Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Teşekkür ederim, umarım diyelim :slight_smile: Kimsenin başına gelmesin de gerçekten zor durumlar bunlar.

Böyle bir şeyin Tr’de olması imkânsız gibi :slight_smile: Gerçekten güzel ilgilenmişler. Hangi ülkeymiş ya burası, çok iyi.

4 Beğeni

Keşke bu ülke de böyle olsa…ülke hangisi soyleyebilirmisiniz?

2 Beğeni

Almanya. Sultiderler’e özel mesajla buradaki apartman sakinlerinin yasal haklarından bahsetmiştim. İlginizi çekerse buraya da yazayım.

İş günlerinde saat 22’yle sabah 7 arası yasalarca belirlenmiş olan istirahat zamanı. Bu saatler arasında “önlenebilir” gürültü yaparak diğer insanları rahatsız etmek yasak. Aynı yasa pazar günleri ve tatillerde tüm gün için geçerli. Bunu ciddiye almayanlara, komşularının kibar uyarılarına kulak asmayanlara polisin yaptırım yetkisi var. İkinci polis ikazından sonray gürültü devam ediyorsa 5000 €’ya kadar para cezaları söz konusu.

İnsanın kendi evinde huzurunun kaçmadan, gürültü yüzünden psikolojisinin bozulmadan dinlenebilmesi ve uyuyabilmesi, kısacası yaşayabilmesi temel ve doğal bir hak sayılıyor ve yasalarla güvence altına alınıyor.

Tr’de benzer yasalar vardır diye tahmin ediyorum, ama özellikle büyük şehirlerde polisin bu durumları ciddiye alıp çağrıya cevap vereceğini sanmıyorum.

8 Beğeni

Burada hiçbir şey olmaz…yani polis gelmez. Olay şiddete dönüşürse ancak…tahmin etmiştim almanya diye. Kızım orada yaşıyor ben 1.5 yıla emekli olacağım o zaman her yıl 6 ay orada olma şansımız olacak bu blie iyi gelecek. Halimize bakın… Bir de istanbuldan ufak bir şehre gidersek diye hayaller kuruyoruz…Tadını çıkarın oranin.

6 Beğeni

Lütfen yazdıklarımın şahsi düşüncem olduğunu, sizin düşüncenizden farklı diye bana hakaret edemeyeceğinizi unutmayın.

Thomas Mann’ın yazınını pek sevmiyorum. Yarattığı karakterler ya da çizdiği dünya tasviri olsun, beğenmiyorum. Kesinlikle söylendiği gibi büyük bir romancı olduğunu da düşünmüyorum.

Alman edebiyatını da pek sevmem aslında ama, bu kişinin kitapları alman edebiyatı içinde bile çok sıkıcı kalıyor. Anlatmaya çalıştığı şeyi o kadar karmaşık, sıkıcı bir şekilde yazıyor ki umursayamıyor insan. Çoğu kitabı ‘bla bla bla’ türünde sayılabilir. karakterlerin ya da kendi düşüncelerini o kadar berbat bir şekilde veriyor ki, umursayamıyorum. ‘bla bla bla’ tarzında görünüyorlar bana.

Bu romanına gelirsek. Kendi yazınını korumuş tabii ki. Sıkıcı, sürekli kesilen bir anlatım. Ne anlatıyor derseniz basitçe bir sanatçı olan Adrian’ın kendini şeytana satması akabinde gelişen olaylar. Arkadaşı da hayatının başından alarak bunu yazıya döküyor. Mann’ın yazını o kadar kötü ki ama, sürekli kendi anlattığı şeyi bölüyor, araya anlamsızca şeyler sıkıştırıp konudan koparıyor okuru. Ha bu anlatımı yazara özel güzel bir şey bulan insanlar yok mu? Vardır herhalde bu kadar önerildiğine göre. Ama bana göre kesinlikle berbat bir yazın düzeni. İnanılmaz sıkıcı, takip etmeyi zorlaştıran, ilgi çekici bir olayı bile berbat eden bir yazın.

Çokça boş zamanınız varsa bir şans vermenizi önerebilirim. Ama eğlenecek kısa bir zamanınız varsa kesinlike önermiyorum. Bulaşmayınız.

Kibirli, ama beceriksiz biri Thomas Mann. Alman edebiyatını lekelediğini düşünüyorum. Okumayı seven bir insan olarak tüm eserlerini okumadan (çoğunu okudum) bu yorumum ağır, anlamsız kaçabilir belki ama yazın stili tamamen değişmediği sürece düşüncelerim de sabit kalacak.

7 Beğeni

Ana karakterimiz bir hastanede hafızasını kaybetmiş olarak uyanıyor ve yavaş yavaş onun aslen kim olduğunu, ailesini ve geçmişini öğreniyoruz. Kitabın başında bilgi bombardımanına tutulmak yerine, karakterleri ve yaratılan evreni Corwin’le birlikte öğrenmek güzeldi. Böylece daha en başından merak unsuru korunmuştu. Yine de bu hafıza kaybı sürecinin uzun tutulmamasına sevindim.

Kitaptaki büyü sistemi bu serinin neden bilim fantezisi olarak sınıflandırıldığını gösteriyor. Amber evrenine geçmek için kullanılan yollar, koz kartları, her şeyin mümkün olduğu Gölgeler vb. özgündü. Corwin’in ailesinin dinamikleri de benim hoşuma gitti.

Normalde birinci şahıs anlatımını pek sevmem ama bu kitapta beni hiç rahatsız etmedi. Anlatım dili yalın ve anlaşılır olduğu için çok hızlı okunuyor ama maalesef bazı şeyler yüzeysel kalmıştı. 208 sayfa bana bir fantastik serinin giriş kitabı için yeterli gelmedi. Karakterler ve Amber ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isterdim. Mesela neden kimse Eric’i istemiyor ya da neden Corwin iyi karakterken Eric kötü karakter bilmiyoruz. Gerçi seride klasik iyi-kötü karşıtlığı olduğunu pek sanmıyorum.

Üstelik bu yalın dil kullanımı, epik savaş sahnelerini tasvir etmek için de zayıf kalmıştı. Bazı karakterler kuvvetli büyüler yapabiliyorken, ana karakterimizin tek yapabildiği şey kılıçla dövüşmek olduğu için biraz fazla güçsüz konumda kaldığını düşünüyorum.

Olumsuzluklarına rağmen oluşturulan evreni ve potansiyelini sevdim. Serinin vadettiği en önemli şey farklılık bence. Çoğu fantastik seriye benzemediği kesin. Bunun on kitaplık bir serinin giriş kitabı olduğunu da göz önünde bulundurunca sonraki kitaplarda bizi daha güzel şeylerin beklediğini düşünüyorum.

Son olarak, bu seriden esinlenen ve zarsız oynanan bir RPG oyunu varmış. Kitaptaki evren ve karakterlerin güçlerini düşününce böyle bir oyun için oldukça uygun gözüküyor. Nasıl bir şey olduğunu merak etmedim değil.

