Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

“Yükseklere ulaşabilecek miyim? yoksa bu yaptığım, bana asla bir şey vermeyecek ve acı çektirecek verimsiz bir çaba mı?” ~gençlerin savaşımları, s.11

“Vasat biri olmaktan o kadar korkuyordum ki herkesten habersizce ölmeyi yeğleyecek durumdaydım; başarısız denemelerime tanık olacak kâğıttan bile utanıyordum.” ~gençlerin savaşımları, s.12

Geceleri, Sokaklarda, Cesare Pavese’nin henüz on yedi yaşındayken kaleme almaya başladığı ve ölümünün ardından yayımlanan öykülerini ve öykü taslaklarını içeriyor. Öykülerin başkişileri, hayatın kıyısında kalmış, sınırlarda gezinen insanlardır: Pavese’nin alter ego’su diyebileceğimiz, sanatçılığın ilk yaratım sancılarını varoluşsal düzlemde deneyimleyen, yazar olmayı arzulayan genç; bohem hayatın aksak ritminde savrulan sanatçı; insanca yaşamayı umut eden dilenci ve fahişe; bir ressama modellik yaptığı kısacık anlarla hayata tutunmaya çalışan genç kız; sanata ve aşka duyumsadığı tutkuyu ölümle sonsuz kılmak isteyen müzisyen… Pavese’nin kişileri her ne kadar birbirinden farklı mekânlarda, koşullarda konumlandırılmış olsa da, onları birleştiren ortak noktalar vardır: Kimi derin bir varoluşsal tutkuyla, kimiyse yılgınlıkla; yaratıcıları gibi onlar da hayatın kendilerine dayattığı koşullar bünyesinde bir “yaşama uğraşı” verir. Bu “yaşama uğraşı” ise derin bir yalnızlıkla sarılıdır. Geceleri, Sokaklarda, 20. yüzyıl Avrupa edebiyatının en güçlü kalemlerinden sayılan Cesare Pavese’nin ilk yazarlık denemelerinin ürünü olmalarına karşın yazarın sonraki yapıtlarında belirleyici olacak biçemsel ve tematik gücü, onun kendine özgü soluğunu müjdeler; bu anlamda da edebiyat tarihi için de değerli bir belge niteliğindedirler.

“Ve böylece kendisi, çevresindeki insanlara sürekli yabancı ve yenik hissediyordu.
içinde her şey acıyla kıvranıp yorgunluktan bitkin düşecek kadar çelişkili, altüst, karmakarışıkken çevresindeki insanlarda ve gerçekleştirdikleri işlerde derin, bilinçsiz bir sakinlik hissediyor, yaşamın kaçınılmaz sonsuz acısının dışında acı olmadığını görüyordu.
Bu onu çökertiyordu.” ~başarısız serüvenci, s.99

12 Beğeni

Sislerin Vampiri - Christie Golden

“Sislerin Vampiri” Ravenloft serisinin ilk kitabı. İlk kez 1991 yılında yayımlanmış. Okurken ilk sayfalarda beklentim düşmüş, anlatımı basit bulup beğenmemiştim. Okudukça hikayenin içine girdim. Sonuçta beğenerek bitirdim.

Ana karakter “Jander Sunstar’ı” çok sevdim. Klasik vampirlerden epey farklı. Jander bir elf. Bir elfin vampir olması son derece tuhaf ve ıstırap verici. Romanda bu durum çoğu kez gözler önüne seriliyor. Vampir, sevdiği kadının intikamını almak isterken kendisini Barovia’da buluyor.

Romanın kötü adamı -bir diğer vampir- Sthrad Van Zarovich isimli kont. Ravenloft Şatosunda yaşıyor. Onda Kont Dracula havası var. Ancak Dracula’dan çok daha beter birisi.

Romanda seneler çok çabuk geçiyor. Heyecanlı kısımlar biraz ileride oluyor. Jander’ın nasıl vampir olduğu, Sthrad’ın geçmişini öğreniyoruz. Bir noktada da ana karakterin intikamına dair, bazı şeyleri tahmin edebiliyorsunuz.

Kitaptan bir alıntı

“Ben her yaratığın, tüm zamanlar boyunca görmüş olduğu bütün kabusların toplamıyım. Ben cinayet ve ihanetin karanlık düşüncesiyim. Korkunun ve şehvetin ve müstehcenliğin ve tecavüzün. Ben ruhu öldüren kırıcı sözcük ve bedeni öldüren kanlı bıçağım. Ben kadehin dibindeki zehir, hırsızın boynundaki ilmik, ihanete uğrayanın çığlığı ve işkence edilenin haykırışıyım. Ben yalanım. Ben deliliğin karanlık çukuruyum. Ben Ölümü’m ve daha da beter olan her şeyim.”

Puanım: 9/10

23 Beğeni

WAYBOUND (CRADLE #12)

3 senedir okuduğum seri sonunda bitti. Finali beklediğim şekilde sonuçlandı, ama tatmin ediciydi. Karakter sayısını düşünürsek olayları çok iyi toparlamış, hatta unuttuğum bazı karakterlerin bile hikayeleri bir sonuca bağlandı.

Cradle’ın bitişiyle birlikte güncel takip ettiğim fantastik seri kalmadı. Bu durum karşısında nasıl hissediyorum, henüz kavrayamadım.

19 Beğeni

Uzumaki’yi okuyorum, yarıladım sayılır.

Temelde kısa kısa korku hikayelerinden oluşuyor. Bazıları çok güzel bazıları absürd derecede saçma öyküler. Bu tip birbirinden bağımsız kısa korku hikayelerini tek bir ana karakter üzeriden tek bir zaman çizgisine oturtulması bence haliyle çok saçma sapan bir duruma yol açmış. Beni okurken rahatsız eden en büyük problem bu oldu.

Bağımsız sayılabilecek kısa hikayeler tek bir zaman çizgisinde tek bir karakter üzerinden zincir gibi birbirine bağlandığı için aklınıza gelebilecek en absürd olayların yaşandığı kasabada, kasaba sakinleri her bölümün başında sanki o kasabada hiç bir şey yaşanmamış, en ufak garip bir olay olmamış gibi takılıyor, yaşananlar kimsenin umrunda değil. Haliyle karakterlerin aşırı derecede garip gurup olaylar kaşısında her seferinde şaşırmaları, korkmaları, çığlık çığlığa kaçışmaları falan hiç bir anlam ifade etmemiş malesef.

