Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Poe şahsen en sevdiğim yazarlardan biri. Hem şiirleri hem de kurguları.

Öte yandan hayatı hatta ölümü de bir o kadar ilgi çekici. Izdırap dolu hayatı bebekken annesini tüberkülozdan kaybetmesiyle başlıyor. Sonra Annabel Lee gibi eserlerine ilham olan çok sevdiği eşini de tüberkülozdan kaybediyor. Ayrıca narkolepsi hastası olduğuna dair söylentiler var, ki bu hastalık da başlı başına acayip bir vaka.

Ölümü ise 40 yaşında bir süre ortadan kaybolduktan sonra perperişan ve gizemli bir halde ortaya çıktıktan dört gün sonra gerçekleşiyor. Başka birinin giysileri içinde ve bilincinin tam yerinde olmadığı kayıtlara geçmiş. Fakat dediğiniz gibi, ölüm sebebi hakkında birçok rivayet var.

Ölmeden önce son sözlerinin “Lord help my poor soul (Tanrım zavallı ruhuma yardım et)” olduğu söylenir. :wilted_flower:

9 Beğeni

Poe, bence gerçek bir dehaymış. Eserlerini okuyunca hayran olmamak elde değil.

Haklısınız, yazarın hayatı da ölümü de ilgi çekici. Yaşadığı bu acı olaylar eserlerine yansımış sanıyorum. Çok genç yaşta ölen, solup giden kadın karakterleri var. Poe’nun Narkolepsi hastası olduğuna dair söylentileri duymamıştım, ilginçmiş. Şimdi sizden duyuyorum.

Poe’nun ölümünden sonra edebi vasisi ise garip bir şekilde rakibi olan Griswold isimli bir yazar olmuş ve Poe’nun itibarını düşürmek için yalan açıklamalarda, iftiralarda bulunmuş…

6 Beğeni

Gece Yarısı Gelgitleri - Malazan 5

Gece Yarısı Gelgitleri ile beraber hacimli bir serinin orta noktasına varıyoruz. Malazan gibi 10 kitaplık büyük bir serinin 5. kitabına geldiğimizde, önceki 4 kitap ile beraber filizlenen olayların kesişmesini ve gelişmesini beklemiştim. Gece Yarısı Gelgitleri bu şekil bir kitap değilmiş, bu da özellikle kitabın ilk çeyreğinde benim için biraz hayal kırıklığı oldu.

Zincirler Hanesinde tanıdığımız Trull Sengar’ın geçmişine giderek hem Tiste Edur’ları hem de bambaşka bir kıtayı tanıyoruz bu kitapta. Sınırlarındaki yayılmacı ve maddiyatçı bir insan ırkı olan Letherii’lerin politikaları ile kaçınılmaz bir savaşa doğru yönelirken yine pek çok yeni karakter tanıyıp, yeni kültürlerle keyifleniyoruz.

Ama kitabın bu aşamaya gelmesi için 200-300 sayfalık bir sürecin geçmesi gerekiyor, sonrasında karakterler de hikaye de yerine oturuyor. Hızını aldıkça keyfi arttırıyor Erikson; bize yine özel karakterler sunuyor, tanrıların çekişmelerini işliyor, dünyanın kalanına ufak ufak bağlantılar dokuyor. Başlangıçtaki sabırlı okumamızı sonuna doğru mükafatlandırıyor.

Yine de artık ortasına geldiğim bir seride yepyeni bir kitap okuyor gibi olmak, özellikle kitabın başlangıcında, ciddi bir sorun oldu bana. Bir puanı bu nedenle kırdım. Bazı okuma listelerinde 5. kitaptan başlanabileceği önerisi bile görmüştüm, ben tavsiye etmesem de nedenini anladım diyebilirim. Bu kitabı ilk 4 kitabı okumayan birinin eline versek, okuyanla pek bir farkı olmaz diye düşünmeden edemedim.

Serinin ikinci yarısı ile beraber arık iyice çatallanan bu yolların kesişip büyüyerek gelişmesi lazım, devamını bekliyoruz :slight_smile: .

26 Beğeni

Richard Marsh - Böcek

Richard Marsh, gerçek adı Richard Bernard Heldmann olan İngiliz yazarın takma adı. 1897’de Dracula ile aynı senede yayımlanan Böcek, yazarın eserleri arasından en ünlüsü ve o zamanlarda Dracula’dan daha popülermiş. Marsh, ayrıca “Tuhaf Öyküler” yazarı olarak tanınan Robert Aickman isimli yazarın büyükbabasıymış.

Böcek’in gizemli ve ilgi çekici hikayesi, dört farklı kişinin anlatımından öğreniliyor. Ünlü bir politikacının başı geçmişindeki olaylar nedeniyle derttedir. Hikayenin odak noktasında bir intikam fikri var ve hikayenin mitolojik yanı mevcut.

Başta kitabın anlatımını biraz sade buldum. Gerilimli, aşk ve korku dolu, sonlara doğru polisiyeye dönen bir roman. Film izler gibi okudum, beğendim. Yine de finalde daha fazla şeyin aydınlatılmasını beklerdim. Aceleye getirilmiş gibi hissettim.

15 Beğeni

Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?

Efsane bir yazar ve harikulade bir bilimkurgu eseri. Philip K Dick empati kurmanın ne demek olduğunu ve empati yoksunluğunun nasıl sonuçlar doğuracağını bilimkurgu üzerinden ama çok farklı bir yol ile okura aktarıyor; Hayvan sevgisi üzerinden. Zaten kitabın kendine has olan o özel ismi de buradan geliyor. Gerçekten Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? Düşleyebilir mi? Yapay zekanın bu kadar erken aşamalarında bile hayatımızın içine iyice entegre olmasıyla sanatın, sanatçının ve “ruhun” tartışılmaya başlandığı şu dönemde bu soruya cevap verebilir miyiz? Veya cevabı aramaya cesaret edebilir miyiz?

İşte Philip K. Dick Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? kitabıyla cesaret ediyor. Fakat yazarın bu soruyu sorabilmesi ve bu sorunun cevabını irdeleyebilmesi için tabi ki önce uygun ortamı yaratması gerekiyor. En uygun ortam ise distopyadan başka bir şey olmuyor;

Bu günden çokta uzakta olmayan bir gelecekte insanlık düşünebilen robotlar (Android) üretmiş ve bu sayede güneş sistemini kolonileştirme aşamasına geçmiştir. Kolonileşmenin erken aşaması olduğu için haliyle kolonilerdeki yaşam çok zor ve bütünüyle Android’lere bağlıdır. Fakat insanlara zor olan hayat gelişen teknoloji ile “daha iyi düşünen” Android’ler için çekilmez hale gelmektedir. Daha iyi bir hayat isteyen Android’lerin ise gidebileceği tek yer vardır; insan zekasını etkileyen zehirli tozlarla kaplı, üzerinde bir avuç insan dışında neredeyse hiçbir yaşamın bulunmadığı ve Android’lere büyük bir düşmanlık duyan dünya.