21 Beğeni

2 adet gönderi şu konuya taşındı: Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Yüzeysel İnceleme)

Alaycı Kuş - Walter Tevis

Günümüzden yüzlerce yıl sonrası, insanlık uyuşturucuları düzenli bir şekilde tüketip çocukluklarından beri televizyon ekranlarında aşılanan tekillik felsefesi içerisinde yaşamını robotların yardımı çerçevesinde sürdürüyor. Ancak insanı oluşturan pek çok öğe zamanla bu düzen içerisinde kaybolmuş, okuma unutulmuş, aile kavramı bilinmiyor ve artık genç ya da çocuklar sokaklarda görünmez olmuş. İnsanların kendine hizmet için geliştirdikleri robotların da toplumdaki rolleri değişmiş, artık gerçekten bize yardım mı ediyorlar? Yoksa yönetiyorlar mı?

İşte insanlığın bu soruları bile sorabilecek farkındalıktan uzaklaştığı bu distopik kitapta, ana karakterimiz Paul şans eseri bulduğu bir set ile kendi kendine okumayı öğreniyor. Sonrasında bu yeteneği ile ne yapacağını da bilemediğinden New York Üniversitesi dekanı ve en üst seviye android sınıflarından birine mensup olan Spofforth a gitmesi ile maceramız başlıyor. Paul okuyup izledikleri ile bilgilerini arttırırken, Mary Lou ile tanıştıktan sonra karakter gelişimi inanılmaz bir ivme kazanıyor ve bu üç ana karakter eşliğinde Walter Tevis’in irili ufaklı dokundurduğu toplumsal konulara daldığımız çok güzel bir Distopya çıkıyor ortaya.

Distopya seven biri olarak Alaycı Kuş listeme üst sıralardan girmiş oldu, epey beğendim. Okuyan türün gediklilerinin hemen fark edebileceği gibi bilim kurgu ve distopya denince akla ilk gelen yazarlardan uçup gelen daha modern bir esinti gibi. Ardıllarından bir eksiği yok bence, dolu dolu bir kitap. Okuduktan sonra hem ülkemizde hem de global anlamda pek değerini bulamadığını düşündüm açıkçası.

İsminin bu seviyelerde anılmamasına dair eksik gördüğüm bazı yerler belki ilk olarak bazı olayların aşırı rastlantısal şekilde gerçekleşmesi olabilir, nispeten kısa sayfa sayısı ile ben biraz mazur gördüm bunu. Diğer bir eksi olarak da hikayenin Paul açısından akışı sırasında bir anda farklı yollara girip yepyeni bir alt konu üzerinden işleyişlere girmesi okurlara biraz bütünlüğü bozucu gelebilir. Kendi adıma bu geçişler kitabı sıkıcı olmaktan çıkarıp farklılaştırmış gibi geldi ama New York-hapishane-Maugre geçişleri alt konu olarak biraz keskin oluyor. Ancak Paul’un karakter gelişimine çok şey katıyor bence.

İthaki’yi çeviri ve redakte anlamında pek özenli bulmadım yine, birkaç yerde çeviri ile anlam kaymış gibi geldi ama ana dilde bakmaya da üşendim açıkçası. Empire State kitap içinde sembolik bir anlam taşıdığı için kapak tercihini beğendim ama çizer keşke Spofforth’un tasvirini de bir okusaymış :slight_smile:

Okumaya başladığım günde ilk bölümü okuyup hayat yoğunluğu ile bir 10 gün ara verdim. Tekrar başına oturabildiğimde 2 günde kendini bana okuttu, üç ana karakterin gözünden bölüm bölüm anlatılan sade ve akıcı bir anlatıma sahip Alaycı Kuş. Gönül rahatlığı ile türü severlere tavsiye ediyorum.

28 Beğeni

Bir Uzay Macerası: Tanrı’nın Gözündeki Zerre

thumbnail_IMG_7504

Neuromancer dehşetinden sonra uzun bir süre ‘’bkk’’ (bilimkurgu klasiği) okumam diyordum ta ki forumun etkinlik haberini gördüğüm güne kadar… Kayıp Rıhtım’ın hatırı sayılır üyeleri bilimkurgu okumayı sevdiği için bu etkinlik kaçınılmaz sondu.
Hemen kitaplığıma dönüp baktım ve Tanrı’nın Gözündeki Zerre bana göz kırpıyordu. Elime alır almaz çaresizce ‘’oku beni!’’ diye yalvaran seslerini duydum. Okunmak için gelen bu hevesli isteği geri çeviremedim. Bakalım çabalarının karşılığını alabilecek miydi yalvaran kitabımız?

Bilimkurgu okumaları konusunda pek yetenekli biri değilim baştan belirtmiş olayım. Yetkin olmadığım halde bu kitaba inceleme yazmak istedim. Umarım hoşunuza gider ve belki Tanrı’nın Gözündeki Zerre ilginizi çekebilir.
Öncelikle çeviriye ve birçok sıkıntıya rağmen keyifle okuduğum ve hiç sıkılmadığım bir uzay seyahatine çıktım. Diliniz varsa mutlaka yabancı bir kaynaktan okumanızı öneririm.

Tanrı’nın Gözündeki Zerre iki farklı yazara ev sahipliği yapıyor. Larry Niven ile Jerry Pournelle yeteneklerinin lütfuyla kalemlerini tokuşturarak uzaylılarla ilk temas hikâyesini yazıyorlar. Uzaylılar, uzay gemileri, galaksi imparatorlukları ve daha niceleri… Bu kitabın içine girdiğiniz ân da artık 3017 yılındasınız.

Dünya’dan çıkıp başka gezegenlerde hayat bulmuşuz, galaksinin içinde evimizin bahçesinde top oynuyormuşuz gibi koşturuyoruz ve artık Dünya antik dünya olmuş. Çok eskilerde kalmış şimdiki günlerimiz…
Gezegenlere dağılma sürecinde birçok sorun yaşandığı için insanlık her zamanki taktiğine başvuruyor; dünyada olduğu gibi uzayda da savaşmayı başarıyor, şaşırmadık. Savaşan ve savaştan bıkmayan insanlık bu sefer galakside yapıyor bütün bunları. Peki ne kadar insanız uzayda gemilerle fink atarken? Hep beklediğimiz varlıklar, hani şu tuhaf UFO’ları olan canlılar, uzaylılar, biz olmadık mı sizce de?

