Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

7617370

Clifford Simak They Walked Like Men’i okudum.

Konusu çok ilgimi çeken bir romandı. İnsan kılığında dünyaya gelen bir uzaylı ırkın tamamen yasal yollardan insanların ellerindeki mal ve mülkleri satın alıp, aldıkları bu zincir marketleri, evleri, borsa hisselerini vs. yok ederek küresel bir krizin ardından insanları köleleştirmeye ve medeniyetin sonunu getirmeye çalışmasını anlatıyor :slight_smile: Hikaye bu işin arkasındaki gizemli kişilerin peşine düşüp olayların sırrını çözmeye çalışan gazeteci Peter Graves’in gözünden anlatılıyor. Hard Sci-Fi türünde bir roman değil, fantastiğe kaçan tarafları da oldukça fazla.

Kitabın arkasına, önüne, açıklama metinlerine her yere koca koca “Bunlar aslında uzaylı” yazılmasaymış çok daha sürükleyici, çok daha merak uyandırıcı bir okuma deneyimi olabilirmiş. Kitabın büyük bir kısmı bizim bildiğimiz ama kitabın ana karakterinin bilmediği bir olayı kavramasını anlatıyor çünkü.

Kitabı genel olarak beğendim. Tam 80’lerde 90’larda filmi çekilecek tarzda bir hikayeymiş :slight_smile: Ben Clifford Simak’ın yazım tarzını seviyorum. Ne “Ali ata bak” ayarında çok basit, ne de edebiyat parçalamak için cümleleri, paragrafları don lastiği gibi sündüren bir anlatımı var. Olması gerektiği gibi orta karar gayet kaliteli buluyorum yazım tarzını.

Hikayede ezilmiş ama her zaman güçlü kalabilmiş zenci gayler veya kimsenin yaşamadığı acıları ve aşağılanmayı yaşamasına rağmen terminatör gibi takılan lezbiyen kadın karakterler gözümüze sokulmadığı için goodreads’de 1 yıldız verdim. :fist:t6: :rainbow_flag:

25 Beğeni

COSA NOSTRA

1860’lardan başlayıp 2000’e kadar Sicilya Mafyası’nın faaliyetlerini anlatan detaylı bir kitap.

  • Mafya nedir, nasıl doğdu, nasıl güçlendi, ve nasıl çalışıyor?

    1. yüzyılın sonunda varlığı belgelendirilmiş bu oluşum nasıl 100 seneyi aşkın süredir ayakta kalabildi?
  • Ortaya çıkışından itibaren İtalya ve dünya genelindeki değişimlere (faşizm, sosyalizm, demokrasi vb.) nasıl ayak durdurdu?

Buna benzer birçok soruyu yanıtlamakla birlikte; mafya savaşları, uyuşturucu ticareti, cinayetler, bombalamalar, komplolar gibi mafyanın en büyük suçlarını da gözler önüne sürüyor.

12 Beğeni

Kronik Kitap, John Dickie’nin “Kardeşlik-Hür Masonlar Modern Dünyayı Nasıl Değiştirdi” adlı kitabını bir süre önce basmıştı. Ben de satın almıştım ancak henüz okuyamadım. Umarım bu kitabını da basar Kronik.

4 Beğeni

image

Küçük Tanrılar - Terry Pratchett - Diskdünya 13

Diskdünya’da girişmek için mükemmel bir konu bulmuş Pratchett; Din. İnancın, dogmanın, yozlaşmanın ince ince işlemesini yaparken Küçük Tanrı Om ve son kalan inananı Brutha arasındaki uyumu mükemmel oturtmuş. Antik dinler, büyük dinler, ortaçağ… Her yerden malzemesini çıkarmış ve hem düşündürmüş hem sorgulatmış Pratchett.

Karakterlerin Ephebe’ye ulaşması sonrası yaşadığımız antik yunan havasında bir de Felsefeye girmiş Pratchett. Bol felsefe göndermeleri ile beraber eseri elimde altın parçasına döndü sanki, her sayfasından haz aldım Küçük Tanrılar’ın.

Elime aldığım her Diskdünya kitabında istemsiz bir eğlence beklentim oluyor, biraz yarı ciddi okuyorum kendimce. Küçük Tanrılar seriye biraz daha ciddiyeti arttırmamı sağlayacak bir dönüm oldu diyebilirim. Şu ana kadarki en oturaklı, ayakları yere basan ve derinlikli kitabı oldu gibi serinin. Yine güldürüp eğlendirmedi mi? Tabii ki ama sanki seri artık daha bir olgunlaştı, daha bir büyüdü gözümde.

Ben Piramitleri de çok beğenmiştim, Küçük Tanrılar da serinin en beğendiğim kitaplarından oldu. Kadim Uygarlıklar alt serisine başka bir kitap gelmeyeceğini bilmek üzücü olsa da, Diskdünya da yaşayacak daha çok macera var önümde :slight_smile:

26 Beğeni

Sus Barbatus! 1- Faruk Duman

‘‘Haksızlığa karşı susmayan kitaplar’’ listeme bir yenisi daha eklendi: Sus Barbatus! İnce Memed serüveninden sonra ona çok benzer öğeler taşıyan bir seriye başlamak, kasveti iliklerime kadar yaşatmasına rağmen müthiş keyifli bir okuma oldu. Benim gibi kasvet temalı kitapları sevenler ne demek istediğimi anlayacaktır.

Daha ilk kitaptan ne haksızlığı gördün ki diye sorabilirsiniz belki, henüz büyük olaylar vuku bulmamasına rağmen maalesef kötü ve şaşırtıcı unsurlarla dolu şeyler yaşanıyor eserde:

Kışla kıyametin ortasında karnını doyurmaya çalışan insanlar, dağlarda, ıssız ve soğuk mağara köşelerinde insanlığın hakkını savunanlar ve arayanlar… Devletin soğuk yüzü ise kışın ortasında daha da üşütüyor bizleri. Yazın sıcağında bile ruhumu soğuk odalara hapsetmeyi başardı.