Milyonlarca yıldır yaşama ev sahipliği yapan, yaşamı oluşturan, Dünya artık tozlardan harap olmuş ve terk edilmeye yüz tutmuştur. Dünyada kalan insan toplumu ise; ya zehirli gazlar yüzünden düşük zekaya mahkum olmuş ve koloni taşınma testini geçememişlerden, ya kolonideki zor yaşam yerine şansını dünyada deneyenlerden ya da kolonilere gidebilmek için gereken parayı bulamamışlardan oluşmaktadır. Para için çalışılacak en gözde meslek de kaçak Android avcılığıdır. Bu avcılar yerel polisten ayrı çalışarak ellerindeki listelere göre kaçak Android’leri “emekli” ederler ve emekli edilen Android başına para alırlar. İnsan görünümü ile birebir aynı olan Android’leri tespit etme yöntemi ise; Empatidir. Çünkü Android’ler insanlar gibi empati duyamaz sadece insanların belirli durumlarda, örneğin bir hayvan zarar gördüğünde kendini kötü hissederek onun için üzülmesi gibi, verdikleri tepkileri taklit ederler. Bu bilgiye bağlı oluşturulan Empati Testi Android avcılarının dünyadaki Android’leri insanlardan ayırmasına yarar. Hikayedeki baş kahramanlarımız da; Android’leri emekli eden bir Android avcısı, zehirli gazlara maruz kalıp düşük zekaya sahip olan bir dünya sakini ve av konumundaki emptayi yoksunu Android’lerdir. Fakat kitabın ismini bir defa daha hatırlamakta fayda var; Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?

Philip K Dick sahneyi işte böyle kurguluyor ve empati kurmayı, empatiden yoksun olmayı okura üç ana karakteri üzerinden çok net bir şekilde aktarabiliyor. Kitap boyunca bir yandan Android avcısının, aynı zamanda dünyada yaşan insanların, hayvanlara olan takıntısını tecrübe ederken bir yandan da Android’lerin bu takıntıyı anlayamamasına şahit oluyor, sevgi ile empatinin evliliğini mercek altına alıyoruz.

Yazarın hikayenin içerisine zeka geriliğine neden olan zehirli gazdan etkilenmiş bir karakteri sokmasıyla da bu hayvan takıntısı bir boyut daha kazanıyor ve bu sefer zeka ile sevginin evliliği başlıyor. Sonrası ise bir Philip K. Dick gösterisi. Yazar karakterleri üzerinden zeka, sevgi ve empatiyi öyle bir kullanıyor ki, bizi okyanusun ortasında fırtınaya yakalanan bir duba gibi bir oraya bir buraya yatırıyor. Neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Bir sayfa açılışındaki paragraf ile içimiz ısıtılırken aynı sayfadaki diğer paragrafta içimiz bir anda buz kesebiliyor. Ama buz kesen olayın ana kahramanına yine de yakınlık hissedebiliyoruz. Muhteşem bir grilik.

Ve tabi ki hiçbir şey göründüğü gibi değil. Philip K Dick niyetini çok iyi saklayan yazarlardan. Bir karakter veya bir olay hakkında tam hüküm vereceğimiz sırada araya öyle bir olgu sokuyor ki gerçekliğimiz tamamen alt üst oluyor. Kendimizi bir anda neyin gerçek, neyin “yapay” olduğunu, yapayın ne olduğunu sorgularken buluyoruz. Bir kere sorguya başladığımızda da şüphe duygusu ensemizden akan bir damla soğuk ter gibi kitap boyunca üzerimizden eksik olmuyor.

Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? sorgulatan, kafa karıştıran ve şaşırtan leziz bir bilimkurgu eseri.

Herkese iyi okumalar dilerim.

18 Beğeni

Sideshow Bob fena rol calmistir bu senaryoyla. Keske daha cok bolum cekselerdi. Tribute yapalim:

2 Beğeni

İsim tanıdık geldi, Amazon’dan güncel çevirileri için baktım: Halka Dünya serisini çevirmiş. Umarım güzel bir çeviriyle okuma şansına erişiriz bu seriyi.

Baktım, uyarlama söz konusu değil görünüyor. Ama güzel örtüşmüş.

Yeni keşifler için başlığı aşağıdan yukarı turluyorum, gözüme çarpanlardan biri, Algernon’a Çiçekler ve Yer Açın! Yer Açın! gibi kitapların ödüllü ve/veyahut kült olmuş filmlerinden bahsedilmemiş oluşu. Denk geldikçe editlerim.

Edit: Öteki, Okuyucu, Rosemary’nin Bebeği, Stepford Kadınları…

2 Beğeni

Piyango ve Diğer Öyküler - Shirley Jackson

Piyango ve diğer öyküler kitabını genel olarak beğenerek okudum. Yazarın kendine has tarzı ve karakterleri var. Karakterler güçlü şekilde işleniyor. Her bir öyküde fark ediliyordu. Sanki iyi çekilmiş bir sürü mini dizi izlemişim gibi hissettim okurken…

Bazı öyküler dehşet vericiydi. Bazı öykülerde sanki bir delilik hissiyatı vardı. Ben yazarın çoğu karakterinde bir psikolojik rahatsızlık, dengesizlikler seziyorum ya da yazarın okuduğum romanının etkisiyle böyle düşünüyorum. Bilemiyorum…

Kitabın sonlarına doğru okurken gerildiğimi hissettim. Gündelik hayatın içinde, sıradanlığında, insanın karanlık doğası gözler önüne seriliyordu. Ürperticiydi…

Shirley Jackson’ın öykülerinde kadınlar, çoğunlukla ana karakterdi. Bu da ayrıca hoşuma gitti. Yazar gotik korku, psikolojik gerilim tarzında yazıyor. Bu türü sevenlerin hoşuna gidebilecek öykülerdi. Ben beğendim.

19 Beğeni

Foundryside - Robert Jackson Bennett (Founders Trilogy #1)

Yetenekli bir hırsız olan Sancia’dan yüksek korunaklı bir depodan ufak bir kutu çalması istenir. Zor olan görev Sancia kutunun içeriğini öğrenince oldukça karmaşıklaşır: artık elinde dünyanın kaderini belirleyebilecek bir nesne vardır.

İlahi Kentler serisini okuduysanız (ki okumalısınız) yazarın tarzına aşinasınızdır. Henüz okumamış olanlar için temposu yüksek, kolay okunan, karakterleri stereotiplerden uzak tutmaya çalışan başarılı bir yazar Robert Jackson Bennett. Dünya yaratımı ve bunun okuyucuya aktarılması konusunda maharetli ve hayalgücü de oldukça geniş.

Kitap bir hırsızlık sekansıyla başlıyor ve tempo kitap boyunca neredeyse hiç düşmüyor. Yaratılan dünyayı küçük detaylarla ve dolaylı olarak öğreniyoruz, keza büyü sistemini de aynı şekilde. Kitapta “Scrieving” olarak geçen sistem eritilmiş bronz ile eski yaratıcılardan kalmış bir dilin cansız bir nesneye yazılarak ona sınırlı bir bilinç kazandırılması ve nesnenin gerçekliğin kurallarını bükmeye ikna edilmesi şeklinde çalışıyor. Ve kitap boyunca çok yaratıcı kullanımlar görüyoruz.

Epik olmayan fantastik bir seri okumak isteyenler için (İlahi Kentler üçlemesinin yanısıra) şiddetle tavsiye. Çok beğenerek okudum ve devamını da arayı çok uzatmadan okumayı planlıyorum.

8.5/10

19 Beğeni

Çok merak ediyordum. Bir ara okumam lazım, 2026’ya yazdım bunu. :slight_smile:

1.5 puan niye kırdın?

4 Beğeni

O zamana adam yeni bir üçleme yazmış olur :sweat_smile:

İlahi Kentler serisine göre tonu biraz daha açık, bu kitap +13 diyeyim. Yarım puan buradan gitti. Ağız dolusu küfür etmek yerine scrumming küfrünü icat edip kullanması mesela bir örnek. (Ama bazı noktalarda çok yaratıcıydı.)
Daha ilk kitap olduğu için anlaşılabilir ve hatta mazur görülebilir olsa da dünya yaratımı başta hafif tekleyip toparlanarak ilerlese de son düzlüklerde daha fazla detay aradı gözlerim. Bir de karakterlerden birini az tanıttı. :smiley:
Hava cıva aslında bunlar, reading slumpımı kırdı, çatır çutur keyifle okudum.

