Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Annie Ernaux -Seneler

Yıllar sonra video ekledim. Konuşmayı unutmuşum resmen. :slight_smile:

Tekrar akış sağlamak, platformda tutunmak için birer izlemenizi ve beğenizi rica edeceğim zahmet olmazsa.

10 Beğeni

sevilla-berberi-veya-nafile-tedbir-ciltli-is-bankasi-kultur-yayinlari-pierre-kcm13165211-1-6a10ea972f2948568d92d6dcc6d88878

Aspern’in Mektupları

Henry James garip bir adam. Amerika’da doğup Avrupalı olarak yetişiyor ve İngiliz kimliğine bürünüyor, bu edebiyata ürünler veriyor ve kitapları bir bir sinemalaştırılıp ismini popüler tutmayı sürdürürken, buna karşın sohbetlerde (ve dahi puanlamalarda) Joyce, Orwell vb. isimlerin gerisinde kalıyor. Ünal Aytür’ün adına Roman Sanatı kitabı yazacağı denli önemsediği yazarın, The Wings of the Dove, The Innocents ve The Heiress uyarlamaları sonrası, Daisy Miller novellasıyla kalemine giriş yapmış ve tersten tanımlayacak olursam, film gibi kurgu yarattığını görüp çok beğenmiştim (storyteller sinemacılar: Kubrick, Kazan vb.). Kısıtlı zamanda düşük hacminden dolayı Aspern’in Mektupları’nı elime alıverdim. Henüz gelmeyen ışık siparişimin de gölgelemesiyle, ilk yarısını ne okuduğumu tam da anlayamadan geçtiğimi, ikinci yarı başlarında dikkat kesildiğimde duyumsadım. Hikâyeci de ustalığını burada göstermeye başlıyordu.

Hayranı olduğu ve hakkında kitap yazmak üzere araştırmada bulunduğu şairin bir dolu mektubunu bir asırdır elinde saklayan âşığına ulaşan anlatıcımız, bunları eline geçirmek için yeğeni Miss Tina’yı etkiler ve heyecan dolu bir kedi-fare oyunu başlar. Her biri farklı tutkulara yönelmiş üç kişi arasında geçen hikâye, son ana değin, bu yüzyıla miras kalacak kâğıtlara ne olacağına, kadının sır gibi sakladığı yüzünün görünüp görünmeyeceğinden yeğenin platonik aşkına karşılık bulup bulmayacağına ve anlatıcının bir noktada karakter değişimi yaşayabilirliğine dair merak duygusunu korumayı başarıyor ve bunu geçmişin tragedyaları gibi diyaloglarla zenginleştirebiliyor olması, yazarın kaleminin gücüne tanıklık etmemizi sağlıyor.

135 sayfalık kitabı YKY basmadığından, çeviri, Aytürlere değil, İletişim çatısında Hasan Fehmi Nemli’ye gitmiş. İlk yarıda kitaptan kopan bir okuru yakalamak kolay değildir, bu dalgınlık benim hatam olsa da, kitabın gücünü göstermek adına bunu tekrarlamak isterim.

Tek eleştirim şu olabilir, güzelim İletişim Klasikleri tasarımlarına yakışmayan diğer serilerdeki yavanlıktan kelli, keşke bu kitap da o seriden çıkmış olaymış. Kapağı “gel beni al” demiyor, orası kesin. Ben mi kaçırdım diye yine baktım, dışarıda en beğenilen kitaplarının çoğu bizde (en azından büyüklerde) basılmamış, okunmamış. Başta söylemek istediğim buydu belki de. İsmi edebiyat dünyasında büyük ancak bizde külliyatı niyeyse rağbet görmemiş. Bunu değiştirmek gerek.

(Ara not: Everest de ayak fetişli kapaklarından nasiplendirip kitabı basmış.)

Bu kitap özelinde, Wiki’de gördüğüm kadarıyla bir Shelley güzellemesi daha var (Frankenstein, Byron vb): Eserin esin kaynağı, Percy Shelley’in, ikinci eşi Mary’nin üvey kardeşine yazdığı ve onun da ömür boy sakladığı mektuplarmış. Yani edebiyat hakkında bir hikâye, edebiyat dedikodularına malzeme olacak bir hikâyeden doğmuş. Çok lezzetli.

Birkaç alıntı ekleyeyim, gelenek yerini bulsun:

“Şimdiki zaman geçmişi fena halde ayağının altında çiğniyor.” (S.86)

“Biliyorum ki dünya çok hızlı değişiyor ve bir nesil bir önceki nesli unutuyor.” (S.89)

“Cenaze törenlerinin esas olarak yaşayanları eğlendirmek amacıyla düzenlendiğini düşünüyor olmalıydı.” (S.115)

Raf Ömrü: Benimkinden uzun.

12 Beğeni

GUREBÂHÂNE-İ LAKLAKAN (Ahmet Haşim)

Kitapyurdu’nun e-kitap uygulamasından okuduğum, Ahmet Haşim’in bu kitabı birçok denemeden oluşuyor. Kitaba ismini ilk ve en uzun deneme olan Gurebahane-i Laklakan veriyor.

Gurebahane-i Laklakan (Leylekler Bakımevi): Bu yazıda Ahmet Haşim, İstanbul’da o dönemler revaçta olan eski Türk mimarisini keşfetmek üzere Bursa’ya gider. Burada Grigorie adında Türk kültürüne hayran olan Fransız bir konsolosla tanışır.