Barbatus latince kökenli bir kelime, anlamı da ‘’sakallı’’ demek. ‘’Sus Barbatus’’ ise sakallı yaban domuzu türüdür, bu varlığımız kitabın portresinin görünen yüzünü oluştursa da arka planda anlatmak istediği şey, insanın çokbilmişliği aslında. İnsanın kendini Tanrı sanması gibi. Acizliğini de aciz bir haldeyken bile kabullenememesi…

Halbuki doğa karşısında insanın bir hiç olduğunu net bir şekilde görebilmek mümkün eserde. Bu hiçliğin içinde, doğanın karşısında savunmasız bir haldeyken nasıl oluyor da birbirimizle savaşmayı başarıyoruz, neden böylesine güç yolları tercih ediyoruz?

Topu topu kaç yıl için geliyoruz dünyaya? Yetmiş, bilemedin seksen. Yani, aslına bakarsan dünya için de, şu dünyadan gelip geçen insanlık için de, evren için de hiçbir şeyiz. Göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçeceğiz. Ama yine de birbirimizi yiyoruz. Neden? Şu kadar basit bir geçersizliği kavrayamayacak insan var mıdır yeryüzünde? Bence yoktur. O zaman neden yiyoruz birbirimizi? /s. 151

Teması ‘’domuz’’ olan kitapları seviyorum, birçoğunu okuyamadım fakat listemdeler. Hayvan Çiftliği mesela; basit bir fabl metni üzerinden sundukları, arka planda yerdiği olaylar hâlâ unutulmaz benim için. Orwell insanların yüzüne bir bardak soğuk su fırlatıyor sanki.

Hayvan Hükümranlığı, Domuzlar gibi kitaplar da listemde okunmayı bekliyor. Nedense bu tip kitapların oldukça çarpıcı bir yönü var; hayvanların üzerinden insanların vahşi doğasını anlattıkları içindir belki. ‘‘İnsan en vahşi hayvandır,’’ diye boşuna söylememiş bence Friedrich Nietzsche…

Faruk Duman’ın eserini okurken Yaşar Kemal esintilerini güçlü bir şekilde hissettim fakat kendine özgün bir tarzı olduğunu düşünüyorum yine de. 12 Eylül’e doğru freni patlayan kamyon gibi yokuş aşağı sürüklenen Türkiye’nin ve halkın durumu mükemmel anlatımla yansıtılıyor; açık bir üslup, sıkmayan olağanüstü betimlemeler, doğa ile insanın arasındaki ilişkinin fantastik sunumu ve daha birçok şey… Tüm bunların birleşimi insana okuma zevkini bütün yönüyle yaşatıyor.

‘’Okumuş’’ ve ‘’okuyan’’ insanlara, aydınlara ve entelektüellere hep bir nefret var olmuş bizim ülkemizde. Şu an günümüzde olan bu durum birden bire ortaya çıkan bir sorun değildi, hep vardı. Özellikle edebi fikirlerin, bilimin karşısında olmak için elinden geleni yapan ‘’biz vatanseveriz’’ algısıyla yaşayan bir kesim bu. Devlete verdikleri ile vatansever olduğunu düşünen zavallı bir insancık ordusu sadece, peki kitap okuyan biri, kime neye göre ihanet etmiş oluyor devletine? Niye okudukça hain konumuna getiriliyor insan?

Düşünen, açık fikirli insanlardan hep korktular. Çünkü okuyan birey düşünür sonra da düşüncelerini toplumla paylaşır. Bilgi de paylaştıkça çoğalır. Cehalet ile böyle mücadele edilir işte. Ama onların istemediği bir şey bu; insanların bilgiyle güçlenmesine dayanamazlar, asla.

Mekân isimlerinin sadece baş harfle belirtilmesi, olayların nedeninin gizemli bir havada anlatılması, özellikle karakterlere odaklanılması gibi detaylar serinin devam kitaplarına bir hazırlık aşaması için düşünülmüş şeyler. Üçlemenin ilk adımı olaylara giriş diyebileceğimiz bir tondaydı yani. Eserde siyasi olayların derinliğine inilmeden yüzeysel bir anlatımla aktarılıyor her şey. Ayrıca köy yaşamının zorlukları içinde hayatta kalma savaşına daha çok yer verilmiş.

Okurken sıcak bir kahve içerek ruhumu ısıtmaya çalıştığım bu soğuk kitap beni epey bir sarstı. Buz dağının görünen kısmını anlatırken bunu nasıl başardı peki? Kitabın gidişatı diyebilirim basitçe; sürekli bir heyecan duygusunun hakim olduğunu ensenizde hissediyorsunuz, ayrıca sona doğru gelirken gerilim de eklendi bunların üzerine. Son sayfalarında uğradığım şoku anlatamam bu arada. Anlatılmaz, yaşanır! Devam kitaplarını en yakın zamanda kitaplığımda görmek ve okumak istiyorum. BAYILDIM.

Puanım: 10/10

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

@MelihAntepli forumda bu güzel kitabı ısrarla önerdiğiniz için kendi adıma teşekkür ediyorum. İyi ki okumuşum :slight_smile: :cherry_blossom:

17 Beğeni

Ben teşekkür ederim. Yorumun çok güzel, bayıldım. Beğenmene ise çok sevindim :blush:

2 Beğeni

Bilmukabele :slight_smile: Yorumumu beğenmene sevindim :cherry_blossom: Daha çok şey yazabilirdim de dozu kaçırmak istemedim. Umarım herkes okuyabilir bu eseri. Çok başarılı. Yazarın diğer kitaplarını da listeme ekledim.

2 Beğeni

Pan’ın Labirenti

2007 Oscarları ve ödül sezonu döneminin benim için yeri ayrıdır. Üniversite giriş sınavına çalıştığım o dönemlerde bulduğum kaçış boşluklarında ilk bilinçli sinema tüketimim olmuştur. Guillermo Del Toro ve Pan’ın Labirenti’ne hayranlığım da o dönem oluşmuştu tabi ki.

Cornelia Funke’nin yazdığı bu kitap, Del Toro’nun üç oscarlı şaheserinin bir kitap uyarlaması. Evet, hep kitapların film uyarlamasına alıştık bu sektörde :slight_smile: Bu eserde tam tersi oluyor ve 16 sene sonra beni Del Toro’nun dünyasına geri götürüyor.

