Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Maskeli Balo - Diskdünya 18

Cadılar alt serimizin beşinci kitabı olan Maskeli Balo bizi yoğun bir opera temasıyla kaplıyor. Aslında operadan da öte Operadaki Hayalet teması demek daha doğru. Çünkü Maskeli Balo başından sonunda Operadaki Hayalet eserinin bir Diskdünya versiyonu.

Opera bana cazip gelen bir sanat türü değil maalesef, bu konuda cahilliğim çoktur. Ancak kült bir klasik olduğundan ve pek çok versiyonunu üç aşağı beş yukarı bildiğimden Operadaki Hayalet özünü rahatlıkla yutabileceğimi düşünmüştüm. Yanılmışım. Maskeli Balo içine en zor girdiğim Diskdünya romanı oldu. Genelde bir Diskdünya göndermesi yakaladığınızda keyiflenir, güler eğlenirsiniz. Yakalayamadığınızda… fark etmezsiniz. Bu kitabın ilk yarısında çoğu şeyi yakalayamadığımı derinden hissettim. O nedenle frene basıp, bir ara alınıp evin bir köşesinde unutulan, Gaston Leroux un Operadaki Hayalet’ini okudum.

Sonrasında pek çok parça daha anlamlı gelmeye, daha fazla keyif vermeye başladı tabi. Kitabın ikinci yarısı ile beraber hayaleti aramamızın hızı ile tempo da arttığından yine hoş bir Diskdünya macerasını keyifle tamamladım. Havamumu Nine’nin her zamanki MVP performansının yanına bu kitapta Ogg Ana’nın star performansı da eklenmiş. Ankh-Morpork da geçmesine rağmen olayların büyük kısmı Opera binası içerisinde geçtiğinden şehrin kaotikliğini bu sefer fazla alamadık.

Pratchett ve Diskdünya yine bir şekil keyif verdi ama bu sefer ana temaya çok uzak olduğumdan çok fazla çaba gerektirdi, değdi mi emin değilim. O nedenle 5 üzerinden 3 vermek durumundayım. Genelde spoiler olmasın diye sonraki kitaplara, konularına ve içeriklerine bakmam. Ama bir daha bu durumu yaşamamak için sonraki diskdünya kitaplarında ufak bir ön inceleme yapmaya karar verdim.

Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak - 21. Yüzyıl Kitaplığı 1

Covid19 pandemisi ile beraber hayatlarımızda değişenlerden yola çıkarak, yaşam öngörülemez bir hal aldığında kendimizi nasıl hazırlamalıyızı işlemiş Lenoir. Sağlamlığına ve kalıplarına aşina olduğumuz dünyamızda bir anda kontrolümüz dışında gelişen ani ve zorunlu değişiklikler ile başa çıkmak eminim pek çok kişi için zor olmuştur ve oluyordur. Kendi adıma çok zorlanmadığım, kolay adapte olduğum ve atlattığım bir dönem olduğu için kitap beni pek de yakalayamadı açıkçası. Belki tam covid kapanmaları sırasında ya da hemen sonrasında okusam biraz daha etkisine alabilirdi beni.

Yazım dönemi covid evresi olsa da değindiği görüşleri, okurun yaşamı ile paralel olarak, her olağanüstü duruma evrilebilir ve bir rehberlik sağlayabilir. Kolay okunabilir olması ve sayfa sayısı azlığı ile beraber boş bir gününüzde yazar ile keyifli bir düşünce alışverişi yaratabilir.

Transhümanist Devrim - 21. Yüzyıl Kitaplığı 2

Bir bilim tutkunu, iflah olmaz bir bilim kurgu hatta cyberpunk aşığı olarak kendimi bir transhümanist de kabul edebilirim sanırım. 20. yüzyıl itibari ile insanoğlunun bilimde aştığı eşikler, ilerlediği hız ve dünyanın gittiği yön itibari ile insanlığın bir sonraki evrim basamağının kendi ile aşılacağına inananlardanım.

Transhümanist Devrim de Luc Ferry bu düşüncelerimle paralel olarak insanlığın biyolojik ve fizyolojik geleceğine dair harika önermeler ve argümanları buluşturmuş. Bunları sunarken karşıt görüşlere de yer vermiş, kitabı geniş bir perspektife kavuşturmuş. Üç bölüme ayırdığı kitabının iki bölümünü oluşturan bu ilk yarısını keyifle okudum.

Ancak 3. bölüm ile beraber Ferry paylaşım ekonomisine dalmış. Uber, Blablacar, Airbnb gibi paylaşımı temel alan uygulamalardan bol bol örnekler verip irdelemiş. Ekonominin ve yaşamımızın gittiği yönde paylaşımcı sistemler önemli yer kazanmış olsa da ben bir türlü Transhümanizm ile bağlantıyı oturtamadım. Ferry bazı noktalardan birbirine bağlamaya çalışmış ama bana göre birbirinden apayrı iki konu.

Sanki paylaşım ekonomisi de çok anlatmak istediği bir konuymuş ama onu satamaz gibi hissedince iki kitabı birleştirip yazayım diye düşünmüş gibi geldi bana :slight_smile: Bilemiyorum, bu kitap yerine 80 sayfalık 2 ayrı kitap olsa daha mantıklı sanki.

Bir de yazıldığı tarih 2016 olduğu için bu teknoloji unicorn ları ve paylaşım ekonomisi adına bizim son 8 yılda Ferry nin anlatmak istediklerinden çok daha fazlasını yaşayarak öğrendiğimiz gibi bir gerçek de var. Uber krizi ile beraber kurucusu Travis Kalanick in ne mal olduğunu öğrenmemiz en büyük örneği olarak verebiliriz :slight_smile: .

Transhümanizm kısımlarından aşırı keyif alsam da kitabın ikinci yarısı ile beraber var olan kopukluk ile bir puan kırdım. Yine de konuların ilgilileri için boş bir hafta sonunu derin düşüncelerle doldurabilecek bir kitap olduğundan gönül rahatlığı ile öneririm.

Hareket İblisi

Hareket İblisi’ni çok uzun zaman önce, bir sahaf alışverişinde uygun fiyatlı olduğu için edinmiştim. Tren teması o an bendeki ufak tren ilgisini tetiklemişti muhtemelen, ancak okunmak için kitaplığımda 8-10 yıldır bekliyor olabilir.