Bu bey ömrünün son yollarını geçirmek üzere Bursa’ya gelmiştir. Bahçesini düzenli bir şekilde değil bir orman gibi dağınık, özgür -ve başka bir bakış açısından bakımsız- hale getirmiş, ölümü hatırlatması için Türklerin mezarlıklara diktiği ağaçlarla doldurmuştur.

Tepesi sivri ve alt tarafı geniş koni gibi çam ağaçlarını semazenlere benzeten Grigorie’nin en sevdiği mekân, bahçenin bir köşesine yaptırdığı üç odalı binadır. Haffaflar Çarşısı’ndaki esnafın bir meydanda sakat kuşlara bakmasından çok etkilenen adam burada kırık kanatlı iki leyleğe bakmaktadır. Burasının ismi bu yüzden "gurebahane-i laklakan"dır.

Odaları Türk eşyalarıyla, çinileriyle, sanat eserleriyle dolduran Grigorie’nin bu ilgisine Ahmet Haşim taaccüp eder. Hatta bu Avrupalı adamın Türklerin zekâsını küçümsediğini düşünür. Öyle ya, binlerce yıl önce piramitler, saraylar dikilmişken bir dantel işlemesinde bu kadar hayret edilecek ne olabilir?

Grigorie ise elişi sanat eserlerinin, makineleşmiş bir çağ içerisinde insan elinin maharetini ve eserlere kattığı ruhu ortaya çıkardığını anlatır ve böylece ilgisinin sebebini açıklar.

Ahmet Haşim’in yalın tasvirleri dönemin Bursa’sının ve geçtiği mekânların resmini zihninizde çiziyor. Bir trend değilse de kimi Avrupalılar, ülkelerinde gelişen sanayinin getirdiği ruhsuzluktan kaçış olarak Türk kültürüne sığınmaktadır. Bu, Ahmet Haşim’in dediği gibi gizli bir küçümseme ve oryantalizm midir? Belki.

Bursa’yı gezme isteği uyandıran bir deneme oldu. Bu konsolosun bahçesi de hâlâ duruyorsa görmek isterdim.

Müslüman Saati: Ezan vakitlerine endeksli alaturka saat yerine, 24 saatlik alafranga saatin (bugün kullandığımız Batı tarzı saat) gelmesiyle gece-gündüz kavramlarında ve nihayetinde hayat tarzımızda sebep olduğu değişikliklere eleştiri getiriyor yazar, bu denemesinde. Zaman algımızın bozulduğuna değinen yazarın en çok eseflendiği ise fecir vaktini, yani gün doğmadan önceki sabah namazı vaktini uyuyarak geçirmektir.

Bir Ağaç Karşısında: Bir çiçekçideki hurma ağacı karşısında, yazarın, o ağacın doğasından koparılarak kapalı bir ortama mahkûm edilmesinin verdiği ıstırabı tahayyül etmesiyle ortaya çıkmış bir denemedir. İnsandan başka diğer canlıların da acı çektiğini fakat onların acıyı duyurma imkânından mahrum olduğunu anlatır.

Yeni Sanatkâr: Sanatı yozlaştıran “Woke” akımı o zaman da mı varmış, dedim okuyunca. Yok tabii. Klasik sanattan modern sanata geçiş yapılan bir dönemde yazdığı bu denemede Ahmet Haşim, Fransa’da gördüğü yeni sanat eserlerini eleştirmektedir.

Yakup Kadri: Ahmet Haşim, bu denemesinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve sanatından övgüyle bahseder. Onu “sanki başka bir âlemde, zengin bir ziyafet sofrasından kalkmış ve bu dünyaya tok ve yorgun gelmiş” biri olarak tanımlar. Ahmet Haşim’e göre Yakup Kadri’ye kadar Türk edebiyatında eserler sanatkârına benzemez, yazarlar gözlemlemedikleri ya da vakıf olmadıkları hususları taklit yoluyla yazmışlardır. Fakat Yakup Kadri "eserinin her satırını, insanlığının altınlarından dokumuş"tur.

Daha önce Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir romanını okumuş olsaydım bu denemeyi daha iyi anlayabilirdim ki bu kitaptan sonra okumaya karar verdim.

Cem’in Gözü: Karikatürist Cemil Cem’i anlatan bu kısacık denemede, Ahmet Haşim’e göre Cemil Cem bir dehadır ve çizgilerinde insanların dışarıya yansıttıkları personalarından ziyade içlerinde, herkesten sakladıkları huy ve dürtüleri ortaya çıkarır.

Daha birçok deneme olduğu için hepsini tek tek yorumlayamayacağım. Yoksa inceleme çok uzayacak. Umarım Ahmet Haşim’in dönemindeki kişi, olay ve olgular hakkında düşüncelerinin ve tespitlerinin yer aldığı bu kitaptaki genel üslubunu ve sizi nelerin beklediğini anlatabilmişimdir.

13 Beğeni


Çin’in İncisi… Kütüphanede gezerken rastlayıp âdeta âşık olduğum bir eser. Bundan sonra Pearl Sydenstricker Buck’ın kitaplarını okumayı düşünüyorum.

14 Beğeni


Hermann Broch-Büyülenme

Temel konusu çok klişe gibi olsa da -kasabaya bir yabancı gelir, olaylar gelişir- benim sevdiğim bir temadır. Çünkü bu olayın öncesi-sonrasıyla karakter analizine iyi bir fırsat verir, muz orta açar. Eserin sonunda bizzat yazarından yaklaşık 10 sayfalık bir özeti var, temel konunun başarısı orada görülüyor aslında -bu özetle kitap birebir aynı değil, yazarı bazı yerleri değiştirmiş-.