Çok bilinen bir eser olduğu için yorumumda Ofelia’nın hikayesini detaylandırmak doğru gelmedi, bu nedenle kitap ve filmi kıyaslamaya karar verdim. Kitabı okuduktan sonra filmi yeniden açıp izledim ve net şekilde söyleyebilirim ki hikaye birebir kitaba yansıtılmış. Her sahne, ekrandaki her ince nüans yazıya dökülmüş. Karakterlerin zihninden geçen düşüncelerle derinleştirilmiş. Belli ki kitaba uyarlanma sırasında senaryo scripti de kullanılmış, kitap bölümleri ile sahne geçişleri paralel.

Tabi bu durum okurdan okura değişecek bir artı-eksi durumu yaratabilir. Örneğin filmi yakın zamanda izleyen biri bu kadar aynı yansıtılmış bir kitaptan keyif alamayabilir. Benim gibi uzun zaman önce izlemiş ( ve biraz unutmuş ) ya da hiç izlememiş bir okur ise tahminimce daha fazla keyif alacaktır.

Kitabın masalsı anlatımı atmosferine ve olay örgüsüne yakışıyor, ancak benim için negatif tarafı oldu. Aslında akıcılığı da arttırmış ama artık pek masalsı anlatımları sevemediğim bir yaştayım sanırım. Oysa ki bu masalsı anlatım kitabı çocuk kitabı kategorisine koymuyor kesinlikle, içeriği ve karanlık atmosferi ile olgun gençlere ve büyük yaşa hitap ediyor.

Çeviri ve editörlük açısından başarılı geldi gözüme, bariz çarpan hatalara falan rastlamadım. Cildi, şömizi, görselleri ile hoş bir baskı olmuş. Epsilon pek beğenmediğim bir yayınevi ancak bu kitapta gayet başarılı bir iş çıkarmış.

Pan’ın Labirenti beğendiğim bir kitap olmasına rağmen kime önereceğimden pek emin değilim. Filmi izlememiş nispeten yaşı genç okurlara uygun olacaktır, aynı zamanda filmi yıllar önce izleyip beğenen birilerine de uygun olacaktır ama filmin fanı olmuş yıllar içinde 5-10 kere izlemiş biri sevecek midir ona emin olamıyorum. İzleyenleri için filmi unuttukları, hikayeyi hatırlamadıkları bir dönemde okumak en doğru tercih olabilir.

21 Beğeni

“Matta on, yirmi dokuzuncu ayet,” dedi Vincenzo Giuliani sessizce. “Babanızın haberi olmadan tek bir serçe bile yere düşemez.”

“Ama serçe yine de düşer,” dedi Felipe.

Mary Doria Russell’in 1996’da yazdığı Serçe ilk temas konulu bir bilim kurgu romanı. Öykü bize iki farklı koldan anlatılıyor: olayların başladığı 2019 ve olayların sonlandığı 2060. Bu anlatım tarzını çok beğendim çünkü yaşananlara gizem ve trajedi havası vermiş. 2060’daki daha ilk bölümlerde bir şeylerin çok ters gittiğini anlıyoruz ancak bunun sebebi kitabın sonunda, tüm yapboz parçacıklarını birleştirince önümüze seriliyor.

Arecibo Gözlemevi 2019’da Alfa Centauri’den kesinlikle dünya dışı bir zekâya ait olduğu saptanan radyo sinyalleri alıyor. Birleşmiş Milletler veya ABD gibi gelişmiş ülkeler harekete geçemeden önce MDR’nin gelecek kurgusunda politik ve ekonomik anlamda güçlü bir dernek haline gelmiş İsa Cemiyeti Alfa Centauri’ye bir ilk temas heyeti yolluyor.

Bu ekibin başını eskiden savaş pilotu olan kıdemli bir cizvit rahibi çekiyor. Kadronun geri kalanı radyo sinyallerini ilk olarak doğru analiz etmeyi başarmış bir astronom, bir doktor, bir mühendis, bir biyolog, bir yapay zekâ uzmanı (kendisi musevi bir Türk bu arada), dilbilimci cizvit bir rahip ve bir müziysen var. Bir asteroitin içine inşa edilmiş uzay gemilerinde Alfa Centauri’ye doğru yola çıkıyorlar. Başta belirttiğim iki tarih, zaman genişlemesinin doğal bir sonucu. Ekibimiz ışık hızına yakın bir süratte seyahat ettiği için yolculukları onlar için sübjektif olarak 8 ay sürüyor ancak Dünya’da o sırada 17 yıl geçmiş oluyor.

Bilim kurgu kısımları gerçekten kusursuzdu, teknik detaylarda hiçbir sorun görmedim. Bilim olması gerektiği gibi katı ve gerçekçi. Fakat kitabın asıl güçlü yani bilim kurgudan ziyade karakter yaratımında ve psikoloji tahlillerinde. Mary Doria Russell’in bir antropolog olmasının birbirinden bu derece farklı (kelimenin tam anlamıyla farklı; cizvit rahipleri ve ateist bilim adamlarıyla dolu karma bir ekipten söz ediyoruz) ve kaliteli karakterleri yaratabilmesinde bir rol oynadığına şüphe yok.

Serçe, Ursula Le Guin’den aşina olduğumuz tarzda, karakter ve sosyal ilişkiler odaklı, bilim ve inancı sorgulayan, dünya dışı medeniyetlerin insanlardan ne derece farklı (ve ürpertici) olabileceklerini irdeleyen muhteşem bir roman. Russel’in düzyazısı ve tarzı edebi açıdan da beni etkiledi.

Sadece bilim kurgu severlerin değil, herkesin okuması gereken bir edebiyat başyapıtı. :heart:

26 Beğeni

Emeğinize sağlık, keyifle okudum. Bu kitabın etkinliği olacaktı sanki, hatta bu yüzden listeme de eklemiştim :face_holding_back_tears: Yorumunuzdan sonra daha çok merak ettim şimdi, ilgimi çekti :blush:

2 Beğeni

Teşekkür ederim, beğenmenize sevindim.