Kitabı daha sonra İthaki de basınca tekrar hatırladım, ama yine kendisine sıra gelmedi. Yakın zamanda okuyan birini görünce artık Hareket İblisi’ni okuma vakti geldi dedim. Bir izin boşluğunda öykü öykü okuması kolay olur diye çantama attım.

Maalesef ki öykü türü beni pek cezbetmiyor. Bu kitapta da farklı olmadı. Çok farklı, çok çarpıcı bir öykü denk gelmeyince öykü okumak beni pek tatmin etmiyor. İçlerinden 2-3 öyküyü nispeten beğensem de genel olarak ortalama bir okuma tecrübesi yaşattı Hareket İblisi. Türü ve öykü okumayı sevenler benden çok daha fazla keyif alarak okuyacaklardır.

16 Beğeni

Fantastes - George MacDonald

Hikaye, 21. yaş gününden bir gün sonra Anodos isimli kahramanımızın babasından kalan mirası öğrenmek istemesiyle başlıyor. Sonrasında, Anodos amaçsızca Periler diyarındaki yolculuğuna çıkıyor. Burada başına çeşitli maceralar, tehlikeler geliyor…

Kahramanımızın başta amaçsız olan yolculuğu, nihayetinde amaçlara yönelir.
Yol boyunca aslında Anodos’un hayatına dair pek az şey öğreniriz. Daha çok o anda gördüklerini dile getirir ama onlar da bir hayal mi gerçek mi belirsizliğini korur.

Anodos Yunanca “yukarı doğru giden yol, tırmanış, yukarı doğru gidiş, ayaklanma” anlamlarına gelen bir kelimeymiş. Kahramanımız da eser boyunca bir yolculuk içinde, çeşitli olaylarla ilerleyip gidiyor, en sonunda ise olgunluğa eriyor…Kitabın içindeki şiirleri/şarkıları pek beğenemesem de hikayesini genel olarak beğendim. Aslında en başından herşey bir peri masalı mı veya bir rüya mı belirsiz şekilde duruyor. Yazar ise bunu kasıtlı olarak yapmış…

Elfdiyarı Kralının Kızı - Lord Dunsany

Her şey, Erl insanlarının artık sihirle yöneltilmek istemeleri üzerine yaşlı Lord’un oğlu Alveric’i Elfdiyarı’na göndermesiyle başlıyor. Hikaye Alveric’in o sihirli ve yabancı diyardan elf prensesi Lirazel’i alıp kendisine gelin yapmasıyla devam ediyor. Ancak insan dünyasını, adetlerini anlayamayan prenses burada zorluk çekeceğe benziyor. Kitapta adına yer verilmeyen Elfdiyarı kralının ise kendi planları vardır…

1924 senesinde yazılan bu kitap için fantastik bir roman yerine uzun, büyülü bir masal demek daha uygun düşer. Kitapta olaylar biraz dağınık şekilde anlatılıyor. Bu da dikkati dağıtıyor. Yoğun betimlemeler düşsel şekilde sözcüklere aktarılmış. Bir masalın aktarımı gibi tasvirler var her yerde. Karakterlerin ise pek bir derinliği veya çok bir gelişimleri olmadı. Beni kitapla ilgili en çok düşündüren şey prensesin hiçbir seçime sahip olmadan rüzgarda savrulan bir yaprağa benzemesi oldu.

Yine de beğendim. Upuzun peri masalı tadında bir eserdi.

17 Beğeni

Bu başlığı dipten yukarı doğru ara ara tarıyorum, 8000’leri bitirdim. Bu nick altında epey renkli bir yelpaze gördüğümü belirtmek isterim. Kaleminize sağlık.

2 Beğeni

Dinozor Öyküleri

Ray Bradbury’nin dinozorlara olan sevgisini ve hayranlığını gösterdiği kitabı birbirinden ayrı dört adet öyküden ve iki adet şiirden oluşuyor. Kitabın sayfa sayısından (96) da anlaşılacağı üzere bu öyküler oldukça kısa. Ama öykülerin kısa olması okurun üzerinde derin etkiler bırakmadıkları anlamına kesinlikle gelmiyor. Aksine dört öykünün dördü de hırsı, zorbalığı, kaybı, üzüntüyü, yalnızlığı, adanmışlığı, sevgiyi, nezaketi ve ihtişamı kendi hikaye örgüleri içinde ayrı ayrı okurun içine işleyebiliyor. Okur olarak bizler de bu kadar kısa öyküler içerisinde böyle hisleri özümsemenin şaşkınlığı ve hayranlığı ile kalıyoruz.

Yazar duygu aktarımının kapılarını zaman yolculuğu öyküsüyle açıyor ve kapıdan çıkan ilk duygu ihtişam oluyor. Dinozorların ihtişamı. Yazar dinozorla olan engin hayranlığını sayfalara ihtişam olarak döküyor ve bizlere elimizi uzatsak dokunacakmışız gibi bir tarif sunuyor. Tabi ki zaman yolculuğunun çetrefilli olguları; paradokslar ve kelebek etkisi de unutulmuyor ve öykü hiç beklenmeyen bir son ile sona eriyor.

Kapıdan ikinci olarak; hüzün, üzüntü, sevgi ve hayal gücü çıkıyor. Öykümüz büyük kayıp yaşamış saf ve temiz duygular içerisindeki bir çocuğun kaybı ile başa çıkabilmek için sevdiği diğer şeye, dinozorlara, bağlanmasıyla başlıyor ve biraz fantastik kurguya kayan bir yapıyla devam ediyor. Sevginin gücü ile de son buluyor.

Kapıdan üçüncü olarak; yalnızlık çıkıyor. Çağlar boyu süren derin bir yalnızlık. Hatta o denli derin ki bu yalnızlık, biriyle olma düşüncesi artık öfke ile özdeş olmuş, nefret yüklü olmuş. Ray Bradbury üçüncü öyküsünde işte bu yalnızlığı anlatıyor. Yalnızlığın tek gerçeklik olduğu bir öykü sunuyor.

