Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Cadılar Dışarıda - Terry Pratchett

Cadılar Dışarıda, komik, absürt ve masallarla dolu bir kitap. Başrolde, Cadı Romanlarının ana karakterleri olan Havamumu Nine, Ogg Ana ve Magrat Sarımsak var. Üç cadı, uzak bir diyara belli bir amaçla gidiyorlar. Tabii aslında üçünün de bu yolculuğa çıkabilmelerinin tek yolu, asla gitmemelerini söyleyen bir peri annenin sözleri oluyor…Sonrasında masallardaki mutlu sonlara müdaheleler, iyi olduğunu sanan kötülerle mücadeleler görüyoruz. Bir de ölümün cisimlendirilmiş hali olan ÖLÜM karakteri var, havalı ama soğuk bir gerçeklik gibi kitapta duruyor. En azından benim için öyle…

Kitapta en renkli olay, Gollum’u görmek oldu ve epey komikti. Cadı Kirke’ye küçük bir atıf da gördüm. Kitabın dili fazlasıyla akıcı, sürükleyiciydi. Sayfalar birden su gibi akıp gidiyordu.

17 Beğeni

Eğer Kötü Olsaydık

Ünlü bir sanat okulunda Shakespeare oyunları üzerine eğitim alan 7 kişilik tiyatro öğrencilerinden oluşan oldukça yakın bir arkadaş grubu var. Bu arkadaşlar gerek sahnede gerekse sahne dışındaki sıradan muhabbetlerinde bile Shakespeare soluyor, çeşitli Shakespeare oyun replikleriyle iletişim kuruyorlar. Oldukça kapalı da bir grup, başka bölümlerle veya istisnalar olmakla beraber başka sınıflarla bile çok fazla muhatap olmuyorlar. Dördüncü yıllarına geldiklerinde artık gruptakiler için oyuncu seçimlerinde genelde kendini tekrar eden seçmeler yapılırken senenin ilk oyunu ile beraber beklenmedik bir rol dağılımı ile grubun dinamiklerinin bundan etkilenmesi belki de grup üyeleri için sonun başlangıcı oluyor. Kitap, Oliver adlı anlatıcı karakterin cinayetten aldığı hüküm sonucu 10 yıllık tutukluluğunun ardından serbest kaldığı gün başlıyor ve dava ile ilgilenen dedektife yaşananları bu sefer kendi gözünden anlatması ile okuldaki son yıllarına dönmesi ile ilerliyor.

Shakespeare -Hamlet, Kral Lear, Romeo ve Juliet oyunları- hakkında yüzeysel de olsa bilginiz varsa ve dark academia türünde okuma yapmaktan hoşlanıyorsanız, kitabın çeviri sonrası düzeltilerinin özenli yapılmamış olmasına rağmen akıcı bulacaksınızdır. Hikayenin plot twisti diyebileceğimiz nokta ise derinliksiz karakterler nedeniyle öncesinde tahmin edilebiliyor. Bu nedenle keşke karakterleri daha derin bir şekilde sunabilseydi, fiziksel özellikleri bile maalesef karakteristik özelliklerinden daha ön plandaydı. Spoiler olduğunu düşünmesem de spoiler içinde yazmam daha doğru olur sanırım. Açık uçlu bir son var ki bunu sevdim. Kesinlikle seri olmayacağını da söylemiş yazar, bence de farklı olasılıklarla bu son böyle daha etkileyici.
Yazarın ilk kitabıymış okurken Gizli Tarih esintilerini fark ediyorsunuz. İnsan ister istemez iki kitabı karşılaştırıyor, sürükleyici ve kolay ilerlemesine ve gördüğüm kadarıyla benimle aynı şekilde düşünmeyen okuyucular azımsanmayacak kadar çok olsa da benim için Donna Tartt kaleminin gücü, kurgusuyla ve karakterlerinin derinlikleri ile başka bir yerde.

16 Beğeni

Böyle Şeyler Olabilir mi? - Ambrose Bierce

Ambrose Bierce, Edgar Allan Poe ile birlikte Amerikan gotik edebiyatının kurucularından sayılan bir yazar. Önsözde yazılan bilgilere göre sık sık Poe ile kıyaslanmış, kendisi bu durumdan pek hoşnut değilmiş. Eleştirmen, köşe yazarı, şair ve öykü yazarı olan Bierce hicvi ve sivri dilliliğiyle tanınıyormuş. Gotik edebiyata iç savaşı, Çinli göçünü ve altına hücum gibi Amerika’ya özgü konuları katmış. Bierce’nin ölümü için ise tam bir muamma deniliyor.

“Böyle Şeyler Olabilir Mi?” isimli kitap, yazarın kısa korku öykülerinden oluşuyor. Derlemede toplamda 24 adet öykü var. Edebiyatta gerçeklikten nefret eden yazarın bu öykülerinde, fantastik unsurlar yüksek ve psikolojik taraflar da mevcut. Bierce’nin öykülerinin özellikle sonlarını çarpıcı buldum, beğendim. Bazı karakterleri ise nahoş buldum. Genel olarak sıkılmadan okudum.

Ayrıca kitabın künyesinde editörden tutun çevirmene, redaksiyona ve Türkçe redaksiyona ve tashihe kadar birçok emeği geçen kişiden bahsedilmiş, biyografilerine yer verilmiş. Sanırım bir yayınevinde ilk kez böyle detaylı bir şey gördüm, ilgimi çekti. Bunu da belirteyim. :slightly_smiling_face:

18 Beğeni

Kitabın çevirisi nasıldı acaba? Hakkında karışık şeyler duymuştum, siz okurken bir sıkıntısıyla karşılaştınız mı?

1 Beğeni

Çevirisi bence iyiydi. Sadece başta devrik cümleler biraz fazla gibi geldi. Onun dışında bir sıkıntı yoktu, okunaklı, gayet akıcıydı. :slight_smile:

2 Beğeni

Detay? Halka Dünya devam kitaplarina dair yorum bekledim ama yok sanirim.

