Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

THE MAN WHO FOLDED HIMSELF

Amcasının mirasının bir zaman makinesi olduğunu keşfeden Daniel nihai özgürlüğe kavuştuğunu düşünür. Ama gerçekten her istediğini yapabilir mi?

Kitap, dünyanın veya insanlık tarihinin değiştirilmesinden ziyade bir zaman gezgininin psikolojisine odaklanıyor. Zamanın dışında yaşayan kahramanımızın; özgür irade, hayatın anlamı ve yalnızlık kavramlarıyla boğuşmasını okuyoruz. Kimilerini rahatsız edecek birkaç sahnesi olsa bile öneririm.

18 Beğeni

Knut Hamsun - Pan

1000kitap

Açlık’tan sonra Hamsun’dan okuduğum ikinci eser. Tarih sırasına göre gideyim dedim. En azından elimdekiler bazında.
Kitapta ormanın dibinde yaşayan, avlanan, münzevi bir teğmen olan Thomas Glahn’ın hayatının yaklaşık beş yılı anlatılıyor. İki kısma ayrılmış olan eser, ilk bölümü Glahn’ın ağzından anlatırken, okuyucu ikinci kısmı ise isimsiz bir ev arkadaşının gözünden takip okuyor. Anlatıcımız birinci şahıs. Kitap daha 1900’ler başlamadan, 1890’larda yazılmış. 1855-60 arasında geçen olayları anlatıyor. Buna rağmen yaşananlar ve anlatım zamanının ötesinde. Sanki 1950’lerde insanları okuyor gibisiniz. Bilmiyorum ben öyle hissettim açıkçası. Burada varmak istediğim esas nokta ise şu, Knut Hamsun daha modern edebiyat ilk örneklerini verdim vereceğim dediği bir dönemde tam bir modern klasik yazmış. Anlatıcı tarzı, anlatım tarzı, her şeyiyle tam bir modern klasik okudum. Açlık da biraz böyleydi aslında. Norveç edebiyatını gerçekten çok seviyorum. İnanılmaz eserler okuduğum oldu çünkü. Bu da güzel örneklerinden bir tanesi.

Kitap çok tuhaf karakterlere sahip. Bir kere içinde Borderline kişilik bozukluğunun tanımı gibi, bir yaptığı bir yaptığını tutmayan hanım kişisi Edvarda var. Bu kızcağız istiyor ki herkes beni sevsin ama ben kimseyi sevmeyeyim. Babası da zengin bunun. Kızının huyunu biliyor. Uğraşıyor adam kızı mutlu olsun diye kabul edelim. Sövmek isteyen sövebilir yine tabi. Bizim ormancı reisle bu kız bir şekilde tanışıyor, aralarında olaylar olaylar.

Bizim ormancı reis ise biraz saf, biraz çapkın, haşin bir delikanlı. Otuzlarının başında. Ya da yirmilerinin sonu. Emin değilim. Onun ağzından dinlerken hikâyeyi, ya bu adam da ne salak adam diyebilirsiniz ama ne zaman ki ikinci bölüm başlıyor, öbür ruh hastası kıskanç ev arkadaşıyla tanışıyoruz, onun gözünden görüyoruz Glahn’ı, işte o an karar veriyoruz ki, Glahn adamın dibiymiş. Çevresindeki tiplere bak.

Her neyse, neden bu kadar karakter tipleriyle ilgili yorum yaptım, çünkü bence kitap bunda oldukça başarılı. Hamsun karakter yaratımında başarılı bir iş çıkartmış. Daha değinmediğim Doktor, Bay Mack, Eva ve hatta Glahn’ın köpeği Ezop bile gerçekten dikkate değer karakterler. Ezop, üzümlü kekim :frowning:

Tavsiye ederim. Bir-iki günde okunabilecek, güzel bir kitap.

19 Beğeni

House of Chains - Malazan 4

Malazan’a devam etmek konusunda tereddüt ediyordum, bunun sebebi üçüncü kitabın müthiş duygusal finalinden sonra House of Chains’in bin farklı yeni karakter ve tanımadığım etmediğim bir kıtada yaşanan alakasız olaylarla beni üçüncü kitabın atmosferinden koparacağı ve seriden soğutacağı korkusuydu.

Neyse ki ilk 100 sayfadan sonra kaygılarım yatıştı. House of Chains, son iki kitaba kıyasla bence biraz daha fazla sabır gerektiriyor; özellikle ilk birkaç bölümde tanıtılan yeni ırk ve bu arkadaşların serüvenlerinin betimlendiği kısımlar yorucu olabiliyor. SE ser verip sır vermediği için bu serüvenin tabanını oluşturan ve yüz binlerce yıl geriye giden görkemli maziyi bölük pörçük yapboz parçalarından yine kendimiz birleştirmeye çalışıyoruz. :exploding_head:

Nihayetinde alıştık artık, Malazan’ın bu kadar keyifli bir seri olmasinin bir nedeni de bu; bulmaca çözer gibi sürekli kafayı çalıştırmak, kimin kim olduğunu ve ne yapmaya çalıştığını mazoşişme meyleden bir hırsla idrak etmeye çalışmak, teoriler yürütmek.