Son olarak ise kapıdan; hırs, zorbalık, adanmışlık ve sevgi çıkıyor. Kalbi hayatın getirdikleri yüzünden kararmış hırs ve zorbalıktan başka hiçbir şey bilmeyen bir adamın, kendini sevdiği işe adayan ve tek hayali bu sevgisini gerçekleştirmek olan bir adam ile karşılaşmasını sunuyor son öyküsünde Ray Bradbury. Sayfalar ilerledikçe öykü sanki her gün yaşadığımız hayatın tam ortasından çıkmış da Ray Bradbury’nin kalemine ulaşmış ve oradan sayfalara dökülerek önümüze gelmiş gibi tanıdık ama aynı nedenden dolayı da boğucu geliyor. Buradaki boğucudan kastım hikayenin sıkıcı veya yavan olması değil işini seven karakterin yaşadıklarının bize hissettirdikleri. Sanırım öykü bu kadar hayatın içinden olduğunda öykünün böyle hissettirmesi kaçınılmaz oluyor. Bilemiyorum.

Neyse ki öykünün sonu öykü boyunca içerisine düştüğümüz havasız ortamı biraz olsun havalandırıyor da tekrardan nefes almaya başlayabiliyoruz. Kim bilir belki de hayatın içinden çıkan bu öykü gibi hayattaki zorluklar da gelip geçiyordur ve her şeyin sonu mutluluğa bağlanıyordur.

Olabilir mi? Olabilir…

Herkese iyi okumalar dilerim.

10 Beğeni

Alıp alıp istiflediğim kitapları arada böyle incelemeler okuyunca tekrar bi hatırlıyorum, sonra heveslenip okuma listemde araya sıkıştırıyorum :smile: Ama bu sefer yapmayacağım, unutulmuş fantastikleri biraz daha unutmaya devam :joy: .

1 Beğeni

10348281298994

Öncelikle, her zamanki gibi yazarın diline ve çeviriye değineyim. Yazarın üslubunu iyi buldum. Çeviri de çok iyiydi. Bu yönden takdir ettiğim her roman gözümde bir adım önde başlıyor.

Loki’nin hikayesi direkt olarak kendi ağzından aktarılıyor. Bunun bir iyi, bir de kötü tarafı var.

İyi tarafına değinecek olursak Loki anlatıyor. Başka ne isteyebiliriz? Oyunbaz, düzenbaz, haylaz, fırlama bir tanrı. Ne yaparsa yapsın, kendisini haklı göstermekle işi olmayan bir tanrı. Çünkü davranışlarının sorumluluğunu kendi doğasının üzerine yıkıyor. Ufacık da olsa haklı taraflarının bulunduğu konular olabiliyor. Tabii malumunuz Loki kindar ve kötücül bir doğaya sahip olduğu için bu ufak tefek durumlara abartılı karşılıklar verebiliyor.

Kötü tarafına değinecek olursak Loki anlatıyor. Bu da aynı zamanda heyecanı baltalamış oluyor. Hikayenin sonunda Loki adına hiçbir sürpriz beklemiyorsun. Çünkü o herkesin tanıdığı Loki. Ne yaparsa yapsın işin içinden sıyrılıyor. Neler yapabileceğini okurlar kadar tüm Asgard biliyor. Bir de üstüne anlatıcı Loki olunca sit-com bir dizinin herhangi bir bölümünü açıp izlemiş gibi oluyorsun (sitcom örneği işin komedi kısmı için değil, ne bulacağından emin olduğun bir şeyi izliyormuş etkisi yaratması). Tabii Asgard Tanrıları bir şekilde Loki’nin oyunlarına düşüyorlar ki bazıları da fazlasıyla basit yazılmış. Yazar burada biraz zayıf kalmış. Ya da ben öyle hissettim. Loki izlemeye ve okumaya fazlaca alışık olduğumuz için bana normal gelmiş de olabilir.

Şahsen çok keyifli bir okuma olduğunu iddia edemem ama bir kez olsun sıkılmadım. Çerezlik, vakit geçirmeli bir okuma deneyimi oldu.

9 Beğeni

Cadılar Dışarıda - Terry Pratchett

Cadılar Dışarıda, komik, absürt ve masallarla dolu bir kitap. Başrolde, Cadı Romanlarının ana karakterleri olan Havamumu Nine, Ogg Ana ve Magrat Sarımsak var. Üç cadı, uzak bir diyara belli bir amaçla gidiyorlar. Tabii aslında üçünün de bu yolculuğa çıkabilmelerinin tek yolu, asla gitmemelerini söyleyen bir peri annenin sözleri oluyor…Sonrasında masallardaki mutlu sonlara müdaheleler, iyi olduğunu sanan kötülerle mücadeleler görüyoruz. Bir de ölümün cisimlendirilmiş hali olan ÖLÜM karakteri var, havalı ama soğuk bir gerçeklik gibi kitapta duruyor. En azından benim için öyle…

Kitapta en renkli olay, Gollum’u görmek oldu ve epey komikti. Cadı Kirke’ye küçük bir atıf da gördüm. Kitabın dili fazlasıyla akıcı, sürükleyiciydi. Sayfalar birden su gibi akıp gidiyordu.

16 Beğeni

Eğer Kötü Olsaydık

Ünlü bir sanat okulunda Shakespeare oyunları üzerine eğitim alan 7 kişilik tiyatro öğrencilerinden oluşan oldukça yakın bir arkadaş grubu var. Bu arkadaşlar gerek sahnede gerekse sahne dışındaki sıradan muhabbetlerinde bile Shakespeare soluyor, çeşitli Shakespeare oyun replikleriyle iletişim kuruyorlar. Oldukça kapalı da bir grup, başka bölümlerle veya istisnalar olmakla beraber başka sınıflarla bile çok fazla muhatap olmuyorlar. Dördüncü yıllarına geldiklerinde artık gruptakiler için oyuncu seçimlerinde genelde kendini tekrar eden seçmeler yapılırken senenin ilk oyunu ile beraber beklenmedik bir rol dağılımı ile grubun dinamiklerinin bundan etkilenmesi belki de grup üyeleri için sonun başlangıcı oluyor. Kitap, Oliver adlı anlatıcı karakterin cinayetten aldığı hüküm sonucu 10 yıllık tutukluluğunun ardından serbest kaldığı gün başlıyor ve dava ile ilgilenen dedektife yaşananları bu sefer kendi gözünden anlatması ile okuldaki son yıllarına dönmesi ile ilerliyor.