2 Beğeni

Müthiş bilgilendirici bir kitap. Kısa ve öz. Bir sürü ilginç bilgi not ettim. İşte bazıları:

2500 seneEskiden insanlar beynin tek işlevinin kanı soğutmak olduğunu sanıyorlardı

Hipokrat düşüncelerin kalpte değil beyinde olduğunu iddia etti

Bazı böceklerin nöronlari insanlardan daha karmaşıktır. Insanı zeki yapan nöronların bağlanma biçimidir

İmpuls voltajı çok düşüktür, 0.1V kadar

Maymunların çene kası beyinlerine baskı yapar ve büyümelerini engeller. İlk insanın çene kası bir mutasyonla zayıf doğduğu için beyninin büyümesine olanak tanımış olabilir

Pişmiş yiyecekler tüketmek bağırsakların daha az çalışmasına ve küçülmesine yol açtı. Bu şekilde beyine daha fazla enerji kaldı

Beynin iki yarım küresi Korpus Kallozum adlı bir sinir yolu ile bağlı. Bu bağ kesilirse benlik duygusu ikiye ayrılır

Bilgiler tekrar edildikçe nöronlar arasındaki bağlantı kuvvetlenir ve birbirlerini tetikleme olasılıkları artar

Kan beyindeki nöronların ancak %3’ünü yüksek düzeyde çalıştıracak kadar enerji taşıyabilir

18 Beğeni

images (1) (4)

Yahu 100 sayfa dünya tarihi okudum bir satır not alacak bilgiye rastlamadım arkadaş. Allah sizi inandırsın 500 sayfalık kitaplar 200 sayfalık olanlar kadar fayda sağlamadı bana. Hani dedim belki ilk bölümler böyledir, 1. Dünya Savaşı’na atlayayım belki farklı olur dedim ama yok, safi yorum veya yazarın kendi yorumuna yorum şeklinde ilerliyor. YouTube 'da Crash Course’un dünya tarihi videoları bile daha bilgilendiriciydi. Puanım 5/10

13 Beğeni

Kitap incelemelerine dair taradığım son başlıktı, sonunda bu da bitti. Yazan, okuyan herkesin ellerine sağlık.

8 Beğeni

Kızıl İsyan: Kızıl Yükseliş

Renklerden oluşmuş bir kast sistemi ve özünü Sparta’dan alan bir kültür. Sistemin yönetici konumunda acımasız, kibirli, güçlü, hırslı, zeki ve güzel Altınlar, en altında vasıfsız işçi konumunda itaatkar, zayıf, disiplinli, sevecen ve eğlenceli Kızıllar. Ve çeşitli konumlarda diğer alt renkler. Pierce Brown’nun zihnindeki insanlık geleceği, belki de bugünü.

Bilinmeyen bir zaman önce insanlık güneş sistemine açılmış ve güneş sistemini kolonileştimeye başlamıştır. İnsanlık güneş sistemiyle (uzay) olan amansız savaşında güneş sistemini evcilleştirebilmek için gelişmek zorunda kalmış ve bu nedenle genetik bilimlerinde müthiş başarılara imza atmıştır. Uzayın zorlu koşulları için genetiği özel olarak değiştirilmiş insandan daha güçlü ve daha dayanaklı insanlar üretilmiş ve bu insanların farklı oldukları belli olsun diye göz ve saç renkleri kodlanmıştır. Uzayda yapılacak olan işlerin iş bölümünün yapılmasıyla da özel olarak yetiştirilen insanların çeşitleri artmaya başlamış ve renklerin kast sisteminin kurulması tamamlanmıştır. Sonrası ise; güçlünün güçsüzü ezmesi, güçlünün kalabalık güçsüzleri itaat etmenin güzelliğine, kolaylığına ve zorunluluğuna inandırması ve kalabalık güçsüzlerin üstünden geçinmesi… Yani siyaset, politika.

Kızıl Yükseliş renk kast sisteminin kurulmasından on yıllar sonra Marsın yer altı tünellerinde cehennemDalgıcı olarak çalışan ana karakterimiz Darrow ile başlıyor. Darrow duygusal açıdan tipik bir kızıl. İtaatkar, disiplinli, kendi için değil “Toplum” için yaşayan ve Toplum’a inanan biri. Fiziksel açıdan ise Mars’ın zor yaşam şartlarına ve cehennemDalgıcı işine uyum sağlayacak şekilde sağlam yapılı, güçlü ve çevik. Fakat Darrow’un tüm kızıllar içerisinde öne çıkmasını sağlayan en büyük özelliği; zekası.

Darrow keskin ve pratik zekasıyla “kutunun dışında” düşünebilen biri. Bu da onu Ares’in Oğulları olarak bilinen ve kızıl halkın özgürlüğü için çalışan kızıl isyancılar için bulunmaz bir nimet haline getiriyor. Kitap ilk bölümüyle bize Darrow’u tanıtarak Darrow’u harekete geçirecek olan olayları sunuyor ve Silo kitabının başındaki sürprize benzer bir sürprizle bölümü kapatıyor.

Kitabın ikinci bölümünden itibaren Darrow itaat etmek için yaşamayı bırakmış oluyor ve amacı halkını kölelikten kurtaracak olan devrimi başlatarak renk sistemini yıkmak olan bir silaha dönüşmeye başlıyor. İntikam duygusu ile doluyor.

Fakat Darrow Altınların gözünde böcekten farksız olan bir Kızıldır. Nasıl üstün renklerin arasında yükselerek gücü eline geçirmesi ve haklını özgürlüğe götürmesi beklenebilir ki?

Pierce Brown bu sorunun ilk ayağı olan fiziksel “dezavantajı” Cyberpunk 2077’deki kasaplara benzer meslek icra eden oymacılar ile çözüyor. Kızıl Darrow oymacının masasında uzun ve acılı operasyonlar dizisiyle köle halkının öfkesini barındıran Altın Darrow’a dönüşüyor. Tabi ki sadece fiziksek olarak Altın olmak kültürel farkları yok etmiyor ve acının yanına bir de yoğun kültürel eğitim dersleri ekleniyor. Yazar bu bölümde Darrow’u değiştirirken bize Altınların “çarpık ahlakını” sorgulatıyor ve fark ettirmeden bizi öfke çemberinin içine doğru sürüklüyor.

Oymacı ve “eğitimci” sayesinde Darrow’un fiziksel ve kültürel sorunu halledilmiş oluyor. Artık geriye Altın olarak yükselerek sistemin tepesine çıkmak kalıyor. Bunun da yolu Akademi’den geçiyor.