Kitabın üçte birinden itibaren olay örgüleri birbirlerine yakınsamaya başlıyorlar ve kendimizi ikinci kitabın sonunda buluyoruz. Bu, beni artık baymaya başlayan bir Malazan İmparatorluğu askeri harekatı olduğu için ilgimi aslen Tanrıların ve yükselmişlerin olaylara sinsi sinsi müdahele etmeleri cezbetti: Arka planda yine büyük entrikalar dönüyor. Bazı mühim Tanrıları ve yükselmişleri bizzat iş başında görmek ve onlar hakkında yeni bir şeyler öğrenmek bana büyük keyif vermeye devam ediyor. Kitap bu bakımdan Malazan lore’una dair bazı kilit noktaları tatmin edici şekilde aydınlatıyor.

Bir 200 sayfa daha kısa olsaymış daha veciz bir öykü olurmuş, ama olsun, seri o kadar kaliteli ki görece zayıf kitaplar bile muhteşem bir deneyim sunuyorlar.

4/5

İlk dört kitabı şöyle sıralardım:

3 > 1 > 4 = 2

21 Beğeni

Kıyamet Gösterisi

Okuma listeme çok öncelerden girmiş olmasına rağmen bir dönem baskısının bitmesi ile yollarımız kesişememişti. Sonrasında 2019 dizi uyarlaması aracılığıyla Kıyamet Gösterisi ile tanışmış oldum. Kitap yeni baskı yaptığında edindim ancak olaylar kafamda taze olunca bir kenarda unuttum gitti. Dizinin tahminim dışı 2. sezonu yayın tarihi yaklaşınca artık kaynağından okumanın vakti geldiğine karar verdim.

Anladım ki çok geç bile kalmışım :slight_smile: 10 sene önce falan da okuyabilirdim muhtemelen, o üşengeçlikle güzel bir eseri kaçırmışım. Zaten Bir Pratchett ve Diskdünya fanı iseniz okurken keyiflenmeme ihtimaliniz yok :slight_smile: Küçük dokunuşlar, hicivler, göndermeler ile bol bol İngiliz mizahını dopdolu bir kitap halinde sunmuş bize ikili. Yeri gelmişken kim nereyi yazmış her zaman anlayamıyoruz hakikaten ama beni gülmekten koparan bazı yerlerde Terry’nin kalemini hissettiğime eminim.

Detaya ve spoiler a girmeye gerek yok; insanoğlu kıyamete yaklaşırken insanların arasında fazla kalmış melek Aziraphale ve iblis Crowley’nin dostluğu eşliğinde acaba bunu engelleyebilir miyiz diyerekten bir koşuşturmaca sunmuş yazarlar bize. Eseri oluştururken aldıkları keyif her sayfada bize de tesir ediyor, temponun düştüğü ve ara ara sıkıcı gelen yerlerde bile kendilerine has üslupları tat veriyor ve sürüklüyor. Eksi olarak belki kitabın ikinci yarısından itibaren Cadı Agnes ve soyu ile Cadı avcısı bölümlerini, ayrıca Adam Young’un 4 lü çetesinin Tadfield’daki kısımlarının fazla uzun olmasını söyleyebiliriz. Buralar fazla mı uzundu yoksa Aziraphale ve Crowley’i fazla sevdim ve onların rolü bu kısımlarda pek olmadığı için mi uzun geldi orasından emin değilim :slight_smile: Mahşerin 4 atlısının geçtiği bölümleri okurken daha fazla keyif aldım muhtemelen.

Güzel başlayıp tadında biten bir macera Kıyamet Gösterisi, finale doğru yazarların ufaktan tıkadığını hisseder gibi oldum ama güzelce bağlanmış diye düşünüyorum. Sonsöz olarak birbirlerine mektup yazarken ufukta bir devam kitabına açık bırakmışlar, Terry’nin ömrü yetmese de Neil dizinin devam sezonları ile bu hayallerine ulaşacak gibi. Yine de bana sorarsanız devama gerek olmayan, kapalı şekilde bitmiş güzel bir maceraydı.

