Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)

Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım - Herta Müller

Bilinç akışı hastası olduğum halde zar zor bitirebildim “Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım”ı. Nedenleri üzerine konuşmak isterdim ama masaya yatırabileceğim elle tutulur bir şey yok aslında, bir olmamışlık hissi okuma boyunca peşimi bırakmadı sadece. Bu tür kitaplardan aldığım edebi lezzeti tadamadım. Belki de başlığı sayesinde büyük beklentilerle başladığım kitabın bana hayal kırıklığı yaşatması tek sebep bile olabilir. Beklentiye girdiğim çoğu zaman bu duruma düşüyorum, ama Nobel edebiyat ödüllü bir yazar olması ve eserin konusu bakımından ilgimi çekmesi gibi nedenlerden dolayı beklentiye girmeden de duramadım doğrusu.

Kitapta adı geçmeyen ülkenin Romanya olduğunu, totaliter ve faşist rejimin diktatörünün Çavuşesku olduğunu öğrendim. Bu diktatörlükten bahsetmem gerekiyor, çünkü kitapta adını bilmediğim bir kadının sürekli tramvaya binip çağrıldığı bir yere gitmesi ve her anlamda korku duyması tam olarak bu meseleyle ilgili. Araştırmam sırasında Çavuşeski rejiminin detaylarını okurken tüylerim ürperdi, birçok yönden o kadar çok tanıdık geldi ki. Kadının yaşadığı korkuları ben de yaşadım sanki. Güvenli bir şekilde yürüyüş bile yapamadığımız parklarda ve sokaklarda yaşıyoruz artık. Zaten kadın olmanın günden güne zorlaştığı ülkemizde, sistematik bir şekilde cinselliğimize, kadınlığımıza ve tercihlerimize karışılıyor. Aile olmanın önemi vurgulanırken, kadına şiddete karşı üç maymunu oynayıp nasıl doğum yapacağımız hakkında ahkâm kesiyorlar.
Kitabı okurken kasvete boğulmamın ve elimde sürünmesinin nedeni, bunun bir kurgu değil de paralel evrende yaşadıklarımızı tanımlayan bir şeye dönüşmesini fark etmemdi. Gerçeklerle yüzleşmek bazen yorucu olabiliyor çünkü. Bu arada araştırma yaparken Herta Müller’in hayatına baktım; Romanya Almanları’ndanmış. Gizli servisle çalışmayı reddettiği için Almanya’ya göç etmek zorunda kalmış. Yaşadığı ülkede azınlık olması ve halkın çilesine tanık olması, onu bu kitabı yazmaya iten nedenlerden birkaçı gibi görünüyor.

Her bir karakterin adı var, ama onun yok. Kadının adı yok. Onu çağıran ve tuhaf sorular soran adamın adı var, onu zor durumda bırakan patronunun adı var, yaşlı erkeklerden hoşlanan arkadaşının adı var, alkolik kocasının ve daha nicelerinin adı var, ama onun yok. Ve bu kadının hayatına, tramvayda karşılaştığı insanlar ve manzaralarla, kendi hayatının dönüm noktalarıyla ve tanıdıklarıyla şahit oldum. Yalnızca bunlar da değil, kendi içinde yaşadığı çatışmalar, beklentiler, korkular ve umutlar da sayfalarca yer edinmiş kendine.

Buraya kadar her şey iyi gibi, nasıl etkileyici bulmadın ve sevemedin diye düşünebilirsiniz. Belki doğru bir zamanda okumadım ya da ülke gündemimiz yüzünden böyle hissettim, bilmiyorum. Yazımın başında da belirttiğim gibi, edebi lezzeti alamayınca zor bir okuma oldu benim açımdan. Yazarın başka kitaplarına da şans vermek istiyorum ama hâlâ. Çünkü bu olmamışlık hissinin benden kaynaklandığını düşünüyorum bazen. Son zamanlarda odak sürem çok bozuldu; günlük hayatımın ve gündemin, okumalarımı olumsuz etkilediğini fark ettim. Çok sıradan bir hayat yaşıyorum aslında, fakat kafamda bir ton şey olmasından dolayı bazen her şey arap saçına dönebiliyor. Bu bir süreç tabii ki.