Akademi…

Kitabın büyük kısmının geçtiği yer burası. Fakat burası sıralarda oturulup kitapların ezberlendiği ve sınavların yapıldığı bir yer değil. Burası Suzanne Collins’in Açlık Oyunları ama çok, çok daha fazlası. Açlık Oyunları kitabındaki oyunları hatırlarsanız oyunlar başkentin köleleştirdiği 12 mıntıkadan her biri erkek ve kız olacak şekilde gelen çocukların değişken bir arenada toplanarak birbirleriyle ölümüne mücadelesinden oluşuyordu. Dolayısıyla bir - iki mıntıka hariç çocuklar hazırlıksız, aç ve güçsüz oluyorlardı. Kızıl Yükseliş’de ise durum apayrı. En başta Altınlar genetik olarak insandan üstün yaratılmış olanlar. Akademiye gelmeye hak kazanan Altınlar ise bu genetik üstünlüğü en üst seviyeye taşıyanlar. Hızlı, çevik, güçlü, zeki ve acımasızlar. Ayrıca tüm hayatlarını Toplum’un kendilerine öğrettiği “Güçlüysen, Alırsın” felsefesine göre yaşayarak kibirle dolmuş olanlar.

İşte Pierce Brown Kızıl Yükseliş kitabında bize bu caniler arasındaki Açlık Oyunlarını sunuyor ve tabi ki oyunlara minicik bir fark daha eklemeyi ihmal etmiyor. Açlık Oyunları 24 kişinin birbirini katledip tek kazananın olması üzerine kuruluyorken, Kızıl Yükseliş’in akademisi herhangi bir hanenin kazanması üzerine kuruluyor. Akademide 13 hane (Apollo, Bacchus, Ceres, Diana, Juno, Jupiter, Mars, Mercury, Minerva, Neptune, Pluto, Venus, ve Vulcan) ve bu hanelerde toplamda 1200 öğrenci bulunuyor. Bir takım seçimler sonucu öğrenciler hanelerine yerleştiriliyor ve yine bir takım avantajlarla oyun alınındaki kalelerine bırakılıyorlar. Buradan sonra artık kural yok. Amaç tüm haneleri köleleştirerek oyunu kazanmak. Fakat büyük bir sorun var. Bu kibirden dolup taşan Altınlar nasıl kendi hanelerinde lider seçecek ve hayatta kalmak için gereken basit işleri birbirlerine nasıl yaptıracaklar? Diğer hanelerle nasıl ittifak kuracaklar? Kim kime güvenebilir?

Kitap boyunca bir yandan akademi oyunun dehşet verici gerçeklerini; tuzaklarını, yalanlarını, ihanetlerini, canice planlarını ve ölümlerini izliyorken bir yandan da Darrow’un iç çelişkilerine, öfkelerine, demokrasi görüşüne ve acılarına tanıklık ediyoruz. Sayfalarda ilerledikçe yazar bizi tıpkı bir sapanın yayını gerer gibi gererek derinlere doğru çekiyor ve derinlerdeki karanlığın içindeki dehşete maruz bırakıyor. Darrow’un öfkesini ve hiddettini hissettiriyor. Ve sonra yayı bırakıyor. Darrow’un öfkesi, öfkemiz, serbest kalıyor. Öfkemizden Olimpos titriyor.

Yazar, kitabın omurgasını oturttuğu akademi oyunlarıyla, oyunlardaki zekice planlarla ve olayları çok uzun anlatmayan kalemiyle kitabın içinde muazzam ivmelenme yaratıyor. Özellikle sonlara doğru kitap öyle bir ivme kazanıyor ki kitap sırtımızı koltuğa yapıştırıveriyor. Böylece yazar, kitabı bitirdikten sonra üzerimizde ikinci kitabı açmak için büyük bir açlık bırakmış oluyor.

Herkese iyi okumalar dilerim.

18 Beğeni

YENİ DÜNYA - SABAHATTİN ALİ

Sürprizbozan içerir.

Kitap 13 öyküden oluşup adını, içindeki hikayelerden biri olan Yeni Dünya’dan almakta.

Yazar, kendi başından geçen olayları şaşırtıcı ve doğal bir üslupla ele alıyor.

Kahramanlar, başta kendi ve çevresinde olaylara tanık olan ve olayları yaşayan kişilerden oluşmakta.

Yazarın bakış açısının hiciv dolu bir gözlemle köylü ve kentli arasındaki uçurumu bizlerin göz önüne sermekte. Kimi zaman işgüzar memurlar, gözü açık devlet görevlileri, görevini kötüye kullanan kişiler olayın ağırlık konusunu oluşturmakta. Bunun yanında zevk ve sefa düşkünü insanların ailelerine verdikleri zararlar, kötü kişi olarak değerlendirilecek kişilerden beklenmeyecek vicdan muhasebeleri, bir hastane odasında ölümü bekleyen kişilerin son günlerini yaşamalarına rağmen gündelik telaştan sıyrılamamaları, bu durumu fırsat bilen yakınların ölümü dahi kendi çıkarına kullananları anlatmakta.

Kimi zaman yoksul Anadolu insanının çaresizliği, yalnızlığı, açlığı ve hastalıklara mahkum edişinden bahsedilmekte. Kahramanlar elinden geleni yapar, ailesini ve kendini zorlu koşullara karşı koymaya çalışırken kimi zaman devlet görevlilerinin kimi zaman kendilerini hor gören şehirli kişiler tarafından hor görülerek aşağılanmaları anlatılmakta.

Yazar bazen olayların içindedir, çaresizlikleri görür ancak kötü sonuçlanan olaylar karşısında vicdan muhasebesi yapıyordur.

Anadolu’nun “küçük insanlarını” aşklarını, küçük çıkar çatışmalarını, efsanevi mutsuz son hikayelerini son derece başarılı bir gözlemle anlatır bunu yaparken betimlemeleri güzel kullanır. Sıcağı soğuğu keskin havayı teri size oradaymışcasına hissettirir.