Keşke farklı zamanlarda farklı karakterlerin kullanıldığı bir kısa öykü antolojisi olsaymış.

19 Beğeni

İncelemeye başlamadan önce kitap serisi hakkında bilgi vermek istiyorum:
Bu kitap yazarın yazdığı Mahalle serisinin son kitabı. Mahalle serisinin ilk kitabı Yukarı Mahalle ikinci kitabı Sardalye sokağı ve üçüncü kitabı ise Tatlı Perşembedir. Serinin ilk kitabı, ikinci ve üçüncü kitabıyla konunun geçtiği mekan dışında bir bağlantısı yoktur.

Serinin konusuna gelirsek Kaliforniya eyaletinde Monterey kentindeki insanların sıcak, sıradan hikayesini okuyoruz. Serinin içerisindeki arkadaş grupları ( ilk kitapta Danny ikinci ve üçüncü kitapta Mack’in grubu.) sıradan, basit, yarını düşünmeyen, rahat insanlar. Bu rahat insanların hikayesi desek yanlış olmaz.

Bu üçüncü kitapta ise Mahalledeki birçok kişi ikinci dünya savaşına katılır savaş sonrası ülkesine dönen Doc’un değişimini ve bu değişim nedeniyle bundan endişe duyan mahalle halkının buna çere bulabilmek için yaptıklarını okuyoruz. Kitap sadece bu eksende dönüyor. Açıkçası şunu söyleyebilirim ki kitap bana çok boş geldi yani bir olay yok belki yazarın amacı budur sadece bir grup insanın hayatını kısa bir kesit olarak yazıya dökmüştür bilemem. Ama üç kitap boyunca hep aynı şey bir grup insan birleşiyor ve birinin mutluluğu için parti düzenliyor üç kitap boyunca sürekli birisi için parti düzlenmesini okumak bana gına getirdi illallah ettim artık. Bu arada sizlere şöyle bir bilgi vermek istiyorum. İkinci ve üçüncü kitapta iyi kalpli, biliminsanı olma yolunda ilerleyen Doc, aslında gerçek hayatta Steinbeck’in yakın arkadaşı olan Ed Ricketts imiş. Hatta Montery’de gerçektende laboratuvarı varmış ismi Pacific Biological Laboratories. Açıkçası düşündüğümden daha küçük bir yermiş hayal ettiğin şeyin gerçek olduğunu öğrenip bakmak insanı garip hissettiriyor. Seriyi tavsiye eder miyim bilemiyorum Steinbeck’in çok daha iyi romanları olduğu su götürmez bir gerçek bu seri yerine yazarın başka kitaplarına yönelmeniz daha sağlıklı olur gibi artık yazarın bu seri dışında okunacak kitabı kalmaz o zaman okumanız daha mantıklı olacağını düşünüyorum.

Bu arada daha önce Sardelye Sokağındada kitabı incelerken seri hakkında bilgi vermiştim bunda biraz tekrara düşmek gibi oldu ama bu incelemeyi aynı zamanda 1000Kitapta da yazmıştım sardalye sokağını ise 1000kitapta incelememiştim.

15 Beğeni

Roket Dergisi Sayı 2

Roket Dergisi, yeni sayısında tam on iki öyküyü bilimkurgu edebiyatının göklerine roketliyor.

6 Şubat Kahramanmaraş depreminde hayatını kaybeden yazar Türkhan Bozkurt’a ve depremde yitirdiğimiz tüm canlara adanan bu sayıdaki ilk öykü, Aşkın Güngör’den “20.00 - 24.00”. Bir distopya içinde nefes alınabilen birkaç saatin öyküsü.

“Aurafer” adlı öykünün yazarı Melisa Parlak, bu kelimeyi, aura ve transfer sözcüklerini birleştirerek oluşturmuş. Bir mektup biçiminde yazılan bu öyküde âşık olabilen yapay zeka ve “melez zekâlar” fikri çok hoştu. Umarım konusunu söyleyerek spoiler vermemişimdir ama vermedim ya… Öykünün akışı da oldukça güzeldi.

İsmini kara deliğe yaklaşan cisimlerin kütleçekimi etkisiyle orantısızca uzayarak spagettiye benzemesinden alan Spagettifikasyon, Toprak Şems Tezcan’ın kaleme aldığı, karadelik, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ve Pastafaryanizmi birleştiren bir öykü.

Bir Maskeli Balo ve Onun Sahte Yüzleri sanal âlemden gerçek âleme sirayet eden bir tehdidin öyküsü. Ayşegül Yalvaç’ın imzası olan bu öyküde, bir kadın, geleceğin dünyasında, uğradığı tacize karşı dava açmak için avukatla konuşur. Ancak insanın istediği gibi kimlik değiştirerek bin bir yüzlü olabildiği bir dünyadır bu.

Ankara’yı ne kadar özlediğimi hatırlatan Bakanlıklar, Ali Okan Pandar’ın Ankara’da geçen siberpunk öyküsü.

Eğer size ömür boyu hayallerinizi yaşatacak bir sanal gerçeklik dünyasında yaşamanız mümkün olsaydı, gerçek hayatı bütün zorluklarıyla kucaklamayı mı tercih ederdiniz, yoksa oraya mı kaçardınız? Beyin Estetiği adlı öyküde, Mehmet Berk Yaltırık, işte bu ikilemi heyecan verici bir kurguyla konu alıyor.

Gomeda, sayıdaki en masalsı öykülerden biri. Bünyamin Tan’ın bu öyküsünde klasik bir zaman yolculuğu değil, zamanlar arasında bilinçsel bir geçiş var. Öyküdeki mekan betimlemelerine bayıldım. Stanislaw Lem’in kalemini okurken hissettiklerimi hissettim.

Dünya Kimseye Kalmaz Demeyin, kısa ve mizahi bir öykü. Son cümlesindeki doğru tespitle kahkaha attım.

Sabahattin Cömertpay, bu sayıda İradenin Sonu adlı öyküyle yer alıyor. Öğrencilerine duygusal ilgi besleyen profesör, irade kavramıyla ilgili bir icat üzerinde çalışmaktadır. Siyasi suçlular üzerinde deney yapılarak icadın başarılı olup olmadığı kontrol edilir.