Shakespeare -Hamlet, Kral Lear, Romeo ve Juliet oyunları- hakkında yüzeysel de olsa bilginiz varsa ve dark academia türünde okuma yapmaktan hoşlanıyorsanız, kitabın çeviri sonrası düzeltilerinin özenli yapılmamış olmasına rağmen akıcı bulacaksınızdır. Hikayenin plot twisti diyebileceğimiz nokta ise derinliksiz karakterler nedeniyle öncesinde tahmin edilebiliyor. Bu nedenle keşke karakterleri daha derin bir şekilde sunabilseydi, fiziksel özellikleri bile maalesef karakteristik özelliklerinden daha ön plandaydı. Spoiler olduğunu düşünmesem de spoiler içinde yazmam daha doğru olur sanırım. Açık uçlu bir son var ki bunu sevdim. Kesinlikle seri olmayacağını da söylemiş yazar, bence de farklı olasılıklarla bu son böyle daha etkileyici.
Yazarın ilk kitabıymış okurken Gizli Tarih esintilerini fark ediyorsunuz. İnsan ister istemez iki kitabı karşılaştırıyor, sürükleyici ve kolay ilerlemesine ve gördüğüm kadarıyla benimle aynı şekilde düşünmeyen okuyucular azımsanmayacak kadar çok olsa da benim için Donna Tartt kaleminin gücü, kurgusuyla ve karakterlerinin derinlikleri ile başka bir yerde.

15 Beğeni

Böyle Şeyler Olabilir mi? - Ambrose Bierce

Ambrose Bierce, Edgar Allan Poe ile birlikte Amerikan gotik edebiyatının kurucularından sayılan bir yazar. Önsözde yazılan bilgilere göre sık sık Poe ile kıyaslanmış, kendisi bu durumdan pek hoşnut değilmiş. Eleştirmen, köşe yazarı, şair ve öykü yazarı olan Bierce hicvi ve sivri dilliliğiyle tanınıyormuş. Gotik edebiyata iç savaşı, Çinli göçünü ve altına hücum gibi Amerika’ya özgü konuları katmış. Bierce’nin ölümü için ise tam bir muamma deniliyor.

“Böyle Şeyler Olabilir Mi?” isimli kitap, yazarın kısa korku öykülerinden oluşuyor. Derlemede toplamda 24 adet öykü var. Edebiyatta gerçeklikten nefret eden yazarın bu öykülerinde, fantastik unsurlar yüksek ve psikolojik taraflar da mevcut. Bierce’nin öykülerinin özellikle sonlarını çarpıcı buldum, beğendim. Bazı karakterleri ise nahoş buldum. Genel olarak sıkılmadan okudum.

Ayrıca kitabın künyesinde editörden tutun çevirmene, redaksiyona ve Türkçe redaksiyona ve tashihe kadar birçok emeği geçen kişiden bahsedilmiş, biyografilerine yer verilmiş. Sanırım bir yayınevinde ilk kez böyle detaylı bir şey gördüm, ilgimi çekti. Bunu da belirteyim. :slightly_smiling_face:

17 Beğeni

Kitabın çevirisi nasıldı acaba? Hakkında karışık şeyler duymuştum, siz okurken bir sıkıntısıyla karşılaştınız mı?

Çevirisi bence iyiydi. Sadece başta devrik cümleler biraz fazla gibi geldi. Onun dışında bir sıkıntı yoktu, okunaklı, gayet akıcıydı. :slight_smile:

1 Beğeni

Detay? Halka Dünya devam kitaplarina dair yorum bekledim ama yok sanirim.

1 Beğeni

Müthiş bilgilendirici bir kitap. Kısa ve öz. Bir sürü ilginç bilgi not ettim. İşte bazıları:

2500 seneEskiden insanlar beynin tek işlevinin kanı soğutmak olduğunu sanıyorlardı

Hipokrat düşüncelerin kalpte değil beyinde olduğunu iddia etti

Bazı böceklerin nöronlari insanlardan daha karmaşıktır. Insanı zeki yapan nöronların bağlanma biçimidir

İmpuls voltajı çok düşüktür, 0.1V kadar

Maymunların çene kası beyinlerine baskı yapar ve büyümelerini engeller. İlk insanın çene kası bir mutasyonla zayıf doğduğu için beyninin büyümesine olanak tanımış olabilir

Pişmiş yiyecekler tüketmek bağırsakların daha az çalışmasına ve küçülmesine yol açtı. Bu şekilde beyine daha fazla enerji kaldı

Beynin iki yarım küresi Korpus Kallozum adlı bir sinir yolu ile bağlı. Bu bağ kesilirse benlik duygusu ikiye ayrılır

Bilgiler tekrar edildikçe nöronlar arasındaki bağlantı kuvvetlenir ve birbirlerini tetikleme olasılıkları artar

Kan beyindeki nöronların ancak %3’ünü yüksek düzeyde çalıştıracak kadar enerji taşıyabilir

16 Beğeni

images (1) (4)

Yahu 100 sayfa dünya tarihi okudum bir satır not alacak bilgiye rastlamadım arkadaş. Allah sizi inandırsın 500 sayfalık kitaplar 200 sayfalık olanlar kadar fayda sağlamadı bana. Hani dedim belki ilk bölümler böyledir, 1. Dünya Savaşı’na atlayayım belki farklı olur dedim ama yok, safi yorum veya yazarın kendi yorumuna yorum şeklinde ilerliyor. YouTube 'da Crash Course’un dünya tarihi videoları bile daha bilgilendiriciydi. Puanım 5/10

12 Beğeni

Kitap incelemelerine dair taradığım son başlıktı, sonunda bu da bitti. Yazan, okuyan herkesin ellerine sağlık.

7 Beğeni

Kızıl İsyan: Kızıl Yükseliş

Renklerden oluşmuş bir kast sistemi ve özünü Sparta’dan alan bir kültür. Sistemin yönetici konumunda acımasız, kibirli, güçlü, hırslı, zeki ve güzel Altınlar, en altında vasıfsız işçi konumunda itaatkar, zayıf, disiplinli, sevecen ve eğlenceli Kızıllar. Ve çeşitli konumlarda diğer alt renkler. Pierce Brown’nun zihnindeki insanlık geleceği, belki de bugünü.