İyi okumalar

11 Beğeni

Marquez’in öykü kitaplarından en çok beğendiğim oldu “On İki Gezici Öykü”. Kitabın adını nereden aldığının keyfini okuruna bırakıp, beğendiğim öykülere geçmeden önce, yarım düzine öykü kitabına binaen genel yorumlarımı aktarmak isterim:

Marquez öykülerinin beslendiği temel 3 konu var, bunlar ölüm, cenaze ve hayat kadınları. Kimi tokat gibi sert, kimi “büyülü gerçekçilik” terazisinde sufle gibi yumuşacık kalmış bir tatlı sihrin içinde. İkisinden de güzel örnekler var ama ben daha çok "fantastik edebiyat"a meyilli olduğumdan, bu ikinci kısma çekildim. Şunu da eklemek isterim ki, Latin Amerika edebiyatında siyasetin, darbelerin vb. etkisinin büyük olması bana hep üzücü gelmiştir çünkü “daha güçlü olanın” parmağının karıştığı cânım ülkeler bu yapay gerçekliğin cefasını çekerken, erk sahipleri gündelik hayatın lüks dertlerinin zevküsefasına, kafasına estiği gibi yazıp çizip, üstüne “dünya edebiyatı” literatürünü domine etmiştir.

Gelelim öykülere,

İyi Yolculuklar Sayın Başkan,

Bedeni de kariyeri gibi yorgun düşmüş devrik bir lider, hastane çıkışında aracına bindiği ambulans şoförünün kendi hayranı olduğunu öğrenir ve sohbete koyulurlar. Ev ziyareti sonrası karşıt görünen kutba şoförün eşi de katılır ve hikâye zenginleşerek sonlanır.

Uyuyan Güzelin Uçağı,

Çok güzel bir durum öyküsü. Uçuş öncesi etkisine girdiği kadının yan koltuğunda oturduğunu gören kahramanımız, yolculuk boyunca gözünde uyku bandıyla kadını izler, hayaller kurar, duygularını paylaşır. Frasier’de Niles’ın Daphne’nin her geçisinde kokusuyla mest olması için bile “şimdinin woke kültüründe linç edileceği” yorumlarını okuyunca bu hikâyenin de günümüzde yazılmasının zor olduğunu düşünmek insanı efkârlandırıyor.

“Kendimi Rüya Görmek İçin Kiralıyorum”,

“Büyülü gerçekçilik” etkisinde kaldığımız ilk güzel öykü. Pablo Neruda’nın varlığı "Il Postino"yu akla düşürüyor. Gördüğü rüyalarla insanlardan para ve konaklama hakkı sağlayan bir kadını, kahramanın yolculuğuna eşlik ederken, onun ağzından dinliyoruz.

Maria Dos Prazeres,

Maria yaşlanmış bir hayat kadını. Öleceğini gördüğü bir rüyanın etkisinde kendi mezarını bile yaptırır ve ölümü bekler. Fakat yorumu bambaşka bir kapıya açılacaktır. Bu öykünün resimli “Öyküler” kitabına alınmış olması, kitabı çocuklar için alacak okurlara küçük bir sürpriz yaratacaktır.

Senora Forbes’in Mutlu Yazı, İçeriğe nazaran ironik başlıklanmış bu öyküde, bakıcılarından nefret eden iki kardeşin ondan kurtulmak için yaptıkları planlara karşın, kadının yaşantısındaki sırrın açığa ne şekilde çıktığı kısa hikâyenin vuucu sonunu teşkil ediyor.

Işık Su Gibidir,

Bitiş şahane olmuş çünkü son iki öykü yine “büyülü” gerçekçiliğin Cortazar’a, Buzzati’ye yaklaşan örneklerini vermiş. Bu kısacık öyküye adını veren baba söyleminin evde verilen partiye etkisini yine vurucu finalde okuyoruz ve masalsı bir tatla mahalleye veda ediyoruz.

Karda Kan İzlerin,

Lynch’in Wild at Heart ile Oz’a yaptığını Marquez sanki Disney prenseslerine yapmış, parmaktan çıkan kanı masumiyetin kaybına metafor olarak da düşünebiliriz. "Neden"in ve "nasıl"ın irdelenmeyişi, büyülü gerçekçiliğin sunduğu zırhın avantajlarından biri. Sürpriz bir şekilde hikâye baş kişisini değiştiriyor önce kızın sonra oğlanın gözünden ilerleyerek çekilmemiş en güzel Fargo sezonunu izliyoruz.

Daha az etkilendiğim iki öyküyü de ardına iliştireyim,

Ağustos Korkuları,

Erken dönem gotik edebiyata selam durulmuş kısacık bir hikâye. Şatoda geçiyor.

Poyraz,

Marquez öykülerine sinmiş dördüncü tema diyebileceğim (yukarıdakilerde de var) “batıl inanç” ve ölüm korkusuyla yoğrulmuş, yine kısacık bir hikâye.

Okurken koptuğum diğer üç hikâyeyi de ismen geçeyim: Azize, “Ben Yalnızca Telefon Etmeye Gelmiştim” ve Zehirlenen On Yedi İngiliz". Ortancası senatoryumda geçiyor ve paranoya teması var, fakat koptum gitti gece vakti.

En nihayetinde 9/12 sevdiğim bir antoloji olmuş. Öykücülüğüne kulak vermek isteyenler için en uygun kitap olabilir. Haberciliği nezdinde "Yüzyılın Skandalı"nı da edinmek lazım zira öyküler ve haberler yazınında iç içe.

Son olarak, not aldığım üç alıntıyı da paylaşıyorum, özellikle sonuncusu hem yazarın hem çevirmenin akıcı diline örnek teşkil edecek güzellikte.

“Her zaman derim ya, insan resimlerde, gerçek hayatta olduğundan çok daha çabuk yaşlanıyor.” (İyi Yolculuklar Sayın Başkan, S.23)

“Dünyanın hiçbir hastanesinde, bir ambulans şoförü için sır diye bir şey yoktur.” (İyi Yolculuklar Sayın Başkan, S.25)

“Yemek bitince ışıkları söndürdüler, hiç kimse için olmayan bir film koydular ve biz ikimiz dünyanın yarı karanlığında baş başa kaldık. Yüzyılın en büyük fırtınası geçmişti, Atlantik’te gece uçsuz bucaksız ve berraktı, uçak yıldızların arasında hareketsiz gibi görünüyordu. O zaman onu saatler boyu karış karış seyrettim ve algılayabildiğim tek hayat belirtisi, suyun üzerindeki bulutlar gibi alnından geçmekte olan rüyaların gölgeleri oldu.” (Uyuyan Güzelin Uçağı, S.69)

Çevirmen: İnci Kut.