Evet, Serçe’yi uzun süredir etkinlik aday listesine sokuyordum ancak diğer kitaplardan bir türlü fırsat gelmedi. Ben artık dayanamadım ve okumaya karar verdim. Edebi yanı ve karakterleri kuvvetli olduğu için sizin hoşunuza gideceğini tahmin ediyorum, tavsiye ederim. :slight_smile:

2 Beğeni

Rica ederim :slight_smile:

Böyle düşünmenize sevindim, mutlaka değerlendireceğim önerinizi. Ben de teşekkür ediyorum :blush:

2 Beğeni

THE WORLD BEYOND THE HILL

Kitap, 1946 yılına kadar bilim-kurgu edebiyatının serüvenini ve bu yolculuk boyunca Batı medeniyetinin insana, evrene ve bilime yaklaşımının bilim-kurguyu nasıl etkilediğini anlatıyor.

Yazara göre bu yaklaşımların bilim-kurgudaki yansımaları önemli, çünkü yazar mitolojinin devamının fantastik edebiyat değil de bilim-kurgu edebiyatı olduğunu savunuyor. Bir örnekle açıklamak gerekirse:

Antik bir Yunan için Zeus ile ilgili bir hikaye olağanüstü, ama Zeus’un kendisi gerçek veya gerçek olabilir.
Bir fantastik okuru için ejderhalar olağanüstü, ama ejderhalar gerçek değil ve ejderhaların gerçek olma ihtimali yok.
Bir bilim-kurgu okuru için katil robotlar, uzaylılar veya galaksiye yayılmış bir insanlık olağanüstü, ama bunlar şu an gerçek olmasa bile ileride gerçek olabilir.
Antik Yunan nasıl yaşadığı çağın inançlarına göre Zeus gerçek olabilir diyorsa, rasyonel düşünce ve bilime inanan günümüz okuru da bir gün başka gezegenlere yerleşebiliriz diyor.

Yazarın bu teorisini anlattığı girişi bir kenarda tutarsak kitabı iki yarıya ayırabilirim.

Kitabın ilk yarısı, Mary Shelly, Edgar Allen Poe, Jules Verne ve günümüzde onlar kadar hatırlanmayan birçok yazarın bilim-kurgu edebiyatına giden yolda attığı adımlarla başlıyor. Paralelinde ise Ütopya Kurgusu, Bilim-kurgu ile aralarındaki fark, ve sonrasında nasıl birbiriyle kucaklaştıkları anlatılıyor. Tam anlamıyla bilim-kurguya geçiş ile H.G. Wells ve Edgar Rice Burroughs üzerinde duruluyor. Bunun peşine 1. Dünya Savaşı’nın etkileri ve distopya edebiyatı; son olarak da ilk bilim-kurgu dergileri, E.E. Smith, Edmond Hamilton, ve Space Operanın doğuşu anlatılıyor.

Kitabın ikinci yarısı ise 1938-1946 arası Bilim-kurgunun Altın Çağı denilen dönem hakkında. John W. Campbell’ın Astounding dergisine editör olması, bilim-kurgu için vizyonu, ve bu vizyonu gerçekleştirmek için girişimleriyle başlıyor. Devamında yaklaşık 300 sayfa boyunca Altın Çağın üç büyük yazarı ve başlıca eserleri inceleniyor: Isaac Asimov - Robot ve Vakıf, Robert A. Heinlein - Future History, A. E. van Vogt - Slan. Bu isimlerden geriye kalan ufak alanda da; Lester del Rey, L. Sprague de Camp, ve Lewis Padgett gibi bazı yazarlara yer veriliyor. Finalde ise İkinci Dünya Savaşı ve dolaylı yoldan sebep olduğu bilimsel-aşkınlıktan bilinçsel-aşkınlığa geçiş anlatılıyor. Böylece bilimsel-aşkınlığın ruhsal-aşkınlığı devirmesiyle başlayan hikayemiz sona eriyor.

Okumaya başladığımda, kitabın yazıldığı tarihi ve uzunluğunu düşünerek Yeni Dalga dönemini(altmışlar ve yetmişler) de işlediğini varsaymıştım. O bakımdan hayal kırıklığına uğradım. İlk yarıdaki o yoğunluk ve özlüğü ikinci yarıda bulamadım. Asimov, Heinlein ve van Vogt üzerinde bence aşırı durulmuş. Bu eksiklere rağmen kesinlikle okumaya değer bir kitap. Bilim-kurgu edebiyatına düşkün herkese öneririm.

12 Beğeni

Ayı ve Bülbül - Bir Kış Gecesi Masalı

Puan:8/10

Rus topraklarının soğuk ve karlı topraklarında dilden dile anlatılan o kış masallarını dinliyoruz.
Bir korulukta lord olan Piyotr, eşi ve çocuklarıyla mutlu bir yaşam sürüyordu ta ki karısı doğum yaparken ölünceye kadar. Karısının ölümüyle Piyotr’un hayatı karanlıklara bürünmüştür ve bu karanlıkta ona bir meşale olan tek kişi vardır; minik kızı Vasya. Fakat Vasya elde avuçta duracak gibi değildir. Yabani, hırçın ve çelimsizdir. Güzel olduğu da söylenemez ama onda cadı soyunun izleri görünmektedir. Vasya, kardeşleriyle beraber zorlu geçen soğuk kış mevsiminde bakıcısı Dunya’nın masallarıyla büyüyüp, serpilmeye devam ederken ormandaki kötücül güçlerin karanlığı ise günden güne daha fazla büyüyordu. Tıpkı onun gibi ev iblislerini ve orman perilerini gören üvey annesinin gelişiyle artık her şey çığrından çıkmaya başlamıştır. Buna bir de rahip Konstantin de eklenince işler iyice sarpa sarmıştır.
Kışın hüküm sürdüğü soğuk ve karlı Rus topraklarında mavi gözlü buz iblisi de kol gezmektedir. Minik Vasyamız sadece iblislerle karşı karşıya değildir. Hem ailesiyle hem de yaşadığı toplumla da karşı karşıyadır.
Genel olarak kitabı okurken çok keyif aldım. Evlenme yaşı kafama takılan konulardan biri oldu. 13, 14 yaşında evlilik mi olur? Fakat dönem özelliği olduğunu düşünüyorum. Rusların, İngilizlerin ve birçok milletin geçmiş dönemlerinde çokça görülen bir gelenekti. Anlatıma gelecek olursak akıcı ve güzel bir dünyaydı. Normalde bu seriyi İthaki basacaktı fakat yayın haklarını Ephesus yayınları aldı. Ephesus yayınları genellikle bana hitap eden kitapları pek çıkarmaz, ama Ayı ve Bülbül serisini istisna olan kitaplar içinde tutmak istiyorum. Basımını, şömizini çok beğendim. Gerçekten çok kaliteli bir iş olmuş. Fakat çeviriden mi, yazardan mı bilmem, yazımda bir toyluk ve geçişsizlik farkettiğim yerler oldu. Fakat genel anlamda güzel olduğunu söyleyebilirim.
Kitabı okurken Rus isimlerine takılabilirsiniz bunu da şimdiden söyleyeyim. Bilmeyenler için söylemiş olayım, isimlerin söylenişi çok çeşitli olabiliyor. Mesela Nikolay - Kolay. Aleksander - Saşa. Vasilisa - Vasya. Alyoşa - Lyoşa gibi. Danilov serisini okurken de tıpkı bu şekilde isim karmaşası yaşayabilirsiniz, bilginiz olsun.