24 Beğeni

Robert Sheckley’nin kısa öykülerinden birkaçını daha önce okumuştum. Mevki Uygarlığı ise yazardan okuduğum en uzun metindi. Kitap konu olarak gerçekten ilginç bir hikaye sunuyor. Omega gezegeni ve bu gezegende yaşayan herkesin suçlu olması bir yana, aynı zamanda da kötülük yapılmamasının cezalandırılması gibi alışılagelmişin dışında fikirler içermesi kitabı daha da cazip kılıyor. Ama bence dağın görünen kısmı sizi aldatmasın. Çünkü dağın görünmeyen kısmı çok daha iyi.

Öncelikle Robert’ın Mevki Uygarlığı ilk bölümlerde iyi bir izlenim vermiyor. Olayların dört nala koştuğu bu bölümler okura arada çokça boşluk var hissi veriyor. Ayrıca Omega gezegeninin ve işleyişinin daldan dala atlarcasına anlatılması da eseri edebi yönden geriye atıyor gibi gösteriyor. Fakat kitabın sonlarına doğru geldiğimizde bu olumsuzluğun ardında yatan gerçek amacı daha iyi anlıyoruz. Yazar ilk sayfalarda hafızası silinen Barrent ile okurlarını da hiç bilmediği bir gezegene götürmeyi amaç edinmiş. Böylelikle hem Barrent hem de okur yitirmiş olduğu anılarla etkili bir şekilde yüzleşmek zorunda kalacaktır.

Mevki Uygarlığı’nı değerli kılan şeylerden birisi de her şeyin ve herkesin iyi olduğu ütopik dünyaların bir noktada kendi kendini bitireceğini dile getirmesidir. Thomas More’ün 1516 yılında yayınlanan Ütopya’sı Mevki Uygarlığı’nda çok uzak bir gelecekte karşımıza çıkıyor. Ama burda Sheckley, ütopyanın yani suçsuz ve her şeyin güllük gülistanlık olduğu Dünya’nın kendi sonunu getireceğine inanıyor. Kaosun, iyiliğin ve kötülüğün aynı tencerede kaynamasının elzem olduğunu dile getiren yazar, insanlığın ilerlemesinin durağan ve amaçsız bir şekilde değil de daima rekabetin ve farklı düşüncelerin varlığına borçlu olduğunu savunuyor diyebiliriz.

Nihayetinde etkili bir başlangıç sunmasa da Mevki Uygarlığı, sonradan açılan arap atı misali okunması gereken etkili bir kitap.

Puanım 8/10

@Olatris sen ne diyorsun kitaba? Bitirdin mi?

26 Beğeni

Sayenizde ilk kitap yorumumu yapmış olayım o zaman :smile:

41zHUjiihSL.AC_UL210_SR210,210

Mevki Uygarlığı - Robert Sheckley

Aslında @SJack’in güzel yorumundan farklı pek bir şey söylemeyeceğim. Kitap başlangıçta klasik bir kurgu ve seri bir anlatım ile başlıyor. Oradan oraya hızlı atlıyorum bir şeyler kaçırıyormuşum hissi aldım. Bu asla kitaptan zevk almama engel olmadı. Yazarın anlatımı akıcı ve hikayeyi yakalayıp ardı ardına okutabiliyor. Tam olarak bu sayede bahsettiğim kopukluğu tolere ederek devam edebildim. Kurgu olarak ise kitap aslında çoğu bilim-kurgu filmine benziyor. Tabii 1960 yılında yazıldığını düşünürsek aslında yazar ve kitap filmlerden çok daha önce yaratıcı bir dünyaya sahipmişte hatta filmlere ilham olmuş diyebiliriz. O yüzden kurgunun mükemmel bir şey olmamasını yazım yılına bağlayabilirim.

Kitaba devam edip şöyle bir son 50 sayfasına geldiğimde ise yukarıdaki yazdığım yorumun neredeyse tam tersini yazacağım. Kitap son 50 sayfada resmen o kopukluğu tamamlamış, bütünlük oluşturmuş ve okura hız treni edasını vermekten vazgeçmiş. Son 50 sayfadayım ve artık her şey daha tok ilerliyor ve ben daha keyifli okuyorum. Bu kısımlarda kitabın daha iyi bir hal almasının sebebini ise yazarın artık vermek istediği mesajı anlamlandırma ve anlatabilme çabasına bağlıyorum ve tam olarakta böyle oluyor. Yazar mesajını çok net bir şekilde okura iletebiliyor.

Ben genel olarak beğendim. Başlangıçtaki hızlı tempo rahatsız etmedi çünkü yazar başarılı bir anlatım kullanmış. Kitabın kapanışı ve sondaki mesajı güzeldi. Aynı şekilde 8/10 diyorum.