Ama beklediğimi bulamadım. Galiba problem atmosferde. Kitap bizi Alplerin o dağ köyüne götüremiyor. Daha da inersek karakterizasyon olmamış. Karakterlerden anlatıcı doktor da dahil hepsinden karton tadı geliyor. Mesela Marius. Romanin analizcilerine göre Hitler bu. Peki bu adamın karizması nereden geliyor? Yamağı neden doktorun iğrendiği kadar kötü? Allahın dağ köyünde, bu köy İsviçrede bile olsa, çok fazla bilge yok mu?
Romanda geniş anlatımlı 2 pagan ritueli var. Bu kısımlar ilgimi çekti, bunların detaylı anlatımı da enteresan geldi yazarın kişisel paganizm merakı mı, nazilerin paganizm merakına bir gönderme mi? Büyülenmenin bir parçası mıydı o ayinler?

Broch bir tez roman yazmış, kendi düşüncelerini romanlaştırmış. Sevmediğim bir teknik. Eleştirmenler Hitlerizm diyor ama Marius’un fikirleri komünizme de yakın ki doktor da onu öyle tanımlıyor.
Köyde dönen muhabbet bi ara öyle bi kabak tadı veriyor ki kitaptaki bi kaç sayfalık şehirde geçen tek flashback bile oh be dedirtiyor.

Bir daha okumaya değer mi, bilmiyorum.

15 Beğeni

9776731095090

Sandman macerasından sonra uzun soluklu bir çizgi romana girişmek güzel hissettirdi. Dizisinin ilk sezonunu beğenmiştim, ikinci sezonu batırdıklarını düşündüğüm, yahut sevemediğim için bırakmıştım.

Evet.

Bolca küfür.

Mizah.

Vahşet.

Kısacası hiçbir sansürün olmadığı bir çizgi roman.

Sizi bekleyen ana unsurlar bunlar.

İlgi çekici bir hikayesi var, fakat ben nedense gizemin korunamadığını hissettim. Korunmaktan ziyade yazar ihtiyaç duymamış da olabilir. Beni bekleyen maceranın ne olduğunu da biliyorum. Bu pek de sevmediğim bir olaydır fakat ‘episodik’ anlatıma sahip olduğunu hissediyorum. Yani bunun en basit örneği: Cowboy Bebop. Bir ana hikaye vardır. Fakat bölümlerinin çoğu yan hikayelerle geçer. Cowboy Bebop’un ana hikayeyi kapsadığı bölüm sayısı 3-4 bölüm falandı.

Ana hikayeye etken birçok hikaye çıkacaktır karşıma, buna eminim. Fakat Vaiz’in tanrının peşine düşmekteki amacını açıklaması, bana hikayeden bağımsız olayların da hikayeye dahil olabileceğini hissettirdi.

İlginç bir hikayesi var. Kesinlikle şans verilebilir. Dini unsurlara duyarlı insanlar için okumak zor olabilir, bilginiz olsun. Benim umurumda olmadığı için yadırgamadım. Sevdim. Dilinden keyif aldım ama küfürden rahatsız olmayan ben bile bazı yerlerde rahatsız oldum. Aşırı küfür kullanımı biraz yavan kaçmış. Yani karakterlerin ağzı bozuk olabilir, evet, bazen sırf laf olsun torba dolsun diye küfür dolu diyaloglar var. Rahatsız olduğum şey küfür kullanımı değil, dozuydu.

Henüz hikayenin başında olduğum için net bir şey söyleyemem. Çünkü çok fazla karakter, hikaye, olay örgüsü girdi. Çok hızlı akıyor. Yani iki sayfa sonra karakter sayısı aniden fırlıyor. Bunlar sırf ekran almak için görünen karakterler de değil. Birçoğunun ileride hikayeye katkı yapacağını hissediyorsunuz.

Vaiz hakkındaki tek uyarım, her yönüyle sansürsüz bir kitap olduğudur. Rahatsız olanlara tavsiye etmiyorum.

Açıkçası sert kurgulardan çekinmeyenlere de önermek konusunda ihtiyatlı davranıyorum. Sandman ilk cildinde bana muazzam bir yapıt olduğu hissiyatını vermişti. Vaiz için aynı şeyi söyleyemem. Hızlı akıyor, tempolu ilerliyor, hikaye anlatımı bazen yetersiz kaldığını hissettiriyor. Fakat okuması keyifli. Sandman okurken yer yer sıkıldığım kısımlar oluyordu, Vaiz’de olacağını zannetmiyorum.

Umarım iyi bir inceleme olmuştur. Uzun süredir inceleme yapmadığım için kendimi yetersiz hissettim.

13 Beğeni

Kilden Ayaklar - Diskdünya 19

Dopdolu bir Diskdünya kitabı daha, dopdolu! Bekçiler alt serisinin 3. sü ve şu ana kadar ki en iyisi, hatta ilk 19 kitap nezdinde belki serinin de en iyisi Kilden Ayaklar.

Bekçi teşkilatımız birbiri ile bağlantılı gibi görünen iki cinayeti peşlemeye başlarken, Ankh-Morpork ataerki Vetinari’nin de zehirlenmesi ile hikaye çift koldan bir dedektiflik akışına giriyor. Sadece bu kovalamacalar bile tek başına bize güzel bir Diskdünya romanı verebilirdi ama Terry durur mu? Kitabı doldurdukça doldurmuş, envai çeşit malzemeyi 300 küsür sayfasına sığdırmış.