İncelememi paylaştığım platform: https://www.instagram.com/p/DQrIIPjiNY6/?igsh=YWFtNzFmM2UwZnRz

14 Beğeni

Kurt Vonnegut- Mezbaha Beş

Mizahi bilimkurgunun ustası olduğunu duydum. Kitabın başında savaş karşıtı bir roman okuyacağımız söyleniyor. Ben böyle bir his almadım. Yazıldığı döneme göre post-modern teknikleri iyi kullanmış, ama bilimkurgu olarak çok fazla olay göremedim. Hayatinin farklı anlarından atlamalar yaparak yaşayan bir adamın İkinci Dünya Savaşı deneyimi ve sonrasindaki kapitalist Amerikan hayatına dönüşünde kurduğu ailesiyle olan hayatını anlatıyor.

Diğer kitaplarını da bir iki şans vermeyi düşünüyorum yine de. 7/10

Ara İstasyon- Clifford Simak

Bradbury tarzında şiirsel bir bilimkurgu. Uzaylılar galakside seyahat ederken Dünya’ya bir istasyon kurarlar, başına da Amerika İç Savaşı gazisi Enoch’u geçirirler. 100 sene taşrada dikkat çekmeden yaşarken CIA bu durumu öğrenir ve Enoch’un huzurunu bozacak, komşularına ona düşman edecek olaylar silsilesi başlar.

Bilimkurguya fantastiğin arasındaki çizginin bulaniıkoaştığı teknolojileri kullanan Enoch’un duygu ve düşüncelerinin değiştiği sahneler çok duygusaldı. Her bilimkurgu kitabında bulunmayan bir nitelik bu. Bir klasik olacak kadar çarpıcı olamasa da çok sağlam yazılmış. 8/10

İnsanlığımı Yitirirken- Osamu Dazai

Çocukluğundan beri utangaç m, içine kapalı, ailesi ve topluma yabancılaşmış bir adamın aşk, uyuşturucu ve intihar üçgeninde savrulmasını anlatıyor. Çocukluk yılları bölümündeki, arkadaşlarını eğlendirmek ve kabul görmek için kendini bile isteye “soytarı” durumunu defalarca düşürmesi bana kendi çocukluğumu hatırlattı. Bana da aynı şekilde bir arkadaşım gelip “Sen bilerek böyle davranıyorsun.” diyerek kanımı dondurmuştu. 8/10

Cam Kule- Robert Silverberg

Dünyaya 300 milyon ışıkyılı öteden bir sinyal gelir. Trilyoner işadamı Krug, ışıktan hızlı mesaj gönderecek bir kule inşa ederek uzaylılarla konuşmak ister. Bunun için servetini ve binlerce Android işçisini harcar. Bu sırada bazı Androidler onu Tanrı olarak gören bir din kurmaktadırlar.

Baştan sona müthiş bir bilimkurgu. Androidler ve insanların sosyal etkileşimleri çok detaylıca işlenmiş. Tek kafama takılan, labaratuvarda üretilen canlılara Android değil de “sentetik insan” denildiklerini zannetmemdi. Benim bildiğim androidler, insan görünümlü robotlara denirdi.

Silverberg’ün bir diğer mükemmel eseri “İçeriden Ölmek”I de herkese öneriyorum. 9/10

22 Beğeni

:open_book: Sadık Yalsızuçanlar - Sofra

Sadık Yalsızuçanlar’ın Sofra adlı deneme kitabı, ismini Kur’an-ı Kerim’deki Mâide suresinden alıyor.

Bu yönüyle kitap, hem anlam hem çağrışım bakımından derin bir isim taşıyor. Sofra, Allah’ın maddi-manevi bütün nimetleri; paylaşmanın, birlik olmanın ve kelimelerle doymanın simgesi.