19 Beğeni

Anlatım ve okutma konusunda kesinlikle katılıyorum size. Özellikle son 50 sayfada bu merak konusu daha da alevlendiriciydi. Barrent’in Dünya’daki farklı kişilerle olan sohbeti bence kitabın en güzel bölümüydü. Finali de ayrı bir güzeldi elbette. :slight_smile:

Daha çok yorum görmek istiyoruz. :joy: Benimki ufak bir itme olur umarım.

2 Beğeni

Kitabın tanıtımlarında polisiye ve bilim kurguyu bir araya getirdiğine vurgu yapılıyor. Evet, iki türün de öğeleri var ama tadımlık diyelim :slight_smile:

Öncelikle olumlu yönlerinden bahsedeyim; karakterleri sevdim. Holmes-Watson modeli oluşturulmuş. Long Chau hakikaten de Sherlock gibi soğuk ve salt gerçekçi çıkarımlar yapıyor ama kötü biri değil ve Gölgenin Çocuğu da tıpkı Watson gibi hem onun bu yönünden haz etmiyor hem de ona yardımcı olmak istiyor. Buna rağmen taklit niteliğinde olmayan farklı karakterler teşkil etmeyi başarıyorlar.

Asya kültürüne ait çay ve harmanların bilim kurgu temasına yedirilmesi özgün bir fikirdi.

Bu güzel çeviri için Kerem Sevinçli’ye teşekürler. Bilmediğim bir sürü kelime öğrenmeme vesile oldu ve en önemlisi de bariz çeviri kokan cümleler yoktu.

Derin uzayın insan zihni üzerinde yarattığı etkiler güzel düşünülmüştü. Gerçekten bir gün uzay yolculukları yaygınlaşırsa gezegenimizden uzaklaştıkça o boşlukta süzülme deneyiminin yaşamı algılama biçimimizi değiştirmesi muhtemel. Kitapta hem insanlar hem de gemizihinlerin derin uzayın gerçekliğiyle baş edememesi başarılı bir şekilde tasvir edilmişti.

Gelelim olumsuz yönlerine. Yaratılan evren ve karakterlerin arkaplan hikâyeleri yüzeyseldi. 90 sayfalık bir eser olduğunu düşününce bu bir raddeye kadar anlaşılabilir. Fakat Watsonvari karakterimiz Gölgenin Çocuğu bir gemizihin (kitapta bunun bile ne olduğu tam olarak açıklanmıyor) ve travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip. Bu bozukluğun emarelerine ayrılan vakit dünya inşasına ayrılabilirdi.

Kitapta şaşırtıcı hiçbir şey yok. Ters köşe, çok ilginç bir bilginin ifşası vb. gibi unsurlardan mahrum olduğu için yavan kalmaya mahkûm.

Bu kitabın içinde bulunduğu Xuya evreni yazara ait birçok eserden oluşuyormuş. Bu evrende Asya baskın durumda ve Vietnam-Çin kültüründen esinlenmiş Konfüçyüsçü galaktik imparatorlukların olduğu bir uzay operası teması hâkim. Gezegenler âlimler tarafından yönetiliyor. Yaratılan evrenin Asya kültürü öğeleri içerdiği bariz fakat bu yönünü kitapta daha fazla görmek isterdim.

Ezcümle farklı ve özgün fikirler içeren akıcı bir kitaptı ama bu denli prestijli ödüllere layık görülecek kadar iyi miydi, tartışılır.

20 Beğeni

Japon Klasikleri 29: Soytarı Çiçekleri, Osamu Dazai

Çiçeğin Ruhu kitabı hakkında yazdığım incelemeyi okuduysanız aynı anda yayımlanmış üç kitabın, Osamu Dazai eserlerinin, haberini de görmüşsünüzdür. Soytarı Çiçekleri bu üç kitabın ilkiydi. Geçtiğimiz günlerde bir çırpıda okudum ve bitti bu hoş eser. Ayrıca bu kitap dilimize ilk defa kazandırılıyor. Çeviren Zeynep Ebru Okyar’a ve emekleri için İthaki Yayınları’na binlerce kez teşekkürler :slight_smile:

Şimdiden uyarayım önümüzdeki günlerde sizi Osamu Dazai rüzgârlarına maruz bırakacağım.