Galakside belli başlı sıkıntılarla ve asilerle mücadele devam ederken hiç umulmadık bir yerden insanlara doğru yaklaşan bir cisim fark edilir. Bu durumda insanlık kendi derdini de unutarak bu cismin nereden geldiğini keşfetmenin derdine düşer.
Işık yılı gibi büyük bir problemi Alderson Sürücüsü sayesinde aşan ve gemilerini olağanüstü enerji dalgalarından bile koruyabilen Langston Kalkanı ile artık insanlığın galakside yapamayacağı hiçbir şey yok gibi. Bu derdi de çözerler nasıl olsa dedim içimden. Peki öyle mi oldu?
Uzaylılarla tanışmak çok büyük beklentilerden sonra yaşanan hayal kırıklıklarına benziyor bence. Hiç yemediğimiz ve merak ettiğimiz bir yiyeceğin tadına baktıktan sonra beklediğimiz gibi çıkmaması mesela.

İmparatorluk, askeri sistemi zirvede yaşayan bir yapıya sahip olduğu için en basit kararlar bile her an savaş yaşanacakmış gibi alınıyor. Aslında önlemlerin hepsi yeni bir savaş çıkmasın diye.
Dertleri savaşmamak gibi görünse de bana hiç barışçıl gelmedi 3017 yılının insanları… Zerre’den gelen nesneyle birlikte her şey daha tedbirli bir şekle bürünüyor. Atılan adımlar, düşünülen detaylar derken kafa patlatma seviyesine getiriyorlar insanı.

Gelen bu nesne dediğim gibi Zerre’ye ait, orada insanlıkla alakası olmayan varlıklar yaşıyor. Onlara Zerrecikler diyoruz. Tipik uzaylı görüntüsünden çok uzakta bir fizyolojileri var. Yaşayış tarzları, beslenmeleri, üremeleri, sosyolojik konumları hatta cinsiyetleri bile farklı ve değişik. Aşırı ilginç bir toplumla karşı karşıya kalan insanlık, uzaylılarla ilk temasta doğru kararlar alabilecekler mi sizce?

Tanrı’nın Gözündeki Zerre ilk sayfalarda durağan akışta ilerlerken yavaş yavaş tempoyu arttırıyor ve bom! Okurken her bölümde insanı heyecanlandıran ve gerilim dozunu milim milim yükselten bu kitabı bazı olumsuzluklara rağmen çok beğendim. Yazının başında belirttiğim gibi bilimkurgu türüne aşina değilimdir, düşünün öyle sevdirtti kendisini. Bu durumum sizin dikkatinizi çekip okumaya sevk edebilir belki, ne dersiniz? :slight_smile:

Olumsuzluk derken biraz daha anlat diyecek olursanız da kitaptaki tek kadın karakterin mükemmel olmasını isterdim, yapamamışlar. Bir de gıcık olduğum bir başka karakter de sürekli ‘’Allah’’ diye cıyaklayan ticaretçi amcamızdı. Yabancılar ‘’Tanrı’’ dediğinden dolayı böyle tercüme edilmesini beklerdim. Herkes neyin ne olduğunu biliyor zaten.

Çevirinin sıkıntılı oluşu diyalogların yavanlığından anlaşılıyordu, keşke daha özenli bir iş yapsalarmış dedim bazı bölümlerde.

Tanrı’nın Gözündeki Zerre birkaç kitaptan oluşan bir seriymiş bu arada. Serinin de ilk kitabı evet, ama devamı olmasa da olurmuş, birçok açıdan tatmin edici buldum çünkü. Henüz dilimize kazandırılmadığı için onları okuyamıyoruz şimdilik.

Etkinliğe katılmak da çok iyi bir deneyim. Aynı kitabı farklı insanlarla okumak birçok yönden keyifli bir yolculuk sunuyor. Daha hevesli oluyorsunuz, fikirlerinizi de özgürce paylaşabiliyorsunuz. Anlamadığınız ya da fark etmediğiniz yerleri gözden geçirmenize de imkân oluyor. Bu nedenlerle teşekkür ediyorum etkinliği düzenleyen ve katılım gösteren arkadaşlara :slight_smile:

Puanım: 9/10

Wannart’a güzel görseller ekledim :blush:

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

21 Beğeni

The Devil Takes You Home

Porto Riko asıllı Teksaslı yazar Gabino Iglesias’ın 2022’de yazdığı neo-noir roman. Aynı yıl Bram Stoker En İyi Roman Ödülü’nü kazanmış. İçinde doğaüstü korku öğeleri de bulunduğu için benim pek aşina olmadığım ilginç bir tür ortaya çıkmış.

Kitap, dört yaşındaki kızını lösemi yüzünden kaybeden Porto Riko asıllı yoksul bir babanın içine düştüğü boşluktan kurtulma çabasını anlatıyor. Ölmekte olan kızının hastalığını “büyüleyici bir vaka” olarak gören doktorlara, ırkçı Amerikalılara ve açgözlü işverenlere olan öfkesi ve nefreti onu gitgide karanlık ve vahşi bir dünyaya sürüklüyor. Mario bana bazen kahverengi tenli, woke bir Max Payne’i çağrıştırdı :slight_smile: .

Öykü bir yerden sonra üzerimdeki etkisini yitirse de Iglesias’ın üslubuna kitap boyunca hayran oldum; eser yazarın henüz üçüncü romanı ancak Iglesias’ın usta bir edebiyatçı olduğu belli. Bazı yazarlar vardır, daha ilk cümlelerinden kalbinizi kazanırlar ve kitaplarını elinizden bırakamazsınız. Iglesias da böyle biri. Bu yeteneğinin yanında Mario’nun iç sesi üzerinden gerçekçi ve karanlık gözlemlerle de sıkça karşılaştım, bunları okumak çok keyifliydi.

Melissa’yla, ikimizin de her gün aç kalmaktan bir adım uzakta olduğumuz bir dönemde tanıştım. Mezun olmak için mücadele ediyor ve öğrenci borçlarımızı ödemeye başlayacağımız günden korkuyorduk. O boşluktan çıkma telaşı aşkımızı daha da güçlendirdi ancak aynı telaş, geçim derdinin diğer her şeyin önüne geçtiği o sürekli stres hali, Anita’nın hastalığından önce de evliliğimize zarar vermişti. Yoksulluk, elinizde hiçbir şey kalmayana, sizi uzuvları olmayan bir kütüğe dönüştürene kadar iradenizi ve mutluluğunuzu kemirir.

Yoksulluğun özelliği coğrafyayı yok etmesidir; yoksul insanlar dünyanın her yerinde aynı kederli bakışa sahiptir: Ten rengimiz ya da dilimiz ne olursa olsun hepimiz bizi aynı soyun parçası yapan bir şeyi paylaşıyoruz.

Bu da betimlemelerinden birisi:

Karayipler’de gece, sanki biri şalteri indirmiş gibi üzerinize çöker. Güneş okyanusun arkasına saklanmak için gökyüzünden aşağı emeklemez; kızgın bir çocuğun sopayla vurduğu radyoaktif bir meyve parçası gibi düşüverir. Teksas ve New Mexico’da durum böyle değildir. Amerika’nın güneybatısında güneş kibarca iner, sanki size havanın kararmak üzere olduğunu haber verir. Gökyüzüne çürük öpücükler kondurur ve çoğu kez bulutların üzerine turuncu, pembe, kırmızı ve mor renkli sulu boyalar saçar.