Bilinmeyen bir zaman önce insanlık güneş sistemine açılmış ve güneş sistemini kolonileştimeye başlamıştır. İnsanlık güneş sistemiyle (uzay) olan amansız savaşında güneş sistemini evcilleştirebilmek için gelişmek zorunda kalmış ve bu nedenle genetik bilimlerinde müthiş başarılara imza atmıştır. Uzayın zorlu koşulları için genetiği özel olarak değiştirilmiş insandan daha güçlü ve daha dayanaklı insanlar üretilmiş ve bu insanların farklı oldukları belli olsun diye göz ve saç renkleri kodlanmıştır. Uzayda yapılacak olan işlerin iş bölümünün yapılmasıyla da özel olarak yetiştirilen insanların çeşitleri artmaya başlamış ve renklerin kast sisteminin kurulması tamamlanmıştır. Sonrası ise; güçlünün güçsüzü ezmesi, güçlünün kalabalık güçsüzleri itaat etmenin güzelliğine, kolaylığına ve zorunluluğuna inandırması ve kalabalık güçsüzlerin üstünden geçinmesi… Yani siyaset, politika.

Kızıl Yükseliş renk kast sisteminin kurulmasından on yıllar sonra Marsın yer altı tünellerinde cehennemDalgıcı olarak çalışan ana karakterimiz Darrow ile başlıyor. Darrow duygusal açıdan tipik bir kızıl. İtaatkar, disiplinli, kendi için değil “Toplum” için yaşayan ve Toplum’a inanan biri. Fiziksel açıdan ise Mars’ın zor yaşam şartlarına ve cehennemDalgıcı işine uyum sağlayacak şekilde sağlam yapılı, güçlü ve çevik. Fakat Darrow’un tüm kızıllar içerisinde öne çıkmasını sağlayan en büyük özelliği; zekası.

Darrow keskin ve pratik zekasıyla “kutunun dışında” düşünebilen biri. Bu da onu Ares’in Oğulları olarak bilinen ve kızıl halkın özgürlüğü için çalışan kızıl isyancılar için bulunmaz bir nimet haline getiriyor. Kitap ilk bölümüyle bize Darrow’u tanıtarak Darrow’u harekete geçirecek olan olayları sunuyor ve Silo kitabının başındaki sürprize benzer bir sürprizle bölümü kapatıyor.

Kitabın ikinci bölümünden itibaren Darrow itaat etmek için yaşamayı bırakmış oluyor ve amacı halkını kölelikten kurtaracak olan devrimi başlatarak renk sistemini yıkmak olan bir silaha dönüşmeye başlıyor. İntikam duygusu ile doluyor.

Fakat Darrow Altınların gözünde böcekten farksız olan bir Kızıldır. Nasıl üstün renklerin arasında yükselerek gücü eline geçirmesi ve haklını özgürlüğe götürmesi beklenebilir ki?

Pierce Brown bu sorunun ilk ayağı olan fiziksel “dezavantajı” Cyberpunk 2077’deki kasaplara benzer meslek icra eden oymacılar ile çözüyor. Kızıl Darrow oymacının masasında uzun ve acılı operasyonlar dizisiyle köle halkının öfkesini barındıran Altın Darrow’a dönüşüyor. Tabi ki sadece fiziksek olarak Altın olmak kültürel farkları yok etmiyor ve acının yanına bir de yoğun kültürel eğitim dersleri ekleniyor. Yazar bu bölümde Darrow’u değiştirirken bize Altınların “çarpık ahlakını” sorgulatıyor ve fark ettirmeden bizi öfke çemberinin içine doğru sürüklüyor.

Oymacı ve “eğitimci” sayesinde Darrow’un fiziksel ve kültürel sorunu halledilmiş oluyor. Artık geriye Altın olarak yükselerek sistemin tepesine çıkmak kalıyor. Bunun da yolu Akademi’den geçiyor.

Akademi…

Kitabın büyük kısmının geçtiği yer burası. Fakat burası sıralarda oturulup kitapların ezberlendiği ve sınavların yapıldığı bir yer değil. Burası Suzanne Collins’in Açlık Oyunları ama çok, çok daha fazlası. Açlık Oyunları kitabındaki oyunları hatırlarsanız oyunlar başkentin köleleştirdiği 12 mıntıkadan her biri erkek ve kız olacak şekilde gelen çocukların değişken bir arenada toplanarak birbirleriyle ölümüne mücadelesinden oluşuyordu. Dolayısıyla bir - iki mıntıka hariç çocuklar hazırlıksız, aç ve güçsüz oluyorlardı. Kızıl Yükseliş’de ise durum apayrı. En başta Altınlar genetik olarak insandan üstün yaratılmış olanlar. Akademiye gelmeye hak kazanan Altınlar ise bu genetik üstünlüğü en üst seviyeye taşıyanlar. Hızlı, çevik, güçlü, zeki ve acımasızlar. Ayrıca tüm hayatlarını Toplum’un kendilerine öğrettiği “Güçlüysen, Alırsın” felsefesine göre yaşayarak kibirle dolmuş olanlar.

İşte Pierce Brown Kızıl Yükseliş kitabında bize bu caniler arasındaki Açlık Oyunlarını sunuyor ve tabi ki oyunlara minicik bir fark daha eklemeyi ihmal etmiyor. Açlık Oyunları 24 kişinin birbirini katledip tek kazananın olması üzerine kuruluyorken, Kızıl Yükseliş’in akademisi herhangi bir hanenin kazanması üzerine kuruluyor. Akademide 13 hane (Apollo, Bacchus, Ceres, Diana, Juno, Jupiter, Mars, Mercury, Minerva, Neptune, Pluto, Venus, ve Vulcan) ve bu hanelerde toplamda 1200 öğrenci bulunuyor. Bir takım seçimler sonucu öğrenciler hanelerine yerleştiriliyor ve yine bir takım avantajlarla oyun alınındaki kalelerine bırakılıyorlar. Buradan sonra artık kural yok. Amaç tüm haneleri köleleştirerek oyunu kazanmak. Fakat büyük bir sorun var. Bu kibirden dolup taşan Altınlar nasıl kendi hanelerinde lider seçecek ve hayatta kalmak için gereken basit işleri birbirlerine nasıl yaptıracaklar? Diğer hanelerle nasıl ittifak kuracaklar? Kim kime güvenebilir?

Kitap boyunca bir yandan akademi oyunun dehşet verici gerçeklerini; tuzaklarını, yalanlarını, ihanetlerini, canice planlarını ve ölümlerini izliyorken bir yandan da Darrow’un iç çelişkilerine, öfkelerine, demokrasi görüşüne ve acılarına tanıklık ediyoruz. Sayfalarda ilerledikçe yazar bizi tıpkı bir sapanın yayını gerer gibi gererek derinlere doğru çekiyor ve derinlerdeki karanlığın içindeki dehşete maruz bırakıyor. Darrow’un öfkesini ve hiddettini hissettiriyor. Ve sonra yayı bırakıyor. Darrow’un öfkesi, öfkemiz, serbest kalıyor. Öfkemizden Olimpos titriyor.

