen retlerle hayal kırıklığına uğrar. Hayal kırıklıklarının sebebi yazılarının reddedilmesinden çok çevresinin, en güvendiği yakınlarının, sevdiklerinin onu anlamaması ya da anlamak istememesidir. Bu yüzden Jack London bir yerde “Martin bir gün ne kadar yalnız olduğunu hissetti.” diye bahseder ondan. Martin’in içindeki heyecan kaybolana kadar da çabası sürer.

Jack London, kitapta sadece Martin Eden’ın bir aşk uğruna neler yaptığını anlatmaz. Bunun yanında 20. yüzyılın başlarında Amerika’nın sahip olduğu sosyal ve ideolojik meseleler hakkında da gözlemlerini aktarır. Amerikan Rüyası olarak adlandırılan durumun nelere gideceğini gözler önüne sermeye çalışır.

(Ayrıca yabancı eserlerin okunmasında çevirmenlerin önemi büyüktür. Yazarın yakaladığı üslubu koruyarak eserleri bizlere aktarırlar. Bu kitabın çevirmeni Levent Cinemre de hem Jack London’ın üslubunu korumuş hem de verdiği son notlarla kitaba daha fazla nüfuz etmemizi sağlamış. Çevirisine sağlık!)

18 Beğeni

Dorian Gray’in Portresi

Bir aydan uzun süre önce başlayıp ülkenin gündemi ile kafam dolu olunca yarıda bıraktığım Dorian Gray’in Portresine kısa süre önce tekrar dönüp hemen bitirdim. Maalesef beklediğim tadı alamadım.

Geçmişte okuyup okumadığımı tam hatırlamıyorum, ama en az iki uyarlamasını izlediğimden ve itibarı yüksek bir klasik olduğundan açıkçası tüm hikayesi aklımdaymış. Belki bu nedenle belki de geçmişte okumuştum ve bu okuma ile tüm olay örgüsü hemen tekrar canlanmış oldu kafamda, emin olamıyorum.

Kendi adıma pek gerek olmayan bir okuma oldu, kitapyurdunun hediye kitabı olarak elime ulaşmasa yine başına oturmazdım muhtemelen. Anlatmak, vermek istedikleri, cümlelerinde taşıdığı anlamlar benim için yeni olmadığından, bende ağırlıklı diyaloglarla ilerleyen bu kitapta onlardan zevk almaya çalıştım. Lord Henry’nin arada sunduğu güzel konuşmalar hariç onlar da fazla tutamadı beni kendinde.

Yazıldığı dönemin ötesinde bir eser olduğuna hiç şüphe yok. Edebi birikim/okuma dönemi gibi bir öneri verecek olsam lise dönemlerinde tercih edilip zevk alınabilecek güzel bir 19. yüzyıl klasiği diyebilirim.

18 Beğeni

Bende aynı hisleri yaşamıştım. :+1:

2 Beğeni

Bu kitabı okumak için temel birkaç kitap okuyarak sağlam bir altyapı oluşturmak gerekebilir. Özellikle ağırlıklı olarak Heidegger ve Proust’un kitaplarından referans alınan cümleler, paragraflar var. Diğer yandan yazar belli başlı yerlerde bu alıntıları açıklasa da yeterli gelmeyebilir. Çeşitli yazarların zaman hakkındaki argümanlarını açıklamasının yanı sıra onları kendi düşünceleriyle de eleştirebilme cesaretini göstermiştir. Zamanın ne idiğü ile başlayıp, nasıl dayanaksız kalarak dağıldığına ve buna bağlı olarak, insanın bu dağılmış doğrusal zamanda nasıl sürüklendiğini anlatmış.

'‘Zamanın Kokusu’'nun, tüm insanlığın hasretine mazhar olduğunu ve yine insanların beklenen, düzene girmiş yerli yerine oturtulmuş bir zamanın hasretini çektiklerini vurgulamış. Zamanın meçhullerine hürmet zorunluluğuna da değinmiş.

İnsanın can sıkıntısının doğru eylemlerde bulunmama, ıstırap duymama ve kendi nefsini olanlar karşısında hesaba çekmemesinden kaynaklandığını söyleyebilirim.