Valuable Humans in Transit

qntm’in transhümanizm temalı bilim kurgu öykü derlemesi. Nörobilim önümüzdeki birkaç on yıl içinde insan beyninin veri kayıpsız haritalarını çıkaracak kadar ilerliyor. Bu taramalardan elde edilen veriler güçlü bilgisayarlar yardımıyla emüle ediliyorlar: Beyni taranan kişinin anıları ve bilinci bile bir yere kadar korunuyor.

Hikayelerin esas çarpıcılığı bu yapay kişilerin hayatlarını sanal ortamda da olsa ne gibi haklara sahip olarak sürdürmeleri gerektiği sorusunu sordurtmaları. Mesela bazı şirketler sanal kişileri endüstriyel uygulamalarda köle gibi kullanmaktan cekinmiyorlar, sanal kişi memnuniyetsizliğini dile getirmesine rağmen onları fi̇kri̇ mülki̇yetten fazlası olarak görmüyorlar. Bazen beyni taranan kişi kendisinin sanal kopyalarının yaratılması gerçeğine alışamıyor ve bu bilinçli programları imha ettirebiliyor. (Ama cinayetten yargılanmıyor.)

Yazarın diğer bir kitabı olan There Is No Antimemetics Divison gibi bir şaheser olmasa da kısa ve eğlendirici öyküler, genel olarak beğendim. @Pyrewrath: Sen yazara TINAD’dan aşinasın, hoşuna gidebilir. :slight_smile:

15 Beğeni

Japon Klasikleri 30: Batan Güneş, Osamu Dazai

Osamu Dazai rüzgârı esmeye devam ediyor! Yazar Batan Güneş’te diğerlerinden oldukça farklı bir bakış açısı ile bizimle beraber. Neden farklıydı?

Bir kadın gözünden yaşanılanlara tanık olmak, üstelik Dazai üslubu ile bambaşka bir deneyim oldu yine. Her kitabında genelde aynı otobiyografik öğelerle karşımıza çıksa da başka yönlerini de sergilemeden bir yere gitmiyor Dazai Bey.

Thomas Mann’in Buddenbrooklar kitabını yani diğer bir ifadeyle ‘’Bir ailenin çöküşü’’nü aranızdan bilenler vardır belki… Adım adıma çöküşen giden bir hikâyeydi bu. Batan Güneş’te ise çok hızlı olup bitiyor her şey. Aile dramaları size hitap ediyorsa bu örnekten yola çıkabilirsiniz.

Tek solukta bitirebileceğiniz Batan Güneş, karakter ve olaylar bakımından hiç uzatmadan ve zorlamadan sona götürecek bir kıvamda yazılmış. Annesi ve iki çocuğundan oluşan bu aile bir zamanlar aristokrat hayatı yaşarlarken babanın ölümüyle gittikçe yoksullaşan bir kesime doğru kaymaya başlıyorlar.

İnsanın sevdiği şeyi yaptığı sürece iyi bir hayat yaşayacağını düşünmüşümdür hep. /s. 70

İkinci Dünya Savaşı’ndan birçok iz taşıyan eser Dazai ile bütünleşmiş bir karakter olan Naoci ile sayfalara taşınıyor. Yazarın hayatını bilenler için Naoci tıpkı Dazaivari eylemlerde bulunuyor ve ailesini pek çok açıdan zor durumda bırakıyor. Ve biz tüm bunları Naoci’nin kız kardeşi Kazuko’nun gözünden okuyoruz. Annesiyle iyi kötü bir hayat sürmeye çalışan Kazuko da müthiş biri değildir. İnişli çıkışlı yaşamında dengesizce hareketlerde bulunması onun da Dazaivari tarafını yansıtıyor bizlere. Bunlar yaşanırken annenin sağlığı bozuluyor.

Japonya’nın o dönemlerde var olan kadın- erkek ilişkilerini, ahlak boyutunu ve aile yapısını incelerken bir yandan da aristokratların yaşam tarzlarını ve yok olmaya yüz tutmuş kalıpların eriyip gidişini anlatan tam da adına uygun bir eser Batan Güneş. Kitapta hiç umut kırıntısı yok, çünkü güneş doğmuyor batıyor.

Kazuko ve Naoci’nin toplumdan soyutlanmalarını okumak, Dazai’nin biyografisini okumak gibiydi. İnsanların dünyasının tuhaflığından yorulan yazarın topluma yabancılaşmasının hislerini şu cümlelerden anlıyoruz:

Olgun biri gibi davrandığımda, insanlar ne kadar olduğum hakkında konuşuyorlar. Tembel davrandığımda, tembelliğim hakkında dedikodu ediyorlar. Roman yazamıyor gibi yaptığımda, yazamadığımı söylüyorlar. Yalancı gibi davrandığımda, yalancı diyorlar. Zengin gibi davrandığımda, zenginliğimi konuşuyorlar. Umursamaz göründüğümde, ne kadar da umursamaz olduğumu söyleyip duruyorlar. Fakat gerçekten acı çekip inlediğim vakit, insanlar numara yaptığımı söylüyorlar.

Bence kendileriyle çelişiyorlar.

Neticede intihardan başka yol yok gibi. Tüm acılarımın intiharla son bulacağını düşününce bir çığlıkla ağlamaya başladım. /s. 53

Söylenmesi gerekenlerin, söylenmemesi gerekenlerden daha önemsiz görüldüğü bir dünyada yaşamak cidden çok zor. Dazai bu zorluğun ve çıkmazın içinde rollerini oynayan bir soytarı haline gelmiş ya da getirilmiş. Yine de denemekten vazgeçmemiş, ama sonunda yaşamına son vermiş. Onun için kurtuluş mu yoksa batış mı olduğunu sadece kendisinin bilebileceği bir yerde şimdi…

Beklemek… Ah, insan hayatı mutluluk, öfke, hüzün, acı gibi türlü hislerle dolu, ama bu hisler hayatımızda yalnızca yüzde birlik bir yer kaplıyor. Kalan yüzde doksan dokuzu, beklemek ve yaşamaktan ibaret değil mi? /s. 75

Puanım: 8/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

18 Beğeni

Niccolò Machiavelli, sadece savaş sanatı üstadı değil aynı zamanda iyi bir tarihçi ve ülkesinin coğrafyası dahil, çevre ülkeler hakkında da yeterli siyâsi, askeri ve stratejik bilgilere sahip. Öyle ki İtalya tarihini, ta Roma’dan kendi dönemine kadar ki gelip geçen ve coğrafyaya damgasını vuran askerî dehaların hayatlarını ve stratejilerini bilen ve bu bildiklerini dönemin hükümdarına sunan bir insan.