16 Beğeni

Kan Bağı - Işıkyaratan 4

Kan bağı, Sakat Göz de olduğu gibi yine büyük bir ara kitap olmuş. Finalden bir adım öncesinde daha fazlasını beklediğim bir kitaptı. Aslında okurken pek çok şey oluyormuş gibi geliyor ama ana hikaye çoğunlukla yerinde sayıyor. Genelde gözümde 3.5 luk kitapları 4 e yuvarlayıp puanlarım ancak Kan Bağı hem serinin geldiği nokta hem de sahip olduğu büyük potansiyelin doğru kullanılamadığını düşündüğümden 3 e yuvarlandı.

Ağırlıklı olarak Kip gözünden Kan Ormanlarında bir gerilla savaşı yürütürken Kip’in yavaş yavaş ( çok mu yavaş? ) bir lidere dönüşmesini okuyoruz. En aksiyonlu ve tempolu POV ler bu kısımlar olup keyif verecek iken Kip ve Tisis’in yatak maceralarına o kadar dalıyoruz ki… Bilemiyorum, normalde bu sahneleri keyifle okurum :slight_smile: ama karakter gelişimine yazarın düşündüğü kadar katkı sağlamadığı gibi kitabın temposunun da ağzına ettiklerinden beni bile darladılar.

Gerçi Weeks in böyle bir tarzı ve huyu var, doğru olmayan yerlere çat diye farklı bir sahne sıkıştırıyor. İkinci en çok okuduğumuz POV Teia mesela, Teia hayatının en önemli görevinin ortasında iken bir anda alakasız bir asker ona asılmaya başlıyor. Paragraf paragraf onu başından savmasını falan okuyoruz. Weeks abi bu karakterle en gergin, en heyecanlı olmamız gereken yerlere girmişiz neden yine temponun ağzına ettin?

Neyse, bu tarz tercihleri hep var aslında yazarın ama bu kitapta puanını bir adım aşağı çeken belki Gavin/Dazen/Andross ilişkilerini ele alışı oldu benim adıma. Serinin başından beri Gavin karakterini sevsem de Andross Guile karakteri belirdiği her sahnede zekası ve entrikaları ile ayrı bir tat veriyor. Spoiler a girmeden bu kitapta Weeks in twist gibi sunduğu bir takım yeni bilgilerin, karakterlerin önceki kitaplarda oluşan yapılarını bozduğunu söyleyerek buruk bir tat bıraktığını belirtebilirim.

Önceki ilk üç kitapta merak ettiğimiz pek çok bilgiyi Kan Bağında alıyoruz. Körelten Hançer’in yapısı, prizmalık, Guile lerin geçmişi, tarikat ve amaçları, daha önce hakkında çok az bilgimiz olan diğer lüksinler vs.

Kan Bağı yine epik fantazi açlığı duyduğum bir döneme denk gelen bir Işıkyaratan kitabı oldu. Beğendim, eğlendim, yer yer coştum. Yorumum biraz negatif gibi oluşsa da serinin sonuna yaklaşırken daha bir yüksek beklentide bulunmamdan kaynaklı diyebilirim. Umuyorum bu bilgiler maceranın epik bir finale ulaşmasında iyi bir ön hazırlayıcı olarak kullanılır ve son kitap ile beraber iyi bir seriyi daha raflarımıza katmış oluruz.

21 Beğeni

Kızıl İsyan: Altın Oğul

Dikkat! Bu kitap sizi hayattan uzaklaştırabilir. Bu kitap dostlarınızla, ailenizle ve sevdiklerinizle vakit geçirmenize engel olabilir. Bu kitap yemek yemeyi, su içmeyi ve nefes almayı unutmanıza neden olabilir. Mümkünse kitabı uzun süreler okumamaya özen gösterin ve kitabı okurken sizi hayata geri döndürecek olan kısa aralar vermeyi ihmal etmeyin. Sık sık ama azar azar okuyun. Ara vermek isteyip de veremediğiniz durumlar için lütfen uzmanlardan oluşan ekibimiz ile irtibata geçin.

Pierce Brown’nun insanların doğduğu renklere göre hizmet ettiği toplumdaki kızıl renklerin isyanını anlattığı bilimkurgu ve distopya türündeki serisinin ikinci kitabının ilk sayfasına yukarıdaki ‘sahte uyarı’ yazılmalıydı. Belki o zaman “bu bölüm de bitsin, bu bölüm de bitsin” diyerek saatlerce kitabın başından kalkamaz hale gelmezdim. Belki o zaman kitap okumaktan artık gözlerimin şiştiği ya da kitabı kapatmam gereken (iş, gezi, uyku vb.) anlarda kararsız kalmazdım. Belki o zaman kitaba bu kadar hazırlıksız yakalanmazdım. Belki de… Belki de hiç bir şey değişmezdi.

Bu hale en son Üç Cisim Problemi serisini okurken gelmiştim.Tıpkı o zaman olduğu gibi bugün de zihnim kitabın sayfalarının arasına sıkıştı ve kitabı ellerime yapıştırdı. Kitap her dakikasından zevk aldığım ve bu nedenle elinden kurtulamadığım bir zevk hapishanesine dönüştü. Hapishane hücresinden kafamı çıkartmaya çalıştığımda beni yeninden içeriye doğru iten gardiyan ise; kitabın soluksuz bırakan temposu oldu.

Yazar,serinin ilk kitabı olan Kızıl Yükseliş kitabında bize renklerin sistemini sunmuş, devrim için gereken alt yapıları oluşturmuş ve devrimi başlatacak olan ana karakterimiz Darrow’u Altın okuluna gönderip Altın yapmıştı. Dolayısıyla ilk kitabın ölçeği Altın okulundaki acımasız çocuklar seviyesinde kalmıştı.

Fakat Altın Oğul’da bu ölçek paramparça oluyor. Altın Oğul’da bu çocukları yetiştiren, renk sistemini kuran, gezegenleri fetheden, uyduları küle çeviren, binlerce renk öldüren ve milyonlarca renk öldürebilecek olan ailelerle, Eşsiz Yaralılarla, Olimpik Şövalyelerle tanışıyoruz. Altın Oğul’da ihanetin, kibrin ve vahşiliğin gerçek anlamını görüyor; ölümü, fedakarlığı, köleliği ve özgürlüğü yaşıyoruz.