Evrene kattığı Golemler ile ırkçılıktan köleliğe, yaşam hakkından varlığın anlamına, ucuz iş gücünden emek sömürüsüne dokundurabileceği tonlarca malzeme yaratmış. Kilden Ayakların merkezine böyle taş gibi bir malzeme oturtulunca anlatmak istediği her şey çok güzel bağlanmış, bu akıcılıkla en elimden bırakmak istemediğim Diskdünya romanlarından biri olmuş.

Önceki bekçiler romanlarında Vimes hep bana tam yetmeyen bir tatta kalıyordu, bu kitapta dolu dolu Vimes okuduk. Her cümlesi, her eylemi ile bayıldığım bir karakter. Tabi onun rolünün artışı biraz Havuçtan kısmış ama ben her zaman daha çok Vimes a varım.

Teşkilata yeni katılan kadın cücemiz Neşeli Dibiküçük ile onun kendi kadınlığının evrimi bol mizah malzemesi sunmuş, Angua ile oluşturdukları ikiliyi de okumak ayrı bir keyifti. Cüce kadınların cüce erkeklerinden ayrılamaz derecede benzemelerinden yola çıkarak burayı epey işlemiş Pratchett. Ama cücelerin yanında büyüyen Havuç’un da cüce kadın/erkekleri birbirinden ayıramaması, teşkilattaki diğer cüce kadınları tanımaması, hatta kendi üvey cüce annesi durumu falan biraz fazla mantık hatası gibi geldi bana. Kitaptaki tek takıldığım yer burasıydı sanırım, yine de epey yan hikaye kaldığı için sorun teşkil etmedi.

Bol göndermeli Diskdünya romanlarından biriydi, ancak kaçanlar sizi hikayeden kopartacak ağırlıkta değil. Belki de bu nedenle aynı zamanda en komiklerinden biriydi de. Muhtemel dini referanslı çoğu göndermeyi kaçırdım diye düşünüyorum. Ama bazı Sherlock, Cehennem Silahı, Robocop ve Terminatör gibi popüler referansları yakaladıkça mizah katlanarak arttı. Vimes arsenikli suikast yöntemlerine kafa patlatırken gelen tarihi/kültürel referanslar da ayrı bir keyifti.

Asayiş Berkemal’den sonra seriye neden Bekçiler alt serisi ile başlamayı önerenlerin çok olduğunu anladığımı belirtmiştim. Kilden ayaklar ile artık emin oldum ki, Bekçiler serisinde kalite ivmesi kendi içinde katlanarak arttığından bu şekil okuyanların da memnun kalmama ihtimali yok. Ben yine de kronolojik okunması tarafında duruşuma devam ediyorum çünkü alt seri dışı çoğu kitap ile de ufak ufak bağlar her daim oluyor. Ama seriye bu şekil başlayanların da üç bekçi kitabı üst üste okuduktan sonra geri dönüp ilk kitaptan tüm seriye girme ihtimalleri çok yüksek gibi geldi bana :slight_smile:

Sıradaki kitap bir Ölüm serisi kitabı ama hemen ardından yine Bekçiler e geri dönüş gözüküyor, koca yürekli bekçilerimizden fazla uzak kalmamak güzel olacak.

20 Beğeni


Avrupa Tarihi Üzerine Yazılar - Önder Kaya

Kitap, Avrupa Tarihinde Pirus Zaferi ve 300 Spartalılardan başlayıp, 2. Dünya Savaşına kadar olan zamanda geçen, genellikle Türkler - Osmanlılar ile alakası olan olayları ve anekdotları paylaşan kısa kısa bölümlerden oluşan bir eser.
Avrupa Tarihi kapakta vurgulanarak yazılmış olsa bile kitabın gerçek adı Avrupa Tarihi Üzerine Yazılar. Yani bu kitap bir tarihçi hassasiyetiyle tüm Avrupa Tarihini anlatan bir eser değil, Avrupa tarihinden derlenmiş ilginç konular. Çoğu konuda özellikle Türk ve Osmanlı Tarihi ile keşisen noktalara yer verilmiş. Bu sebeple beklentiyi iyi ayarlamak lazım. Bu kitap derin tarih okumak değil, güzel vakit geçirip farklı konularda bilgilenmek isteyenlere hitap ediyor.

Pirus Zaferine neden böyle isim verildiği, 300 Spartalı’nın pek de Holywood’da gösterildiği gibi olmadığı, çocuklarla yapılan Haçlı Seferlerini, Akdeniz’deki zafer ve hezimetlerimizi, İspanyolların Orta Amerikada 3-4 adamla yaptığı katliamları, Hammer’in pek de Türk dostu olmadığını, Avrupalının bize hep kötü baktığını kitap nedenleriyle çok güzel anlatmış.

Ayrıca kitapta çok güzel resimler mevcut.

Kitaba getireceğim eleştiri ise tarih alanında çok fazla eser veren yazarın sadece Türkçe kaynakları kullanmış olmasıydı. Bu sebeple Türk tarihi ile ilintili olan birçok konuda sadece Türk penceresinden bakmak eserin bence kalitesini düşürmüş.

Tarihe ilgili olan, keyiflik tarih kitabı okumak isteyenlere tavsiye ederim.
7.5/10

18 Beğeni

Kızıl İsyan: Sabah Yıldızı

Sabah Yıldızı ile altı kitaplık Kızıl İsyan serisinin ilk üçlemesinin sonuna gelmiş oluyoruz. Pierce Brown bu kitap ile ilk iki kitaptaki açık kalan konuları toparlıyor ve hikayeyi nihayete erdiriyor. Yani seriye başlamayı düşünüyor ama altıncı kitabın Türkçe çevirisi olmadığı için serinin yarım kaldığından endişeleniyor ve seriye başlamıyor iseniz, gönül rahatlığı ile seriye başlayabileceğinizi söyleyebilirim. Yalnız seriye başlayacaklar için uyarımı yinelemek isterim. Seriye mutlaka boş bir aralığınızda başlayın. Yoksa kendinizi bir kez daha “Adsız Kitapkolikler” toplantısında bulabilirsiniz.