Bu sayının çeviri öyküsü Ambrose Bierce’den. Hünerli Vatandaş adlı öyküde, kralı onlarca değişik icadıyla yolmaya çalışan hünerli bir vatandaş vardır.

Hollywoodland, bir süperkahraman öyküsü. Albino Eye, ailesi öldürüldükten sonra intikam almaya karar vermiştir. Amerikan Hükümeti onun bu dengesiz hareketlerinden korkar ve öldürülmesine karar verir ama Albino Eye Amerikan kültüründe önemli bir yere sahip olduğu için bunu açıktan yapamazlar. Hapisteki başka bir süperkahramanla, Kızılderili Düş Tüyü’yle özgürlüğü karşısında anlaşırlar. Düş Tüyü, Albino Eye’ın hakkından gelecek midir?

Dönüşüm, aynı ismi taşıdığı meşhur Kafka kitabına gönderme yaparak başlıyor. Genetik teknolojilerinin geliştiği bir dünyada, DNA’sı özel olarak değiştirilmiş biyobotlar, her yerde yer almaktadır. İnsanların kimisi biyobotu benimsemekte kimisi çekimser yaklaşmakta kimisi de şeytanlık, kâfirlik olarak görmektedir. Ölümcül bir hastalığa yakalanan bir kadın, biyobotlardan umulmadık yardım alacaktır.

15 Beğeni

Zifir-i Nur - Esra Alkan

Arianna Mora, Milano’da bir kilisenin kapısına bırakılan kimsesiz bir bebektir. Bir rahibe tarafından büyütülüp dini bir yatılı okula verilir ve burada rahibe olmak üzere yetiştirilmeye başlar. Genç kız sürekli farklı rüyalar görmekte ve içinde bir boşluk hissetmektedir. Yapayalnızdır, arkadaşı yoktur. Kilise ve okul dışında pek bir yere çıkmamış, dünyayı görmemiştir.

Bir gün okula yeni bir öğrenci geleceği söylentisi çıkar. Farklı yatılı okullardan kovulan, uyumsuz görülen mavi saçlı bir kız… Luna. Okuldaki diğer kızlar onu dışlamayı planlar ama Arianna onunla çok iyi arkadaş olacağını düşünür. Dediği de olur. Gelişen olaylar genç kızı kendini aramaya ve inancını sorgulamaya yönlendirir. Derken genç kız köklerini bulur ve bir intikamın içinde olduğunu anlar.

Kitabı birkaç saat içerisinde bitirdim. Kalbe dokunan bir kurgusu vardı. Kitapta işlenen intikam acımasızdı, en beğendiğim bölüm de intikamcının her şeyi itiraf ettiği kısım oldu. Kitaptaki diğer favori bölümüm ise Kudüs gezisiydi. Oraları gidip görmüş gibi oldum.

Elbette geliştirilmesi gereken yerler de vardı. Örneğin, İnşirah/Arianna’nın Kur’an’ı ve İslam’ı hiç bilmemesi yerine, bilmesi ama önyargılı olmasını beklerdim. Rahibe yetiştiren bir okulda İslam’la da çokça ciddi bilgi vereceklerini ama İslam’ı yanlış bir din olarak göstereceklerini düşünüyorum. Hem daha gerçekçi hem de daha dramatik olurdu.

Ayrıca Hatice ve Arianna arasındaki diyaloglar da artırılabilirdi. Bir Hristiyan ve Müslüman kendi dinlerini nasıl savunur, karşıdakine ne sorarlar? Sevgili yazar ilahiyat mezunu olduğu için bu konuda bilgisi vardır ama kitaba daha iyi yansıyabilirdi diye düşünüyorum, naçizane.

10 Beğeni


Omerta - Mario Puzo
Omerta, yazar Mario Puzo’nun ölmeden önce yazdığı ama yayınlandığını göremediği bir aile - mafya romanı.
Baba kitabında mafya ana örgüsünde temelinde aileyi ele alan yazar o kitapta muhteşem bir iş çıkarmış ve beni kendine hayran bırakmıştı.
Omerta ise yine mafya ve aile ekseninde dolaşan ancak Baba kadar derin olamayan bir kitap. Öncelikle Omerta kitabındaki karakterler çok plastik geliyor insana, iyiler çok iyi, kötüler çok kötü. Örneğin kitabın ana kahramanı Astorre Viola’yı okurken aklıma sık sık Michael Corleone geldi ama Michael Corleone kendi içinde çelişkileri olan, korkan ama yeri geldiğinde çok cesur olabilen, bazen aptalca hamleler yapabilen bir karakterdi.
Astorre Viola ise çok iyi, çok yürekli, çok akıllı, çok her ne varsa ondan :slight_smile:
Anlattığı dünya ve aile hikayelerini sevdiğim için kitabı zevkle okudum. Omerta, Baba kadar şaheser olmasa bile bu tür kitapları sevenlerin çok hoşuna gidecek, çok akıcı bir kitap.
Kitabın hikayesi de klasik olmaktan öteye gidemiyor, yazar kitabın sonuna sürpriz bir son yazmak istemiş ancak bu konuda çok başarılı olduğunu söylemek zor.

Daha önce Puzo’nun Mühih’e Kadar 6 Mezar ve Baba kitaplarını okudum. Omerta sonrasına yazarın diğer kitaplarını okumaya devam edeceğim. Sabun köpüğü edebiyat olarak nitelendirilseler bile bana çok iyi geliyorlar.
Kitaba puanım 7.8/10

21 Beğeni

Puzo’dan Omerta’yı okumuştum ben de üstat, herhalde lise zamanlarıydı çünkü kütüphaneden ya da bir arkadaştan alıp okumuştum. Üzerinden o kadar zaman geçmesine rağmen pek beğenmediğimi hatırlıyorum hala :slight_smile:

Baba-Sicilyalı-Omerta sırasıyla üç kitabını okumuştum Puzo’nun. Sicilyalı da Babanın devamı ve Michael’ın hikayesinin devamı olduğundan onu da severek okumuştum ama Omerta ile yazarı bırakmışım o dönem, muhtemelen senin incelemende belirttiklerinin etkisi :smile: Bir de o dönemki ülkemiz yayıncısı sanki bunları üçleme gibi satıyordu, üçü her yerde öne çıkıyordu bu kitapların ama Omerta’nın bu ikisiyle alakası yoktu :joy: .

5 Beğeni

Çok detay vermeden detaylı inceleme yapayım.