Yazar, kitabın omurgasını oturttuğu akademi oyunlarıyla, oyunlardaki zekice planlarla ve olayları çok uzun anlatmayan kalemiyle kitabın içinde muazzam ivmelenme yaratıyor. Özellikle sonlara doğru kitap öyle bir ivme kazanıyor ki kitap sırtımızı koltuğa yapıştırıveriyor. Böylece yazar, kitabı bitirdikten sonra üzerimizde ikinci kitabı açmak için büyük bir açlık bırakmış oluyor.

Herkese iyi okumalar dilerim.

18 Beğeni

YENİ DÜNYA - SABAHATTİN ALİ

Sürprizbozan içerir.

Kitap 13 öyküden oluşup adını, içindeki hikayelerden biri olan Yeni Dünya’dan almakta.

Yazar, kendi başından geçen olayları şaşırtıcı ve doğal bir üslupla ele alıyor.

Kahramanlar, başta kendi ve çevresinde olaylara tanık olan ve olayları yaşayan kişilerden oluşmakta.

Yazarın bakış açısının hiciv dolu bir gözlemle köylü ve kentli arasındaki uçurumu bizlerin göz önüne sermekte. Kimi zaman işgüzar memurlar, gözü açık devlet görevlileri, görevini kötüye kullanan kişiler olayın ağırlık konusunu oluşturmakta. Bunun yanında zevk ve sefa düşkünü insanların ailelerine verdikleri zararlar, kötü kişi olarak değerlendirilecek kişilerden beklenmeyecek vicdan muhasebeleri, bir hastane odasında ölümü bekleyen kişilerin son günlerini yaşamalarına rağmen gündelik telaştan sıyrılamamaları, bu durumu fırsat bilen yakınların ölümü dahi kendi çıkarına kullananları anlatmakta.

Kimi zaman yoksul Anadolu insanının çaresizliği, yalnızlığı, açlığı ve hastalıklara mahkum edişinden bahsedilmekte. Kahramanlar elinden geleni yapar, ailesini ve kendini zorlu koşullara karşı koymaya çalışırken kimi zaman devlet görevlilerinin kimi zaman kendilerini hor gören şehirli kişiler tarafından hor görülerek aşağılanmaları anlatılmakta.

Yazar bazen olayların içindedir, çaresizlikleri görür ancak kötü sonuçlanan olaylar karşısında vicdan muhasebesi yapıyordur.

Anadolu’nun “küçük insanlarını” aşklarını, küçük çıkar çatışmalarını, efsanevi mutsuz son hikayelerini son derece başarılı bir gözlemle anlatır bunu yaparken betimlemeleri güzel kullanır. Sıcağı soğuğu keskin havayı teri size oradaymışcasına hissettirir.

İyi okumalar

10 Beğeni

Marquez’in öykü kitaplarından en çok beğendiğim oldu “On İki Gezici Öykü”. Kitabın adını nereden aldığının keyfini okuruna bırakıp, beğendiğim öykülere geçmeden önce, yarım düzine öykü kitabına binaen genel yorumlarımı aktarmak isterim:

Marquez öykülerinin beslendiği temel 3 konu var, bunlar ölüm, cenaze ve hayat kadınları. Kimi tokat gibi sert, kimi “büyülü gerçekçilik” terazisinde sufle gibi yumuşacık kalmış bir tatlı sihrin içinde. İkisinden de güzel örnekler var ama ben daha çok "fantastik edebiyat"a meyilli olduğumdan, bu ikinci kısma çekildim. Şunu da eklemek isterim ki, Latin Amerika edebiyatında siyasetin, darbelerin vb. etkisinin büyük olması bana hep üzücü gelmiştir çünkü “daha güçlü olanın” parmağının karıştığı cânım ülkeler bu yapay gerçekliğin cefasını çekerken, erk sahipleri gündelik hayatın lüks dertlerinin zevküsefasına, kafasına estiği gibi yazıp çizip, üstüne “dünya edebiyatı” literatürünü domine etmiştir.

Gelelim öykülere,

İyi Yolculuklar Sayın Başkan,

Bedeni de kariyeri gibi yorgun düşmüş devrik bir lider, hastane çıkışında aracına bindiği ambulans şoförünün kendi hayranı olduğunu öğrenir ve sohbete koyulurlar. Ev ziyareti sonrası karşıt görünen kutba şoförün eşi de katılır ve hikâye zenginleşerek sonlanır.

Uyuyan Güzelin Uçağı,

Çok güzel bir durum öyküsü. Uçuş öncesi etkisine girdiği kadının yan koltuğunda oturduğunu gören kahramanımız, yolculuk boyunca gözünde uyku bandıyla kadını izler, hayaller kurar, duygularını paylaşır. Frasier’de Niles’ın Daphne’nin her geçisinde kokusuyla mest olması için bile “şimdinin woke kültüründe linç edileceği” yorumlarını okuyunca bu hikâyenin de günümüzde yazılmasının zor olduğunu düşünmek insanı efkârlandırıyor.

“Kendimi Rüya Görmek İçin Kiralıyorum”,

“Büyülü gerçekçilik” etkisinde kaldığımız ilk güzel öykü. Pablo Neruda’nın varlığı "Il Postino"yu akla düşürüyor. Gördüğü rüyalarla insanlardan para ve konaklama hakkı sağlayan bir kadını, kahramanın yolculuğuna eşlik ederken, onun ağzından dinliyoruz.

Maria Dos Prazeres,

Maria yaşlanmış bir hayat kadını. Öleceğini gördüğü bir rüyanın etkisinde kendi mezarını bile yaptırır ve ölümü bekler. Fakat yorumu bambaşka bir kapıya açılacaktır. Bu öykünün resimli “Öyküler” kitabına alınmış olması, kitabı çocuklar için alacak okurlara küçük bir sürpriz yaratacaktır.

Senora Forbes’in Mutlu Yazı, İçeriğe nazaran ironik başlıklanmış bu öyküde, bakıcılarından nefret eden iki kardeşin ondan kurtulmak için yaptıkları planlara karşın, kadının yaşantısındaki sırrın açığa ne şekilde çıktığı kısa hikâyenin vuucu sonunu teşkil ediyor.