Eser yirmi altı bölümden müteşekkildir. Hükümdarlıkların şekilleri ve ne idüğüyle başlayarak, bir hükümdarda olması ve olmaması gereken özelliklerden tutun da bir ulusun ordularının kendi milletinin insanlarından oluşmasının önemini vurgular. Kan ve değerler hassasiyetinin mündemiçliğini, başlık başlık ve konuların içine etkili bir biçimde yedirerek anlatır. Benim gözümde, İtalyanların Kutadgu Bilig’i diyebileceğim bir kitap. Bunun yanında tamamen realist bir eser ve toz pembeliğe yer yok. Çünkü konu, bir ulusun hayatta kalabilme mevzusunun çözümlerini izah etmenin davasını güdüyor. Her insanın, bilhassa da bizlerin okuması ve bilmesi gereken dolu dolu bir eser.

11 Beğeni

Yoksulluğun özelliği coğrafyayı yok etmesidir; yoksul insanlar dünyanın her yerinde aynı kederli bakışa sahiptir: Ten rengimiz ya da dilimiz ne olursa olsun hepimiz bizi aynı soyun parçası yapan bir şeyi paylaşıyoruz.

Çok sevdim bunu. Özellikle coğrafya ve ülke farketmeksizin dünyanın neresinde fakir kalmış turistik bir yer varsa bu gözlemlenir. Afrikanın en güzel sahillerinde yaşayan yerli halk denize ayağını sokmaz. Aç adamın denizden zevk almayı düşüneceğini sanmıyorum.

2 Beğeni

@Srbs alıntılayınca gördüm. Marx da benzer bir şey söyler ve aslında yazarın bahsettiği aynı soyun parçası yapan şeyin sınıf olduğunu vurgular. Güzel alıntıymış.

2 Beğeni

Balkan Blues - Petros Markaris

Dokuz öykünün yer aldığı bu kitap sizi Atina’ya götürecek.

Büyük şehirlerin arka sokaklarında yaşanan küçük ve karanlık hayatları, sade bir anlatımla sunuyor yazar. Yoksulun, yabancının maruz kaldığı sömürüyü; ezilen insanların her şeye rağmen hayata tutunma çabalarını aktarıyor. Karakterler dramatik olaylar yaşasa da kitap drama yaratmıyor, insan olmanın getirdiği neşe ve mizahı hiç yitirmiyor.

Öyküleri okurken Yunanistan ve Türkiye’deki bürokrasinin, sorunların, günlük yaşamın vs. ne kadar benzediğini düşündüm. Kitabın küçük ayrıntılarda eleştirdiği hususlar bize o kadar benziyor ki. Mesela öykülerden birinde yeni kaldırıma görme engelliler için kabartmalı şerit koyuyorlar ama aynı yolda hiçbir önlem alınmamış çukurlar da var.

Genelde öykü kitaplarında favori seçerim ama bunda seçemedim. Zaten öykülerin hepsi aynı evrende geçiyor. Yalnız, kendini şiddet dolu bir hayattan kurtaran kadınları anlatan “Tatyana’nın Kurtuluşu” ile “Sonya ile Varya” bir adım öne çıktı. Tekrar okuyabileceğim ve tavsiye ettiğim bir kitap.

13 Beğeni

Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar

Kitap Tezer Özlü’nün 1982-1985 arasında yurt dışından can dostu olan Leylâ Erbil’e yolladığı mektuplardan oluşuyor. Önsözlerde Leylâ Erbil, Tezer Özlü’nün sanat anlayışına, edebiyat ve kültür camiası hakkındaki görüşlerine ve vefatına ilişkin bazı detaylar veriyor, anılarını anlatıyor. Bu kısımlar enfesti.

Mektup çok kişisel bir format olduğu için insan kendini ister istemez başkalarının hayatlarını dikizler gibi hissediyor. Özellikle 1985 mektupları Tezer Özlü’nün onu bir sene sonra öldürecek olan hastalığıyla mücadelesinden ve çektiği acılardan mahrem kesitler sunuyor.

Özlü’nün bazı yazarlar ve aydınlar hakkında ağzını açıp gözünü yumduğu kısımlar var. Erbil bu yazarların tam adlarını vermemiş, isimlerinin sadece baş harflerini kullanmış. Eleştirilerin hangi bağlamda ve kimlere yöneltildiği açıklanmadığı için bu paylamaları okumaktan zevk almadım, aksine burnu havada ve elitist üslup beni biraz rahatsız etti. Edebiyat camiası içindeki dedikoduları severim ama bu haliyle değil. Burada maalesef Erbil’in hatası var, çünkü nedense kendi mektuplarını kitaba dahil etmemiş ve madalyonun öbür yüzünü bizden gizlemiş.

Bir Tezer Özlü sever olarak onun iç dünyasını ve yurt dışı deneyimlerini yazar kimliğinden sıyrılmış bir biçimde gözlemlemek güzeldi. Ancak kitabın TÖ ve LE hayranları dışında kimseye hitap edeceğini sanmıyorum.

12 Beğeni

Epey bir zaman sonra kitaplara yeniden zaman ayırmaya başladım. Yer darlığından mütevellit, öncelikle beğenmezsem yer açarım düşüncesiyle öykü kitaplarıma yöneldim. 3 günde bir düzinesi geçti elimden, onları irdeleyeyim.

indir

Juan Rulfo - Ova Alev Alev

Pedro Paramo yanında öyküleri de bulunsun diye aldığım Rulfo eseri, büyülü gerçekçiliğe sinemadan ve edebiyattan aşinalığıma rağmen beni saramadı. Buzzatilerden Calvinolardan Borgeslerden sonra ağzımın tadı değişmiş midir diye bir Cortazar öyküsü açtım, yeniden büyülendim, ancak bu kitaptaki yerellik ve tekil ölüm teması -ki türün sevdiğim yönü sonsuz hayal gücüne kapıyı sonuna değin aralamasıdır- beni içine alamadı ve bir başka kitaba geçtim.

indir

Istvan Örkeny - Bir Dakikalık Öyküler

Johann Peter Hebell’in Takvim Öyküleri’ne paralel olarak, zayıf mı güçlü mü karar vermek adına ikinci tercihimdi bu kitap. “Bağışlamak Yok” öyküsü Buzzati’nin arabadaki tabutunu anımsatıyordu ama genel olarak bu kısalık içinde vurucu bir dil bulmanın imkanı yoktu ve bunda çevirmenin hiç mi hiç suçu yoktu. (bir dakikalık yorum)

wi_800indir

Maurice Clare - Robert L. Stevenson ile Bir Gün ve Hanns Heinz Ewers - Edgar Allan Poe

Laputa Kitap bonusları olarak gelen bu iki ince kitap biyografik olmaktan çok uzakta, ancak illüstrasyonları için tercih edilebilir belki - bir sonrakini görünce gerek duymayacaksınız.