Altın Oğul, Kızıl Yükseliş kitabının bıraktığı yerin 2 yıl sonrasında başlıyor. Başlar başlamaz da bizi uzay savaşının son hamlelerinin yapıldığı savaş odasına bırakıyor ve bize içerisinde binlerce rengin bulunduğu uzay mekiklerinin dansını izletiyor. Yazar bu dansı, Kızıl Yükseliş’in sonlarına doğru ulaştığı dünyanın en hızlı ivmelenen arabası Dodge Challenger SRT Demon 170’in ivmelenme kapasitesini Altın Oğul’a taşımak için kullanıyor ve uzay mekiklerinin boşluktaki çarpışmalarının yaşandığı nefes kesen aksiyonlar ile de bunu kolaylıkla başarıyor. Fakat burada okur olarak fark etmediğimiz şey; yazarın bizi bu araçtan indirerek büyük bir kara deliğin çekim kuvvetinden kaçmaya çalışan bir uzay mekiğine bindirmiş olduğu oluyor. Biz farkına bile varamadan yazar bizi mekiğin koltuğuna oturtmuş ve kemerimizi bağlamış oluyor. Artık kaderimiz kaptanımız elinde. Kaptanımız da kurtuluşumuzun hızlanma olduğunun farkındalığı ile hızımızı arttırdıkça arttırıyor. Altın Oğul’un bizi soluksuz bırakan temposu işte az çok buna benziyor. (Çoğu var, azı yok şeklinde)

Pierce Brown’nun bizi Altın Oğul’a bağlarken kullandığı tek silah sadece sürekli artan tempo da değil. Yazarın bir silahı daha var. O da tahmin edilememe, şaşırtma.

Kızıl İsyan evreni kuruluşu itibari ile ihanete ve oyun içinde oyun konseptine zaten çok yatkın. Bu nedenle kitaptaki olaylar, savaşlar, hiç beklenmedik şekilde sonuçlanarak sürekli okuru diken üstünde tutuyor ki yazar da zaten bu beklenmeyen sonuçları zekice kurgulayarak bunları tempo arttırıcı indikatörler olarak kullanıyor. Ayrıca beklenmeyen sonuçlar yalnızca ihanetlerden veya gizli planlardan da oluşmuyor. Yazar savaşın gidişatını organik olarak kurguluyor ve savaş öncesi yapılan planların ufacık yanlış bir hamle ile, zamanla hatası ile veya merhamet ile nasıl bozulabileceğini veya tersine dönebileceğini gösteriyor. Böylelikle okur her anı ayrı ayrı savaşlarla (uzay savaşı, gezegen çıkartması, baskınlar, düellolar, suikastlar) dolu kitapta sürekli merak içerisinde tutuluyor.

Yazar, kaptanımız, “Savaş- Merak- Gizem” üçlüsünü roketimizin itici gücü olarak kullanıyor ve biri yanıp tükenince diğerini yakmaya başlıyor. Hızlanma böylece kurtuluşa ulaşacağımız sona kadar devam ediyor.

Ama o son, o son. Tam kara delikten kaçacak yeterli ivmeyi kazanmışken motorların susması. Sessizlik. Bilinmezliğe doğru çekilirken hissedilen duygular tufanı. Ve boşluk. Hissizlik. Altın Oğul’un sonu.

Herkese iyi okumalar dilerim.

17 Beğeni

Annie Ernaux -Seneler

Yıllar sonra video ekledim. Konuşmayı unutmuşum resmen. :slight_smile:

Tekrar akış sağlamak, platformda tutunmak için birer izlemenizi ve beğenizi rica edeceğim zahmet olmazsa.

10 Beğeni

sevilla-berberi-veya-nafile-tedbir-ciltli-is-bankasi-kultur-yayinlari-pierre-kcm13165211-1-6a10ea972f2948568d92d6dcc6d88878

Aspern’in Mektupları

Henry James garip bir adam. Amerika’da doğup Avrupalı olarak yetişiyor ve İngiliz kimliğine bürünüyor, bu edebiyata ürünler veriyor ve kitapları bir bir sinemalaştırılıp ismini popüler tutmayı sürdürürken, buna karşın sohbetlerde (ve dahi puanlamalarda) Joyce, Orwell vb. isimlerin gerisinde kalıyor. Ünal Aytür’ün adına Roman Sanatı kitabı yazacağı denli önemsediği yazarın, The Wings of the Dove, The Innocents ve The Heiress uyarlamaları sonrası, Daisy Miller novellasıyla kalemine giriş yapmış ve tersten tanımlayacak olursam, film gibi kurgu yarattığını görüp çok beğenmiştim (storyteller sinemacılar: Kubrick, Kazan vb.). Kısıtlı zamanda düşük hacminden dolayı Aspern’in Mektupları’nı elime alıverdim. Henüz gelmeyen ışık siparişimin de gölgelemesiyle, ilk yarısını ne okuduğumu tam da anlayamadan geçtiğimi, ikinci yarı başlarında dikkat kesildiğimde duyumsadım. Hikâyeci de ustalığını burada göstermeye başlıyordu.

Hayranı olduğu ve hakkında kitap yazmak üzere araştırmada bulunduğu şairin bir dolu mektubunu bir asırdır elinde saklayan âşığına ulaşan anlatıcımız, bunları eline geçirmek için yeğeni Miss Tina’yı etkiler ve heyecan dolu bir kedi-fare oyunu başlar. Her biri farklı tutkulara yönelmiş üç kişi arasında geçen hikâye, son ana değin, bu yüzyıla miras kalacak kâğıtlara ne olacağına, kadının sır gibi sakladığı yüzünün görünüp görünmeyeceğinden yeğenin platonik aşkına karşılık bulup bulmayacağına ve anlatıcının bir noktada karakter değişimi yaşayabilirliğine dair merak duygusunu korumayı başarıyor ve bunu geçmişin tragedyaları gibi diyaloglarla zenginleştirebiliyor olması, yazarın kaleminin gücüne tanıklık etmemizi sağlıyor.

135 sayfalık kitabı YKY basmadığından, çeviri, Aytürlere değil, İletişim çatısında Hasan Fehmi Nemli’ye gitmiş. İlk yarıda kitaptan kopan bir okuru yakalamak kolay değildir, bu dalgınlık benim hatam olsa da, kitabın gücünü göstermek adına bunu tekrarlamak isterim.