Işık Su Gibidir,

Bitiş şahane olmuş çünkü son iki öykü yine “büyülü” gerçekçiliğin Cortazar’a, Buzzati’ye yaklaşan örneklerini vermiş. Bu kısacık öyküye adını veren baba söyleminin evde verilen partiye etkisini yine vurucu finalde okuyoruz ve masalsı bir tatla mahalleye veda ediyoruz.

Karda Kan İzlerin,

Lynch’in Wild at Heart ile Oz’a yaptığını Marquez sanki Disney prenseslerine yapmış, parmaktan çıkan kanı masumiyetin kaybına metafor olarak da düşünebiliriz. "Neden"in ve "nasıl"ın irdelenmeyişi, büyülü gerçekçiliğin sunduğu zırhın avantajlarından biri. Sürpriz bir şekilde hikâye baş kişisini değiştiriyor önce kızın sonra oğlanın gözünden ilerleyerek çekilmemiş en güzel Fargo sezonunu izliyoruz.

Daha az etkilendiğim iki öyküyü de ardına iliştireyim,

Ağustos Korkuları,

Erken dönem gotik edebiyata selam durulmuş kısacık bir hikâye. Şatoda geçiyor.

Poyraz,

Marquez öykülerine sinmiş dördüncü tema diyebileceğim (yukarıdakilerde de var) “batıl inanç” ve ölüm korkusuyla yoğrulmuş, yine kısacık bir hikâye.

Okurken koptuğum diğer üç hikâyeyi de ismen geçeyim: Azize, “Ben Yalnızca Telefon Etmeye Gelmiştim” ve Zehirlenen On Yedi İngiliz". Ortancası senatoryumda geçiyor ve paranoya teması var, fakat koptum gitti gece vakti.

En nihayetinde 9/12 sevdiğim bir antoloji olmuş. Öykücülüğüne kulak vermek isteyenler için en uygun kitap olabilir. Haberciliği nezdinde "Yüzyılın Skandalı"nı da edinmek lazım zira öyküler ve haberler yazınında iç içe.

Son olarak, not aldığım üç alıntıyı da paylaşıyorum, özellikle sonuncusu hem yazarın hem çevirmenin akıcı diline örnek teşkil edecek güzellikte.

“Her zaman derim ya, insan resimlerde, gerçek hayatta olduğundan çok daha çabuk yaşlanıyor.” (İyi Yolculuklar Sayın Başkan, S.23)

“Dünyanın hiçbir hastanesinde, bir ambulans şoförü için sır diye bir şey yoktur.” (İyi Yolculuklar Sayın Başkan, S.25)

“Yemek bitince ışıkları söndürdüler, hiç kimse için olmayan bir film koydular ve biz ikimiz dünyanın yarı karanlığında baş başa kaldık. Yüzyılın en büyük fırtınası geçmişti, Atlantik’te gece uçsuz bucaksız ve berraktı, uçak yıldızların arasında hareketsiz gibi görünüyordu. O zaman onu saatler boyu karış karış seyrettim ve algılayabildiğim tek hayat belirtisi, suyun üzerindeki bulutlar gibi alnından geçmekte olan rüyaların gölgeleri oldu.” (Uyuyan Güzelin Uçağı, S.69)

Çevirmen: İnci Kut.

15 Beğeni

Kan Bağı - Işıkyaratan 4

Kan bağı, Sakat Göz de olduğu gibi yine büyük bir ara kitap olmuş. Finalden bir adım öncesinde daha fazlasını beklediğim bir kitaptı. Aslında okurken pek çok şey oluyormuş gibi geliyor ama ana hikaye çoğunlukla yerinde sayıyor. Genelde gözümde 3.5 luk kitapları 4 e yuvarlayıp puanlarım ancak Kan Bağı hem serinin geldiği nokta hem de sahip olduğu büyük potansiyelin doğru kullanılamadığını düşündüğümden 3 e yuvarlandı.

Ağırlıklı olarak Kip gözünden Kan Ormanlarında bir gerilla savaşı yürütürken Kip’in yavaş yavaş ( çok mu yavaş? ) bir lidere dönüşmesini okuyoruz. En aksiyonlu ve tempolu POV ler bu kısımlar olup keyif verecek iken Kip ve Tisis’in yatak maceralarına o kadar dalıyoruz ki… Bilemiyorum, normalde bu sahneleri keyifle okurum :slight_smile: ama karakter gelişimine yazarın düşündüğü kadar katkı sağlamadığı gibi kitabın temposunun da ağzına ettiklerinden beni bile darladılar.

Gerçi Weeks in böyle bir tarzı ve huyu var, doğru olmayan yerlere çat diye farklı bir sahne sıkıştırıyor. İkinci en çok okuduğumuz POV Teia mesela, Teia hayatının en önemli görevinin ortasında iken bir anda alakasız bir asker ona asılmaya başlıyor. Paragraf paragraf onu başından savmasını falan okuyoruz. Weeks abi bu karakterle en gergin, en heyecanlı olmamız gereken yerlere girmişiz neden yine temponun ağzına ettin?

Neyse, bu tarz tercihleri hep var aslında yazarın ama bu kitapta puanını bir adım aşağı çeken belki Gavin/Dazen/Andross ilişkilerini ele alışı oldu benim adıma. Serinin başından beri Gavin karakterini sevsem de Andross Guile karakteri belirdiği her sahnede zekası ve entrikaları ile ayrı bir tat veriyor. Spoiler a girmeden bu kitapta Weeks in twist gibi sunduğu bir takım yeni bilgilerin, karakterlerin önceki kitaplarda oluşan yapılarını bozduğunu söyleyerek buruk bir tat bıraktığını belirtebilirim.

Önceki ilk üç kitapta merak ettiğimiz pek çok bilgiyi Kan Bağında alıyoruz. Körelten Hançer’in yapısı, prizmalık, Guile lerin geçmişi, tarikat ve amaçları, daha önce hakkında çok az bilgimiz olan diğer lüksinler vs.

Kan Bağı yine epik fantazi açlığı duyduğum bir döneme denk gelen bir Işıkyaratan kitabı oldu. Beğendim, eğlendim, yer yer coştum. Yorumum biraz negatif gibi oluşsa da serinin sonuna yaklaşırken daha bir yüksek beklentide bulunmamdan kaynaklı diyebilirim. Umuyorum bu bilgiler maceranın epik bir finale ulaşmasında iyi bir ön hazırlayıcı olarak kullanılır ve son kitap ile beraber iyi bir seriyi daha raflarımıza katmış oluruz.