Dazai, diğer bazı kitaplarında olduğu gibi burada da otobiyografik öğelerle karşımıza çıkıyor. Neredeyse her eserinde bu izlere şahit olmamız sadece bir rastlantı mı? Haykırmak istediklerini kalemine abanarak ortalığa duyurmuş gibi duruyor doğrusu. Hayata ve insanlara karşı rolünü de soytarı maskesi altında oynayarak tamamlamış. Hatta aşağıdaki satırlar bu cümlelerimi daha net ifade ediyor:

İyi bir yazar olamayacağım anlaşılan. Soytarının biri olduğumu söylüyorlar. Aynen öyle. Büyük bir keşif yaptım! Gönlümün ta derinlerinden başlayarak soytarının biriyim ben. İşte bu saflığın içinde birazcık nefes alıp dinlenebiliyorum. Of, artık hiçbir şey umurumda değil. Beni rahat bırakın! Zirvesini gördüğüm soytarılık yaşantım artık burada son bulmuş gibi duruyor. Hem de rezil, çirkin ve pis bir şekilde solmuş. /s. 64

Dazai, Soytarı Çiçekleri’ni ikinci intihar denemesinden sonra kaleme almış ve asla bir roman olarak değerlendiremeyeceğim bir metin yaratmış. Kitabın her bir bölümünde Dazai’nin baş karakteri Yozo ile ilgili bir şeyler oluyor, bazen anlamlı bazen de tuhaf, sonrasında yazarın bizimle olacak sohbeti geliyor sahnelere. Doğrusu bu sohbetleri alkışlarla karşıladım ben. Sorular sorması, duygularını ve düşüncelerini paylaşması, öz eleştirilerde bulunması gerçekten çok garipti. Cevaplarımı duymuş olmasını dilemekten başka elimden bir şey gelmedi.

Düştüğü çukurdan kimseyi sorumlu tutmayan Dazai’nin kendisiyle yüzleşmesinin satırlarını okudum diyebilirim. Yaşadığı ve yaşayacağı her şeyden bir suçlu arıyor: Kendisi… Belki bu suçluyu infaz etmek için birçok kez intihara kalkıştı ve sonunda başardı diyebilir miyiz?

İşte bu kitabında da Yozo sevgilisiyle beraber intihar ediyor fakat ölmüyor. Yaşama tutunamayan sevgilisi mezara o da sanatoryuma giriyor. İyileşme süreci ve gelişen olaylarla birlikte Yozo’nun yaşamından dört günlük bir kesit sunan Dazai’nin günlüğünü okuyoruz aslında. Ya da dertlerini anlattığı mektuplar da diyebiliriz. Yazardan alışık olmadığım bir üsluptu yine de çok sevdim.

Dazai’nin hayatı öyle tuhaflıklara sahne olmuş ki hayatını bilmeden bu çukura girmeyin derim. İnsanlığa karşı umudunuzu biraz olsun kaybetmeniz bile eserlerini sevmeniz için anlamlı bir neden bana göre. Ben de bu yüzden seviyorumdur belki.

İnsanlığımı Yitirirken’in Yozo Oba’sı ile ilk kez Soytarı Çiçekleri’nde karşılaşıyoruz aslında. Yani bu kitap İnsanlığımı Yitirirken’in öncesini anlatıyor. Ama sizler yine de ilk bu kitapla değil de daha bilindik eserleriyle başlayıp sonrasında bu esere adım atabilirsiniz. Mesela benim gibi İthaki - Japon klasikleri dizisinde bulunan Osamu Dazai eserlerinin yayımlanma sırasına göre okuyabilirsiniz. (Okuma sırası içeriğimin sonunda)

Eğer romanım bir klasik olursa- of, aklımı mı yitirdim acaba- sizler böylesi açıklamalarımdan rahatsız olacaksınız muhtemelen. Kendi kafanıza göre, yazarın hiç aklına gelmeyen noktalara kadar tahminlerde bulunacaksınız ve bunun neden bir başyapıt olduğunu haykıracaksınız. /s. 64

Dazai kitabın içinde bir yerlerde sizi bekliyor. Sevgiler.

Puanım: 9/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

20 Beğeni

Yazdığım bu inceleme de Wannart sitesinde ‘‘editörün seçimi’’ olmuş :slight_smile: Güzel bir gün oluyor :heart_eyes:

19 Beğeni

SHARDS OF EARTH (FINAL ARCHITECTURE #1)

KONUSU

Dünya yok edildikten sonra insanlık hayatta kalmak için İdris gibi gelişmiş insanlar yarattı. Bu Aracılar uzayın sessizliğinde, Ay büyüklüğündeki düşmanlarıyla zihinden zihne iletişim kurabiliyorlardı. Bir gün uzaylı saldırganlar, Mimarlar, ortadan kayboldu ve yıllarla birlikte İdris gibilerin de modası geçti.

Şimdi, elli yıl sonra, İdris ve ekibi uzayda terk edilmiş garip bir şey keşfettiler. Keşifleri açıkça Mimarların eseri, yoksa geri mi dönüyorlar? Ve eğer öyleyse, neden? Gangsterler, tarikatlar ve devletler tarafından avlanan Idris ve ekibi için cevap arama zamanı.