Sissoylu Son İmparatorluk kitabını okudum. Çok güzel 9 gün geçirdim diyebilirim. 10/10

İlk başlarda Elantris’in devamını okuyorum gibi gelmesine rağmen sonrasında kitap kendi yolunu buldu. Karakterleri çok sevdim, özellikle Vin’in kitaptaki değişimi- gelişimini çok iyi aktarmış Banderson. Favori karekterim ise Kelsier ile Lord Hükümdar’dır. Kelsier malum sebeplerden dolayı, Lord Hükümdar’ı sevme sebebim ise daha çok sonda güzel performans sergilediği için. Büyü sistemi çok orjinal. Ben de Sissoylu imişim meğer. Bunu kitabı okurken anladım. Kitabı okurken çoğunlukla lehim sürükledim, hiç kalay yakmadım o kadar netti olaylar, üstelik altın yakıp bu kitabı okumamış 9 gün önceki halimle dalga bile geçtim ama bu biraz bana pahalıya patladı çok gram yaktım yine de olsun değdi.

Daha fazlasını da yazabilirim ama kimisi spoiler olur kimisi konuyu uzatır diye burada bırakıyorum. Kitap harika zaten. Benim kelimelerime fazla da gerek yok haliyle.

Kuşatma ile yola devam.

13 Beğeni

Japon Klasikleri 27- Rekabet: Bir Geyşanın Öyküsü, Kafu Nagai

Japon klasikleri dizisi ile uzun bir zamandır senli benli gibiyim. Japon kültürüne, yaşayışlarına, özellikle de edebiyatlarına yakından tanık oldum bu diziyle birlikte. Dizinin çoğu eserinde hep bir ‘’geyşa’’ lafı geçerdi ama detayına pek inilmezdi. İşte bu eser geyşalığın derinlerine, hatta Tokyo’nun arka sokaklarına götürüyor okuru. Geyşalık hakkında okuduğum en doyurucu ve en gerçekçi romanlardan biriydi. Bu konuda merak ettikleriniz varsa kesinlikle tatmin edici bir yönü var yapıtın.

Rekabet: Bir Geyşanın Öyküsü, 1918 yılında sansürlenerek yayımlanmış. Tam metin formunda basılması ise 1956 yılını bulmuş. 20. yüzyıl başlarındaki Japon toplumuna göre fazla açık bir eser, fakat edebi bir yapıtın bu durumu yaşaması da üzücü. Tutucu bir toplumda bir şeyler üretmek sonra da kabul ettirmek zor bir eylem doğrusu.

Komayo geleceği hakkında çok güzel olduğunu düşündüğü planlar yapar ama başına hiç ummadık yerlerden bela üstüne bela gelir. Genç geyşa Komayo ve çevresindekiler sayesinde kafamda hep var olan sorulara yanıt bulabildim. Tokyo’nun eğlenceli gece hayatının arka sokaklarında çoğu zaman zorlu bir mücadele veren geyşalara üzülmemek elde değil. Bir adamı sevmek ve onun tarafından sevilmek, geyşanın kurtuluşu ya da batışı olabiliyor. Geçim derdine düşüp alınan yanlış kararlar, davet edildikleri yere gidip gelme koşturmacaları, bakımlı ve güzel kalmanın her daim bir gereklilik olması gibi birçok zorlukla hayatlarına devam ediyorlar; yazar bunların hepsini kaleminin verdiği güçle sayfalarına özenle yansıtmış. Tek tuhaf bulduğum şey, tuhaflık denince Japon klasiği diyoruz artık, olayların bir diğer bölümde kaldığı yerden devam etmesini beklerken zaman atlaması ve geride bırakılmış duygusuyla kalmak diyebilirim. Yazarken sanki acele etmiş gibi bir izlenim bırakıyor Nagai. Bunun dışında sevdiğim bir kitap oldu.

Neresi olursa olsun önemli değil, diye düşündü. Bir tek lambanın bile olmadığı zifiri karanlık bir sokakta kendini gizler, yüzünü kimonosunun kollarına bastırıp çömelir ve dilediğince ağlardı. Onu teselli edecek ya da rahatsız edecek kimsenin olmadığı ıssız bir yerde gönlü ferahlayana kadar ağlayabilseydi bir şekilde sakinleşir ve insanlarla yüzleşmeye hazır hâle gelebilirdi. /s. 196

Geyşaların öykülerinden farklı olarak sanata ve sanatçılara da değinmesi, belli bölümlerde detayına girerek bunlardan bahsetmesi yeni bilgiler öğrenmemi sağladı. Bu roman gerçekten de Tokyo’nun çalkantılı gece hayatı gibi olmuş; geyşalar, aktörler, sanatçılar… Kitap bana göre önemli bir ders veriyor: ‘’Tutkunun pençesindeyken bile asla dürüstlüğünden ödün verme.’’

Japon edebiyatına ilgi duyan herkese şiddetle tavsiye ederim.

Puan: 8/10

İncelememi Yayımladığım Platform: Wannart

18 Beğeni

Yazarın okuduğum ilk kitabı oldu. Savaş sonrasında radyoaktif tozlardan dolayı çoğu hayvanın neslinin tükendiği, ormanların neredeyse tamamen yok olduğu, çevre şartlarından dolayı genler bozulmasın diye başka gezegenlere göç edildiği için Dünya’da çok az insanın kaldığı ve duygu durumlarının tek bir tuşa basarak değiştirilebildiği bir distopya karşılıyor bizi. Kitabın adından da anlaşıldığı üzere kurguda androidler de var.

Androidler ve insanları ayırt etmek için empatinin varlığı ölçüt olarak kullanılıyor. Hatta empati olgusu o kadar değerli oluyor ki sanal gerçeklik yoluyla empati deneyimini temel alan bir din ortaya çıkıyor. Nitekim empati insanlara özgü bir duygu ve insanlar androidler gibi canlı olmayan şeylerle bile empati kurabiliyor. Bunun emsallerini günümüzde görebiliyoruz. Herhangi bir duygudan yoksun olan yapay zeka yazılımlarına soru sorarken kibar davranmak gibi… Kitapta psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olduğu için empati yeteneğinden yoksun olan insanlar da var. Eğer insan ve androidi ayıran tek şey empatiyse bu insanlar ve androidler arasında esasen hiçbir fark yok demektir. O zaman insanı insan yapan şey nedir? İnsanın alâmetifarikası sadece empatiye indirgenebilir mi? Üstelik duygu durumlarının yapay yolla değiştirilebildiği bir dünyada herhangi bir duygunun varlığı veya yokluğu güvenilir bir kriter teşkil eder mi?