“Bir günü bir gününe eş olan ziyandadır.” hadisinin yer yer kitapta hissedilmesi mevzu…
Aksiyonun, makineleşmeye yani akt’a dönmesinin insanı çıkmaza sokması ve zamanın kişi üstünde hükmünün kalmaması hissi…
Öte yandan unsur üstü dile ve unsur üstü manaya çıkan Allah dostlarının yani zamanı ve mekanı aşanların belli başlı hallerini, “hacı-turist” benzetmelerinde yer yer göreceksiniz.

Yine yazarın, ‘‘tefekkür’’ kavramına ne kadar önem verdiğini de okuyacaksınız. Çünkü tefekkürsüz hadiseleri irdeleme işi insana, yaşamı boyunca karşılaşacağı olaylarda sürekli olarak şaşmasını ve tüketimin de üretiminde hızla akıp gittiği bu zaman diliminde nasıl davranacağını bilememesinden ötürü oradan oraya savrulduğunu deneyimletir.

Yazar, internet çağının, zamanın bu olağan hızına yaptığı katkıyı da es geçmez ve mekâna tâbi olan zaman mefhumunun ve mekânın kendisininde nasıl ortadan kalktığını vurgular.

Byung Chul Han’a katılmadığım yerlerde var lakin yorumu fazla fazla uzatacağı için şimdilik burada keselim.

Not: Kitabın az sayfa olduğuna aldanmayın. Okuması kolay değil. Şayet ben bile altyapımın eksik olduğunu yer yer hissettim. O yüzden daha sonra tekrar okuyacağım.

16 Beğeni

Neuromancer - William Gibson

Öncelikle şunu söylemeliyim; bu eser okuması kolay bir kitap değil ve herkese hitap etmeyebilir. Bunun başlıca sebebi de yazarın hikaye anlatma yeteneğinin hayal gücünün gerisinde kalıyor olması.

Kitabın kesinlikle bir başyapıt olduğunu düşünüyorum. Hikayeyi anlayabilen herkesin de aynı şeyi düşüneceğine eminim, beğenilmeme sebebinin genellikle hikayeyi takip edememe ve anlayamama olduğunu düşünüyorum.

Bunun sebebi bence yazar ve çevirmen kaynaklı yarı yarıya.

Kitabın efsaneleşmiş açılış cümlesinden örnek vermek istiyorum.

“Limanın tepesindeki gökyüzü, ölü bir kanala çevrilmiş televizyon rengindeydi.”

Bu cümlenin orijinalinde yazar gökyüzünün karıncalanmış televizyon renginde olduğunu söylüyor. Yani şu görüntü;

image

acaba kitabı okuyan kaç kişinin zihninde bu görüntü canlandı. “ölü bir kanala çevrilmiş televizyon rengindeydi.” bence çok kötü bir çeviri.

“The sky above the port was the color of television, tuned to a dead channel.” Orijinal cümle. Dead Channel derken ne kastedildiği bariz bence. Bunu ölü kanal diye çevirince anlam yok oluyor. Ölü kanal tabirini hiç kullanmadım ve duymadım şimdiye kadar. Karıncalanmış veya karlanmış ekran kullanılıyor.

Motamot olarak doğrudur ancak anlam kaybı mevcut. Örneğin; İngilizce’de “raining cats and dogs” şeklinde bir deyim vardır, bunu “bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor” şeklinde değil de “kedi ve köpek yağıyor” şeklinde çevirmek motamot olarak doğru ama anlam yok oluyor. Bence çevirmen bu kitapta bolca bu hataya düşmüş. Belki cyberpunk türüne aşina değil, kitabı sevmedi veya uğraşmak istemedi bilemiyorum ama 6:45 yayınlarının çevirisindeki yazım hataları temizlenmiş olsa bile(kitabın son bölümde bolca imla ve yazım hatası mevcuttu) çeviri kalitesi bence artmamış.

Hangi sebeple yapıldığını anlamadığım saçma bulduğum Türkçeleştirmeler; kitabın adını “Neuromancer” olarak kullanıp içeride bu kelimeyi “Nöromansçı” olarak kullanmanın sebebi ne olabilir?
Türkçede nöromansçı diye bir kelime mi var? Ayrıca neuromancer kelimesi necromancer kelimesinden esinlenerek oluşturulmuş yani necromancer ölüm büyücüsü olduğuna göre neuromancerı da nöron büyücüsü olarak çevirebilirsin illa çevirmek istiyorsan.