Tek eleştirim şu olabilir, güzelim İletişim Klasikleri tasarımlarına yakışmayan diğer serilerdeki yavanlıktan kelli, keşke bu kitap da o seriden çıkmış olaymış. Kapağı “gel beni al” demiyor, orası kesin. Ben mi kaçırdım diye yine baktım, dışarıda en beğenilen kitaplarının çoğu bizde (en azından büyüklerde) basılmamış, okunmamış. Başta söylemek istediğim buydu belki de. İsmi edebiyat dünyasında büyük ancak bizde külliyatı niyeyse rağbet görmemiş. Bunu değiştirmek gerek.

(Ara not: Everest de ayak fetişli kapaklarından nasiplendirip kitabı basmış.)

Bu kitap özelinde, Wiki’de gördüğüm kadarıyla bir Shelley güzellemesi daha var (Frankenstein, Byron vb): Eserin esin kaynağı, Percy Shelley’in, ikinci eşi Mary’nin üvey kardeşine yazdığı ve onun da ömür boy sakladığı mektuplarmış. Yani edebiyat hakkında bir hikâye, edebiyat dedikodularına malzeme olacak bir hikâyeden doğmuş. Çok lezzetli.

Birkaç alıntı ekleyeyim, gelenek yerini bulsun:

“Şimdiki zaman geçmişi fena halde ayağının altında çiğniyor.” (S.86)

“Biliyorum ki dünya çok hızlı değişiyor ve bir nesil bir önceki nesli unutuyor.” (S.89)

“Cenaze törenlerinin esas olarak yaşayanları eğlendirmek amacıyla düzenlendiğini düşünüyor olmalıydı.” (S.115)

Raf Ömrü: Benimkinden uzun.

12 Beğeni

GUREBÂHÂNE-İ LAKLAKAN (Ahmet Haşim)

Kitapyurdu’nun e-kitap uygulamasından okuduğum, Ahmet Haşim’in bu kitabı birçok denemeden oluşuyor. Kitaba ismini ilk ve en uzun deneme olan Gurebahane-i Laklakan veriyor.

Gurebahane-i Laklakan (Leylekler Bakımevi): Bu yazıda Ahmet Haşim, İstanbul’da o dönemler revaçta olan eski Türk mimarisini keşfetmek üzere Bursa’ya gider. Burada Grigorie adında Türk kültürüne hayran olan Fransız bir konsolosla tanışır.

Bu bey ömrünün son yollarını geçirmek üzere Bursa’ya gelmiştir. Bahçesini düzenli bir şekilde değil bir orman gibi dağınık, özgür -ve başka bir bakış açısından bakımsız- hale getirmiş, ölümü hatırlatması için Türklerin mezarlıklara diktiği ağaçlarla doldurmuştur.

Tepesi sivri ve alt tarafı geniş koni gibi çam ağaçlarını semazenlere benzeten Grigorie’nin en sevdiği mekân, bahçenin bir köşesine yaptırdığı üç odalı binadır. Haffaflar Çarşısı’ndaki esnafın bir meydanda sakat kuşlara bakmasından çok etkilenen adam burada kırık kanatlı iki leyleğe bakmaktadır. Burasının ismi bu yüzden "gurebahane-i laklakan"dır.

Odaları Türk eşyalarıyla, çinileriyle, sanat eserleriyle dolduran Grigorie’nin bu ilgisine Ahmet Haşim taaccüp eder. Hatta bu Avrupalı adamın Türklerin zekâsını küçümsediğini düşünür. Öyle ya, binlerce yıl önce piramitler, saraylar dikilmişken bir dantel işlemesinde bu kadar hayret edilecek ne olabilir?

Grigorie ise elişi sanat eserlerinin, makineleşmiş bir çağ içerisinde insan elinin maharetini ve eserlere kattığı ruhu ortaya çıkardığını anlatır ve böylece ilgisinin sebebini açıklar.

Ahmet Haşim’in yalın tasvirleri dönemin Bursa’sının ve geçtiği mekânların resmini zihninizde çiziyor. Bir trend değilse de kimi Avrupalılar, ülkelerinde gelişen sanayinin getirdiği ruhsuzluktan kaçış olarak Türk kültürüne sığınmaktadır. Bu, Ahmet Haşim’in dediği gibi gizli bir küçümseme ve oryantalizm midir? Belki.

Bursa’yı gezme isteği uyandıran bir deneme oldu. Bu konsolosun bahçesi de hâlâ duruyorsa görmek isterdim.

Müslüman Saati: Ezan vakitlerine endeksli alaturka saat yerine, 24 saatlik alafranga saatin (bugün kullandığımız Batı tarzı saat) gelmesiyle gece-gündüz kavramlarında ve nihayetinde hayat tarzımızda sebep olduğu değişikliklere eleştiri getiriyor yazar, bu denemesinde. Zaman algımızın bozulduğuna değinen yazarın en çok eseflendiği ise fecir vaktini, yani gün doğmadan önceki sabah namazı vaktini uyuyarak geçirmektir.

Bir Ağaç Karşısında: Bir çiçekçideki hurma ağacı karşısında, yazarın, o ağacın doğasından koparılarak kapalı bir ortama mahkûm edilmesinin verdiği ıstırabı tahayyül etmesiyle ortaya çıkmış bir denemedir. İnsandan başka diğer canlıların da acı çektiğini fakat onların acıyı duyurma imkânından mahrum olduğunu anlatır.

Yeni Sanatkâr: Sanatı yozlaştıran “Woke” akımı o zaman da mı varmış, dedim okuyunca. Yok tabii. Klasik sanattan modern sanata geçiş yapılan bir dönemde yazdığı bu denemede Ahmet Haşim, Fransa’da gördüğü yeni sanat eserlerini eleştirmektedir.

Yakup Kadri: Ahmet Haşim, bu denemesinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve sanatından övgüyle bahseder. Onu “sanki başka bir âlemde, zengin bir ziyafet sofrasından kalkmış ve bu dünyaya tok ve yorgun gelmiş” biri olarak tanımlar. Ahmet Haşim’e göre Yakup Kadri’ye kadar Türk edebiyatında eserler sanatkârına benzemez, yazarlar gözlemlemedikleri ya da vakıf olmadıkları hususları taklit yoluyla yazmışlardır. Fakat Yakup Kadri "eserinin her satırını, insanlığının altınlarından dokumuş"tur.