Yazar, bu sofraya tasavvuftan edebiyata, hatırattan yakın tarihe kadar çeşitli lezzetler koymuş. Eser dört ana bölüme ayrılmış: Birlik ve Kardeşlik, Tanca’da Bir Çay, Gölgeler ve İzler, Tanıklıklar.

Kitabın “Birlik ve Kardeşlik” adlı ilk bölümünde tasavvuf ile ilgili denemeler yer alıyor. Bu denemelerde yazar, fütüvvet ve kardeşlik ahlakının hem insanî hem de ilahî boyutunu hatırlatıyor. Ebu’l-Hasan Harakânî ve Şeyh Muhammed el-Hazîn’i anlattığı kısımlar ise adeta gönül ehliyle kurulmuş bir sohbet halkası.

“Tanca’da Bir Çay” edebiyat ile ilgili bölüm. Naçizane bir genç yazar olarak o sayfaları sanki bir büyüğümle aynı masada oturmuşum da o konuşuyor, ben dinliyormuşum gibi okudum. Bu bölümde bahsettiği eserleri not aldım.

Yalsızuçanlar’ın edebiyata bakışı, “edebiyat” kelimesinin kökünde yer alan edep üzerine kurulu. “Edebiyat bizim vicdanımızı beslemez mi?” sorusu ise kitabın belki de özünü taşıyor. Yazar, dilin estetiğinin ötesinde ruhun inceliğini önemseyen bir edebiyat anlayışını savunuyor. Bir denemesinde Sabahattin Ali’nin hikâyelerinden söz ederken, onun dilindeki yalınlığın zamana direnen bir sadelik olduğunu söylüyor.

“Gölgeler ve İzler” bölümüne yazar, Malatya Garı’nda geçen çocukluğunu anlatarak başlıyor. D. Mehmet Doğan, Metin Kaçan ve Abdürrahim Karakoç ile ilgili anılarının ardından bölüm, Şemsi Ergüneş’in gönle işleyen öğütleriyle son buluyor.

“Tanıklıklar“ bölümü yazarın toplum hafızasına tuttuğu aynalar gibi. Türkiye’nin yakın siyasi tarihi… Darbeler, medya düzeni, siyasî yozlaşma…

Son denemede ise yazarın Kudüs hatıraları var. Kitap 2017’de yazılmış. O zaman dahi İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulümler dehşet verici. Mesela yazarın bizzat dinlediği bir olay: Filistinli doğum yapmak üzere olan hamile bir kadınla ve kocası hastaneye giderken İsrail’in kontrol noktasından geçmek zorunda kalırlar. İsrailliler, kadını saatlerce keyfe keder bekletir. Kocası tepki gösterince onu vururlar, ardından da kadını vururlar. Sonra hastaneye götürürler. O sırada doğum gerçekleşmiştir. Anne, baba ölür, çocuk yaşamaya devam eder… Okuması en zor olan kısımdı.

Kitabın en sonunda ise yazarın bir söyleşisi var.

Sonuç olarak, Sadık Yalsızuçanlar’ın “Sofra”sı, okura hem manevi hem entelektüel bir alan açıyor. Adeta “Kelimelerin kurduğu sofraya otur, acele etme, tadına var.” diyor.

13 Beğeni

“arkadaşlarını eğlendirmek ve kabul görmek için kendini bile isteye “soytarı” durumunu defalarca düşürmesi bana kendi çocukluğumu hatırlattı” belki inanmayacaksınız ama bu cümle bana da tanıdık geldi…

4 Beğeni

İnternette birkaç Amerikalı okuyucudan da aynı yorumu gördüm.

1 Beğeni

A’mâk-ı Hayal - Filibeli Ahmet Hilmi

Bulgaristan Filibe doğumlu yazar, II. Meşrutiyet dönemi fikir adamlarındandır. Tiyatro, roman, şiirin yanında siyaset, felsefe, tasavvuf ve tarih alanlarında da eserler yazmıştır. A’mâk-ı Hayal ya da Hayalin Derinlikleri, ilk olarak 1910 senesinde yayımlanmış felsefi, tasavvufi, mitolojik ve son derece masalsı bir kitaptır.