Tek tek incelemeyeceğim sadece çevirmenin hangi mantıkla çeviri yaptığının anlaşılması adına örnek vermek istediğim. Eminim araştırsak bir çok örnek bulabiliriz. Kitap zaten takip etmesi ve anlaşılması zor bir eser bir de bu tür anlam kaybı yaşatan cümleler eklenince okumak iyice zorlaşıyor.

Kitapta bence Matrix filminden Neo, Trinity, Morpheus, Kahin ve Mimar karakterlerine esin kaynağı olmuş karakterler mevcut. Yazar Ubik, Vakıf gibi öncül eserlere de selam göndermiş. İki kitapta olan konseptler birebir kullanılmış burada da.

Kitap çok derinlikli bir başyapıt bence fakat fazlasıyla emek istiyor. Kitabı okumakta zorlananlara aşağıya bıraktığım videoyu öneririm. Bölüm bölüm konuşuyorlar ve kaçırdığınız, farkına varmadığınız bir çok şeyi fark ediyorsunuz.

Bir de tek seferde okunarak tamamen anlaşılabilecek bir kitap değil bence. Bir süre sonra not alarak tekrardan okumayı düşünüyorum. Özellikle kitabın ilk yarısında okurken fark etmediğim bir çok ayrıntı olduğuna eminim.

4/5

37 Beğeni

Bu yapıcı ve güzel yorum için teşekkür ederiz. Kargomun gelmesini ve kitabı okumayı sabırsızlıkla bekliyorum.

3 Beğeni

Altıkırkbeş basımının ilk cümlesi de şu şekilde: Limanın üzerindeki gökyüzü, yayını yapılmayan bir kanala ayarlanmış gibiydi.

3 Beğeni

Görünmez Adam - H.G. Wells

1897 yılında yayınlanan bu romanda, Iping köyüne gelen garip bir adamın başından geçenleri görüyoruz. Garip olmakla birlikte son derece asabi de olan adam, köylülerin dikkatini çekecek davranışlar yapar. Sonra tatsız olaylar meydana gelir.

Fazlasıyla akıcı ve sürükleyici bir roman, konusu zaten en baştan belli oluyor. Görünmez adam yazarın diğer romanlarında gördüğüm ana karakterlerden epey farklıydı. Hiç hoş biri değildi. Böyle bir karakter görmek gerçekten şaşırtıcı geldi. Romanla ilgili tek eleştirim var diyebilirim. O da kısa olması. Hemen bitiyor siz daha ne olduğunu anlamıyorsunuz.

Puanım: 8/10

18 Beğeni

Henüz bitirmedim ama kitapta biraz Stalker (Uzayda Piknik) havası var. Nasıl anlatsam bilemedim ama.

1 Beğeni

Mars’a Seyahat ¬ Hans Dominik

2108 yılında, Mars ile ilk başarılı bağlantıyı kuracak olan kâşife verilecek Mars Ödülü’nün miktarı yıllar geçtikçe devlet tahvilleriyle katlanmaktadır. Artık mütevelli heyeti bu kadar yüksek bir parayı kimseye vermek istememektedir.

Bir gün kâşif Doktor Müller, yerçekiminin etkisini ortadan kaldırabildiği kartvizit ve yüzükle gelir. Aynı teknikle bir uzay gemisi yapacağını, ayrıca yerçekimini yeri gelince artırabilecek bir sıvıyla yönetebileceğini, ödülün %75’ini mütevelli heyetine vereceğini söyleyip onları Mars’a seyahate ikna eder.

Öykü 1908’de yazılmış. O zamanlar yerçekimine “suyun süngere nüfuz ettiği gibi atomlara nüfuz eden ışık eterinin etkisi” olarak bakılıyordu. Bugün eter/esir diye bir şey olmadığını, kütleçekimin ise kütlenin uzayı bükmesinden meydana geldiğini biliyoruz.

Dünya’nın atmosferinden çıkmanın mümkün olmadığı sanılıyor. Mars’ın suya, bol oksijene, zengin bitki örtüsüne sahip olduğu hayal ediliyor; bugünkü bol karbondioksit ve demiroksitli kızıl yapısı da bilinmiyor. Öyküdeki Mars, Meram bağları gibi. :grinning:

Bilimsel öngörüleri tamamen yanlış olmasına rağmen okuması keyifli bir kısa öyküydü.