Androidlerin empati duygusundan yoksun oluşu gerçekçi bir şekilde verilmiş. Androidler insanları salt çıkar sağlama motivasyonuyla kullanıyor ya da bir canlıya zarar verirken sadece soğuk bir merak duygusuyla hareket ediyor.

Kitapta beni en etkileyen kısım hayvanlara bakış açısıydı. Hayvanların neslinin tükenmesiyle birlikte hayvan sahibi olmak bir statü göstergesi haline geliyor. Yerde bir örümcek veya kurbağa görmek bile bir mucize sayılıyor.

Olası bir küresel savaşın doğaya etkileri, insan doğası, androidler ve insanların birbirine bakış açısı arasındaki farklar ve gerçeklik algısı gibi konular üzerine düşündüren bir kitaptı.

23 Beğeni

Üstat, Baba kitabı şaheser ama Puzo’nun diğer kitaplarının böyle olmadığı aşikar. Ancak Sopranos’u çok beğenen, bu türleri genellikle beğenen biri olarak Puzo’nun Türkçeye çevrilen tüm kitaplarını okumaya düşünüyorum.
Sicilyalı’nın baskısı yok ama diğer kitapları bitireyim, en kötü onu İngilizce okurum.

4 Beğeni

Dune

Oturup tek oturuşta bitireyim diye beklersem kitaplığımda ki diğer seriler gibi aylarca bekleyeceği için aldım ve azar azar okumaya başladım. Bu yüzden ilk başta isimlerde sorun yaşadım. Ana karakterleri ve hep çevremizde olanları tabii unutmadım ama mesela Paul’un kitabin başında görüştüğü Rahibe Ana’nın ismi bir yerde tekrar geçerse o olduğunu anlamıyordum. Kitabın sonunda tekrar fark ettim mesela İmparator’un yanındaknin o olduğunu. Karakterlerin çok olmasından ziyade benim yavaş okumamla ilgili ama dediğim gibi. Karakteri 150 sayfa önce görmüşüm ama ben o 150 sayfayı 3 hafta önce okumuşum aklımda kalmamış. :smiley:

Yazarın evren kurma şeklini ve kurduğu evreni çok beğendim. Çöl ve Arap yaşamından esinlendiğini zaten anladım direkt ama Seyyidina kelimesini görene kadar bazı kelimelerin arapçadan alındığını da anlamamıştım. Belki bize öyle çevrilmiştir gerçi ama büyük ihtimalle orjinali de böyle.

Evreni de biraz benimsedim. Spor yaparken terleyince vücut sıvımı kaybediyorum filan diye düşünmeye başladım. :smiley: Ama ilerleyişi ilk başta biraz garipsedim. Son yıllarda Sanderson dışında pek kitap okuyamadığımdan ve kitapta 6 serilik bir kitap olduğundan Sanderson yazsa belki 1 kitaba sığdırılacak olay 150 sayfada bitip yeni bir olay örgüsüne geçiliyordu ama onada sonradan alıştım çok akıcı geldi kitap.

Mesela Paulun babasının ölmesini ben kitabın sonlarına doğru olur diye beklemiştim adam 200 de filan gitti bir anda. Ama bir anda gitti yani koridorda yürüyordu öldü hefif. O yüzden o hız garibime gitti bir anda ama dediğim gibi alıştım.

Ikıncı kitap zaten kısa olduğu için onuda bu ay bitirmeye çalışacağım. Filmi ile kitabı arasında çok farklılık yoksa karakterlerin kafamda oturması içinde izleyeceğim zaten çok beğeniliyordu merak ediyordum.

Ciltli baskı da hiç beğenilmiyordu diye hatırlıyorum ama ben baya beğendim ya. Gözüme o kadar kalitesiz gelmedi ve okuması aşırı rahattı dümdüz oluyordu koyunca sayfalar kendi kendine kapanmıyordu. İlk çıkış fiyatına göre ve şimdiki fiyatına göre belki baskı kalitesizdir ama ben çok ucuza almıştım o yüzden gayet memnun kaldım setten.

Az önce ikinci kitabın yanlışlıkla sonunu görüp ölmediğini düşündüğüm bir karakterin ölmediğinin spoilerini yedim. :slight_smile: Spoiler yemeden kitap okuyamıyorum ya inanılmaz. Hiçbir yerden yemesem kendi kendime yiyorum.

D5XXKJ

21 Beğeni

Céleste Albaret Anlatıyor: ‘‘Monsieur Proust’’

“Biliyor musunuz, Céleste, eserlerimin edebiyat dünyasında bir katedral niteliği taşımasını istiyorum. Bu yüzden bir türlü bitiremiyorum. İnşası bitse bile her daim bir şeylerle süslenebilmeli; bir vitray, bir sütun başlığı, küçük bir mabet veya köşede küçük bir heykel.” /s. 292

Proust okumayı kitap okumaktan daha çok seviyorum. Tuhaf bir cümle oldu evet farkındayım, fakat yazarın eserlerine olan tutkumu daha başka nasıl ifade edebilirim inanın bilmiyorum. Benim için derin anlamlara ev sahipliği yapan bir yazardır Marcel Proust.

Proust ile birlikte on yıl yaşamış ve onun ev işleriyle ilgilenmiş yardımcısı tarafından yazılan ‘’Monsieur Proust’’ kitabını görünce nasıl sevindim bilemezsiniz. Kargodan geldiği gün hemen okumaya başladım, öyle heyecanlıydım ki. Keşke tamamen unutma fırsatı verilen bir kitap seçme hakkımız olabilseydi, o ‘’Monsieur Proust’’ olurdu. Aslında Céleste Albaret kitabı kaleme alan kişi değil, o sadece bir anlatıcı. Röportaj için gelen Georges Belmont anlatılanları derliyor ve bunları bir hatırat şekline getiriyor. Proust’un ölümünden sonra elli sene boyunca yazar hakkında mektuplara, sorulara, anlatılanlara, kendisine gelenlere ve kapısına dayananlara cevap vermeyen Céleste Albaret, tam seksen iki yaşında bu röportajı kabul ediyor. Tek nedeni ise yazar hakkında orada burada çıkan asılsız iddiaların ve yalanların doğrusunu dünyaya anlatmak… Onun hakkında çok bir şey biliyormuş gibi ukalaca konuşan boş insanları yalancı çıkarmak ve susturmak için daha fazla gecikmeden, gerçekleri de unutmadan bizlerle buluşuyor Céleste. Georges Belmont önsözde bu konu hakkında okuru bilgilendiriyor, ben de üzerinden geçmek istedim.