DÜŞÜNCELERİM

Kitap, hem space opera oluşu hem de konusu ile bana Mass Effect serisini hatırlattı. Bir arada yaşayan birçok uzaylı türü, yüz binlerce yıl önce yok olmuş kadim bir uzaylı ırkı, dünyaları yok edebilen devasa düşmanlar, onları durdurmaya çalışan ana ekibimiz vs. en azından ilk kitabıyla andırıyor.

Kitabın evreni en gelişmiş yanı. Farklı uzaylılar, teknolojiler, devletler hepsinden bol bol var. Robotik böcek toplulukları, klonlanmış savaşçı kadınlar filosu, psişik deniz canlılarına tapılan bir teokrasi vb.

Karakter işinden ziyade hikayeye odaklanıp, olaydan olaya atlayan bir kitap. Bu yüzden sardı, hızlı hızlı okudum, ama aşırı ilginç bulduğum bir karakter de olmadı.

Bu yazdıklarım kitabı beğenmedim gibi bir izlenim oluşturmasın. Beğendim, ama ne kadar beğendim seri bitince göreceğiz.

20 Beğeni

Adrian beğenerek okuduğum yazarlardan, bu seriyi takibe alıyorum. Senin yorumlarına göre TBR’ye girer gibi hocam.

5 Beğeni

L. Niven ve J. Pournelle’ın 1974 yılında yazmış oldukları askeri bilim kurgu. Öykü 3019’da geçiyor, insanlık ışıktan daha hızlı seyahat (kitaptaki ismi Alderson Drive) ve her türlü enerjiyi soğurabilen aşırı güçlü kalkanlar gibi birtakım kilit teknolojilere erişmiş (Langston Field).

Bu teknolojileri kullanarak Güneş Sistemi’ni terk etmişler ve onlarca yıldız sistemini kolonize etmişler. İnsanlığın hükümdarı olan İkinci İmparatorluk bir mutlak monarşi ve oldukça askeriyeye meyilli bir yönetim şekline sahip. Karşılaştıkları sorunları önce öldür sonra sorgula misali güç kullanarak çözmekte ustalaşmış bir rejim. Mesela imparatorluğun kıyısındaki isyancı dünyaları Star Wars’dan tanıdığımız Death Star benzeri uzaydan ateşlenen gezegen yok edici silahlarla cama çevirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi kahvelerini içebiliyorlar. :slight_smile:

Şimdi böyle katı bir uzay donanmasının tamamen hazırlıksızca ve tesadüfen uzaylılarla ilk temasta bulunduğunu düşünün. Kitap aslında hem insanlık hem de uzaylılar için ağır sonuçlar doğuran detaylı bir düşmanını tanı, bir sonraki adımını sez, ilk harekete geçen sen ol öyküsü.

Kitabın sevdiğim yanlarından biri uzaylıların (Motie’ler) gerçekten çok iyi yazılmış olmaları. Fizyolojileri olsun, sosyolojik yapıları olsun, dilleri ve teknik becerileri olsun; bir insana o kadar uzaklar ki uzaylı gibi uzaylı okuduğumu hissetim.

Romanda hem insanların hem de Motie’lerin gözünden karşı tarafın gerçek gücünün tartıldığı, düşmanın analiz edildiği, stratejik kararların bilimsel argümanlara dayanarak alındığı kısımları okumak çok zevkliydi. Gelişmeleri bir satranç oyununu izler gibi tetikte bekleyerek okudum.

Öte yandan kitap yaşını da gösteriyordu; özellikle kitaptaki tek kadın kahramanın bir yerden sonra cinsiyetçi klişelere tabi tutularak hareket etmesi, aptallaşması; uzaylılardaki beyaz/kahverengi alt türlerin yazarların bilinçaltındaki ırkçılığı açığa vurmaları ve en göze batanı: Müslüman karikatürü çıkarcı, sinsi Arap Hüseyin’in kitap boyunca Allah tektir, Allah büyüktür gibi beylik lafları ağzından düşürmemesi. Neden böyle birini yazma ihtiyacı hissetmişler, halen bilmiyorum. Bunlar olmamış, kitabın kalitesini düşürmüşler.

Olumsuz yanlarına rağmen okuduğum için memnunum; güzel fikirler barındıran, türün klasiklerinden biri olmayı hak eden bir eser. Etkinlik sırasında sohbet ettiğim, bulmacaları beraber çözmeye çalıştığımız tüm arkadaşlara teşekkürler, keyifliydi. :slight_smile:

19 Beğeni

Mass Effect hayranı olarak listeye aldım.