Ben maalesef uyarıları göz ardı ettim ve o toplantılara yeniden gitmek durumunda kaldım.

Adsız Kitapkolikler’e en son bu yılın başında okuduğum Üç Cisim Problemi serisi nedeniyle başvurmak zorunda kalmıştım. O zaman da uyarıları dinlememiş ve boşluk yaratmadan seriye başlamıştım. Nihayetinde tüm benliğim kitaplar tarafından ele geçirilmiş ve bana ancak hayatımı idame ettirmek için gereken işleri minimum efor sarf edecek şekilde kullanmaya yarayan benlik bırakılmıştı. Kızıl İsyan serisiyle o günler geri geldi. Sabah Yıldızı’nın son satırını okuyup kitabı rafa kaldırılana kadar dünyadan koparıldım.

Üç Cisim Problemi ve Kızıl İsyan, bilimkurgunun bambaşka dallarında bambaşka hikayeler sunuyor olsalar da, iki seri de bizi dünyadan tamamen soyutlamayı başarabiliyor. Yazarlar; sayfalara aktardıkları hayal gücüyle, o hayal gücünün yarattığı merak ve heyecanla ve bunlarla gelen bağımlılık ile başarıyorlar bunu. Böylece seriler günlük hayatın stresinden kopmak isteyenler için adeta bir terapi yönetimine dönüşmüş gibi oluyorlar. Dünyayı unutturuyorlar.

Ancak iki serinin okurun üstünde yarattığı etki her ne kadar aynı olsa da Üç Cisim Problemi serisinin Kızıl İsyan serisinden üstün olduğu bir takım yerler bulunuyor. Tabi ki bunlara tek tek değinmeyeceğim. Sadece en önemlisinden bahsedeceğim çünkü Kızıl İsyan serisinin üçüncü kitabı biraz bu durumdan muzdarip.

O durumun adı da duygu arttırımı. Üç Cisim Problemi serisinde yazar muazzam bir başarıya imza atarak her kitapta hissettirdiği duyguları arttırarak devam ediyor. Bu, Kızıl İsyan serisinin ilk iki kitabı için de geçerli oluyor. Serinin ikinci kitabı Altın Oğul, ilk kitabın hissettirdiklerinden çok daha fazlasını hissettiriyor. (Bir duygu ölçer aletimiz olmuş olsaydı eğer sonuçlar şu şekilde olurdu; ilk kitap 3 birim duygu, ikinci kitap 6-8 birim duygu*) Fakat Sabah Yıldızı, Altın Oğul’un üstüne çıkamıyor. (Duygu ölçer sonucu; 6-8 birim duygu*)

Pierce Brown serinin ilk kitabı Kızıl Yükseliş ile yıldızlı bir restorandın tadım menüsüne başlar gibi başlıyor ve önce başlangıç ile ara sıcakları servis ediyor. Altın Oğul kitabıyla ise asıl şov başlıyor. Kitap baştan sona ana yemek. Yazar yemekleri servis etmeden önce önümüze sürekli iştah arttırıcılar getirmeyi de unutmuyor. Asla doymuyoruz ve doyumsuzluk içinde daha fazlasını istiyoruz.

Fakat Sabah Yıldızı ana yemekten çok, ana yemeğin üstüne yenilen müthiş bir tatlı gibi. Kitap, tüm serinin sahip olduğu elimizden bıraktığımız an da özlediğimiz yapısını koruyor ve sayfalar merak - heyecan- intikam üçlüsüyle akıp gidiyor. Ama yazar Altın Oğul’da üstümüzde öyle bir etki bırakmış oluyor ki, insanoğlunun en temel dürtülerinden biri olan “daha fazlasını isteme” dürtüsüne kapılmadan edemiyoruz. İşte bu dürtüyü Sabah Yıldızı gideremiyor. Yalnız Sabah Yıldızı’nda Altın Oğul’dan daha fazlası yok demek daha azı var demek anlamına da gelmiyor. Yazar, Altın Oğul ile bize zirveyi veriyor ve o zirveden bizi indirmeden hikayeyi nihayete erdiriyor.

Sabah Yıldızı ile artık isyanın dışarıdaki parçası olmayı bırakıyor ve isyanın tam merkezine iniyoruz. İsyanın; finansal, yönetimsel ve lojistik zorluklarına, fikir ayrılıklarına, özünü oluşturan özgürlük ile intikam arzusunun kolayca karıştırılmasına, güvensizliğine, acımasızlığına, umutsuzluğuna ve umuduna tanıklık ediyoruz. Yüz yıllarca zihinlere işlenmiş fikirlerin, yer yüzünden görülen en parlak yıldız Sabah Yıldızı’nın parlamasıyla silinmesini ve değişmesini, bu fikri aşılayanların ise kör olmasını izliyoruz. Tabi ki işkenceler, kayıplar, iki savaş arasında kalan masum milyonlar ve özgürlük için feda edilenlerle birlikte.

Sabah Yıldızı tüm serinin entrikalarla, savaşlarla, ihanetlerle ve aksiyonlarla dolu ruhuna; paramparça olup yıkılmış ruhların yaşadığı çöküşü ve isyanın yaktığı özgürlük ateşiyle o çöküşten arınmayı ekleyerek bir katman daha katmış oluyor ve renk sistemli evrenin karanlığını aydınlatıp evreni bilinmezliğe sürüklüyor.