Vahiy Kitapları / William Blake

Gravürcü, ressam ve şair kimliğiyle bilinen William Blake’in şiirlerini okuyoruz. Kendisi aynı zamanda Dante, Milton ve Vergilius’un eserlerini resmetmiştir. Mutlaka göz atmanızı tavsiye ederim.
Bu kitapta da Vahiy kitapları bünyesindeki şiirlerini gravür ve vahiy ekseninde birleştiren Blake’in, aynı zamanda kendince oluşturmuş olduğu mitolojik evrenini de görüyoruz. O kadar akıcı ve güzel ki sanki başka bir dilden bizim dilimize çevrilmiş gibi değil. Everest yayınları tarafından çıkarılan bu baskıda çevirisini Kaan H. Ökten yapmış, bence çok güzel bir iş çıkarmış. Ellerine emeğine sağlık. Her kitaptan önce kısa bir özet ve tahlil eklemiş bizim için. Daha önceden artshop yayıncılık tarafından çıkarılan, Tozan Alkan tarafından dilimize kazandırılan Kehanet Kitaplarını okumuştum. Kehanet kitaplarının ikinci kitabı da bu baskı içinde yer alıyor.
Genel olarak kitabın içinde Blake’in şu şiirlerine yer verilmiş;
Thel’in Kitabı
Albion’un Kızlarının Görüleri
Amerika: Bir Vahiy
Avrupa: Bir Vahiy
Los’un Şarkısı
Urizen’in Birinci Kitabı
Ahania’nın Kitabı
Los’un Kitabı
Blake’in meşhur Cennet ve Cehennemin Evliliği kitabı ise bu baskı içerisinde yer almıyor. Ciltli baskısı çok hoşuma gitti. Tavsiye ederim.

16 Beğeni

Zeytindağı - Falih Rıfkı Atay

"Atatürk’ün umumi katibi Hasan Rıza Soyak’ın babası Necip Bey, Üsküp eşrafından pek dürüst bir efendi idi. 1908 hürriyet savaşından önce, İttihatçılarla münasebette bulunduğu vakit Enver Bey’de ona defalarca misafir olmuştu. Kendisini pek sayar, gördükçe elini öperdi. Bir sultanla evlendikten sonra da eşini yabancı erkek olarak yalnız onun yanına çıkarmıştı.

Necip Bey eve döndüğü vakit, şöyle diyordu;

-Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i hazret-i şehriyari olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir."

“- Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?
-(Cemal Paşa) Aylık vermek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.”


Eksik noktalarımdan birisi Türk klasiklerine ve kurucu metinlere yeteri kadar önem vermememdi. Okuduğum eserler hoşuma gitmediği ve aradığım kaliteyi bulamadığım için mesafeli duruyordum. Fakat Falih Rıfkı’nın bu eseri beni hem edebi açıdan etkiledi ve bence anlattıkları önemli şeylerdi.

Elbette bu metnin Cumhuriyet ideolojisinin bir ürünü olduğu ve belli bir yönden bakılarak yazıldığını unutmamak gerekiyor. Onun için karşılaştırmalı okuma yapmakta fayda var.

Falih Rıfkı’nın Türkçeyi kullanış şekli çok hoşuma gitti. Kitap ağzınızda edebi bir lezzet bırakıyor. Kesinlikle yazmayı bilen bir kişinin kaleminden çıktığı belli oluyor. Bence Türkçe bir şeyler yazmayı düşünen herkes bu kitabı da okumalı, mutlaka faydası olacaktır, zaten 100 Temel Eser arasında da bulunuyor.

Kitapta en çok etkilendiğim 2 bölümü yukarıda paylaştım. Şüphesiz bir çok önemli olay anlatılsa da en çok bu bölümler beni etkiledi. Sanırım sebebi de ayağı yere basmayan yöneticilerin her zaman yıkım getirdiğine olan inancım ve parasızlığın bir ülkenin başına gelebilecek en berbat şeylerden biri olduğunu düşünmem.

Şuan Merkez Bankası rezervlerinin -50 milyar dolar civarında olduğunu düşünürsek durumumuz pek değişmemiş diyebiliriz sanırım.

Umarım bu kitap zamanla hak ettiği değeri görür ve daha çok okunur.

17 Beğeni

Son zamanlarda birkaç kitap için bir şey yazıp çizmiştim. Buraya da atayım :slightly_smiling_face:, belki işinize yarar.

Dönüşümler - Ovidius

Puanım:10/10

Ovidius’un Dönüşümleri, uzun zamandır listemde olup sırasını bekleyen kitaplardan biriydi. Dante okurken ikisini de beraber götürmenin daha kolay olacağını düşünürken tam tersine büyük bir külfet oldu. İki dev esere yaptığım en büyük haksızlık sanırım bu girişimimdi, ağzımın payını aldım. Bu yüzden ilk önce Dönüşümleri bitirme kararı aldım. İyi ki okumuşum, gerçekten çok güzeldi.