Bu üçlemeyle İlahi Kentler arasında bir üçleme daha yazmış, ona da bakmak lazım. Aradan çıkar bunu, 2.yi beraber okuruz? :wink:

4 Beğeni

AETHER DERGİSİ 1. SAYI

Bilimkurgu ve fantastik öykülerden oluşan bu derginin ismi Yunan mitolojisinde, tanrıların soluduğu saf havadan yahut beşinci özden geliyor: ateş, su, toprak, hava ve aether. Bu sayıda on iki öykü var.

  1. Gölün Savaşçısı (Mehmet Berk Yaltırık): Yazarın kalemine dair en sevdiğim husus, üslubuyla büyülerin, perilerin ve canavarların cirit attığı âlemlere aşinaymışız gibi hissettirebilmesi. Peri Ormanı’na giden savaşçı Draugar’ın macerasının bir kısmına tanık olduğumuz bu öyküde de aynı şekilde. Upuzun bir destanın kısacık bir parçasıymış gibi hissettiren bu öyküde olup bitenler oldukça tipik fakat akıcı ve keyifliydi.

  2. Önceki Hayatında Köstebek Olan Bir Ejderha’yı Asla Yenemezsiniz (Toprak Şans Tezcan): Adı, adeta özet gibi olan bu öykünün baş kahramanı, bir hazineyi korumakla görevli olan ejderha. Prensesi ya da hazineyi ejderhalardan kurtaran şövalyelerin hikâyelerini okurduk hep. Fakat burada, ejderhanın açısından bakıyoruz. Bu, öyküyü özgün kılan bir unsur. Bir yanı Sümer mitolojisine yaslanan bu öykü hakkındaki en sevdiğim özelliklerden birisi de ejderhanın kaba kuvvete ve alevlerine değil, zekâsına dayanmasıydı. Ayrıca altının niçin değerli olduğunu Sümer mitolojisi açısından hiç düşünmemiştim, ta ki bu öyküyü okuyana dek.

  3. Bitik Dönem (Bade Saba): Son derece romantik olan bu öyküde doğa, insanlıktan zarif bir intikam alıyor. Girişi bir deneme havasındayken birkaç paragraf sonra asıl öyküye yumuşak bir geçiş yapılıyor. Öyküyü nedense çocukluktan çıkarken toplumun ve şartların dayatmasına uyum sağlayarak öz benliğimizden taviz vermemizin, hatta onu öldürmemizin bir alegorisi olarak yorumladım. Yorumlara açık. Sevdim mi? Sevdim.

  4. Dünyanın Harikaları ve Veda Bandosu (Onur Sakarya): Bilinç akışı tekniğiyle yazılmış bu hikâyenin de ismine bayıldım. Rüyalar ve bir şiirle iç içe olan bu öyküde karakterin zihnine filtresiz bir şekilde göz atıyorsunuz. O sırada dış dünyada neler döndüğünü pek anlamıyorsunuz ama bunun eksikliğini de hissetmiyorsunuz, çünkü bazı öyküler anlatmak için değil, hisleri uyandırmak için yazılır.

  5. Metal Peygamber (Nefise Doğangün): Bu bilimkurgu öyküsünde elektromanyetik dalgalar yayan, 15 dakika gökyüzünde durduktan sonra kaybolan bir bulutla başlıyor. Bu bulut sıra dışı özellikleri olan bir insanı ortaya çıkarıyor. Transhümanizmi teşvik eden ve insanın “metal tanrısını” bulması gerektiğini söyleyen bu karakter bir “metal peygamber”. İnsanın teknolojiyi tanrı edinmesini anlatan bir öyküydü.

  6. Boşluk (Uğur Demircan): Eminim ki hayatınızda bir kez de olsa uzaya bağsızca savrulan bir astronot olduğunuzu düşlemişsinizdir. Acaba nasıl bir şey? Uzayı, Güneş’i, Dünya’yı uzaktan görmek… Geri dönemeyeceğini bilmek… Galaksinin yıldızlarla ışıl ışıl kollarında ölmek… Bu öyküdeki baş kahraman tam olarak bunu yaşıyor. Yazarın güçlü tasvirleriyle o astronotun duygularını, düşüncelerini kavrıyor; geçmişi hatırladıkça ve çevresine baktıkça neler hissettiğini tam olarak yaşıyorsunuz. Adeta o astronot oluyorsunuz. Bu sayıdaki üçüncü favorim.

  7. Erkek Reyonu (Melisa Parlak): Reyonlarda insansı robotların/mankenlerin satıldığı bu bilimkurgu öyküsünde eleştirel bir ton hâkim. Cinsiyet rollerine, ilişkilere, iş dünyasının ve mevcut ekonomik sistemin insanı metalaştırdığına, köleleştirdiğine… Öykü, bir dükkâna annesiyle gelen, annesinin ona erkek reyonundan bir “erkek” seçmek istediği Nefes adında bir kızı konu alıyor. Kızın gözü hep kadın reyonunda fakat bir şey söyleyemiyor. Hatta bunun farkında bile değil. Burada yorum okuyucuya bırakılmış. Acaba Nefes, kadınlara mı ilgi duymaktadır (ve bunu ona ideal bir erkek bulmak isteyen annesine söyleyemez)? Yoksa insanın meta olduğu bir çağda kendisini kadın mankenlerle özdeşleştirmekte, cansız bir mankenle kendi arasında ne fark olduğunu mu sorgulamakta? Düşündürücü bir öyküydü.

  8. Geçmişin Yansımaları (Bünyamin Tan): Bu sayıdaki favorim. Arttırılmış gerçeklik, deepfake teknolojisi ve sahte anı kavramları bir araya getirilerek özgün bir fikirle zevkli bir bilimkurgu öyküsü ortaya çıkmış. Öyküde günlükler bir deftere “Sevgili günlük,” diye yazarak değil arttırılmış gerçeklikle holografik olarak tutulmaktadır. Sevdiğiniz bir insanın anısını dinlemekle yetinmeyip direkt yaşayabilirsiniz de… Peki artık gerçek olan hangisidir? Bir de işin içine yapay zekânın da girdiğini düşünün. Bu sayede geçmiş-şimdi-gelecek karışmaya başlar. Oldukça sağlam bir bilimkurgu öyküsü.

  9. Göğe Bakma Evi (Emrecan Doğan): Bir parça gerçeklik payı için oldukça içimi sıkan -fakat okumaktan keyif aldığım- bir karanlık kehanet öyküsü. Hollywood filmlerinde dünyanın başına belayı Amerika sarar. Bu sefer Türkiye sarıyor. Nükleer kazalarla zehirli gazları gökyüzüne salıp alıştığımız mavi gökyüzünü insanlığın elinden alıyor. (Nükleer kazadan dolayı değil de büyük devletlerin birbirine girip nükleer savaşlardan dolayı dünyayı yaşanmaz hale getireceğini düşünüyorum şahsen. Olmasın böyle bir şey inşallah.)

  10. Mühür (Mehmet Günay Ercan): Bu fantastik öyküde usta-çırak sistemiyle korunan bir mühür vardır. Farklı boyutlardaki yaratıkların da olduğu bu öyküdeki en karanlık tür, cahil insandır. Cahilliğin bilmemekten farklı olarak öğrenmeye karşı geliştirilen bir tavır olduğunu, bilmediğine düşman olduğunu ve uydurmakta ne kadar mahir olduğunu tekrar hatırladım okurken. Merak hissimi sonuna kadar koruduğum bir öyküydü.