Konusu: Ahmet Raci isimli anlatıcı, iyi eğitimli ve dindar olduğu söylenen sonra herşeyden şüpheye düşen ve bu şüpheyi bir türlü yok edemeyen genç bir adamdır. Raci bir gün, mezarlığın içinde kulübede yaşayan garip kılıklı, başındaki takkede küçük küçük ayna parçaları bulunan yaşlıca bir adamla karşılaşıyor.

Böylece bu ikili manevi yolculuklara çıkmaya başlıyorlar, aslında durum astral seyahate benziyor. Aynalı Baba ney çalıp şiirler okurken Raci’nin gözleri bilindik dünyaya kapanır, bambaşka hallere/diyarlara girer. Buda rehberliğinde Hiçlik Zirvesine çıkmaya çalışır, Zerdüşt’ü, Ehrimen’i, Hürmüz’ü görür. Bazen bir Hintli olur bazen bir Çinli, bazen Simurg’un kanadında olur ve bilimkurguya göz kırpan yolculuklara çıkar. Raci, Tenasühe (reenkarnasyona) benzer hallere girer, varlığın her aşamalarından geçer ve en sonunda kendisine secde edilen bile olur.
Kısacası Raci, bu manevi yolculuklarda her gün bambaşka hayatlar yaşayan biri olur çıkar…

Kitabın ilk bölümünü daha çok sevdiğimi söyleyemeliyim. İkinci kitap, ilkine göre karışık ve kopuk duruyordu. Sonunda yarım kalmışlık hissi vardı sanki. Aynalı Baba’nın akibetini bilsek de Raci’nin hikayesi nasıl devam ediyor bu bilinmiyor. Ama içindeki şüpheye bir cevap bulabilecek gibi de görünmüyordu.

Eserde tevhit, vahdet-i vücut, varlık ve yokluk, hiçlik, aşk, ruh, nefsin mertebeleri, gerçek saadetin ne olduğu gibi birçok konudan bahsediliyor. Alimlerin bilgisine, toplumun sahte dindarlığına dair eleştiriler de mevcuttu.

Masalsı, mitolojik ve hayalle gerçeğin iç içe geçtiği bir kitaptı. Gördüğüm yorumlarda eserle Puslu Kıtalar Atlası’nı birbirine benzetenler olmuştu. Aslında kısa bir kitabın içeriğine çok şey sığdırması ve hayallerle gerçeklerin iç içe geçmiş olmasıyla ikisinin benzer yanları var sahiden.

16 Beğeni

Uzun süredir beklemekte olduğum bir kitap olduğu için hemen okuyup hakkında bir iki şey yazmak istedim. Iain M. Banks daha önce Cebirci ve Phlebas’ı Hatırla kitaplarını okuyup “işte aradığım uzay operası bu” dediğimbir yazardı. Kültür serisinin bu ikinci kitabı da genel anlamda beklentimi karşıladı ve beğenimi kazandı.

Kitap “Kültür” ismi verilen makinelerin, insanların ve her türlü zekanın oldukça gelişmiş bir şekilde beraberce yaşadıkları ütopik bir toplumda; her türlü oyunda oldukça başarılı, hatta tüm kültür’ün en iyi oyuncusu olan ana karakterimiz Jernau Gurgeh ekseninde geçiyor. Gurgeh oynadığı pek çok oyunda rakipsiz denilebilecek kadar başarılı peki ya hiç oynamadığı bir oyunda da aynı başarıları gösterebilir mi? İşte bunun cevabını bu kitapta arıyoruz.