Ovidius bizlere Homer’in İlyada ve Odysseia’sını da dahil ederek daha farklı ve çeşitli hikayeler sunmuş. Hatta Troia Savaşı’nın o kasvetli hâlini bertaraf etmek için düğün sonrası kargaşa havasını hissettirmeye çalışmış ve bence çok güzel olmuş. Çoban Paris’in aşkı yüzünden çekilen onca şey bir düğünden kalan koca bir gerginlik olarak nitelendirdiği Troia Savaşı’nı basite indirgenerek zihinlerde kolay yer edinmesini temenni etmiş diye düşünüyorum.
Dönüşümler Homer gibi direkt olarak Yunan mitolojisinden beri gelen bir içerik değil, Ovidius’un bu kadar dolu bir eser çıkarabilmesi belki de bundan kaynaklanıyor. Çünkü Ovidius, Dönüşümleri Roma mitolojisi üzerinden bize aktarıyor ki onun elinde Homer’den daha fazla kaynak ve alan var. Her ne olursa olsun Homer’in Yunan ve Roma mitolojisi üzerindeki hakkını yiyemeyiz ve gölgelendiremeyiz.

Kitabı okurken çalakalem okumak istemedim. Kitap hakkında yazılmış çeşitli makale ve yazılar eşliğinde özümseyerek götürmeye çalıştım iyi ki de öyle yapmışım sizlere de tavsiye ederim. Kitabının isminin Dönüşümler olması ve bu fikir üzerinden ilerlemesi ise dahiyane bir fikir. Çünkü mitoloji, tanrıların, insanların ve canlıların dönüşüm geçirdiği bir dünya. Bir bakmışsınız kuğu olmuşsunuz, bir bakmışsınız ağaç.

Bir Kadın Astronotun Anıları - Naomi Mitchison

Puanım: 7/10

Bilimkurgu klasiklerine vermiş olduğum uzun bir aradan sonra seriye Bir Kadın Astronotun Anıları kitabıyla devam etmek istedim, iyi oldu ama waow bir geçiş olmadı.
Hikayemiz, yıldızlar arası yolcuğunun yapıldığı bir zaman aralığında geçiyor. Başkarakterimiz Mary’le beraber “İletişimci” olarak uzak galaksileri ziyaret edip notlar alıyoruz. Mary’nin anılarını okuduğumuz bu yolculukta, ne belirgin bir başlangıç, ne de belirgin bir sonla karşılaşıyoruz. Kısacası bu metinde giriş, gelişme ve sonuç kısmı ne yazık ki yok.
Bir kadın olarak annelik, cinsellik, cinsiyet kavramlarında Mary’nin farklı tutumlar sergilediğini görüyoruz. Ursula Le Guin’in arka kapakta yazısını görmüşsünüzdür. Ben neden bu kadar övdüğünü size söyleyeyim. Çünkü bu kitap Le Guin’in Ekümen döngüsü içinde geçen karmaşık bir anı defteri gibi. Le Guin’in ‘Karanlığın Sol Eli adlı’ eserindeki cinsiyetsiz toplum temalı kitabı gibi yine aynı şekilde bu kitapta da bu temanın işlendiğini görüyoruz. Kış adlı gezegenimizde yaşayan halk dönemsel olarak kadın veya erkek olarak hayatlarına devam ederler. Tam anlamıyla bir cinsiyetlerinin olduğunu söyleyemeyiz. Yine aynı şekilde bu kitapta da cinselliğin ve cinsiyete ait unsurların görünenin ötesinde olduğu anlatılmaktadır.
Yazarımız Naomi’nin anlatmak istediği şeyler aslında bakacak olursak gerçekten büyük bir derya. Fakat bir şeyleri yazma ve yetiştirme telaşından mıdır, nedir bilinmez çalakalem bir eser ortaya çıkmış. Bu da okuma ve anlama sürecini biraz baltalıyor. Fakat genel anlamıyla hayal gücü ve işlediği konular itibariyle şans verilmesi gereken bir eser diye düşünüyorum.

Nagasaki’nin Çanları - Takashi Nagai

Puanım: 8/10

Geçmişin ve geleceğin siyah, beyaz gibi birbirinden net bir şekilde ayrılan keskin bir yapısı ne yazık ki bulunmuyor. Yapılan her şeyin ya dünde ya da bugün ve geleceğe yansımaları meydana geliyor. Evet, dünde yaşanan dünde kaldı, peki yarınlar?

Birinci Dünya Savaşı’nın izleri hâlen günümüzde devam ediyor. Peki ya bunun ikincisinin? Savaşın hiçbir şekilde ne yazık ki yararı yok. Bir şekilde o veya bu kişileri bir şeylerin bedelini ödüyor. Savaşlara doymayan bir Dünya’da yaşıyoruz. Fakat geleceğin de kendimizin elimizde olduğunu unutuyoruz. Belki de bunları insanlığımızı yitirdiğimiz için yapıyoruz.
Fakat her şeye rağmen yaşadıklarını unutmayan, unutturmak istemeyen, toplumunun hafızasında alzheimer bulunmayan Japonya, yaşananları sonraki nesillerine gösterip bugünlerinden ders çıkarması gerektiğini çok güzel bir şekilde öğretiyor. Çok uzağa bakmanıza gerek yok. Bu yılın 6 Şubat gününe lütfen dönüp tekrar bakın. Çok kayıp aldık, çok acı yaşadık, hem maddi hem manevi bir çöküş geçirdik. Ben o depremde orada bulunan insanlardan biriydim. Yaşananları unutmadım, unutmak da istemiyorum. Çünkü yaşadıklarıma yabancı kalmak bana hissizleşmek, mekanikleşmek gibi geliyor. O enkazlardan birkaçını kaldırmamalarını umut ediyorum, tıpkı Japonya’ya atılan atom bombasının üstünü kapamayıp yaşananları sonraki nesillerine gösterdikleri gibi dursun öyle.