Robert W. Chambers - Liman Müdürü

İşte su gibi akan bir kitap. Üç karakter etrafında şekillenen bir ada hikayesi. Bildik Universal Monsters miti aslında, en çok da Kara Gölün Canavarı’na ilham vermiş gibi (o da Shape of Water’a tersten işlenerek verdi). Hikayede adada inzivaya çekilmiş Halyard karakteri, kuşları incelemeye gelen bilim adamıyla bir yandan mantığın sınırlarını X-Files ana karakterlerine yaraşır biçimde tartışırken bir yandan da Fowles’te de göreceğimiz bakıcılık eden kadın yan temasıyla menage-a-trois’e göz kırpılır. Küçük Karanlık Kitaplar serisinden birkaç kitap daha ekledim istek listeme bu eserin lezzetinden sonra.

wi_800

Robert Louis Stevenson - İntihar Kulübü

Kitaba ismini veren elit kulübün hikayesi biraz daha genişletilse veya Agatha Christie’nin ellerinden yazılmış olsa şu an bir klasikle karşıya karşıya duruyor olacaktık. Kubrick’in Eyes Wide Shut’una değin referanslar bulunabilecek hikayede hayattan vazgeçmişlerin doldurduğu erkekler kulübünde bu sefer kartlar cellat ve kurban için dağıtılıyor. Hemencecik biten bu hikayeyi takip eden diğer iki bölümde birikmiş gerilim ve heyecan maalesef yere çakılıyor ve ağzınızda buruk bir tatla kapağı kapatıveriyorsunuz.

wi_800

Robert Louis Stevenson - Olalla

Genel kanının aksine, Olalla atmosferini kurmuş ve hikayesini tadında sonlandırmış bir kitap. "Canavarı ne kadar az gösterirseniz perdede o kadar başarılı olur"un Stevenson rüyalarından kağıda dökülmüş arketiplerinden biri. Yine defalarca uyarlamasını göreceğimiz “tablodaki kadına aşık olmak” miti de burada mevcut. Hatta menfur soyun henüz kirlenmemiş son iki çocuğundan erkek olanı bayağı bayağı Universal Monsters serisindeki ayakçılara (grotesk ve cahil insansılar) kaynak olmuş gibi görünüyor. Çevirmen Celal Üster’in önsözde yer verdiği gotik edebiyat referansları ise tek başına kitabı kütüphanenizde tutmak isteyeceğiniz cinsten.

wi_800

H.P. Lovecraft - Tuhaf Kurgu Yazmak Üzerine Notlar

Edebiyatta Doğaüstü Korku yanında aldığım bu kitap epeydir beklemedeydi. İçinde denemeler tarzında yazarın kişisel görüşleri yer almakta. Siyasetten gelecek öngörülerine değin. En çok şaşırtan ise uzun uzun kedi-köpek kıyasına doğaçlama girişmesi oldu. Köpeklere nefret, kedilere hayranlık besleyen yazarın eserlerine pek bir katkısı bulunmayan bu kitabı kendi adıma kütüphanemde tutmak için bir neden bulamadım.

wi_800

J.G. Ballard - Al Kumsallar

Bilimkurgu öykülerinin yer aldığı derlemede gramer hataları dikkatimi çekti öncelikle. Kara mizah soslu ilk öykü belki de en keyiflisiydi: Kurukafa koleksiyonculuğu ülke çapında yayılınca hükümet devreye girer ve insan avcılığı başlar. İkinci öykü Prima Belladonna ise insan yiyen bitkisi ile Küçük Korku Dükkanı’na esin vermiş gibidir. Lakin öyküler genel bağlamda pek bir hafif kalıyorlar kallavi külliyatta yer bulabilmek için. Beyaz kağıdın (üçüncü hamur) göz yorduğunu da ekleyeyim.

wi_800

Augusto Monterroso - Toplu Eserler ve Diğer Hikayeler

“Toplu Eserler” bildiğimiz kullanımından ayrı olarak burada ilk hikayenin adını teşkil ediyor. İnek (evet, tren var), First Lady gibi tatlı kısa öyküler yanında, kitabı tutmama sebep 2 sayfalık bir öyküdür: Güneş Tutulması. Hangi meşhur çizgi romanın finalini tersine çevirip kara mizah etkisi yaratıyor, onu bulmayı da size bırakıyorum.

Cehennem Kapıları - Seçilmiş Japon Hikayeleri (çev. Samih Tiryakioğlu)

Aslında orta karar bir antoloji bu kitap. Ancak içinde perdede aşina olduğumuz (in the mood for love) geçmiş zaman romanslarına sizi ansıtacak “Tokyo Sokaklarında”, Binbir Gece Masalları’na (ve Kill Bill’e) götürecek “Büyük Usta”, Nanking Katliamı’ndan perdede portrelenen örneklerine değin Japon erkeklerinin kabalığıyla örülü “Tanrı Misafiri”, sirki ve ihaneti arka plan almasıyla “Han’ın Cinayeti”, kendisi yolda kalsa da hikayenin son hız sizi alıp sürüklediği “Külüstür Otobüs” seçkiyi rafınızda bulundurmanız için size türlü bahaneler verecek.

wi_800

Shirley Jackson - Piyango ve Diğer Öyküler

En meşhur öykü "Piyango"yu ilk okuduğumdan mıdır, yoksa “Who Can Kill a Child?” gibi klasiklere aşina olduğumdan mı, bu ilk siftah bende zayıf etki uyandırdı. 4 bölüme ayrılmış kitabın 2. bölümünün 2. öyküsü “Hain” Buzzati’nin "Tanrıyı Gören Köpek"inin “C ile Başlayan Bir Şey” öyküsüne yedirilmiş hali desem herhalde abartmış olmam. Gotik edebiyatın lezzetini en çok veren öykü bu oldu. Kasabanın tavuklarına dadanan köpeğin sahibi kadın karakterimiz yolda rastladığı komşularından evdeki çocuklarına değin insanoğlunun şiddete doyumsuzluğunu tokat gibi yüzümüze çarpan çözüm önerileriyle başbaşa kalır. Yine aynı bölümde yer alan “Çiçekli Bahçe” de klasik banliyö hikayesi: Dedikoduya boğulmuş kasabanın yeni sakinini maskelerle karşılaması. Bu ve bundan sonraki hikayelerde kadın karakterlerin silik, tabiri caizse rüzgarda savrulan, karar mekanizmasından yoksun ve edilgen çizilmesi, kadın yazarımızın eleştirel bakış açısıdır diye düşünmek istiyorum zira erkeklerin kaleminden çok daha güçlü kadın portreleri okuduktan sonra bu yavanlık, ana karakter oldukları için, öykülerin de etki gücünü düşürüyor.

Üçüncü bölümün ilk hikayesi “Sohbet” dile saygı duruşu niteliğinde harika bir kısa öykü. Buzzati’nin “Dünyanın Sonu” telaşı içinde (evreninde) son bir seansa girmiş kadın karakter olarak sunabilirim bunca bileşimden sonra. “Belirsizliğin Yedi Türü” yine kitaplar ve kütüphane arka fonunda geçen keyifli bir öykü - sadece sonunda “keşke diğer türlü olsaydı” diyeceğiniz bir finale sahip.