Konusu hakkında çok fazla bir şey yazmak istemiyorum, sonuçta kitabın dokusu bu konular üzerine şekilleniyor ve Phlebas’ı Hatırla kitabının aksine daha az aksiyon var bu kitapta. Dolayısıyla ne desem büyüyü bozabilir diye korkuyorum. Genel hatlarla değerlendirmeye devam edersek, bence “Kültür” hakkında daha detaylı bilgiler olduğu için ve biraz daha bu toplum içerisinde yer aldığımız için ilk kitap olarak bunu okumak daha mantıklı. Phlebas’ı Hatırla kitabı Kültür dışında geçiyor ve Kültür hakkında sadece bahsedildigi kadar bilgi kırıntısı veriyor. O kitabın da daha anlaşılır olması ve atmosferini daha da keyifli şekilde yaşamak için Oyunların Oyuncusu’nu önce okumayı tavsiye edebilirim. Hatta keşke Use Of Weapons da çevrilmiş olsaydı da ondan da sonra Phlebas’ı Hatırla’yı okusaydık. Çünkü onda da Kültür’ün bir diğer kolu olan Özel Durumlar hakkında bolca bilgi alıyoruz anladığım kadarıyla.

Kitabın çok ama çok olumlu bir noktası var, o da görsel olmadan, aşırı tasvir olmadan bizi oynanılan oyunlara inandırıyor hatta o oyunları izliyor olduğumuz hissine kapılmamızı sağlıyor olması. Yani ütopik, tamamen hayal gücü olan bir oyunu resmen yaşıyoruz, üstelik Banks bize hiç tasvir etmiyor neredeyse. Okurken cidden bunu çok takdir ettim. Tabii ki bunun dışında yine harika bir dünya, yine alıp götüren bir anlatım ve de tam bir kaçış edebiyatı örneği. Zaten bu konularda İain M. Banks’ten bir gram dahi şüphem olamaz.

Bahsedilecek çok sey var aslında, blur içerisinde bahsedeceğim, spoiler da sayılabilir bunlar ama daha önce bahsettiğim nedenden dolayı da isteyen açmasın;

İmparatoluk kötü tasvir ediliyor ki bence de kötü ve acımasız, evet ama Kültür o kadar masum mu? Oyunlarda ve spesifik olarak Azad oyununda gerçek amaç ne? Gerçekten de hilesiz, alın teriyle mi oynanıyor ya da böyle bir şey mümkün mü? Gurgeh gerçekte ne için orada? Dronların ve gemilerin aldıkları gerçek görevler ne? Gurgeh aslında hep bu oyun için mi hazırlanılmıştı? Peki neden hile yapmayı kabul etti? Azad’lı kadın hakkında az bilgi aldık, enteresan bir detaydı. Tıpkı Gurgeh gibi biz de unuttuk hem ismini hem de onu kitap boyunca.

Tabii ki burada yazdıklarımın büyük kısmını kitap sonunda cevaplanmış olarak buluyoruz ama tam da emin ve net olamıyoruz. Hala bazı şüpheler kalıyor kafamızda ki yazar da bunu istiyor zaten. Tıpkı Phlebas’da olduğu gibi.

Ben kitabı beğendim ve türü sevenlere tavsiye ediyorum. İçerisinde aradığınız pek çok şeyi bulacaksınız ama öyle aşırı aksiyon da beklemeyin. (Ki baya fazla aksiyon var tabii ki sadece Phlebas’ı Hatırla kadar yok)

Herkese keyifli okumalar dilerim.

26 Beğeni

Buradaki yorumunuzu görmeden aylık okuduğunuz kitaplarda görüp yorum yapmıştım.

Puslu Kıtalar Atlası en sevdiğim Türk romanıdır. İçinde felsefe ve tarih vardır ancak kitaptan zevk almanız için felsefe ve tarih bilmenize gerek yoktur. Tabii ki bilirseniz bu kitaptan daha fazla haz alırsınız ama normal bir okuyucu için endişelenecek durum yok.

Çok detaya girmeyeceğim ama Uzun İhsan Efendi çıtayı çok yukarı koyduğu için kendisi bile bu çıtaya erişemedi. Kitap okuyan tüm tanıdıklarıma kitabı tavsiye ederim.

İncelemeniz de leziz olmuş . Elinize sağlık.

6 Beğeni

Bence Amat daha güzel bir kitap, en azından ben daha çok sevdim.