Nagasakinin Çanları, İkinci Dünya Savaşı’nın izlerini çok güzel bir şekilde bizlere aktaran harika bir eser. Birinci ağızdan atom bombasının atılma anını ve sonrasını okuyoruz. Birkaç saniye önce yanı başımızda olan insanların bir anda yok olmasına şahit oluyoruz. Varlık ve yokluk alanındaki bu ani geçiş, insanoğlunun hiç alışık olmadığı bir durum. Varlık ve yokluğun ani geçişlerini biz fantastik ve bilimkurgu evrenlerinde görürüz ve ne yazık ki bizim dünyamız hâlen gerçekçi. Kitabın dili çok akıcı, edebi bir beklentiye girmeden keyifle okuyabileceğiniz bir eser.

Gerçek - Terry Pratchett

Puanım: 9/10

Diskdünya evreninin 25. kitabı olan Gerçek’i okurken baya keyif aldım. Sanayi Devrimi alt serinin ikinci üyesi olan Gerçek’le, medya ve hayatın güvenirliğini test ediyoruz.

Baş kahramanımız William deSoze, Diskdünya evrenine gazeteyi dahil ediyor. Matbaacı cüceler, muhabir Sacharissa ve fotoğrafcı vampir cinimiz Otto’yla mini bir işletme kuruyoruz. Cüce Gödenberk veya bizim bildiğimiz adıyla Gutenberg’le Ankh-Morpork Times artık yazıyorrrr :slight_smile: Bu yeni fikre karşı birleşen gravür loncası ve Agathea topluluğuna kafa tutuyoruz, onlar da altta kalır mı hemen rakibimiz oluyorlar.
Malum, Ankh-Morpork’da haber bitmez. Kimi zaman bir meyhanede olay çıkar, kimi zaman bir adam bir köpeği ısırır, kimi zaman da yılın en soğuk kışının bu yıl olduğunu konuşuruz.
Vee günlerden bir gün Ataerk Lord Vetinari’nin dahil olduğu önemli bir olay patlak verir. Gazetecimiz William, bekçiler teşkilatını beklemeden araştırmaya başlar ve hikayemiz tam anlamıyla başlar.

Bu yolculukta bizlere Bay İğne, Bay Lale, Bay Slant ve olmazsa olmazlardan Zararına Dippler eşlik eder. Tabi bu kadar da değil daha nicesi de var ama siz kadroyu bu kadar bilseniz bile kâfi. Çok güzel göndermeler vardı. Heidegger, Tombalanın İcadı, Ucuz Roman filmi, Tarantino, Leonardo Da Quirm yani Da Vinci :), Ezop Masalları…
“Biz yalanların korumasıyız beyler.” pasajıyla da Winston Churchill’e yolladığımız selamlar falan.
Ve daha nice niceleri…
Yolu Diskdünya’ya düşen nice dosta selam olsun o zaman :))

23 Beğeni

Çok güzel bir kitaptır.Başlangıcı zordur ancak biraz sabırla devam ederseniz, güzel bir deneyim sizi bekliyor.

Devam kitabı Tanrının Çocuklarını arayı uzatmadan okumanızı tavsiye ederim. Zira ilk kitabın bittiği yerden başlıyor.

2 Beğeni

Konu ilgimi çekti, Okuma listeme almayı düşünüyorum.

1 Beğeni

Çünkü artık hayatın kıyısına çekilmişti; o hayat ki insanı durmadan işe çağırır, büyük sevinçlerin ışığıyla aydınlanan, büyük acıların yıldırımlarıyla dolan geniş bir gök altında, fırtınalar içinde geçer, o hayat ki içinde boş umutlar, parlak mutluluk hülyaları hüküm sürer ve düşünce kendi kendini yakar kavurur; tutkular insanı kemirir, zekâ yener ya da yenilir; orada insan sürekli bir savaşa girişir, savaş sahnesinden yaralı, bitkin ama gene de doymamış, muradına ermemiş olarak çekilir. Oblomov, savaşla elde edilen hazları tatmadığı için onlardan kolayca vazgeçebildi ve savaş dışındaki sessiz, hareketsiz, kavgasız, hayatsız köşesinde rahata kavuştu.” s.596

Oblomov, İvan Gonçarov’un ilk defa 1859 yılında yayımlanan ikinci romanıdır. İlya İlyiç Oblomov romanda tembelliğin karakterize edilmiş hâli olarak karşımıza çıkar. Oblomov, önemli kararlar vermekten ve kayda değer hareketler yapmaktan aciz olan genç ve cömert bir soyludur. Eserde sadece Oblomov’un tembelliğine değil 19. yüzyıldaki Rus gençlerinin yaşayış biçimine de tanıklık ederiz. Eser içinde Oblomov gençlere şöyle bir eleştiride bulunur: “Her duydukları şey üzerinde inceden inceye fikir yürütürler ama aslında hiçbir şeyle de candan ilgilendikleri yoktur. Ha böyle gürültü patırtı etmişler, ha uyumuşlar, hepsi bir. Konuştukları şeyler kiralanmış elbiseler gibi kendi malları değildir. Yapacak işleri olmadığı için güçlerini öteye beriye harcarlar. Her şeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapayan bir örtüdür. Ama orta hâlli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek işlerine gelmez çünkü böylesi can sıkar, göze çarpmaz; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.” Oblomov, Olga ve Ştoltz arasında geçen diyaloglar, Rus gençlerinin o dönemde ortaya çıkan Nihilizm akımından etkilenmesi gibi dönem özellikleri kitapta sık sık karşımıza çıkar. Gonçarov hem dönemin Rusya’sını yansıtmış hem Rus gençlerine kitap üzerinden bir eleştiride bulunmuştur. Kitapta Oblomov’a zıt karakter olarak Ştoltz’u görürüz. Ştolts bir Alman gencidir ve sürekli çalışmayı, gezmeyi, okumayı seven bir karakterdir. Oblomov ise küçüklüğünden beri el bebek, gül bebek büyütülmüştür. Kendi ayakkabılarını bile giyemez. Sürekli hayal âleminde yaşamaktadır. Bütün bu kötü yönlerine rağmen aynı zamanda bir o kadar da saftır. Hemen heyecanlanır, bir işe girişmeye çalışır, âşık olduğu Olga’yla yaşayacağı hayaller kurar ama hayaller kurulmak için değil aynı zamanda gerçekleştirmek için de vardır. Bunları gerçekleştirmek için en basit bir işi bile uzattıkça uzatır, harekete geçmeye üşenir. Yazar Gonçarov, natüralist bir bakış açısıyla ve romantizm akımının tam karşısında durarak bu durumu hem eleştirir hem de Oblomov’un tembelliğinin kendi suçu olmadığını göstermeye çalışır. Bu tembellik onun genlerinde vardır. Bu durum da kitaptaki Ştoltz tarafından “Oblomovluk” olarak adlandırılır. Oblomovluk sadece kitapla bağlantılı olmamış, daha sonra bir araştırma konusu olarak da karşımıza çıkmıştır. Oblomov bir şeyler yapmak istese de genlerinde olmadığı için bunu gerçekleştiremez. Hem genetik hem de çevresel etkilerle “tembellik” onun iliklerine hatta ruhuna kadar işlemiştir. Her ne kadar Olga ve arkadaşı Ştoltz bu durumun ortadan kalkmasını sağlamaya çalışsalar da başarılı olamazlar. Oblomov’un yakalandığı bu ruhsal hastalığın çaresi yoktur. Yer yer kitabın içinde Oblomov bunu fark ederek Olga’ya karşı mesafe koymaya çalışır ama romantik ve saf yanı baskın gelir. Buna rağmen kitap sonunda artık kendini tanımıştır ve bu durumdan kurtuluşun olmadığını anlar ve bu “Oblomovluk” içinde hayata gözlerini yumar.