Dördüncü bölümün en sürükleyici hikayesi “Diş”. Burada yukarıda bahsettiğim eleştiri had safhada duyumsanıyor - Yan koltuğundaki adam tarafından kolundan tutulup restorana götürülen kadın karaktere “tuvalete git, sonra buraya dön” komutu verilecek denli silik çizilmiş portreler, tercih ilginç. Yine de akıcı bir hikaye. “Jimmy’den Mektup Geldi” ile bu sefer erkek kayıtsızlığına ve buna sinir olan, merakından yerinde duramayan kadınımızla “Piyango” öncesi farklı bir kapanış yapıyoruz.

John Fowles - Abanoz Kule

Tüm bu yazıyı bu bölüme alma sebebim aslında bu kitap. Vakit olursa geniş irdelemek istiyorum, bakalım, başlayalım.

Fowles’in beş öykülük kitabının açılışını “Abanoz Kule” ile yapıyoruz. Burada bohem hayatı yaşayan yaşlı ressamın insanı büyüleyen malikanesi bir nevi Dracula Şatosu işlevi görüyor karakterlerden birine dönüşmesi ile. İki genç kızın her ihtiyacını karşıladığı konağın ziyaretçisi ise yine bir ressam olan ve biyografi için gelmiş evli karakterimiz. Elbette türlü cinsel imalardan sonra “menage-a-trois” imkanı doğuyor ancak burada ahlak anlayışının doğuştan gelmesiyle kaybeden oluşunuzun ve sanatçıların özünde “piç” olmalarıyla bir karşıt duruş, rahatlık sergiledikleri gibi bir mesaja dönüşüyor. Lakin 100 sayfaya yakın süren öykü, bitişini de, akıcı ve vurucu kalıbına yaraşır biçimde yapıyor ve referans verdiği halk hikayesi “Eliduc” ile devam ediyor.

Fowles’in ikinci öyküsü “Zavallı Koko” (Koko burada meşhur gorile değil, palyaçoya gönderme), eve giren hırsızla karşılaşan ve yine biyografi yazmakta olan edebiyatçıya ve ikisinin arasında geçen kuşak ve ideoloji farklılıkları üzerine geçen sohbete dayanıyor. Hırsız işini bitirdikten sonra beklenmedik bir eyleme girişiyor ve yazarımıza bunun çözümlemesi için okuru da içine alan geniş bir zaman dilimi bırakıyor.

Sonraki öykü “Muamma” aslında “kim yaptı” türünde Agatha Christie cinayetlerini ansıtan bir kayboluş gizemi. Dedektif ünlü siyasinin tüm ailesini sorguluyor ve hatta yine bir romans doğuyor ancak burada öyküyü türdeşlerinden ayıran iki detay var:

Birincisi meta yapısı. Sonlarda hafiyeliğe bürünen kızımız “biz aslında bir yazarın karakterleri olsak cinayeti nasıl çözümlerdi?” sorusuyla başlayıp dördüncü duvarı yıkan bir rampaya giriyor ve beni ikinci bulguya sürüklüyor:

Bu öyküde kayboluş aslında tamamen bir MacGuffin. Yani Hitchcock’un bizlere sunduğu açıklama ile, aslında sadece hikayeyi başka bir yöne itelemeye yarayan ve işlevini sonunda kaybeden bir detay. Bilimsel açıdan “katalizör” de diyebiliriz.

Bu öykü ile ilk öyküyü birleştiren kadın detayı da var: Her ikisinde de arzu nesnesi kadın bir başkası ile birlikte, “sadece” yatıp kalkıyor ama baş karakteri tamamlayacak yapboz parçalarına sahip. Özellikle ilk öyküde kadının “sahibi” tarafından ele alınış biçimi gayet aşağılayıcı. Erkek okura empati kurması adına klasik “lady in distress (damsel in distress)” kalıbı sunulmuyor, aksine bu yıkılarak başka bir forma bürünüyor (sonrası Yeraltı Edebiyatı ve ötesi).

Son öykü bana Cheever’in "Yüzücü"sünü anımsattı, tamamlamak için kalan vaktimi ve kapanan gözlerimi Olalla için harcadım ve 4/5 zaten beğendiğim kitabı yine elime almak için bahane olarak rafıma geri yerleştirdim.

15 Beğeni

indir (1)

Adelbert von Chamisso - Peter Schlemihl’in Acayip Sergüzeşti

Fransa’da doğmuş, Alman edebiyatı için ürünler vermiş, meslektaşı Darwin gibi uzun geziler sonucu botanikbilimine dair keşiflerde bulunmuş yazarın bu öyküsü -ki kısa roman (uzun öykü) sayılabilecek novella’dır- Goethe’nin Faust’unun ilk bölümünün yayımlanmasından 6 sene sonra, 1814 yılında okuyucuyla buluşur (ikinci kısım için 1832’yi beklemek gerektir). Her iki eserin de öncesinde, Thomas Mann’in de meşhur romanına adını verdiği Doctor Faustus, Faust mitinin 16.yy sonlarında kaleme alınmaya başlamasından sonraki ilk büyük esere Shakespeare’in erken yaşta aramızdan “ayrılan” rakibi Christopher Marlowe’nin ellerinde kavuşur. Bu girizgahtan sonra, Sabahattin Ali’nin tercümesi için kollarını sıvadığı hikayeyi kısaca mercek altına alalım.

Eserin tanıtımında zaten konusuna vakıf olduğumuz alışveriş pek çabuk hayat bularak okuru öykünün içine çeker. Gölgesi karşılığında aldığı talih kesesi ile, Buzzati’nin Büyülü Ceket’i misali, önce gözlerinin kamaşmasını, sonra sonra Yasın Beş Safhası (Kübler-Ross modeli) misali içinde bulunduğu gizemli durumu inkar ve öfke ile karşılayıp, tüccarı aradığı süreç içerisinde depresyona girdikten sonra, bir araya geldiklerinde pazarlığa girişip, en sonunda da boyun eğme ve kabul ile karakter gelişimini tamamlamasını bekledim.

Lakin daha ilk sayfalarda gölgesizliğinin “cahil” halk tarafından kafir addedilecek denli ağır şekilde karşılandığını ve hemen pişman olduğunu görüyoruz -ki bu akıcılığı olmasa da, gizemi ve bizi beklediğini umduğumuz diğer sürprizleri bertaraf eden bir gelişme. Araya serpiştirilen romanslar değil ancak uşağıyla kurduğu dostluk yan tema olarak öyküyü güçlendiriyor. Tıpkı Binbir Gece Masalları’ndaki gibi, gizemli satıcı 1 yıl sonra geri gelip yeni bir teklif sunacağını söylüyor ve yine bu masallara uygun biçimde tarihin karıştırılıp unutuverildiğini görüyoruz (bu kısmın işleyişe bir etkisi yoktur). Teklif elbette şaşırtmıyor: Gölgesi karşılığında ruhunu satması istenmektedir. Peki kabul edilecek midir?