8 Beğeni

Amat bence de çok iyi kitap. Bir ara film yapılacak deniliyordu, yapamadılar galiba.

Gerçi Uzun İhsan Efendi’nin kötü, okuyunca hayal kırıklığı yaratacak kitabı yok. :slight_smile:

6 Beğeni

@isos81 @alper Ben Puslu Kıtalar Atlası ve Amat kitaplarını da çok uzun zaman önce okuduğum için şimdi tam kıyaslayamadım ama Puslu Kıtalar Atlası çok güzel gelmişti. O tadı alamamıştım başka kitaplarında.

2 Beğeni

Benim için;

1-puslu kıtalar atlası

2-amat

3-suskunlar (aslında 1 bile olabilir ama diğer ikisini daha fazla sevdiğim bir dönemdeyim)

4-kitab-ül hiyel

5-efrasiyabın hikayeleri

6-galiz kahraman

7-yedinci gün

8-tiamat

Yani İhsan Oktay Anar yemek tarifi bile yazsa ayıla bayıla okurum.

12 Beğeni

Anar Rızayev Beş Katlı Apartmanın Altıncı Katı ‘nı yeni bitirdim. Ketebe Yayınlarında hepsinin bir basmışlar.

Ak Liman, Beş Katlı Apartmanın Altıncı Katı ve Tahmine’nin Son Sırrı.

Yazar Tahmine ‘nin Son Sırrı ‘nı yıllar sonra kaleme alıyor. Covid 19 dönemlerinde. Amacı Tahmine’nin kitaptaki yerini daha da netleştirmek.

Gelelim romana! Dili çok akıcı. Tahmine ile Zaur’un aşkı üzerinden bizlere toplumsal olaylar anlatılıyor. Kadının toplumda yeri, insanın özgür iradesi. Varoluşsallık teması da barındırıyor.

Özellikle Zaur daha da detaylı incelenmeli. Çünkü o özgür iradesini kullanabilen birisi değildir.

Tahmine ise özgürdür. İstediğini yapan birisidir.

Bununla birlikte romanda rüya sahneleri de önemli. Roman rüya ile açılılıyor.

Rüyalar bizlere karakterin o anki durumunu da gösteriyor.

Ayrıca romanda Sovyet zamanından izler de görmek mümkün.

Ben beğendim. Kesinlikle herkes okumalı.

5 Beğeni

Ses ve Öfke - William Faulkner
Yıllardır kitaplığımdan bana göz kırpan ve arada sırada elime alıp bıraktığım bu kitabı sonunda okuyabildim. Okumaya başladığım anda korkularımın yersiz olduğunu anladım ve kendimi iyi bir edebiyat ürününün içinde bulduğumu fark etmem pek uzun sürmedi. Bilinç akışı türündeki çoğu kitapla haşır neşir olduğum için böylesi zor ve anlaşılması kolay olmayan metinleri çok seviyorum, yine de uzunca bir süre kitaplığımda beklemesi, Faulkner ile ilişkimiz açısından harika bir adım oldu bence. Okuduğum onca kült romandan önce elime almış olsaydım, belki şimdiki kadar keyif almayacaktım. Ayrıca yazarla tanışma kitabımın, Faulkner’ın en sevdiği romanının olması çok güzel bir denk geliş…

Amerika’nın güneyinde yaşayan Compson ailesinin dağılışını anlatan bu eser dört bölüme ayrılıyor. Her biri farklı bir günü ele alıyor ve farklı karakterlerin bakış açılarından yaşananlara tanık oluyoruz. Bu günlerin romandaki önemi, ailenin çöküşüne neden olan izleri taşımasıdır. Buraya kadar her şey sıradan görünüyor ama değil tabii ki. Çünkü kurguya ‘’bilinç akışı’’ dahil oluyor ve her şey bambaşka bir boyuta taşınıyor. Bu boyutun içinde her şey birbirine karışıyor ve çarpıcı tüm
detayları; sayfaların ve satırların arasında bulmak ve anlamlandırmak da size kalıyor. En sevdiğim kitap türü olabilir bu, çünkü yazarın kalabalık bir anlatımdan uzaklaşarak ustaca dokundurmalar yaptığı girift bir anlatıda, detayları bulmak okura bırakıldığı zaman, eser üzerinde yoğunlaşmaya ve o meşguliyet hissine bayılıyorum. Ses ve Öfke’yi sekiz günde okudum bu sayede.