Daha önce Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir romanını okumuş olsaydım bu denemeyi daha iyi anlayabilirdim ki bu kitaptan sonra okumaya karar verdim.

Cem’in Gözü: Karikatürist Cemil Cem’i anlatan bu kısacık denemede, Ahmet Haşim’e göre Cemil Cem bir dehadır ve çizgilerinde insanların dışarıya yansıttıkları personalarından ziyade içlerinde, herkesten sakladıkları huy ve dürtüleri ortaya çıkarır.

Daha birçok deneme olduğu için hepsini tek tek yorumlayamayacağım. Yoksa inceleme çok uzayacak. Umarım Ahmet Haşim’in dönemindeki kişi, olay ve olgular hakkında düşüncelerinin ve tespitlerinin yer aldığı bu kitaptaki genel üslubunu ve sizi nelerin beklediğini anlatabilmişimdir.

13 Beğeni


Çin’in İncisi… Kütüphanede gezerken rastlayıp âdeta âşık olduğum bir eser. Bundan sonra Pearl Sydenstricker Buck’ın kitaplarını okumayı düşünüyorum.

15 Beğeni


Hermann Broch-Büyülenme

Temel konusu çok klişe gibi olsa da -kasabaya bir yabancı gelir, olaylar gelişir- benim sevdiğim bir temadır. Çünkü bu olayın öncesi-sonrasıyla karakter analizine iyi bir fırsat verir, muz orta açar. Eserin sonunda bizzat yazarından yaklaşık 10 sayfalık bir özeti var, temel konunun başarısı orada görülüyor aslında -bu özetle kitap birebir aynı değil, yazarı bazı yerleri değiştirmiş-.

Ama beklediğimi bulamadım. Galiba problem atmosferde. Kitap bizi Alplerin o dağ köyüne götüremiyor. Daha da inersek karakterizasyon olmamış. Karakterlerden anlatıcı doktor da dahil hepsinden karton tadı geliyor. Mesela Marius. Romanin analizcilerine göre Hitler bu. Peki bu adamın karizması nereden geliyor? Yamağı neden doktorun iğrendiği kadar kötü? Allahın dağ köyünde, bu köy İsviçrede bile olsa, çok fazla bilge yok mu?
Romanda geniş anlatımlı 2 pagan ritueli var. Bu kısımlar ilgimi çekti, bunların detaylı anlatımı da enteresan geldi yazarın kişisel paganizm merakı mı, nazilerin paganizm merakına bir gönderme mi? Büyülenmenin bir parçası mıydı o ayinler?

Broch bir tez roman yazmış, kendi düşüncelerini romanlaştırmış. Sevmediğim bir teknik. Eleştirmenler Hitlerizm diyor ama Marius’un fikirleri komünizme de yakın ki doktor da onu öyle tanımlıyor.
Köyde dönen muhabbet bi ara öyle bi kabak tadı veriyor ki kitaptaki bi kaç sayfalık şehirde geçen tek flashback bile oh be dedirtiyor.

Bir daha okumaya değer mi, bilmiyorum.

16 Beğeni

9776731095090

Sandman macerasından sonra uzun soluklu bir çizgi romana girişmek güzel hissettirdi. Dizisinin ilk sezonunu beğenmiştim, ikinci sezonu batırdıklarını düşündüğüm, yahut sevemediğim için bırakmıştım.

Evet.

Bolca küfür.

Mizah.

Vahşet.

Kısacası hiçbir sansürün olmadığı bir çizgi roman.

Sizi bekleyen ana unsurlar bunlar.

İlgi çekici bir hikayesi var, fakat ben nedense gizemin korunamadığını hissettim. Korunmaktan ziyade yazar ihtiyaç duymamış da olabilir. Beni bekleyen maceranın ne olduğunu da biliyorum. Bu pek de sevmediğim bir olaydır fakat ‘episodik’ anlatıma sahip olduğunu hissediyorum. Yani bunun en basit örneği: Cowboy Bebop. Bir ana hikaye vardır. Fakat bölümlerinin çoğu yan hikayelerle geçer. Cowboy Bebop’un ana hikayeyi kapsadığı bölüm sayısı 3-4 bölüm falandı.

Ana hikayeye etken birçok hikaye çıkacaktır karşıma, buna eminim. Fakat Vaiz’in tanrının peşine düşmekteki amacını açıklaması, bana hikayeden bağımsız olayların da hikayeye dahil olabileceğini hissettirdi.

İlginç bir hikayesi var. Kesinlikle şans verilebilir. Dini unsurlara duyarlı insanlar için okumak zor olabilir, bilginiz olsun. Benim umurumda olmadığı için yadırgamadım. Sevdim. Dilinden keyif aldım ama küfürden rahatsız olmayan ben bile bazı yerlerde rahatsız oldum. Aşırı küfür kullanımı biraz yavan kaçmış. Yani karakterlerin ağzı bozuk olabilir, evet, bazen sırf laf olsun torba dolsun diye küfür dolu diyaloglar var. Rahatsız olduğum şey küfür kullanımı değil, dozuydu.

Henüz hikayenin başında olduğum için net bir şey söyleyemem. Çünkü çok fazla karakter, hikaye, olay örgüsü girdi. Çok hızlı akıyor. Yani iki sayfa sonra karakter sayısı aniden fırlıyor. Bunlar sırf ekran almak için görünen karakterler de değil. Birçoğunun ileride hikayeye katkı yapacağını hissediyorsunuz.

Vaiz hakkındaki tek uyarım, her yönüyle sansürsüz bir kitap olduğudur. Rahatsız olanlara tavsiye etmiyorum.

Açıkçası sert kurgulardan çekinmeyenlere de önermek konusunda ihtiyatlı davranıyorum. Sandman ilk cildinde bana muazzam bir yapıt olduğu hissiyatını vermişti. Vaiz için aynı şeyi söyleyemem. Hızlı akıyor, tempolu ilerliyor, hikaye anlatımı bazen yetersiz kaldığını hissettiriyor. Fakat okuması keyifli. Sandman okurken yer yer sıkıldığım kısımlar oluyordu, Vaiz’de olacağını zannetmiyorum.

Umarım iyi bir inceleme olmuştur. Uzun süredir inceleme yapmadığım için kendimi yetersiz hissettim.

14 Beğeni