Herkese iyi okumalar dilerim.

*Duygu ölçerdeki birim duygular kıyaslama için kullanılmıştır. Ölçeğin tepe noktası yoktur. Verilen birim ölçüler 10 üzerinden veya herhangi bir değer üzerinden değerlendirilmemiştir.

18 Beğeni

Michael J. Sullivan - Destanlar Çağı

Destanlar Çağı, yazarın altı kitaplık “İlk İmparatorluğun Efsaneleri” isimli fantastik serisinin, ilk kitabıdır. Kitabın evreninde insanlara Rhun deniliyor. Rhunlar başka bir ırk olan ve tanrı atfedilen Fhreylerin gözünde, solucandan farksız canlılardır.

Hikaye ilk sayfalarda bir delikanlının veya daha çok? bir kölenin, yaptığı eylemlerle başka bir boyuta taşınıyor. Kısacası artık tanrılar(Fhreyler) ve İnsanlar (Rhunlar) arasında bir savaş çıkmak üzeredir. Bu arada hikayeye, ormanda yaşayan adeta Miyazaki’nin Prenses Mononoke’sini andıran Suri isimli mistik bir kız, onun kurt dostu Minna, bir kabile reisinin karısı Persephone da dahil oluyor.

Hikaye ilerledikçe o dünyaya dair daha çok şey öğreniyoruz. Farklı ırklar, kültürler, kabileler, ormanın kadim ruhları, sanat veya sihirler gözler önüne seriliyor. Ve tabii düşmanlar da aynı şekilde…

Kitabı genel olarak severek okudum, kitapta birçok ana karakter var diyebilirim. Olaylar onların etrafında bölüm bölüm ilerliyordu. Sevdiğim karakterler; mistik kız Suri, onun Minna isimli kurdu ve aşırı gizemli görünen köle Malcolm oldu. Son olarak kitapta hoşuma gitmeyen bir olay vardı. Savaş ve ölümlerin gelmesinden bahsedilirken birinin aniden, o ortamda birisine aşık olması bence pek yersiz oldu…

8/10

21 Beğeni

Kralların Adaleti - Richard Swan

Uçsuz bucaksız fikirleri kağıda dökmeye imkan verse de fantastik edebiyatta eserler genelde belirli temellerin üzerine kurgulanır. Kralların Adaleti kendine farklı bir temel bulmuş, hukuk ve adaleti hikayenin merkezine oturtmuş. Richard Swan getirdiği bu farklılık ve yeni soluk ile bile ilk takdiri almayı hak ediyor.

Ortaçağ temalı bir evrende, Sovan İmparatorluğunda geçiyor hikaye. Bu imparatorluk sınırlarındaki diğer ülkeleri kendine katarak büyümüş ve güçlenmiş. Ancak bu büyüme yakın bir tarihte olduğu için halkın bir kısmı kökenine dayalı eski alışkanlıklar, dinler, adetler çerçevesinde yaşayabilmekte. İşte burada imparatorluğu bir arada tutan, temelini oluşturan hukuk ve adalet devreye giriyor. İmparatorluk Yargıçları köy, kasaba, şehir vs gezip dolaşarak imparatorun kanunları çerçevesinde adalet dağıtıyorlar; dava görüyorlar, cinayetleri çözüyorlar, hüküm veriyorlar ve cezayı icra ediyorlar.

Yargıçlar İmparatorluk Magistratusuna bağlı ve bu kurumda bir takım büyülü güçler öğrenip mesleklerini icra ettikleri sırada kullanabiliyorlar. Hem imparatorun icracıları olmaları hem de bu gizemli güçleri nedeni ile korkulan ve saygı duyulan bir sınıflar, onlardan başka bu tarz güçlere ve sırlara sahip kişiler yok gibi diyebiliriz. Şu an için gördüğümüz büyüler epey az miktarda ve pek çok fantastik dünyadan alıştıklarımıza istinaden görece basitler. Yani seriyi epic low fantasy olarak sınıflandırabiliriz. Aşırı fantastik etmenlerle bezeli bir dünya bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Seri karakterlere, olaylara, gizemlere ve entrikalara dayalı bir kurguya dayalı. Zaten kullanılan çok az büyü olduğu için ne olduklarını anlatıp tat kaçırmayayım çünkü her güç kullanımının diğer insanlara etkilerini okumak yazarın önemli başarılarından biriydi.

Hikayemizin merkezindeki karakter Yargıç Vonvalt; katibi Helena ve yardımcısı/silahtarı Bressinger ile oluşan küçük ekibi ile beraber imparatorlukta gezip mesleğini icra ederken Galen Vadisi ismindeki küçük ama ticaretle zenginleşip büyümeye başlamış bir kasabada önemli bir lordun karısının öldürüldüğü bir vakayı çözmeye girişiyor. Kralların adaletinin bu ilk yarısında anlıyoruz ki Yargıçlar sadece hükmü veren görevinde değiller, işin dedektifi de savcısı da olmak durumundalar. Kitabın bu kısımları biraz cinai roman tadında kanıtların peşinde geçerken olaylar birbirini açıyor, edinilen bulgular ile hassas dengelerde yürüyen imparatorluğun karşısında ciddi bir tehlikenin emarelerini gösteren entrikalara da giriyor.