‘’Ancak en sonunda bunu yapmaya karar verdim, çünkü onu benim kadar tanımayan, hatta kitaplardan öğrendikleri dışında hiç tanımayan insanlar, hakkında asılsız ve yalan yanlış bilgiler ortaya atmaya başlamıştı. Bu dedikoduların ilerlemesi, M. Proust’un saygınlığına zarar vermeye başlamıştı. Zira ortaya atılan bilgiler onun hakkında olsa da çoğunlukla ilgi çekmek için söylenen yalan yanlış laflardı. Oysaki ben, seksen ikisine gelmiş yaşlı bir kadın, bildiği her şeyi anlatarak sadece ilgi çekmeyi amaçlıyor olabilir miyim? (…) Tek amacım, bu dünyadan gitmeden önce onun hakkındaki bilgileri elimden geldiğince iyileştirmek. Hepsi bu. Artık anlatılması şarttı.’’ /s. 23

‘’Monsieur Proust’’u okumadan önce araştırdığım sırada birkaç incelemeye bakmıştım. İnsanlara çok yanlış önerilerde bulunuyorlar… Kayıp Zamanın İzinde’yi okumadan önce yazarı tanımak adına değerlendirilebilir bir eser olduğu görüşünü savunan okurlar var. Gerçekten şaşkınım.

‘’Monsieur Proust’’ kitabını eğer dikkatli ve iyi okuduysanız şunu fark etmişsinizdir: Céleste ile Proust yazarın ölümüne on yıl kala tanıştılar. Céleste bu eve ilk geldiği zamanlarda Kayıp Zamanın İzinde’nin birinci cildi olan Swann’ların Tarafı yeni yayımlanmıştı. Yani işin aslı Céleste ile birlikte Kayıp Zamanın İzinde’nin yazılış sürecine çok yakından tanık olmuş oluyoruz. Kitabın sayfalarında ve olaylarda sürekli Kayıp Zamanın İzinde’nin muhabbeti dönüyor. Hal böyleyken yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde’yi bilmeden Monsieur Proust nasıl okunabilir? Yazarla hiç tanışmayanlar ilk bu eserle başlamak istiyorlarsa okuyabilirler elbette, ama doğrusu bence ilk olarak Kayıp Zamanın İzinde’yi okumak ve anlamaktır. Artık gerisi size kalmış…

Yazarın yedi ciltlik dev eserini okuduysanız Proust ile ilgili ne yazılmışsa onu okumak için can atan bir tutku gelişiyor içinizde. Proust’u yüreğinizde hissetmenin tadı ‘’Monsieur Proust’’ eseriyle birlikte inanılmaz bir boyuta ulaşıyor. Bu kitabı okurken bir saniye bile sıkılmadım, yavaş ilerlemeye çalışsam bile olmadı. Céleste anlattıklarıyla insanı merakta bırakıyor. Elli sene boyunca suskun kalması ve sanki Proust ile dün yaşamışlar gibi her şeyi harfi harfine anlatabilmesi hayret uyandırıyor. Proust’un hiç bilinmeyen yanlarıyla yüzleştim ve yeniden tanışmışız gibi oldu.

Céleste onunla ilk tanıştığı andan ölümüne kadar yanındayken en ilginç olmayan şeyleri bile anlatarak bir biyografi eserinin temellerini atıyor. En ilginç olmayan şey bile Proust’a ait ise ilginçtir bu arada. Onun hayatına dair ne varsa bu detaylarda boğulmak gibisi de yoktu. Proust’a, yaşayışına, yazarlığına, hastalığına, alışkanlıklarına, aile ve çevresine, insanlarla iletişimine ve giyimine kadar, akla hayale gelen her şeye Céleste’in gözünden şahit oluyoruz böylece. Özellikle Kayıp Zamanın İzinde’nin yazılış sürecine çok yakından bakma fırsatımız da oluyor. Bazı karakterleri için kimlerden esinlendi, neden sekiz yıl boyunca evden çıkamadı, hastalığı yazarlığını nasıl etkiledi, kitaplarını ne mücadelelerle yayınevlerine gönderdi, arkadaş çevresi ve aşk hayatına dair gerçekler neydi gibi birçok soruya cevap olmuş bir eser Monsieur Proust.

Proust yaşamak için yazıyordu. Yazmak onun için aşktan daha fazlasıydı. Çok az yemek yemesi, sadece sütlü kahveyle birlikte yazılarının ve notlarının başına geçmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Gündüzleri uyuması ve gecelerini çalışmalarına adaması, hastalığı yüzünden bazen acı çekmesi de nedense aksi, huysuz bir insan yapmamış onu; tam tersine naif, ince ruhlu ve tatlı bir kişilik olmuş her zaman.

‘’Gerçekte olan bence, dış dünyaya kendini kapatıp eserleri için gereken münzevi hayatı yaşamak adına, zaman zaman hastalığını bahane etmesiydi. Hastalığı onu hiç korkutmuyordu. Tek korkusu, işlerini bitiremeden ölmekti. Bunun olmaması için de kendisini korumak adına elinden gelen her şeyi yapıyordu.’’ /s. 87

‘’M. Proust’un başucundaki ufak lambanın aydınlattığı yatağında otururken; bazen o güzel gülüşüyle bazense onu alıp götüren hüznüyle bir şeyler anlatırken, taklitler yaparken gözlerimin önüne getirdiğimde, düşünüyorum da hayatım boyunca izlediğim en muazzam tiyatro oyunu kendisiymiş. Hem, yalnızlığında bulduğu mutluluğu da anlayabiliyorum; hiç yoktan gülecek bir şeyler yaratması ve bazen de karşımda aynı şeyi acı acı anlatması, kafasında kurduğu karakterleri alıp götürmemesi için zamanla yaptığı bir mücadeleydi.’’ /s. 169

Eserin bütünüyle hoşuma gitmesinin bir başka nedeni de tam bir arşiv niteliği taşıması… M. Proust’un kendisine, tanıdıklarına ait bildiğim ve bilmediğim fotoğraflarla doldurulmuş bazı sayfalar. Céleste’nin de kendisine ve yakınlarına ait bazı fotoğrafları ilk defa gördüm.