  11. Pır Mır Cumhuriyeti (Ataberk Dinçarslan): Kedim olduktan sonra bu öyküyü daha iyi anladım. Kedilerin dayanılmaz tatlılığıyla insanları köleleştirdiği bir gerçek! Bilimkurgusal ögeler ve hikâyenin mizahi üslubu, pastanın çileği ve kreması gibi birbirlerine yakışmış. Gönül rahatlığıyla söylüyorum ki eğer baş kahramanın yerinde olsaydım ben de aynısını yapardım. Bu sayıdaki ikinci favorim.

  12. Yin ve Ölüm (Mümin Can): “Tekinsiz vadi” kuramının öykünün merkezinde yer alması güzel bir fikir olsa da tam olarak içeri giremediğimi söyleyebilirim. Atmosfer olarak başarılı: Kısa, öz ve gerilimli. Fakat öykünün kurgusuna ve evrenine dair biraz daha bilgi yahut ipucu verilmesi gerekiyordu, diye düşünüyorum. Örneğin zaman yolculuğu vurgusu var fakat ne işe yarıyor? Kurucular kim? Neler oluyor? Personeli neden bayıltıyorlar? (Umarım bu bir spoiler değildir.) Bunun gibi birçok soru cevapsız kaldı. Bu yüzden başkahramanla empati kuramadım. Yine de yazarın emeğine sağlık.

15 Beğeni

ROKET DERGİSİ 3. SAYI

Roket’in üçüncü sayısının kapağında turuncu renk ağırlığı ve uzay teması dikkat çekiyor. İşte öykülerin yorumları:

  1. Bize Orman Derler (Barış Toprak): Bitkilerle iç içe olan kurgusu oldukça özgün olan bu öyküde gezegeni yok olan bir topluluk, uzay gemileriyle uzaya dağılıp yeni gezegenler arar. Yok olan gezegenlerindeki ormanlarını yeni yurtlarında da yeşertmeye niyetlidirler. Ne var ki gezegenlerini yok eden uzaylılar öyküdeki gemiye de saldırmaya çalışır. Gemidekiler ise kendilerine özgü bir şekilde varlıklarını savunurlar. “Orman bilgeliği” diye bir şey varsa eğer, bu öykü onu içeriyordu. Alıştığımız kurgulardan farklı olmasını çok sevdim.

  2. Kukla (Anıl Şahal): İnsanların yok olduğu ve insansı robotların onların yerini aldığı bir dünyada, kriyojenik bir uyku tüpünde bir bebek ortaya çıkar. Bir gerçek insan. Peki ona kim bakacaktır? Öykünün biraz daha uzun olabilmesini yahut devamında neler olabileceği konusunda bir ipucu olmasını isterdim. Mesela bebek büyüdüğünde ne olacaktı? Bütün robotlar tek bir merkezden yönetiliyorsa, o tek otoriteyi kırabilecek miydi? Hızlıca olup bitti her şey, bizi merakta bırakarak.

  3. İyi Geceler Öpücüğü (Meltem Dağcı): “Robotka” sözcüğüyle tanıştığım bu öykünün gizemli bir atmosferi var. Kadın görünümlü “öpücük atabilen” bir robot ve bir insanın başından geçen bu öyküde, yalnızlığını dindirmek için bir robot satın alan baş karakterin başına pek iyi şeyler gelmez. Gerçek bir öpücüğü satın alamazsınız. Gerçi robotun iyi geceler öpücüğü son derece içtendi. sinsi gülücük

  4. Kızıl Göğün Düşüşü (Kaya Berk İpek): Otoriter bir gücün güneş hariç bütün ışık kaynaklarını yasak ettiği bir distopya olarak başlayan bu öykü, güçlü betimlemeleriyle okuru kendisinin tam ortasında hissettiriyor. Böyle bir yönetim altında yaşamak yetmezmiş gibi bir de savaş çıkıyor ki savaşı başlatanlar neyse ki insanlar değil. Buradan itibaren bir parça destansı hale bürünen öykü içinde umudu da barındırıyor.

  5. Foton Kumbarası (Rıdvan Karlıdağ): Kara delik en sevdiğim gök cismidir desek yeridir. Bu öykünün merkezinde de kara delikler, yani öyküdeki tabirle “foton kumbaraları” var. Spiritüel bir yanı da olan bu öyküyü okurken ayrıca aklıma sicim teorisi de geldi. Sicim teorisine göre bütün atomaltı parçacıklar -dolayısıyla bildiğimiz tüm madde ve enerjiler de- özdeş sicimlerin farklı bir şekilde titreşmesinden oluşur. Bir müzik aleti gibi… Bu yüzden öyküyü sevdim.

  6. Buluttan Uzağa (Batuhan Pozut): Nükleer kış temalı bu öyküde radyasyondan az etkilenen bir bölgeye göç etmeye çalışan bir karakteri okuyoruz. Yalnızlığını, duygularını ve umudunu yavaş yavaş yitirişini, yüreğe tesir eden bir şekilde anlatmış. Ruhsal tasvirleri oldukça beğendim.

  7. Sahipsiz (Zeynep Altuntaş): Zihin soğuran bir robot güç sarhoşluğunda işgal ettiği bir zihne yenilebilir mi? Zihinsel bir savaşı anlatan bu öyküyü okurken robotların her ne kadar gelişseler bile insanlarda olan ruh cevherini taşıyamayacaklarını hissettim. Bir gün robotlarla savaşırsak eğer ruhu olan kazansın!

  8. Makber (Uğur Aydın): Hiç sevdiğiniz birini kaybettiniz mi? Onu tekrar görmenin ağır bir bedeli olsa kabul eder miydiniz? Ölüm, yaşam ve özlem üzerinde düşündüren bir öykü oldu. Sanırım, hayatta bir şeyleri tamamen geride bırakıp vedalaşmayı başaramazsak, kendimiz de yola devam edemiyoruz. Karakterlerin imzalamayı kabul ettiği sözleşme bana bunları düşündürdü.

  9. Mavi Kelebek (Sibel Bozkurt): Zeki ve ruhsal açıdan güçlü bir baş karakterin yer aldığı bu öyküde sınıf ayrımının olduğu otoriter bir toplumda, üst sınıftan bir kadın, alt sınıftan bir adama âşık olur ve onunla kaçmaya cesaret eder. Eğer bir suç işlenirse isyan çıkarmasınlar diye alt sınıfa her şey unutturulurken üst sınıf her şeyi hatırlamaya devam eder. Onların cezası hatırlamaktır. Öykünün kahramanı zekâsıyla ve kanunlardaki bir boşlukla bu durumun üstesinden geliyor. Fakat bazı mantık hataları da yok değildi. Örneğin -spoiler vereceğim, derginin bu sayısını okumadıysanız bir sonraki maddeye geçebilirsiniz- kadın alt sınıfa düşürüldüğünde ona neden önceden yaptıklarını unutturmadılar? Bu yolla yönetime karşı olan üst sınıflar kendilerini alt sınıfa aldırıp isyan çıkarabilirler.

  10. No Woman No Cat (Didem Kazan Sol): Postmodern bir dille yazılmış bu öykü, kadınların ve kedilerin olmadığı bir şehirde geçer. Etrafta yalnızca erkekler dolaşmaktadır. Bir de fareler. Patlayan fareler. Yaşamları parlak değildir pek tabii. Okurken keyif aldığım bir öykü oldu.