13 Beğeni

Neuromancer

Matrix serisine ilhamını veren kitap diye geçen, yazıldığı dönemde ödülden ödüle koşan bir ilk kitap olan Neuromancer’ın başına yılların beklentisi ile oturdum. Geçmişte dilimize kötü çeviriler ile kazandırıldığını bildiğimden uzun bir süre yeni ve hakkını verecek bir çeviri ile gelmesini beklemiştim. Maalesef fazla beklentiye girmişim, aradığımı bulamadım.

Gibson yazım tarzı olarak kesinlikle okur dostu değil. Sizi olayların içine bırakan, betimlemeye ya da açıklamaya girmeyen bir yapıda Neuromancer. Ek olarak Gibson bol bol kitap içi terim yaratmış, bu terimleri de açıklama zahmetine girmiyor. Okur gidişat ile ya da belirli mantıklara oturarak öğreniyor okuma sürecinde. Bu da Neuromancer’ı yer yer anlaşılması zor yapabiliyor, bazı yerleri dönüp iki kez okumak zorunda bıraktırabiliyor. Ben nispeten yavaş bir okuma temposunda, sakin bir ortamda pür dikkat okuyarak yazarın tüm anlatımını yakaladığıma inanarak bitirdim kitabı. Yine de sevdiğim okuma tarzı bu değil, herkese de hitap edeceğini düşünmüyorum. Bu nedenle Neuromancer’ı okumaya karar verirken zor bir okuma olacağını kabul edip başlamakta fayda var.

Çeviri/editöryal kısmı da pek tatmin etmedi, bir üstte belirttiğim zorlukları çok ufak dipnotlar ile okur adına kolaylaştırabilirlerdi diye düşünüyorum ama yazarın yazım tarzına müdahil olma gibi düşündüler sanırım. Ancak bu terim kelimeler bazen çevrilirken anlam da kaybetmiş, bazen çevrilememiş, bazen de çok havada kalmış. Zaten çevirmesi zor bir esere de hakkını veremeyen bir çalışma olmuş gibi ancak anadili ile karşılaştıramadığımdan çok da kabahat bulmak istemiyorum açıkçası. Okurken dil seviyesi iyi olan okurların İngilizce okumayı tercih etmeleri daha mantıklı gibi geldi çoğu zaman bana. Sprawl üçlemesine devam etmeyi düşünsem devamını İngilizce okuyabilirim belki ben de.

Orijinal ve harika fikirlerin olduğu ancak bunu sunmada yeterli olamayan, tarihte her zaman özel bir yeri olacak bir bilimkurgu Neuromancer. Basıldığı 84 yılında ne kadar özel bir kitap olduğunu, getirdiği sesi anlayabiliyorum ve 80-90 larda okunduğunda mükemmel bir zevk vereceğini düşünüyorum. Ancak günümüzün içerik bombardımanına tutulduğumuz dünyasında okuyacaklar için yeni ve özel bir şeyler sunamamış kalacak. Edebi olarak da yetersiz bir anlatıma sahip olduğu için türün gedikli okurları hariç fazla sevilip tercih edileceğini düşünmüyorum maalesef.

26 Beğeni

A TRUE STORY

Kitabımız, Romalı hiciv ustası Lucian’ın üç farklı metnini içeriyor.

İlki tarihyazımı üzerine bir deneme. Lucian, dönemin tarihçilerini aşırı süslü dillerinden, abartılı anlatımlarından ve bilgisizliklerinden dolayı eleştirdikten sonra, nasıl iyi bir tarihçi olunacağını izah ediyor.

İkinci metinde ise eleştirdiği tarihçileri taklit ediyor. Odysseus misali yolunu kaybedişini ve kendisini bulduğu tuhaf yerleri anlatan “gerçek” bir hikaye yazıyor. Bu tuhaf yerlerden biri de Ay olduğu için yazılan ilk bilim-kurgu hikayesi diyebiliriz.

Son metin ise filozofların eleştirildiği bir diyalog. Evren ve tanrılar hakkında herkesin farklı bir şey söylemesinden bıkmış Menippus’un, kendisine bir çift kanat yapıp Tanrılarla konuşmak için göklere doğru uçuşunu anlatıyor.

16 Beğeni

image

Agatha’den yine bir çırpıda okunacak güzel bir polisiye kitabı. Kitabı okunaya başladıktan sonra Miss Marple’ın son macerasıymış meğer bu kitap. Ama yine de bitirmek istedim.