Son perdede yine alışılmışın dışında, yazarın hayat hikayesine paralel bir “coda” izliyoruz. Burada “Hızır’ın Çizmeleri” (seven-league boots) de halk efsaneleri arasında bizlere sunuluyor.

Kitabı okurken, sürekli güneşten kaçmak zorunda kalan bir kısımda dağları bu yürüyüşe mesken edinen karakterimizle aklıma tek bir isim geldi elbette, yine korku folklorunun vampir mitinden bizlere kazandırdığı en meşhur, mel’un yaratık: Dracula (1897). Sanatın Yggdrasill’inin (hayat ağacı) kolları gibi, her efsane sanat eserlerine esin veriyorken her eser de başka eserlerde kendinden izler bırakıyor dimağlarımızda. Sonuçta hepsi bu başbelası, düşük çeneli, elinde meşalelerle canavarı kovalayan cahil toplulukların içinden çıkıyor ve kulaktan kulağa yayılarak kendi kendilerine lanet okuyor (ve zevkle okutturuyor!).

Doğaüstünün, fantastiğin, bilimkurgunun, korkunun, gizemin temaşa edildiği okuma ritülleri hayata zevk kattığı kadar bilgiye olan susuzluğumuza da, Nicolas Flamel kadar olmasa da, doyum sağlıyor ve sonraki dozu almak üzere, bu bağımlılığı beslemeyi ve efendisine hizmet eden Renfield gibi beslenmeyi sürdürüyoruz.

7 Beğeni

Dersler- Ian McEwan

Çağdaş İngiliz edebiyatının yazarlarından biri olan Ian McEwan’ın son kitabı Dersler, insan doğasının karmaşıklığını tüm çarpıcı yönleriyle birlikte ele alan olağanüstü bir eser.

Kitap hiç tanımadığımız ve bilmediğimiz Roland Baines’i odağına alıp o ve onun merkezinde gelişen olayları konu ediniyor. Geçmişten günümüze akan bir süreç halinde anlatılmayan bu olayları, birbiri arasında mekik dokuyan bir atmosferde okuyoruz. Bir insan hayatının en doğal şekli ile anlatıldığını düşünün; tıpkı bir ‘’insan’’ gibi karmakarışık bir eser Dersler.

Bu karışıklık yoğun bir anlatıma ev sahipliği yapsa da kendi hayatımıza bütünü ile dönüp bakamadığımız ama başkasının yaşamının sırlarına kadar gidebildiğimiz açık bir kapı bırakıyor. Doğrusu modern bir roman olsa da bu yönü fantastik bir tat verdi resmen bana. Hayatımızı bütünüyle görme imkânımız olsaydı, neleri değiştirirdik? İşte Roland’ın çabasız eylemsizlik içinde ve her daim umutlu bakışlarla dolu hayatını okurken insan bir yandan da kendi yaşamına dönüp bakma olanağı bulunuyor. Ne açıdan bakabilirsek tabii? İnsan kendisini nasıl yargılar, sunulan bu fırsatı değerlendirebilir mi?

Roland’ı okurken hayatımın bazı noktalarına doğru tuhaf yolculuklara çıktım ve bundan sonra yaşayacağım belirsizliklerde, durumlarda çaba mı göstereceğim yoksa Roland gibi yalnızca önüme çizilen yol haritasında bazen yürüyüp bazen de koşacak mıyım diye düşündüm sürekli. Çabalamak ve ertelememek evet zor, hatta çok zor eylemler bana kalırsa, fakat bu zorluğu kabullenmek de ilk adımdır bence. Mücadele etmeyi seçiyorum o halde. Adı gibi bana bir ders değil, birçok ders verdi bu muhteşem eser.

Roland’ın bencil babası ve güçsüz annesi ile çıkmazlarla dolu aile hayatı, tuhaf alışkanlıklarıyla yatılı okuldaki piyano öğretmeniyle yaşadıkları, parlayıp sönüveren anlık hevesleri, alakasız bir evlilik yapması, hiç olgunlaşmadığı halde bir çocuk büyütmesi, sürekli ilgi alanlarıyla ilgilendiği halde elle tutulabilir şeyler gerçekleştirememesi… Bu hataların hepsine tanık olmak ve onları çözmek için sadece okumaya devam etmeyi beklemek bambaşkaydı. Peki kendi hayatımızda bir yük gibi sırtımızda taşıdığımız bavullar, ayaklarımıza dolanan düğümler bizi bırakıp gider mi, biz istediğimiz sürece üstelik?

2023 yılındayız ve bu kitap da bu sene içinde bizlerle buluştu. Henüz okunma sayısı ülkemizde çok az. Umarım daha fazla okuyucuya ulaşır; yazarı tanıyın ya da tanımayın, yakın tarihimize ışık tutan Dersler’e bir şans vermelisiniz. Sıradan bir insanın biyografisi gibi nitelendirdiğimiz bu eserde çok daha fazlası sessizce sizi bekliyor.

Ian McEwan’dan Sahilde ile Kefaret’i okumuştum uzun zaman önce, fakat Dersler ikisinden de kıyaslanamayacak kadar iyiydi. Bu arada yazarı ilk defa bu kitapla tanımak da mümkün olabilir bence.

Dersler’i herkese önerdim evet, bu herkese aynı oranda hitap edebileceği anlamına gelmiyor. Kurgunun ortasında kendinizi görebilirseniz, okumaya dört elle sarılabilirsiniz işte. Öyle bir eser.

EN SONA GELİNDİĞİNDE, İNSAN İYİ BİR HAYAT YAŞAYIP YAŞAMADIĞINI NASIL ANLAR?

(tanıtım bülteninden bir cümle)

Puanım: 9/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

@Sis yanlış hatırlamıyorsam kitabı merak etmiştiniz. Etiketledim o yüzden :slight_smile:

12 Beğeni

Bilgisayarın Merkezine Yolculuk - Bora Karakuş

Teknolojiye meraklı olan Efe, Selim ve Selin adında üç çocuğun baş karakter olduğu bu kitap, bilgisayarın çalışma mantığını öyküleştirerek anlatıyor.

Elektrik akımı, ikili mantık (1’ler ve 0’lar), program kodları, antivirüsler, transistörler, manyetik disk, RAM ve harddisk hakkındaki bilgileri, kısacası bilgisayarlar hakkındaki temel bilgileri bir öykü içerisinde, çocukların seveceği bir dille anlatmış.

65 sayfalık ve görsellerle desteklenen bu kitabı bir çırpıda okumak mümkün. Özellikle bilgisayarlara ilgi duyan çocuklar çok sevecektir.

10 Beğeni