  11. Kozmos 103 Uzay Sovyeti (Hüseyin Şimşek): Daha önce bir Sovyet uzay filmi izlemediğim halde -hatta böyle bir film türü var mı, bilmiyorum bile- Sovyet uzay filmi izler gibi hissettirdi. Hatta öyküyü okurken olup bitenleri kafamızda canlandırırız ya… Ben okurken kafamda 1970’ler filtresiyle canlandırdım olup biteni. Tabii öykü 70’lerde geçmiyor, ben öyle hayal ettim. Akıcı bir öyküydü.

  12. Kurnaz Plan (Roman Katz / Türkçeleştiren: Metin Uçar): Diğerlerine göre oldukça kısa olan bu öyküde bir savaş var. Ne olduğunu yazmayacağım ama iOS’çular ve Android’çiler arasında da bir savaş çıkar mı diye merak ettirmedi değil.

11 Beğeni

ROKET DERGİSİ 4. SAYI

Kapağında ay ışığı eşliğinde at binen bir robot savaşçının olduğu Roket’in dördüncü sayısındaki öyküler:

  1. Or (Tunç Kurt): Savaş karşıtı bir bilimkurgu öyküsü. Dünya uzun süredir bir savaştadır ve üç kutba bölündüğü için savaşın bitmesi artık çok zordur. Gündelik yaşam savaşa endekslenmiş; neşeler, heyecanlar durmuş; yeni nesiller savaş için eğitilir olmuştur. Bir askerin tek hakkı ise ölümünü seçebilmektir. Uzaydan gelen yeni bir element sayesinde bir icat yapılır ve bu, savaşın seyrini etkiler. Fakat barışa doğru giden bir icat değildir bu… Savaşı devam ettiren her unsur gibi yok edicidir. Bu dokunaklı öykü hakkındaki eleştirim ise mesajının bazı yerlerde kör göze parmak olarak verilmesi.

  2. En Çok Hayal Ettiğiniz Şey Ne? (Seda Özses): Hayallerinize kavuşmak ister miydiniz? Peki hayalinize kavuşmuş gibi bir sevinç hissetmek ister miydiniz? Bu ikisi arasında beyniniz açısından bir fark olur mu? Bu öykünün merkezinde bu soruya cevap veren bir icat var. İnsanoğlunun ne kadar aptallaşabileceğini ve beynin ne kadar aldatılabilir bir organ olduğunu düşündüm okurken.

  3. İstila (Fatih Selvi): Gezegenleri ölen Keplerliler kendilerine yeni bir gezegen ararlar. Nükleer silahların havada uçuştuğu bir dünya savaşıyla kendi sonunu getirmiş olan insanlığın neredeyse terk edilmiş Dünya’sı, yerleşmeleri için idealdir. İnsan nüfusu hâlâ az da olsa vardır fakat teknolojiyi kaybetmiş, ilkel metotlarla yaşamaktadırlar. Keplerlileri tanrılar olarak ağırlayıp hiç direnmeden köle olmaya razı olurlar. Peki o eski özgürlük kıvılcımı hiç mi yok? Bir kıvılcım, koca bir yangını başlatmaya yetmez mi? Akıcı bir uzaylı temas öyküsü olan İstila’yı seveceksiniz. Başlangıç cümlesinin başarısını vurgulamak isterim çünkü okuru öykünün içerisine direkt çekiyor: “Gezegenimiz ölüyor general.”

  4. Üçleme (Ruhşen Doğan Nar): “Öfke” alt başlığıyla açılan öykü, bir linç ile başlar. Gerçek hayatta da internet ortamında sıkça rastladığımız bu durum, bu sefer sokağa dökülmüştür. Öfkeli bir kalabalık deepfake bir video üzerinden vatan hainliğiyle suçladıkları bir gazetecinin evini taşlamaya gider. Bu kalabalığın arasında baş karakter de vardır. Daha sonra “Mahkeme” başlar. Linç edilen zavallı gazeteci bilinci kapalı bir halde yoğun bakımdadır fakat zihinsel olarak iletişim kurabileceği bir teknoloji vardır. Böylece olanları anlatabilir. Ne yazık ki son derece gerçekçi bir öyküydü. Benzerleri yaşanabilir. Teknolojinin ilerlemesi kitleleri daha da aptallaştırıyor, kitlesel bilinci geliştireceği yerde.

  5. Uzayın Sonsuzluğu Kadar (Şeyda Aydın): 2074 yılında, siberpunk bir ortamda geçen bu uzay operası öyküsü gençliğinde transhümanist, feminist ve kuir bir devrim için savaşmış yaşlı bir kadın olan Asa’nın ötenazi kliniğine gitmek istemesiyle başlar. Bu devrim sırasında Asa’nın sevdiği kadın Ven kayıtlara göre ölmüştür. Gerçek ise farklıdır. Ven sürgünde ve uzak bir gezegende yaşıyordur. Şeyda Aydın’ın daha önce Meltem Dağcı ile yaptığı röpörtajı okumuştum, bu da okuduğum ilk öyküsü.

  6. Babamın Arkadaşı ve Ben (Can Kantarcı): Bir gezegende bir başına yaşayan ve o gezegene iklim sorumlusu olarak atanan baş karakterin, babasının arkadaşıyla yaptığı sohbet var bu öyküde. Samimi üslubu yabancılaşmadan öykünün dünyasına girmenize yardımcı oluyor. Fakat başlangıç kısmı kafa karıştırabilir. Çünkü öykünün evrenine serbest dalış yapıyorsunuz, “Neredeler şimdi? Neler oluyor?” diye sorabilirsiniz fakat bir sayfa sonra alışıyorsunuz.

  7. Makinedir Takılır (Selim Erdoğan): "Kaninoid"lerin yani köpek benzeri robotların icat edildiği bu öyküde Selim Bey, kendisine bir kaninoid alır. Böylece gerçek bir köpeğe bakmanın zorluklarıyla uğraşmak zorunda kalmayacaktır. Fakat her seçimin bir dezavantajı olduğu gibi bu tercihin de bazı sonuçları olacaktır. Kaninoid her şeyi programlandığı gibi yapar ama… Öykünün adında dendiği gibi, “makinedir takılır”. Oldukça akıcı ve merak uyandıran bir öyküydü.

  8. Hemşiroidler (Melisa Parlak): Yaşlılar huzurevine terk edilmektedir. Huzurevlerinde robot hemşireler, hemşiroidler çalışmaktadır. Robotlar her şeyi programlandığı gibi yaparlar. Yaşlılara “iyileştirmeler” uygularlar ve bunu yaparken yaşlıların rızasını sormazlar. İyileştirmelerden geçen yaşlıların bakışları bomboştur. İradeleri yok edilmiş gibidir. Acaba huzurevine terk edilen karakter, kendisini kurtarabilecek mi? Gerilim dolu bir öyküydü. Nefesimi tutarak okudum.

  9. Vicdan Muhakemesi (Emre Bozkuş): Bilinçdışını dışa yansıtan bir cihaz var bu öyküde. Vicdanının mahkemesine sanık rolüyle çıkan, bilinçdışında yatanlarla yüz yüze gelen bir insandır. Bundan sonra hatıraların, duyguların, insanın kendinden bile gizlediği düşüncelerin dökülüşünü görürüz. Öyküden bir parça Oğuz Atay tadı aldım.