Evde örgü örerken ve durağan bir gün geçirirken Miss Marple’a bir mektup gelir. Bu mektup daha önce gittiğu bir yerde ilk kez tanıştığı Bay Rafielzden gelir. Bay Rafiel bir teklifte bulunur ama Miss Marple’a olayın ne olduğunu anlatmaz. Böylelikle ihtiyar kahramanımız kendisini tam bir bilinmezin içinde bulur. Marple olayları çözebilecek mi yoksa bu hengamenin içinde kaybolacak mı?

Artık Agatha Christie’nin kitaplarına şüpheyle yaklaşmayacağımdan bu kitapla emin oldum. Poirot’nun olduğu kitaplarda olaylar daha hareketliyken Marple’ın yer aldığı olaylar biraz daha durağandı. Tabii bunu sadece bu kitap için söylüyorum. Diğerleri de aynı mıdır bilemem. Marple’ın gençliğini konu alan bir kitabı var mı acaba?

Kitapta olaylar klasik bir şekilde sin 20 sayfaya kadar gizemini koruyor. Agatha hayranları eminim katili ufak bir gayretle bulabilirler ama benim gibi yeni okuyucular için bu biraz zor. Karakterlerin bolluğu başta gız korkutsa da ilerleyen sayfalarda bunkarakterlerin üzerinde çok durulmuyor. Bu da kitabın akıcılığına katkı sağlıyor.

Benim için güzel bir ara kitabı oldu. Tavsiye ederim.

7/10

19 Beğeni

Benim için de sıkıcı bir okumaydı.

2 Beğeni

Karanlık fantezinin hakkını veren ve epey rahatsız edici kısımlar barındıran +18 bir kitaptı. Kanlı çarpışmalar, kara büyüler, ölüler, ihanetler… En önemlisi de kötü mü kötü bir ana karakter.

Çoğu fantastik kitabın aksine iyilik abidesi olmaktan uzak bir karakteri okumak hem ilginç hem de keyifliydi. Yazar burada dengeyi iyi tutturmuş. Bizi ne karakterin özünde iyi biri olduğuna inandırmaya çalışmış ne de kötü biri olsun derken aşırıya kaçıp insani yönünü kaybettirmiş.

Anti-kahramanımız Jorg bir prens. Parçalanmış İmparatorluk’ta yaklaşık yüz tane kral var ve hepsi de birbirleriyle savaş halinde. Jorg da henüz dokuz yaşındayken annesi ile kardeşinin ölümüne şahit oluyor ve ardından intikam arzusuyla yola çıkıyor ama işler çok farklı bir yere evriliyor. Biz onun on dört yaşındaki halini okuyoruz.

Yine birçok fantastiğin aksine birinci şahısla yazılmış ve kendine ait bir evren içermiyor. Aralarda Platon’dan, Nietzsche’den, Cermenlerden ve Türkmen kılıçlarından bahsedilince yadırgamadım diyemem :upside_down_face: Ama bir dünya inşası olmadığı için de içine girmek daha kolay oldu.

Ayrıca olay odaklı olduğu ve betimlemeye az yer verdiği için de çok akıcıydı. Örneğin bir yerden başka bir yere giderken o yolculukta sadece bahsetmeye değer bir olay varsa okuyoruz. Şimdiye kadar okuduğum en konsantre olay örgüsü diyebilirim.

Peki, kitap mükemmel miydi? Tabii ki hayır. Bazı kısımlar gerçekçi değildi. Örneğin karakterin yaşı gibi davranmaması ve fantastik kitaplardaki çoğu ergen karakter gibi aşırı yetenekli/şanslı olması… Ama aksi takdirde hikâyelik bir malzeme de olmazdı sanırım. Diğer eksiklikleri ise karakter çeşitliliğinden yoksun olması (kadın karakter yok ve diğer erkek karakterler de silik) ve akıcılık uğruna derinlikten vazgeçilmesi. Olay örgüsü hızlı olunca haliyle pek çok şey sığ kalmaya mahkûm oluyor. Zengin bir kurgu veya dünya beklememek gerek.