3 Beğeni

Üst Kat Komşusuna Mektuplar - Marcel Proust

6710e102-611c-4968-b079-66adb5200bd0

Marcel Proust’u çok sevdiğim için onun hayatına dair ne varsa öğrenme ve okuma hissim hiç kaybolmadan hatta daha da yoğunlaşarak artmaya devam ediyor… Mektuplarını okumak da hem yaşamına hem de iç dünyasına ait bir şeyler öğrenmek için mükemmel bir seçim. Keşke onunla ve eserleriyle ilgili daha fazla kaynağa sahip olabilseydik diye hayıflanıyorum bazen. Dilimize çevrilseydi yirmi bir ciltten oluşan mektup külliyatını okumayı da çok isterdim, umarım bir gün diyelim. Mektupları vesilesiyle Proust’u daha iyi tanıyabilmek mümkün çünkü. İnsan Proust’un eserlerini okudukça algıları onun izlenimleriyle doluyor. Kalan Son Güzel Kâğıdım ve Prenses’e Mektuplar bu anlamda çok hoşuma giden eserlerdi.

Proust’un mektuplarını okumak hayatından yaşanmış kesitleri önümüze getiriyor. Mektupların kurgu değil de gerçek olması yetiyor, ona ait gerçekten yaşanmış şeylerin bir araya getirildiği bir kitap bu da. Seksen sayfalık kitabın yarısı mektupların gerçek versiyonlarının görsellerinden oluşuyor. El yazılarının karakteri gibi naif oluşu, bu sayfalara uzun uzun bakmamı sağladı. Fransızca bilmediğime üzüldüm hatta.

Yirmi altı mektuptan oluşan Üst Kat Komşusuna Mektuplar, hiç tanımadığımız ve hakkında bir şey bilmediğimiz bir kadına yazılan mektuplar, üç tanesi ise bu hanımın eşine yazılmış… Proust’un mektupları tarihsiz olmasına rağmen o dönemin olaylarına ve yaşanılanlara göre bazılarına tarih eklenmiş. Metni düzenleyen ve notlayan Estelle Gaudry ve Jean-Yves Tadié ilgilenmiş bu tarihlerle. Jean-Yves Tadié’nin '‘kitap-lık dergisi sayı 216’'da bulunan bir söyleşi metnini okumuştum. Kendisi Marcel Proust uzmanı olarak biliniyor. Aynı zamanda Marcel Proust’la ilgili bir biyografi kitabı da var: A Life. Evet, dilimize çevrilmedi henüz. Neyse o söyleşi metni Proust’la ilgili muhteşem bilgiler barındırıyordu. Zaten derginin dosya konusu da Marcel Proust’tu. Metni düzenleyen kişinin Jean-Yves Tadié oluşuna mutlu oldum bu nedenlerle. Ayrıca bu mektuplarla ilgili bir önsözü de bulunuyor eserde.

Tabii bana göre Proust’un yaşamına yakından bakabileceğimiz en iyi bakış açısı Céleste Albaret gözünden olur. Albaret, yazarın ölümüne on yıl kala gibi bir süre tanıştı onunla, sonrasında ev işlerine bakan yardımcısı rolünü üstlendi. Mektupların yazıldığı ve olayların geçtiği Hausmann Bulvarı’nın en canlı karakterlerinden biridir kendisi.

Seksen yaşındayken Proust’la ilgili tüm gerçekleri ve doğru bilinen yanlışları açıklamak için derleme bir kitap yayımlamıştır. Monsieur Proust eserini okursanız eğer birçok sorunun doğru cevabını da bulabilirsiniz. Beni derinden etkileyen bir kitaptı. Hakkında yazmış olduğum incelememe de bakabilirsiniz.

Amerikalı diş doktoru Charles D. Williams muayenehanesi Marcel Proust’un üst katında yani ikinci katta olduğundan dolayı birçok gürültü ve tadilat olayları Proust’u oldukça etkiliyor. Madam Williams ise üçüncü katta oturuyor.

Uyku ve çalışma düzeni alışkanlıklarına özenle ve dikkatle önem veren Proust’un gürültüye karşı fobisi var ve bu gibi sebeplerle Madam Williams ile mektuplaşmaya başlıyorlar. Ama mektupları o kadar tatlı ki, aynı kendisi gibi… Naiflik ve nezaketle dolu… Ne bekliyoruz ki? O çok hassas ve kibar bir kişilik. Atletle üst kata çıkıp bağırıp çığırması trajikomik olurdu. Rahatsız olduğumuz hususları dile getirirken bile karşı tarafı hoşnut etme maddesini atlamamaya çalışmalıyız aslında. Hatta konuyu sürekli ‘’gürültüye’’ getirmeden edebiyattan, sanattan ve müzikten ya da başka şeylerden bahsederek, belki o insanın halini de hatırını sorarak da yapmalıyız bunu. Tıpkı Proust gibi. Madam Williams’ın mektuplarını göremiyoruz fakat onun da Proust gibi hoş bir kişilik olduğu apaçık belli.