16 Beğeni

Art arda okuduğum iki kitaptı; sinemasal referansları dolayısıyla, sondan başa, birlikte paylaşayım.

35665841.SX150

Doktor Moreau’nun Adası

Wells’in “Zaman Makinesi” ve “Dünyalar Savaşı” ile birlikte en çok bilinen, sinemalaştırılan bu romanı, yazarın çokça sevdiği üzere, bilimkurguyla korkuyu harmanlıyor fakat “çılgın bilimadamı” arketipini de barındırmasıyla beraber, korku külliyatına daha çok yön vermiş görünüyor: İnsan beyniyle düşünebilen hayvan distopyası Maymunlar Cehennemi’nden Yaratık serisine, Jurassic Park’ın raptorlarından çocuklar için Ninja Kaplumbağalar’a, He-Man’in Hayvan Adam’ına değin uzanacak yelpazeler sundu, yayınlandığı dönemde emeklemeye başlayan sinema perdesinde.

Romanın direkt uyarlamalarına gelecek olursak, en başarılısı elbette Charles Laughton’un Doktor’u oynadığı 1932 tarihli Island of Lost Souls’tur. Buradaki Panter Kadın (Lota) karakteri romanda yoktur fakat Brando’nun da filmografisine kara leke olarak işlenecek sonraki uyarlamalarda yine kullanılmıştır. Romanda dişi karakterlerin tekil olarak üzerinde durulmaz. Puma Adam ve Yarı Domuz Yarı Sırtlan Adam gibi yırtıcılar tehdit unsuru olarak karşımıza çıkar.

Perdede “Dracula” Bela Lugosi’nin ölümsüzleştirdiği “Are We Not Men?” sorgusu, bu yarı insan yarı hayvanların var oluşlarını kabulden sorguya, sancıya dönüştürür bir anda, bu “yeniden” kurgulama kanımca romana göre daha başarılıdır; zira Wells’in kaleminde, güzel fikirleri ustaca pişirebilen yazarların aksine, bir çiğlik var, türün beğendiğim kalemleriyle kıyasladığımda, en azından, bana öyle geliyor.

Ada öyküsü olarak ele alırsak eğer, 1924’te ABD’li yazar Richard Connell’in kaleme aldığı kısa öykü “The Most Dangerous Game” ile aynı ruhu taşır: 8 sene sonra ilk perde uyarlaması yapılmış bu eser de “insan avı” dediğimiz alt türü janraya işler.

1940’ta Dr. Cyclops perdede boy gösterecektir: Yakaladığı insanları küçülterek üstlerinde deneyler yapan bir başka “çılgın bilim adamı” elbette selefinin ayak izlerinden gidecek ve dahi aynı stüdyodan çıkış yapacaktır (Paramount).

Giovanni Scognamillo’nun “Panter Kadın” yüzünden “hayatımda korktuğum tek filmdi” dediği (sonrasında babasıyla film setlerine gitmiş ve işin mutfağını gördüğü için bu korkusunu yenmiştir) “Kayıp Ruhlar Adası”, her okurun değil belki fakat her sinefilin okuması gereken bir kitaptır, bana göre.

Çeviriye not: Ufak tefek typo hataları editörün boynuna ancak çeviride mütercimin uygun gördüğü garabet kelimeler mevcuttu, Üster’in diğer çevirilerinde bu denli göze batmıyorlardı, burada rahatsızlık verdiklerini belirtmiş olayım.

Dr. Jekyll ile Bay Hyde: Tuhaf Bir Vaka

Sinema demişken, Universal Monsters serisinin başladığı yıllarda Paramount da Dr. Moreau’nun Adası (Island of Lost Souls, 1932) ile birlikte bu filmin en iyi uyarlamalarını çekmiştir, Fredric March’ın Oscarlık performansıyla -daha sonra John Carpenter’in Halloween’inde de kullanılacak biçimde- giriş sekansı tamamen ana karakterin gözünden verilir (1931). Nihayetinde karakteri aynadaki aksiyle görürüz. 1941’de Spencer Tracy, Ingrid Bergman ve Lana Turner’li bir versiyon ile beraber yakın dönemde mini diziler ve Hammer döneminde Dr. Jekyll ve Sister Hyde gibi uyarlamalar ve dahi Michael Caine’li mini dizi Jack the Ripper’daki portreleme akıllarda kalır.

Her kütüphanede olması gereken bir kitap, diyerek incelemeyi noktalıyorum.

13 Beğeni