  10. Öğötküç (Bleda Gencay Sönmez): İnsanlığın ilk cinayeti… Hâbil ve Kâbil. Yahut Türkçe isimlerle Doğuç ve Soltu. Bleda ve ona doğum gününde bir zaman makinesi hediye eden arkadaşı Oktay, “öğötküç” adını verdikleri zaman makinesini kullanarak Doğuç ve Soltu’nun yanına gider ve Doğuç’u, yani Kâbil’i kardeşini öldürmemeye ikna ederler. Tarih yeni baştan yazılır. Peki bunun bedeli ne olacaktır? Bu sorunun yanıtı öyküde. Öğötküç, Türk Mitolojisi’ndeki zaman tanrısı Öğöt Han’dan gelmektedir. Yazar Türk Mitolojisi ve İslam’ı harmanlamış. Öykü, Bilge Kağan’ın sözleriyle tamamlanıyor.

  11. İlk Temas (Bilge Ozan Kıran): Adı gibi bir ilk temas öyküsü. Yalnız, bu sefer temas eden onlar değil, biziz. Başka bir gezegen keşfediyoruz. Günlük biçimindeki bu öyküde bir doktor pilotun başka bir gezegenden, bambaşka bir türden canlıyı anlama çabasını okuyoruz. Ara ara serpiştirilmiş kısa cümlelerin yarattığı ahengi çok sevdim. Birçok temas hikâyesinin aksine ilerleyen kurgusuyla bitişi, yüzüme bir gülümseme bıraktı. Sayının en sevdiğim öyküsü oldu.

  12. Deli (Mîran Janbar / Türkçeleştiren: Şerif Kaya): Mizahi bir bilimkurgu öyküsü. Başka bir galakside, bir deli koğuşundan kaçar ve olaylar gelişir. Biraz kopuk bir anlatımı olduğunu düşünüyorum. İtalik paragraflar farklı bir mekânda -köyde- düz yazılmış paragraflar farklı bir mekânda geçiyor -uzay gemisinde-. İkisini bağdaştıramadım. Sonuç olarak öyküyü anlayamadım.

13 Beğeni

Hermann Hesse - Bozkırkurdu

“Sihirli tiyatro-Herkes giremez-herkes için değil- Yalnızca kaçıklar için!”

Yazardan ilk kez bir kitap okuyorum. Benim için tuhaf ve zor bir okuma deneyimi oldu. Kitabın anlatımını beğensem de ana karakteri ve fikirlerini maalesef sevemedim. Bu yüzden güç bela ilerleyebildim. Kitap aslında 196 sayfa. Pek uzun değildi.

Hikayede aydın olduğunu ileri sürülen ana karakter Harry Heller’in felsefi derinliği olan sözlerini, ikilemlerini, bir yanı insan bir yanı Bozkırkurdu olan hayvani benliğini veya ruhunu görüyoruz. Bunlar ustalıkla ortaya koyulmuş. Sonuç olarak bir düşünce adamı olan Harry’nin kendisini en sonunda gülmek, dans etmek gibi basitçe şeyler yaparak yaşamayı öğrenmesi için hazların dünyasına bırakması işleniyor…

Kitabın finalini merak ettiğim için okumaya devam ettim. Finalini, sonlara doğru olan o hayalle gerçekliğin kopuşunu beğendim ancak geriye kalan sayfaları okumak -Harry’nin bakış açısından olan kısımlar ve onun fikirleri özellikle- benim açımdan yorucuydu.

13 Beğeni

:closed_book: Uglata - Burak Cem Coşkun

Bilimkurgu türünün yetenekli kalemlerinden Burak Cem Coşkun’un kaleme aldığı Uglata, okuyucuyu distopik bir gelecekte, Yüksek Oligarklar Konseyi’nin hüküm sürdüğü bir dünyaya götürüyor. Bu dünyada yalnızca Konsey tarafından seçilmiş kişiler yazı yazma hakkına sahiptir ve bu yazarlar, Negatif Us (NU) adı verilen gelişmiş bir yapay zekâ teknolojisiyle sıkı bir şekilde kontrol edilmektedir. NU, yazarların düşüncelerini ve parmak hareketlerini izleyerek, onların iradesini hapsedip sadece izin verilen hikayeleri yazmalarına olanak tanır. Ancak, bir yazar, bu teknolojiyi alt etmeye ve dünyanın ilk özgürce yazılan eserini ortaya çıkarmaya kararlıdır.

Uglata, yazarın özgürlüğe ulaşma çabasını, ilginç ve özgün yöntemlerle anlatıyor. Yazar, parmak kinematiği ve alt bilinç üzerinden NU’yu atlatmak için aynadan ters yazmak gibi farklı yazma tekniklerini kullanıyor. Roman, Galata Kulesi’nden başlayarak, Kuzey Arnhem topraklarındaki Aborijin kabilelerinin ritüellerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada geçiyor. Bu çeşitlilik, okuyucuyu farklı kültürler ve yaşam biçimleri ile tanıştırırken, aynı zamanda anlatıcının özgürlüğe olan tutkusunu ve bu uğurda yaşadığı ihanetleri ve zaferleri gözler önüne seriyor.

Kitap, okuyucusuna sadece bilimkurgusal olaylar sunmakla kalmıyor, aynı zamanda özgürlüğün ne kadar değerli olduğunu ve ona ulaşmak için verilen mücadelenin ne denli zorlu olabileceğini de gösteriyor. Burak Cem Coşkun’un zengin hayal gücü, detaylı kurgusu ve karakter derinliği, okuyucuyu hikayenin içine çekiyor ve sayfalar ilerledikçe merak uyandırıyor. Kitap, 155 sayfalık kısa bir hacme sahip olmasına rağmen, içerdiği yoğun ve derin temalar sayesinde okuyucunun zihninde uzun süre yer edinecek bir eser.

Coşkun’un dili ve anlatımı, NU’nun kontrolünü kırmaya çalışan yazarın içsel ve dışsal mücadelesini ustalıkla yansıtıyor. Feynman diyagramları ve zaman sarmalları gibi bilimsel konseptlerin hikayeye entegre edilmesi, hem bilimkurgu severleri hem de derin düşünceyi seven okuyucuları memnun edecek nitelikte. Ayrıca, Aborijin kabilelerinin ritüelleri ve Galata Kulesi gibi farklı kültürel ve tarihi öğeler, hikayeye zenginlik katıyor ve evrensel bir çekicilik sağlıyor.

Uglata, özgürlüğe olan inancı, yaratıcılığı ve direnişi kutlayan, düşündürücü ve etkileyici bir yerli bilimkurgu romanı. Burak Cem Coşkun’un zengin anlatımı, kodeksler, şemalar ve derinlemesine işlenmiş temaları sayesinde Uglata, türün meraklıları için mutlaka okunması gereken bir eser.

13 Beğeni

Köşedeki Yaşlı Adam - Barones Orczy

Polisiye klasiklerinin üçüncü kitabı birbirinden farklı suçların sahne aldığı bir eser. Fakat işin ilginç tarafı suçlar değil, suçları oturduğu yerden çözüme kavuşturan yaşlı bir adam. Bir çay salonunda gazeteci Polly Burton ile paylaştığı detaylar, aynı zamanda elinden düşürmediği ipiyle bambaşka bir figür.