19 Beğeni

Kızıl İsyan: Altın Oğul

Dikkat! Bu kitap sizi hayattan uzaklaştırabilir. Bu kitap dostlarınızla, ailenizle ve sevdiklerinizle vakit geçirmenize engel olabilir. Bu kitap yemek yemeyi, su içmeyi ve nefes almayı unutmanıza neden olabilir. Mümkünse kitabı uzun süreler okumamaya özen gösterin ve kitabı okurken sizi hayata geri döndürecek olan kısa aralar vermeyi ihmal etmeyin. Sık sık ama azar azar okuyun. Ara vermek isteyip de veremediğiniz durumlar için lütfen uzmanlardan oluşan ekibimiz ile irtibata geçin.

Pierce Brown’nun insanların doğduğu renklere göre hizmet ettiği toplumdaki kızıl renklerin isyanını anlattığı bilimkurgu ve distopya türündeki serisinin ikinci kitabının ilk sayfasına yukarıdaki ‘sahte uyarı’ yazılmalıydı. Belki o zaman “bu bölüm de bitsin, bu bölüm de bitsin” diyerek saatlerce kitabın başından kalkamaz hale gelmezdim. Belki o zaman kitap okumaktan artık gözlerimin şiştiği ya da kitabı kapatmam gereken (iş, gezi, uyku vb.) anlarda kararsız kalmazdım. Belki o zaman kitaba bu kadar hazırlıksız yakalanmazdım. Belki de… Belki de hiç bir şey değişmezdi.

Bu hale en son Üç Cisim Problemi serisini okurken gelmiştim.Tıpkı o zaman olduğu gibi bugün de zihnim kitabın sayfalarının arasına sıkıştı ve kitabı ellerime yapıştırdı. Kitap her dakikasından zevk aldığım ve bu nedenle elinden kurtulamadığım bir zevk hapishanesine dönüştü. Hapishane hücresinden kafamı çıkartmaya çalıştığımda beni yeninden içeriye doğru iten gardiyan ise; kitabın soluksuz bırakan temposu oldu.

Yazar,serinin ilk kitabı olan Kızıl Yükseliş kitabında bize renklerin sistemini sunmuş, devrim için gereken alt yapıları oluşturmuş ve devrimi başlatacak olan ana karakterimiz Darrow’u Altın okuluna gönderip Altın yapmıştı. Dolayısıyla ilk kitabın ölçeği Altın okulundaki acımasız çocuklar seviyesinde kalmıştı.

Fakat Altın Oğul’da bu ölçek paramparça oluyor. Altın Oğul’da bu çocukları yetiştiren, renk sistemini kuran, gezegenleri fetheden, uyduları küle çeviren, binlerce renk öldüren ve milyonlarca renk öldürebilecek olan ailelerle, Eşsiz Yaralılarla, Olimpik Şövalyelerle tanışıyoruz. Altın Oğul’da ihanetin, kibrin ve vahşiliğin gerçek anlamını görüyor; ölümü, fedakarlığı, köleliği ve özgürlüğü yaşıyoruz.

Altın Oğul, Kızıl Yükseliş kitabının bıraktığı yerin 2 yıl sonrasında başlıyor. Başlar başlamaz da bizi uzay savaşının son hamlelerinin yapıldığı savaş odasına bırakıyor ve bize içerisinde binlerce rengin bulunduğu uzay mekiklerinin dansını izletiyor. Yazar bu dansı, Kızıl Yükseliş’in sonlarına doğru ulaştığı dünyanın en hızlı ivmelenen arabası Dodge Challenger SRT Demon 170’in ivmelenme kapasitesini Altın Oğul’a taşımak için kullanıyor ve uzay mekiklerinin boşluktaki çarpışmalarının yaşandığı nefes kesen aksiyonlar ile de bunu kolaylıkla başarıyor. Fakat burada okur olarak fark etmediğimiz şey; yazarın bizi bu araçtan indirerek büyük bir kara deliğin çekim kuvvetinden kaçmaya çalışan bir uzay mekiğine bindirmiş olduğu oluyor. Biz farkına bile varamadan yazar bizi mekiğin koltuğuna oturtmuş ve kemerimizi bağlamış oluyor. Artık kaderimiz kaptanımız elinde. Kaptanımız da kurtuluşumuzun hızlanma olduğunun farkındalığı ile hızımızı arttırdıkça arttırıyor. Altın Oğul’un bizi soluksuz bırakan temposu işte az çok buna benziyor. (Çoğu var, azı yok şeklinde)

Pierce Brown’nun bizi Altın Oğul’a bağlarken kullandığı tek silah sadece sürekli artan tempo da değil. Yazarın bir silahı daha var. O da tahmin edilememe, şaşırtma.

Kızıl İsyan evreni kuruluşu itibari ile ihanete ve oyun içinde oyun konseptine zaten çok yatkın. Bu nedenle kitaptaki olaylar, savaşlar, hiç beklenmedik şekilde sonuçlanarak sürekli okuru diken üstünde tutuyor ki yazar da zaten bu beklenmeyen sonuçları zekice kurgulayarak bunları tempo arttırıcı indikatörler olarak kullanıyor. Ayrıca beklenmeyen sonuçlar yalnızca ihanetlerden veya gizli planlardan da oluşmuyor. Yazar savaşın gidişatını organik olarak kurguluyor ve savaş öncesi yapılan planların ufacık yanlış bir hamle ile, zamanla hatası ile veya merhamet ile nasıl bozulabileceğini veya tersine dönebileceğini gösteriyor. Böylelikle okur her anı ayrı ayrı savaşlarla (uzay savaşı, gezegen çıkartması, baskınlar, düellolar, suikastlar) dolu kitapta sürekli merak içerisinde tutuluyor.

Yazar, kaptanımız, “Savaş- Merak- Gizem” üçlüsünü roketimizin itici gücü olarak kullanıyor ve biri yanıp tükenince diğerini yakmaya başlıyor. Hızlanma böylece kurtuluşa ulaşacağımız sona kadar devam ediyor.

Ama o son, o son. Tam kara delikten kaçacak yeterli ivmeyi kazanmışken motorların susması. Sessizlik. Bilinmezliğe doğru çekilirken hissedilen duygular tufanı. Ve boşluk. Hissizlik. Altın Oğul’un sonu.

Herkese iyi okumalar dilerim.

16 Beğeni