Kitabı okurken o zamanın insanlarının ne kadar sabırlı ve anlayışlı olduğunu, sorunlarından dert yanarken bile hoşluklarından ödün vermediklerini bariz görebiliyoruz. Bu nokta atışlarını çok sevdiğim bir yazarın eserinde yakalayabilmek ise daha güzeldi.

Yazarın dev eseri Kayıp Zamanın İzinde’den sonra okunabilecek müthiş eserlerinden sadece biri, sevgiyle tavsiye edilir.

Puanım: 9/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

16 Beğeni

Bu kısım çok hoşuma gitti, komşu gürültüsünden nefret eden, çabucak sinirleri bozulan biri olarak soruyorum. :slight_smile:

Proust komşularına kibarca, edebiyattan sanattan konuşarak yaklaşınca olumlu bir sonuç almış mı? 19. yüzyıl başlarının kibar Paris’inde imkan dahilinde, günümüzün kalitesiz toplumunda zor iş.

3 Beğeni

Katılıyorum. Günümüz toplumunda ve koşullarında Proust gibi bir davranış sergilemek doğrusu çok zor, ama kendisi karşılığını da almış. Tadilatlar devam ederken onun için işçilerin saatlerini değiştirmişler mesela.
Şimdi bunu komşundan rica etsen yapar mı? Sanmam. Üstüne kavga da eder seninle.
Yine de denemek lazım, hiç başıma gelmediği için ne kadar başarılı olurum bu konuda bilemiyorum :slight_smile:

2 Beğeni

Dişçinin tadilat işleri tabii biraz başka, böyle işlere abartı bir gürültü yapılmadıkça, istirahat saatlerine saygı gösterildiği sürece göz yummak, hoşgörü göstermek gerekiyor. O işin sonuçta yapılması lazım.

Bir de saygısız ve sorumsuz komşuların yaptığı, aslında rahatça önlenebilecek gürültüler var, işte can sıkıcı olanlar bunlar. İlk birkaç seferde kesinlikle kibarca yaklaşılmalı, nazikçe uyarılmalı. Kişisel deneyimlerim bunun genelde sonuç verdiği yönünde. Aradan biraz zaman geçince aynı gürültücü alışkanlıklarına devam edenlerle de karşılaştım. Bir de dertten anlamayan, kaba ve hödükler var. Onları apartman yönetimine veya akut olarak polise havale etmekten başka çare kalmıyor.

4 Beğeni

Evet, sonuçta o işin yapılması gerekiyor amaç gıcık etmek değil. Ama bu şekilde yapan hasta ruhlu insanlar var mı acaba çevremizde? Şimdi böyle bir şey aklıma geldi. Türlü türlü insan var şu hayatta çünkü.

Dediğiniz gibi uygulunabilir adımlarınız makul görünüyor, tanımadığımız insanlarla ilk defa böyle meseleler yüzünden yaklaşmak zorunda kalmak da biraz güç bir durum…
Başıma gelmedi gerçekten, müstakil evde yaşıyordum sonra evlendim apartmana taşındım. Neyse ki bir sorun yaşamadık, umarım böyle devam eder :slight_smile: Eğer olursa da kibar olmak için elimden geleni yaparım.
Bu arada polis çağırmak sorunu çözüyor mu? Yardımcı olabiliyorlar mı merak ettim.

2 Beğeni

Ev alma komşu al demişler ya, gerçekten öyle. Umarım asla bu sorundan muzdarip olmazsınız. :slight_smile:

Tr’yi bilmiyorum. Yaşadığım ülkede bir kez maalesef polis çağırmak zorunda kalmıştım; iki kere kapılarına gidip rica etmeme sadece 5 dakika kulak astıktan sonra aynı gürültülü müziğe ve bağrış çağrışa devam etmişledi. Hafta içi sabahın ikisiydi ve ertesi gün 6’da işe gitmek için kalkmam gerekiyordu. Polisi aradım, sağ olsunlar olayı gayet ciddiye aldılar ve bir ekip arabası yolladılar. Bu kişiler uyarıldı, müziğin sesi kıstırıldı, pencereleri kapattırıldı. Polis gittikten 10 dakika sonra gürültüye devam ettiler, inanılır gibi değil. Polisi yine aradım ve bu sefer gönderilen ekibi görünce ben de afalladım; 4 polis arabası ve 10 kadar polis gelip bu kişilere kimlik kontrolü yaptılar ve kiracılar dışındaki herkesi evlerine postaladılar. O apartmanda oturduğum sürece bir daha böyle bir olay yaşanmadı.

8 Beğeni