İsmini bile bilmediğimiz bu yaşlı dedektifin çözdüğü suçlar, halkın her gün elinde tuttuğu gazetelere düşen olaylardan bazıları. Bu haberleri okuduktan sonra hiç üşenmeden bu mahkeme salonu senin, şu mahkeme salonu benim kafasında gezinip olaylar içinde yer alan önemli kişilerin fotoğraflarıyla çay evinin mülayim masasını renklendiren, sırf analiz kasan bir amcamız bu. Analizlerini sunuyor ama halka sunmuyor, bu nedenle pek hoşuma gitmeyen dedektif hikâyelerinin ortasında buldum kendimi. Polly Burton ve benden başka kimselerin ruhu duymadı ki. Yani aslında çözüme kavuşan suçları değil, yalnızca dedektifin ilgisini her açıdan cezbeden ve skandal yaratan olayların gerçeğini öğrenmiş oldum. Açıkçası beni tatmin etmedi. Katillerden, hırsızlardan sahtekârlardan bazılarının gerçek yüzlerini herkes öğrenemediği halde, onlar yaşadıkları hayatta yaptıklarının bedelini ödeseler bile içim rahat etmedi. Keşke açığa çıkarılması gereken suçlar, herkes için aydınlatılabilseydi…

Olaylar ve gelişmeler yaşanırken diyalog bolluğu, yersizliği ve karmaşık anlatım tarzı yüzünden hafiften sinir uçlarımla oynadı yazar, yine de dedektifin inanılmaz nokta atışları sayesinde gerçekleri öğrenmeye çalışmak ve meraklanmak keyifliydi. Fakat yazarın dilini sevemedim. Kadın bir yazar olmasına rağmen kadınları aşağılayan bir tarafına şahit olmak pek şaşırttı beni. Daha sonrasında hayatına baktığımda şaşırmamın yersiz olduğunu anladım. Çevirmen, oyun ve roman yazarı, aynı zamanda ressam olan; yaşamı boyunca sanata adanmış bir kişiliğin savaşları değil de barışı desteklemesini beklerdim. Birinci Dünya Savaşı için kadınların erkekleri yüreklendirmesini, savaşa gitmeleri için ikna etmelerini talep etmiş… Bu konuda bir birlik bile kurmuş: İngiltere’nin Kadınları’nın Aktif Hizmet Birliği. Macar asıllı İngiliz romancı Orczy, köklü bir ailenin mensubu bu arada. Aristokrasinin üstünlüğüne inanmış hep. İngiliz emperyalizminin ve militarizminin destekçisi olmuş yaşamı boyunca.

Edebiyat ve sanat ile senli benli bir yaşam sürdüğü halde, siyasi görüşlerinin aşırı uç noktalarda olması çok ilginç. Hayatı hakkında daha fazla araştırma yapasım geldi, çünkü ne yaşadığını merak ediyorum doğrusu. Onu bu kafa yapısına iten sebepler ne olabilir?

Köşedeki Yaşlı Adam, klasikleşmiş polisiye edebiyatının örneklerinden biri. Gizli kimlik, isimsiz bir motif ne kadar heyecan verici görünüyor değil mi? Fakat bu belirsizliğin gittiği yerin de belirsiz oluşu beni yordu. Bazen gerçekler yetmez, gerçekleri duyurmak da lazım arada bir.

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

17 Beğeni

Honcin Cinayetleri - Seişi Yokomizo

Dizinin dördüncü kitabı şu ana kadar okuduklarım arasında en iyisiydi. Bu dizi içinde baz aldım tabii ki. Bir polisiye eserinden çok sosyolojik bir inceleme okudum sanki. Ortada işlenen bir suç, iki kurban, belirsiz katil, saçı başı dağınık bir dedektif çerçevesinde ilerleyen kurgunun iç yüzü aslında bu kadar basit değil.

Bazen ağır okumalarımın sonrasına bir polisiye dozu atıyorum; belki bu türü hafife aldığımdan dolayı böyle yapıyorumdur, emin değilim. Katili öğrenme merakıma yenik düşerek, sayfaları hızla çevirirken kafam dağılıyor. Fakat polisiye edebiyatı okurken insanları suça iten nedenler ve sonuçlar üzerine de bir şeyler okuruz. Genellikle aile içindeki sıkıntılara ve geçmişe dayanan travmatik durumlara rastlarız. Honcin Cinayetleri’nde bu düşünce ilmek ilmek dokunuyor aklımıza. Tabii ki kafamızı dağıtalım ama bu gerçeklerden kaçmadan, bunları içselleştirip üzerinde düşünerek yapalım bunu.

Japon klasikleri okumayı çok severim. Japon klasikleri dizisi sayesinde bir sürü mükemmel yazarla ve tabii ki de iyi edebiyat ürünleriyle tanıştım. Japonların kalemi genelde belirsizlik hissiyatı ve muğlaklık üzerine kurulu. Ve bu kalemlerini polisiye ile gerilime adamışlarsa insan elinden bırakamadan okuyor. O hissiyatın ve karmaşıklığın içinde kaybolmaktan çekinmiyorsunuz belli bir sayfadan sonra. Honcin Cinayetleri de böyleydi işte.

Seişi Yokomizo’nun kalemine bayılmamın bir başka nedeni ise Edogawa Rampo’nun çağdaşı olması ve onun tavsiyesiyle Tokyo’ya gelip yazma serüvenine adım atması olabilir. Japon yazarların birbirleriyle olan etkileşimleri çok hoşuma gidiyor. Yazdıkları türe olan bağlılıkları nedeniyle, el birliği yapmışçasına o türü ve anlatımı ayakta tutmaya çalışıyorlar, ve çok haklı bir eylem… İkinci Dünya Savaşı ve modernleşmeyle gelen yenilikler, edebiyatlarına sıkı sıkıya tutunmalarına yol açmış gibi.

Bir düğün gecesinde işlenen cinayetlerin öncesinde başlıyor her şey. 1937 yılının kış aylarında Okamura köyündeyiz. Köyde zengin ve köklü bir aile var; İçiyanagi ailesi… Olaylar bu aile içinde meydana geliyor.

Düğünün yaklaştığı günlerde uğursuz, gizemli, pasaklı giyimli bir adamın çevrede dolaştığı söylentisi de ekleniyor dedikodulara. Köylerde dedikodu çok olur, özellikle köylerde yaşayan zengin aileler ve toprak sahipleri hakkında. Evin bir de kedisi var, ailenin en küçük üyesine ait bu kedinin olaylarla ne ilgisi var diye sormayın, ben çok şaşırmıştım. :slight_smile:

Bütün insanların gözü bu ailenin üzerindeyken işlerin yolunda gitmesi mucize olur sanki… Sizce düğün sorunsuz bir şekilde gerçekleşecek ve herkes rahat bir uykuya dalabilecek midir?

Japonların geleneksel tutumlarını gözler önüne seren bir kitaptı. Polisiye okurken toplumun analizini okumak da güzel bir taraftan. Modernleşmeye doğru yavaş adımlarla ilerleyen ülkede bir şeyler değişmek üzeredir. Köklü aileler, aristokratlar, feodal düzen içinde yaşayan toprak sahipleri gibi ‘’zengin’’ ailelerin sonu çok uzakta değildir. Toplum bireyselleşme feryatları içinde kıvranırken bu ailelerde yetişen çocuklar, kadın- erkek ilişkileri; hala geçmişin izleriyle, geleneksel davranış ve eylemlerin diri tutulmaya çalıştığı durumlarla devam ediyor. Bu etkenler ise olayların yaşandığı aileye farklı bir bakışla bakmamızı sağlıyor. Yokomizo da bu bakış açısını muhteşem bir üslupla sunuyor bizlere; anlatım tarzı oldukça akıcı ve renkli. Karanlık bir atmosferde, bu renkleri korumaya çalışan dili, karakterlerin bolluğu ve her birinin öyküsü, olay örgüsünün gizemli boyutunu son sayfalara dek devam ettirmesi ve daha birçok şey bana apayrı bir okuma lezzeti verdi.