Proust’un hayatından kesitleri okurken Céleste hakkında bir şeyler görmek, onu tanımak da güzeldi. M. Proust’un ölümü ile kendi hayatının da son bulduğunu belirten Céleste’nin yazara bağlılığını anlattıklarından hissedebiliyorsunuz. Çok derin bir bağlılık bu… Zaten yıllarca suskun kalmasının sebebi de bu: Yazarın kaybının onu içten bir şekilde yıkması. Sonlara doğru gözyaşlarımı tutamadım. Eserin duygusal yoğunluğu insanı mahvediyor. Ölümüne yaklaştıkça hem Céleste hem de benim için çok daha zorlaştı her şey; o anlatırken ben de sayfaları çevirirken kasvete sarıldı yüreğimiz.

Yaşam boyu sizi gerçekten olağanüstü derecede etkileyecek bir şeyler arayışı içindeyseniz, o şey M. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si olabilir. Hiçbir zaman etkisinin yoğunluğu bitmeyecek uzun bir yol bu. Yine yolumun üzerinde karşıma çıkan Monsieur Proust da büyük bir şanstı. İyi ki değerlendirmişim diyorum bu şansı.

Sevgiyle önerilir. Puanım: 10/10

AŞIK OLDUĞUM DİĞER ALINTILAR

Karanlığın içinde her şey karmakarışıktı, tek hatırladığım şey bana bakan o gözlerin beni çok etkilediği oldu. /s. 29

M. Proust’un çok eski ve kullanılmış fakat hâlâ sağlam, çelik gibi sert bir mukavvadan yapılma, bej kumaş kaplı büyük bir bavulu vardı. Bavula yalnızca şöyle bir bakınca bile çok fazla yolculuktan geçmiş olduğu anlaşılıyordu. El yazılarını burada tutuyordu. Yol boyunca bana onları yanından ayırmadığını anlatmıştı. Sahip olduğu en değerli şeyler bunlardı. Her yere taşıdığı o bavul da kendisiyle birlikte seyahat ederdi. /s. 44

“Bir daha dışarı çıkmayacağım. Ne Cabourg’a ne de başka bir yere gideceğim. Askerler nasıl görevlerini yapıyorlarsa, ben de işimi yapacağım. Onlar gibi gidip savaşmayacağım için benim görevim yalnızca kitabımı yazmak. Yaşadığımız durumlar başka bir işle uğraşmama müsade etmeyecek kadar karmaşık.”

Eylül 1914’ün bu akşamı, hayatının ve işinin, yapayalnız geçireceği son sekiz senesinin başladığı zaman oldu. Ben de bu hayata, her ne kadar uygun olmadığımı söylemiş olsa da, bir an bile tereddüt etmeden dâhil oldum. /s. 53

Bana, “Ama Céleste, bir şeyler okumalısın!” dedi. Hatta Üç Silahşor’u önerdiğini hatırlıyorum. Okumuş ve çok etkilenmiştim. Akşamları kitap hakkında birkaç kez konuştuk. Ben basitçe ve safça şöyle şeyler söylüyordum:

“Efendim, bu Milady denen kadın, nasıl oluyor da her defasında bir yolunu bulup etrafındakileri kandırabiliyor?” /s. 65

Bugün anlıyorum ki, M. Proust’un araştırmaları, eserleri için yaptığı fedakârlıkları, kendisini bulabilmek için zamanın ötesine geçmekti. Zaman kavramı kalmadığında, sessizlik çöktü. Bu kez sessizliğe ihtiyacı vardı, sadece duymak istediği sesleri duydu; kitaplarına yansıttığı sesleri. O zamanlar bunun üzerinde çok durmamıştım. Ancak bugün bile geceleri düşüncelere dalıp uyuyamadığım zamanlar, ben odasından çıktıktan sonraki hâlini çok net görüyorum. Yalnız başına, dışarıda gün ışığı olmasına rağmen kendine ait gecesinde, notları üstünde çalışırken… /s. 67

“İşlerin başında hep aşk vardır. Sonra da hayat gailesi galip gelir, geriye sadece bir çeşit düzen kalır. Yine de her daim aşkı sürdürmeyi başaranlar da vardır, beraber kalabilmekten daha güçlü bir gereklilik olan birbirini anlamayı çözebilmiş insanlar. Bu insanlar, Céleste, ne olursa olsun çözülmez bir bağla birbirlerine bağlıdır, sakın unutmayın.” /s. 173

“Babamı çok severdim. Ama annem apayrıydı. O öldüğü gün, küçük Marcel’i de yanında götürmüştü.” /s. 177

“Ah, Céleste, zaten katlanamayacağımızı düşündüğümüz her acıyla ölsek ne olurdu, düşünsenize!” /s. 178

“Çiçekler hayattaki insanlar için dostluğun ve aşkın sembolüdür, ölülerin umrunda olmaz. Mezarları çiçeklerle donatmak bir gelenek, anlıyorum ama siz de beni anlayın, Céleste; benim mezarlıklara bir bağlılığım olamaz. Kaybettiklerimi bu şekilde geri getirebileceğime inanmıyorum. Benim bağlılığım mezarlıklara değil anılara.” /s. 185

Yaşarken ve ölümünden sonra bile onun arkadaşı olduğuna inanan kalabalıktan söz etmeye dahi gerek yok fakat onun isteği yalnızca, yazacağı karakterler için parçalar toparlamak, merakını gidermek veya bilgi almak olmuştu. /s. 275

Tek söyleyebileceğim, bütün anahtarları kilide takmanın dahi, sır kutularının hepsini açmaya yetmediğiydi. Her bir karakter için, koskoca bir anahtarlık gerekiyordu. /s. 293