Vonvalt hikayenin merkezinde dedik, ancak serinin ana kahramanı aslında 19 yaşındaki genç kızımız Helena. Hikayenin tüm anlatımını onun gözünden okuyoruz, onun duygu ve düşüncelerine ortak oluyoruz. Bu anlatım epey riskli bir tercih, beğenmeyen veya Helena ile bağ kuramayan okuru kaçırmaya müsait bir seçim. Ancak anlatımında olaylar ile Helena’nın sübjektifliği arasındaki dengeyi iyi kuran Swan bunun altından başarı ile kalkmış.

Yine de benim 4.5 a daha yakın bir 4 te puanlamamın temelinde bu tercih var çünkü benim çok da sevdiğim bir POV anlatımı değil bu. Her şeyden önce anılarını kaleme alan bir Helena, gelecekteki bir Helena dır. Yani bir tehlike yaşadığında ölmediğini biliyorum :slight_smile: Ek olarak Hem Vonvalt hem Bressinger ı epey beğendim, ancak yaşadıklarını hep Helena’nın gözünden okumak bazı özel ve güzel sahnelerde bu karakterin ne hissettiğini / ne düşündüğünü alamamamıza neden olabiliyor. Kitabın ilk yarısında Helena’nın yaşadığı bir miktar romantizm de mevcut, rahatsız edici olmasa ve kitapta yeri az olsa da tüm bakış açısının Helena’ya ayrılmasının doğal sonucuydu ama çok da gerek yoktu. Bu tarz Helena gözünden Helena anlarına girdiğimiz kısımlarda “o sırada Vonvalt ne yapıyor ki” diye ara ara düşündüm ben ister istemez.

Anadili ile karşılaştırma imkanı bulamadım ama çeviri okumaya engel olmamakla beraber çok da iyi değil gibiydi. Bazı sahnelerde sanki Swan’ın güzel anlatımı olmasa neredeyse akışta sorun yaratacak gibi hissettim. Birkaç ufak terimsel çeviri tarzı yerde ise okurken ciddi takılmalar yaşadım ama geneline çok da olumsuz bir etkisi yoktu diyebiliriz.

Aklıma gelmişken burada Athica yayınlarına da bir mesaj göndereyim; fantastik eserlerde harita kesilip atılmaz dostlar. Kitaba harita konduysa, basılır. İmparatorluğun içindeki farklı ülke kısımları anlatıda önemli bir yer alıyor ama bunlar kimdir nerededir haritasızlıkla ilk gördüğümüzde sürekli salaklıyoruz. Hikayenin büyük kısmının geçtiği Galen Vadisi de önemli coğrafi konumu ile bir nehrin yanında, bu konum ile zenginleşiyor. Karadan belirli yolların üstünde duruyor vs ama biz kuzey/güney aksını haritasızlıkla bir türlü kesiştiremiyoruz. Biraz bakındım, gördüğüm kadarıyla daha çok manga basan bir yayınevi. Fantastik kitaplara da bu sene el atmışlar gibi, serinin devamında umarım kitapları haritalı şekilde dilimize kazandırırlar.

Lordlar, kontlar, sörleri vs görüp derin hukuk temasını da okudukça yazar hakkında bir izlenimim oluşmuştu. Kitabı bitirince biraz bakındım; İngiliz bir avukatmış kendisi, tahminlerimde yanılmamışım :slight_smile: Mesleğinden gelen tecrübesini alıp medieval dünyasında harmanlayarak, karakter bazlı olgun bir hikaye sunmuş Richard Swan. Self publish basılıp, orbit ile anlaştıktan sonra epey bir okura ulaşma başarısı göstermiş. Şans verilesi bir kitap Kralların Adaleti, sonraki kitabı için de umut vadediyor. Seri üçleme olarak tamamlanmış, dilerim kısa sürede biz de kaliteli bir şekilde dilimize kazandırılıp tamamlandığını görürüz.

25 Beğeni

Daha önce de yazmıştım, kitabı 100 sayfa kadar okumuştum. Sonra araya farklı durumlar girdi, bitiremedim. Okuduğum yere kadar ben de beğenmiştim. Tabii sizin kitabı bitirip beğenmiş olmanız daha değerli.

3 Beğeni

Kaldığın kısımlarda Galen Vadisindeki cinayeti çözme durumları yeni yeni başlıyor. O sırada bende acaba kitap böyle vaka vaka mı gidecek diye düşünmüştüm, 1-2 chapter sonra yeni bir vaka 100 sayfa sonra yeni bir köy/kasaba vs vs mi diye içimde bir tereddüt oluşmuştu. Ama öyle değilmiş :smile: . Oralardan sonra murder mystery kısımları artıyor, sonra kurgu daha majör olaylara bağlandıkça gelişiyor :smile: .

Tahminimce bir sonraki kitapta da yine çözülecek bir olay çıkacaktır, başlarını aynı şekil devam ederken hikayeyi genişletecektir. Üçlemenin sonunda da büyük olaylara girişir gibi hissettim, bakalım.

Baktım pek yorumlayan ve okuyan çıkmamış, fazla spoiler a girmeden uzun bir inceleme yapayım dedim ki ileriki yıllarda merak eden birileri olursa da rehber olsun :smile: . Beğeni beklenti ile paralel olacaktır çünkü, bu kitabın epey low bir fantazi olduğunu bilip ona göre beklentiye girmek lazım. Ben de ilk çeyreğinde zorlandım biraz, hardcore öğelere bürünmüş bir fantastik gelecek zannediyordum :smile: Sonra kurguya adapte ettim kendimi iyice.

6 Beğeni

İyi yapmışsınız, elinize sağlık.

Doğrusu ben imparatorluk merkezinde bazı ihanetlerin başladığı bilgisini aldıkları anlarda bırakmıştım okumayı.