Çevirmenin önsözünü mutlaka okumalısınız, çünkü yazar ve eserleri hakkında değerli bilgilere parmak basıyor Alper Kaan Bilir. Yokomizo’nun kalemi, bu tip ailelerden- zengin, aristokrat, toprak sahipleri gibi- besleniyor. Ailelerin yaşayışlarındaki kırılma noktalarını, travmaları ve dramları birleştirerek özgün dedektif eserleri ortaya çıkarıyor. Yazardan okuduğum tek kitap olmasına rağmen çok sevdim. Diğer kitaplarının da dilimize çevrilmesini bekliyorum heyecanla.

Her okuru alıp götürebilecek bir eser. Kafa dağıtırken bile insana bir şeyler katan edebiyat dilini göklere çıkarmak için daha neler yazarım neler, şimdilik sadece sizlere önermekle yetiniyorum.

İncelememi yayımladığım platform: Wannart

16 Beğeni

Sonsuzluğun Sonu

Isaac Asimov’dan “gerçekliğin” değiştirilerek yeni gerçekliklerin yaratıldığı böylelikle de geleceğin kontrol altına alındığı bir zaman yolculuğu öyküsüne davetlisiniz. Bu öyle bir davetiye ki kabul ettiğinizde sizi zamanın dokusuna nüfuz ettirerek insanlığın karşılaştığı zorlukları aşıp nasıl potansiyelini sınırsızlığa ulaştığını gösterecek. Size paradokslar ve çelişkiler sunarak gerçekliğin ne olduğunu sorgulatacak. Size mutsuzluğu ve yalnızlığı hissettirerek sevgi uğruna neler yapılabildiğini gösterecek. Size sonsuzluğu gösterip sınırsızlığı verecek.

Daveti kabul ettiyseniz o zaman gerçekliğin değiştirildiği, zorlukların kontrol edildiği Sonsuzluk organizasyonuna hoş geldiniz!

Kitabın ve Asimov’un zekasına hayran kaldığım ilk nokta kitabın kalbinde bulunan bu Sonsuzluk adlı insanlığın geleceğini kontrol eden organizasyonun en ince detayına kadar düşünülmüş olması. Zamanı bir apartman, yüzyılları da bu apartmanın katları ve katlardaki daireleri de yıllar olarak düşünürsek Sonsuzluk’u apartmandaki tüm katlara ve dairelere erişimi olan bir yönetici organizasyon olarak düşünebiliriz. Bu organizasyon zaman yolculuğunun teorik hesaplamalarının yapılmasından iki-üç yüzyıl sonrasında kuruluyor ve insanlığın geleceğini “doğru” rotada tutmak için gerçekliğe müdahalelerde bulunmayı kendine amaç ediniyor. Zamanın “ilerlemesiyle” ve yapılan müdahalelerin çoğalmasıyla da Sonsuzluk’un ihtiyaçları giderek artıyor. Böylelikle Sonsuzluk, zamandan kopartılarak getirilen çalışanların bulunduğu ve apartmanın insanlık tarihi sonuna kadar var olacak olan tüm katlarının arasındaki merdiven boşluklarına yerleşmiş bir ofis haline dönüşüyor.

İşte bu Sonsuzluk yapısı; insanlık tarihi kadar kat bulunması, bazı katlara erişim olmaması, zaman yolcuğu için gereken enerji, zamandan kopartılan çalışanların; görevleri, gerçekliğe zararları, ikili ilişkileri, kişilikleri, cinsiyetleri ve çok daha fazlası kitabın ilk yarısında okuru bir an olsun kaybetmeden akıcı ve merak uyandırıcı bir hikaye içerisinde tek tek işleniyor. Asimov hem hiçbir detayı atlamadan her soruya bilimkurgunun engin dilinde cevap veriyor hem de bu bilgileri ilgi çekici bir hikaye içerisine yedirerek okuru boğmuyor. Bu başlı başına muazzam bir şey.

Bu ilgi çekici hikayenin merkezinde ise; kıvrak ve pratik zekalı, yalnız ve paranoyak bir yapıya sahip, gerçeklik değişimlerden sorumlu en gözde ve saygı duyulan Sonsuzluk çalışanı bir Sonsuz olan Teknisyen bulunuyor. Hikaye, okurun Teknisyen’in amacını tam olarak anlayamadığı bir gerçeklik değişimi ile başlıyor ve zamanda yolculuk yapar gibi bir ileri bir geri giderek her bir Sonsuzluk çalışanının görevlerinin anlattığı bölümlerle devam ederek ilerliyor. Kitabın ilk yarısı biterken yukarı bahsettiğimiz her konu hakkında bilgi vermiş oluyor Asimov ama özellikle bir takım konuları, insanlık tarihi kadar kat bulunmasını ve bazı katlara erişim olmamasını, bilinçli olarak açıklamıyor. Çünkü Asimov o kısımları kitabın ikinci yarısıyla bizi bir Sonsuz’a çevirip zamanla bağımızı kopartmak için kullanıyor.

Kitabın ikicini yarısı tam anlamıyla bir zihin jimnastiği. Asimov ilk yarıdaki gizemli boşlukları o kadar güzel teoriler ile dolduruyor ki, ara ara kitabı kapatıp teoriler üzerine düşünmek, o teorilerin gerçekleştiğini hayal etmek ve o teorilerin yaratacağı diğer olasılıkları tahmin etmek müthiş bir keyif veriyor. Düşünceler içerisine daldıktan bir süre sonra düşündüğümüz teorilerin kitabın devamında gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek için heyecanla kitabı açtığımızda ise Asimov usta üstün zekası ile bir kere daha bizi şaşırtıyor ve dahiyane bambaşka bir teoriyle karşımıza çıkıyor. Bu durum böyle böyle kitabın ikinci yarısından sonuna kadar devam ediyor ve bizi aşırı doz bilimkurgunun yarattığı dopamin patlamasıyla baş başa bırakıyor.

Dopaminin etkisi sürerken Asimov bir de Vakıf evrenine ufak bir göz kırparak tıpkı eski bir dostla uzaktan bakışıp kısacık bir selamlaşma yaşadığımızda oluşan his gibi içimizde bir sıcaklık ve yakınlık hissi yaratıyor. Böylelikle Sonsuzluğun Sonu bizi şu hislerle uğurlamış oluyor; yakınlık ile gelen sıcaklık, düşünme ile gelen neşe ve tahmin edilemeyen farklı düşünceler ile gelen tatmin.

Sonsuzluğun Sonu, sınırsızlığın başlangıcı…

Herkese iyi okumalar dilerim.

24 Beğeni

Resim

Yürüyen Şato - Diana Wyenne Jones

Miyazaki’nin, Yürüyen Şato animesini çok severim. Kitabını okurken haliyle o şahane anime sürekli zihnimde canlanıp durdu. Kitapla anime filmi arasında epey farklılıklar var. Eserde haliyle animede yer almamış bir sürü olay, farklı durumlar bulunuyor.

Kitabın anlatım dilini biraz fazla sade buldum. Okudukça içeriğini sevdiğimi fark ettim. Karakterlere gelince kitapta daha farklılar.

Kitabın baskısı yokken seneler önce e-kitap olarak okumuştum, o zamanlar animeyi kitaba tercih ederdim. Başta yine bu fikirdeydim, ancak ikisini kıyaslamamak daha iyi olacak. Kitabı beğendim. Her şeyden önce animenin yaratılmasına sebep olan kaynak bu. Kalan iki kitabı da merak ediyorum. Tek üzüntüm orada ana karakterlerin Sophie ve Howl olmaması, onları yan karakter olarak görmek olacak…

12 Beğeni