Kendi kendine betimleme oyunları oluşturup eğlenmiyordu, bildiği ve tanıdığı bir dünya, koskoca bir kesim ve yaşayış biçimi, zaten gözlerinin önünde bambaşka bir dünyaya dönüşmüştü. Her şey gözlerinin önündeydi; eminim en başından beri neler olacağını zaten tahmin de ediyordu. İçinde bulunduğu o dünyanın nasıl düşüşe geçeceğini çok önceden biliyordu. İşte, tam olarak tasvir etmeye çalıştı şey de buydu; içinde insanlığın tüm esnekliğini, güzelliğini ve gülünç tarafını barındıran bir yazardı. Gerçekten de öngörülerinde muazzamdı. Evet, toplumdaki bu düşüşü tahmin edebilmişti ve kitabında da okurken bakılması gereken yer buydu. Nasıl göreceğini bilmeyen biri de, besbelli kitabı anlamamış olur. /s. 295

“Her şey hafızada not edilir, Céleste, her şey. Eğer hafıza yoksa kıyaslama da olmaz ve kıyaslama olmadan bir düşünceyi tamamlamak olanaksızdır. Üstelik hiçbir zaman yeterli de olmaz; işte bu yüzden her daim gidip görmem, gözlemlemem gerekiyor.” /s. 306

“Hayatın gerçekliği hafızadan ve gözlemden geçer; aksi hâlde hayat avuçlarımızdan akıp gider. Tüm gözlemlerimi ve hafızamı, karekterlerime aktarıyorum, böylece gerçek olabiliyorlar. Gerçek olmalarının yolu ‘tam’ olmalarından geçiyor. Bu yüzden onların kıyafetlerine kadar detaylara boğulup, gerçek hayatta birçok insandan hafızama aldığım hususları işliyorum.” / s. 307

“Öldüğüm vakit, size söylediklerimi daha iyi anlayacaksınız; beni okuyacaklar, evet, tüm dünya beni okuyacak. Benim eserlerimin nasıl yayıldığını insanların gözlerinde ve akıllarında görebileceksiniz. Bunu çok iyi hatırlayın, Céleste; makalede yazdığı gibi Stendhal’in tanınması nasıl yüz sene aldıysa, Marcel Prost’un tanınması elli seneyi bile bulmayacak…” /s. 399

İncelememi yayımladığım platform ve diğer ‘‘Proust’’ yazılarım için bakabilirsiniz: Wannart

26 Beğeni

İyi bir inceleme olmuş, elinize sağlık.

3 Beğeni

Çok teşekkür ederim :slight_smile:

1 Beğeni

Kayıp Metal - Sissoylu 7. Kitap

Çıkar çıkmaz okumayı ümit etmiştim Kayıp Metal’i, birkaç ay rötarlı da olsa kısa sürede yine dünyasına çekip götürdü beni. Sanderson okumayı özlemişim. Zaten seriyi bu kitaba kadar okuduysanız yazarın tarzına hakimsiniz demektir; yine güldürmüş, heyecanlandırmış, ara ara duygulandırmış ve bir çırpıda okunabilen epik bir macera sunmuş ortaya. Bunları yaparken ne okuyucuyu çok zorlamış, ne de fazla basit kalmış. Kısacası yazarı tanıyan, bilen, seven bir okura üç aşağı beş yukarı bekleyebileceği bir macerayı sunmuş. Ben Sanderson’ı şu ana kadar Elantris ve Sissoylu ile tanıdığımdan beklediğimi almaya devam ediyorum, bakalım ileride Cosmere’e tüm kitapları ile daldığımda görüşlerim değişecek mi :slight_smile: .

Kitapta konu bakımından yazılabilecek çoğu şey seriye dair ciddi spoiler tehlikesi, o yüzden yüzeysel bir kısa yorum ile Kayıp Metal’in Sissoylu 2. çağına güzel bir kapanış yaptığını söyleyebilirim. Çağın başı ile tanıyıp sevmeye başladığımız her karaktere yerinde bir kapanış da yapıyor, ilk çağ ile bağlantılar da kuruyor. Teknolojik gelişim çerçevesinde Scadrial’ı evrimleştirmeye devam ederken Cosmere evreni ile bağlantılarını da kuruyor bu kitap.

Bu arada Kayıp Metal, Sissoylu serisinin en Cosmere kitabı kesinlikle. Önceki 6 kitapta hiç görmediğimiz detayları, bilmediğimiz bağlantıların temellerini Kayıp Metal atmış oldu. Fırtına Işığı Arşivini okumaya başladığımda muhtemelen bu detaylar daha güzel oturacaktır ama bu haliyle de dikkatli bir okura hiçbir sorun getirmiyor açıkçası.

Kayıp Metal’in benim gözümde puan kırdıran iki negatif yönü oldu. İlki ana olay örgüsünün biraz fazla film senaryosu tadında ilerlemesi diyebilirim, ki bu Sanderson tarzı için aslında normal ama bu sefer sanırsam ki hikaye kendi içinde derinleşemeyince daha fazla hissettirdi. İkincisi Scadrial teknolojik gelişimlerinin aşırı bir hızda olması. Tabi epik fantastik dünyada buna bu kadar takılmamak lazım, kendi içinde bilim+allomansi gibi bir yapının teknolojide gelişime çok daha hızlı ön ayak olması ile falan açıklamaya çalışabiliriz belki ama sonuçta yazar bunu kitapta bu şekil yedirmeye çalışmayınca ben okur olarak neden kendimi buna zorlayayım diye düşünüyorum. Sanderson’ın ana amacının bir hard science fiction gibi ince detaya girerek bunu işlemek olmadığını bildiğimden çok da takılmamaya çalıştım bilimsel gelişimlere, yine de her köşeden bir teknolojik yenilik fırladıkça çok da kolay olmadı :slight_smile: .

Her zamanki dozajında eğlencesi ve mizahı, yerinde aksiyonu, giriş-gelişme-sonuç temellerinde yine kusursuz bir işleyişe sahip olması ve duygusal dokunuşlu kapanışı ile Kayıp Metal’de Sanderson yine hayal kırıklığına uğratmamış, kendini severek okutmuş oldu. Ama 2. çağı kapatırken Çağların Kahramanı seviyesindeki epiklikte über süper final bekleyenler varsa da oralara pek yaklaşamadığını söylemek gerek.

20 Beğeni

Şöyle özenilmiş, profesyonel incelemelere bayılıyorum. Emeğine sağlık. :slight_smile:

2 Beğeni

Ayy çok teşekkür ederim güzel yorumun için :smiling_face: Söz konusu Proust olunca ekstra özen ve detay giriyor işin içine :heart:

4 Beğeni