1 Beğeni

Alın okuyun demişsin özetle. :slight_smile: TBR’ye ekliyorum, fantastik soslu polisiye hoşuma gidiyor nedense.
Edit: Amazon’da ciltli gözüküyor, doğru mudur?

3 Beğeni

Amazonda çıktığı ilk günden beri ciltli görünüyor. Bana da gelmiş kupon Vordue girdi kanıma sağolsun yanına bir kitap düşünüyorum. Yalnız devam kitaplarında yayınevi bizi sağlam silkeleyecek gibi geliyor bana ilk kitabın fiyatını fahiş belirleyip geri vites attıktan sonra.

1 Beğeni

Silkeleyemeyeceğini öğrenir en azından, İngilizce devam ederiz fiyatta saçmalarsa. :smiling_imp:

2 Beğeni

Orası öyle evet :smiley: ama saçmalamasın lütfen.

2 Beğeni

Yok ciltlisi gelmedi Türkçe ya. Orbit hem ciltli hem karton basmış, muhtemelen bilgileri ingilizceden çekerken stok hatası yapmışlardır. Şöyle parlaklı/boyalı falan bir ciltlisi var, bende bir youtube yayınında görmüştüm :smile:

@Lorien_archers Yayınevinin işini pek beğenmedim bende, ama roman işine yeni el atmışlar gibi. O yüzden ilk girdikleri seriden yarıda bırakmazlar diye umut ettim ama, bakalım :smile:

Saldım size de zehirli oku, okuduktan sonra yorumlarınızı bekliyorum :joy: .

6 Beğeni

:books: Cuma Gecesi Semti (E. Bilge Az)

Bilge Az’ın “Cuma Gecesi Semti” adlı öykü kitabı, 11 öyküden oluşuyor ve farklı yaşamlara, anılara ve toplumsal temalara odaklanıyor. Kitap, kısa ve içten anlatılarıyla dikkat çekerken, bazı öyküler karakter derinliği ve tematik yoğunluk açısından daha fazla öne çıkıyor.

Kitabın ilk iki öyküsü, kısa çocukluk anılarına dayanıyor. Bu öyküler, sade ve nostaljik bir hava taşıyor, ancak derinlemesine bir analiz ya da karmaşık yapı sunmuyor. Yazar, bu öykülerde daha çok basit olaylar ve anlık duygulara odaklanmış.

Kitaba adını veren “Cuma Gecesi Semti”, polisiye bir öykü olarak karşımıza çıkıyor. Üç lise öğrencisinin gece gezisi ve ardından birinin öldürülmesiyle başlayan bu hikâye, bir cinayet soruşturmasına odaklanıyor. Ancak, olay örgüsünü basit buldum. Polisiye türünde alışılmışın dışında bir derinlik sunmaması, öykünün potansiyelini tam olarak kullanamadığı izlenimini yarattı bende. Bu öyküde, karakterlerin arka planlarının ve ilişkilerinin daha detaylı işlenmesi, okuyucunun hikâyeye daha fazla bağlanmasına yardımcı olabilirdi.

Bende iz bırakan öykülerden bahsedecek olursak, “Geçmişin İzleri” adlı öykü, iyi kalpli fakat sürekli arkadaş grubu tarafından sömürülen Sercan’ı anlatıyor. Baş karakterin çaresizliği ve çevresindekilere rağmen iyiliğini korumaya çalışması, okuyucuda duygusal bir bağ kurulmasına olanak sağlıyor. Bu öykü, karakterin iç dünyasına derin bir bakış sunuyor ve okuyucuyu Sercan’ın yaşadığı yalnızlık ve çaresizlikle empati yapmaya itiyor.

“Kabuk Değiştiren Bir Adamın Öyküsü”, kitapta öne çıkan diğer bir öykü. İlke, çevresindeki insanların taleplerine sürekli boyun eğen, pasif agresif bir karakter olarak çiziliyor. Hikâyenin ilerleyişi, İlke’nin kendisiyle yüzleşmesini ve yaşadığı ruhsal çözülmeyi ele alıyor. Psikoterapi süreciyle karakterin geçmişini ve yaşadığı travmaların kaynağını keşfetmesi, öykünün psikolojik derinliğini artırıyor. İlke’nin içsel dönüşümü, okuyucuda merak uyandırarak, öykünün sürükleyiciliğini artırıyor.

Oğuz Atay’a ve Onat Kutlar’a selam verilen öyküleri de beğendim. Okumuş olsaydım daha iyi anlardım.

“Cuma Gecesi Semti”, bireylerin içsel çatışmalarına, toplumsal sorunlara ve yalnızlaşmaya odaklanan öykülerle dolu. Kitaptaki öyküler, büyük şehirlerin arka sokaklarını, yalnız ve kaybolmuş bireylerin hikâyelerini işliyor.

Karakterlerin çoğu, toplumsal düzen içinde sıkışmış, kendi çıkmazlarında kaybolmuş bireyler olarak çizilmiş. Uyuşturucu kullanımı, dostluklar, hayal kırıklıkları ve yalnızlık gibi temalar, hikâyelerin merkezine oturuyor. Bu yönüyle yazar, şehir yaşamının karanlık ve yıpratıcı yönlerine dair eleştirisel bir bakış açısı sunuyor.

Bazı öykülerde olay örgüsü ve karakter derinliği daha başarılı işlenmişken, bazıları daha basit ve yüzeysel kalabiliyor. Özellikle büyük şehirlerin melankolik havasını ve toplumsal çıkmazları başarılı bir şekilde işliyor öyküler ve bu, kitabın güçlü yanı.

9 Beğeni