Velhasıl kusursuz değil fakat ilginç ve okuması keyifliydi. Güzel vakit geçirmelik, sizi yormayacak ve kolayca içine girebileceğiniz bir kitap arayışındaysanız tam size göre. Serinin diğer iki kitabı da benzer uzunlukta. Muhtemelen tempo aynı şekilde devam ediyor. Arayı çok açmadan onları da okumayı düşünüyorum.

8/10

21 Beğeni

Okuduğum Tarih: 01-06 Yelin 2023
[Okuduğum 382.betik]
2023 (Tavşan) yılında okuduğum 12.betik
[Yelin (Mart) ayının ilk betiği]

Öykü seçkisinde distopik yanı ağır basan, bizi toplumsal yok oluşların sınırında gezdiren, hatta bazen bu sınırın ötesine de geçen öykülere ağırlıktadır. Elbette arada şafağın aydınlanır gibi olduğu öykülere de rastlayacaksınız. Ama çoğunda sökecek olan şafak, karanlık… Daha önce başka öykü seçkilerinde okuduğum öykülerden sadece Gebe, seçkinin en iyi öyküsüdür.

Daha önce Karanlıktaki Kadınlar adlı korku-gerilim öykü seçkisinde okuduğum Seran Demiral’ın Gebe adlı öyküsüne yaptığım yorumu yeniden sizlerle paylaşıyorum. Gerilim unsurları içinde barındıran öyküyü kurgu olarak beğenmekle birlikte etik açısından kabul etmediğim bilimsel atılım vardır. Kurguda özgür kadınlar, kendi klonlarını doğurarak anne oluyorlar. Ayrıca annesinin klonu doğuruyor Irmak. Bu iki işlem de yanlış çünkü klon doğurmanın altında dolaylı olarak babası ve dedesiyle zina etmiş oluyorlar özgür kadınlar. Bizleri bir araya getiren anne ve babamızın DNA sentezidir. Böyle bir gelecek yaşasak biz erkeklerin hataları sonucudur. Hatalarımızla onları büyük günaha sürüklemiş oluruz. Tanrı, kadın ile erkeği birbirini tamamlayan yapboz gibi olarak yaratmış. Biri olmadan diğeri olmaz.

Kırmızı Buton (Funda Özlem ŞERAN); %75 olarak beğendiğim distopik öykü; kıyamet koptuktan sonra yeryüzünde makinaların kaldığı bir dönemde geçiyor. Betimlemelerin gücü az olmasına rağmen makinalardan Türk mizahisi sözler duydukça insanın yüzünü güldürüyor ister istermez. Kıyamet koptuktan sonra Dünya, Venüs ve Mars gibi çorak bir gezegen olup olmayacağı belli olmadı için kıyamet anlayışımıza ters düşmemesi gayet normaldır. Makinalar bize Tanrı yada Tanrılar demesinde bir sorun yoktur çünkü onlarda insani duygular olmadığı için onlardan inançlılık beklemek makul değildir.

Demokrasinizi Hangi Boy Alırsınız? (Ruhşen Doğan NAR); Kısmen beğendiğim öykü olmasının yanı sıra ülkemizin üniter cumhuriyetine ters düştüğü için öyküyü desteklemiyorum. Ayrıca Elerkiç denilen cihaz (yarak) sayesinde düşünce özgürlüğünün perçinleştiği bir döneme imza atabiliriz. Elerkiç’in yanlış kişilerin tanımlanması sayesinde nasıl kötücül bir sisteme dönüştüğünü görüyoruz. Aslında burada dersler çıkartılıp geleceğimizi yeniden inşa edebiliriz.

Çok Satan (Kutsal) Kitaplar (Özgür HÜNEL); Öncelikle beni bilenler bilir ki bu öykünün beğenmediğim yönlerini apaçık biliyorlar. Buna ek olarak Darwin evrim teorisine asla inanmıyorum ve bu teoriyi benimseyen öyküler benden tam geçerli not almayacağını bilinsin. Yaratılış Akademisi sayesinde kod ad sistemi takdir ediyorum. O dönem de yaşasaydım Erdenay adını kod ad alarak keşfedilen gezegen gidip İslam dinini sağlıklı bir şekilde yayardım. Arapsevicilik ve bağnazlık olmadan dinimizi dosdoğru bilirlerdi. Şunu unutmasın ki uzaylılar içinde Tanrı’ya inan ve ona sığınan (ibadet eden)lar vardır. Bir de uzaylılar böyle ilkel varlıklar olmayacağı su götürmez bir gerçektir. Yerli bilimkurgu öyküsü olmayıp Türkçe absürt bilimkurgu öyküsü olarak değerlendirilir.

Lütfen Rahatsız Etmeyin (Selin ARAPKİRLİ); Fuhuşun bir yardımlaşma olarak yaygınlaştığı distopik gelecekte seçilen kavramlar betimlemelerle güçlendirilmediği için anlamsız sözlere dönüştüğünü görüyoruz. Ana karakterin insan mı puma mı olduğunu öykünün sonunda az çok idrak ediyoruz. Kafa ütüleme derecesinde didaktik anlatım kullanıldığı için yirmi dakikalık öykü maalesef bir saat gibi sıkıcı bir gerçekliğe dönüşmesi su götürmez bir gerçektir. Didaktik anlatım yerine betimlemelerle güçlenmiş bir olay örgüsüne dayalı bir olay öyküsü olarak yazılsaydı belki de kısmen beğendiğim öykü olurdu.

Daha önce Silsile (TBD 4.Bilimkurgu Öykü Seçkisi) içinde okuduğum Funda Özlem ŞERAN’ın Kapat-Aç öyküsünü yeniden okuyunca hem o seçki içinde beğenmediğim öykü olduğu için bu seçkide yer alan diğer öykü karşısında yine beğenmediğim öykü oldu. Mantık hatalarının ön planda olan öyküde ruhsuz bedenler zaman içinde çürüyüp gittiği için beden değiştirme gibi düşsel kurgu motifi, bilimkurgu temasına hiç uygun değildir. Onun içinde mankurtlaşma (siborglaşma) güzellemesinde hem büyüleyici yanı hem de dramatik yanını gözler önüne seriliyor. Mankurt olmak yerine gözü rahatsız etmeyen bilgi lenslerini yeğlerim.

Yarını Hatırla (Selin ARAPKİRLİ); Öncelikle öykü adıyla umut vaat edici görünse de öyküyü okuduktan sonra anlamsız ve sıkıcı bir öykü olduğunu anladım. Belli bir olay örgüsü olmadığı için hazırlanmış bir senaryo okumakla birlikte fiziksel ve ruhsal betimlemeler zayıf olduğu için karakterler gözlerimizin önünde canlanmaz. Sevi adlı karakterden dolayı yarı yerli bilimkurgu öyküsü olarak kabul ederken gezegendeki düzeni alt üst eden sarı salgından nasıl başladı ve nasıl bir salgın olduğundan hiç bahsedilmiyor. Sadece ad olarak geçer öyküde.

Son Umut (Ruhşen Doğan NAR); Normalde bu tarz öyküleri yorumlamıyorum çünkü hem inancıma hem de savunduğum yerli bilimkurgu ışığına ters düştüğü için. Bu seferlik yorumlamanın nedeni ise Ruhşen Doğan NAR’ın gelecek vaat eden kalemi daha da gelişmesine vesile olmak istiyorum. Öncelikle karakter adları absürt seçildiği için kimin kadın kimin erkek olduğunu ayırt edemiyorsun. Bir de üçüncü tür olan uzaylılar detaylı betimlemediği için zihinlerde onların görüntüsü oluşmuyor. İnançlı bir insanın kıyameti unutup ve Darwin evrim teorisini benimsemeyi insanların akıllarında soru işareti bırakıyor. İnsanların yeniden paganlığa dönmeleriyle siyasal dincileri alaylı bir şekilde dile getiriyor. Bu noktada onu takdir ediyorum çünkü skolastik düşüncelerden arınmalıyız.

Üzerine basa basa distopik öyküleri sevmemekle birlikte İslam dinindeki Kıyamet’e ters düşen kurgulardan da haz etmem çünkü inançlı olduğum için bilimkurgu öykülerinde ayakları sağlam bir şekilde yere basan kurguları çok seviyorum. Ayrıca seçkide yer alan TechNE adlı öyküyü yorumlamamamın nedeni de bilimkurgu öykülerinde Latince’nin üstün dil hastalığına tahammülüm yok. Hele bu hastalığı ısrarla savunan Türk (!) kalemlerinin bu tür öykülerini sevemem. Okuyup okumamayı sizlere bırakıyorum. Güzel öykü seçkilerinde görüşmek dileğiyle Betikkurtlarım…

2 Beğeni