İlk bölümde, ailenin zihinsel engelli çocuğu ‘’Benjy’’ karşıladı beni. Bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya çabalarken, kendini yalnızca anlamsız seslerle ve böğürmelerle ifade edebilen biri o, ama onun gördüklerini ve hissettiklerini okumak kitabın en sevdiğim kısmıydı ve en zor kısmı da bu bölümdü. İkinci bölümde, ailenin gururu ‘’Quentin’’in bilincine düştüm, düştüm diyorum çünkü her anlamda
içinden çıkılması mümkün olmayan bir kuyuyu andırıyordu. Kendisine yüklenen görevler ve
önemden sıyrılma isteğiyle parça parça oluşu, gururu, karamsarlığı ve takıntılarıyla kitabın en
yoğun ve kasvetli kısmıydı. Üçüncü bölümde ise sert mizaçlı, kendisine verilmeyen fırsatlardan dolayı öfkeli, ailesine, evin çalışanlarına ve dünyaya karşı nefretini gizlemeyen bir karakter yokuş aşağıya sürükledi beni: ‘’Jason.’’ Ailenin üç erkek çocuğu, üç bölüme konuk oluyor ve sorunları birbirinden ayrı gibi dursa da tek kişide birleşiyorlar, kız kardeşleri: ‘’Caddy.’’ Ve Caddy’nin onlar için neden esas mesele olduğu kitapta kalsın, ama her birinin kız kardeşleriyle olan bağları ve yaşadıkları birbirinden çok başka yönlerde gerçekleşiyor. Çünkü tek bir ailenin üyeleri olsalar da kişilikleri farklı. Tüm bunlar, belirgin bir düzende anlatıya dahil olmuyor tabii ki. Geçmiş, şimdi ve gelecek üçgeninde kurguyla bütünleşiyor her şey. Çoğu şey son bölümde, yani evin bütün yükünü sırtlamaya çalışan ‘’Dilsey’’ kısmında açıklığa kavuşuyor. Ailenin siyahi hizmetçileri, kitabın başından sonuna kadar yanı başımızdalar hep. Bu dört bölümün bitişinde, yazarın kitaba sonradan yazmış olduğu ek kısmıyla veda ettim romana. Ailenin kısa tarihine tanık olurken, karakterlerin mini hikâyeleriyle bir aydınlanma yaşıyoruz burada. Yani anlamadığınız noktaların ve detayların cevaplarını ekte bulmanız mümkün. Amerika İç Savaşı’ndan sonra toplumun içine düştüğü yozlaşmışlığı, çürümeyi, ırkçılığı, cinselliği ve aile ilişkilerini açık bir şekilde anlatmadan yalnızca kurgunun atmosferine yansıtması, yazarın en mükemmel tarafı. Kitabı okuduğum sırada, bu iç savaş dönemi ve sonrası hakkında araştırma yapmıştım, bildiğimden fazlasını öğrenmenin bir yararı oldu kesinlikle. Ayrıca Faulkner’ın hayatı hakkında okuduklarım da kitabın bir romandan fazlası olduğunu gösterdi bana. Belki de bu bilgiler sayesinde çoğu detayı sona gelmeden anlamlandırmak ve çıkarımlar yapmak daha kolay oldu benim için. Son olarak, yazarın zaman algısıyla oynadığı bu oyun ve karakterlerin bilinçlerine doğru yaptığı bu yolculuk, muazzam.

Caddy’nin de sesi olsa harika olurmuş aslında. Yani onun da hislerine ve iç çatışmalarına şahit olmak isterdim, sadece kendi ailesinin gözünden baktığımda bile fırtınalar yaratan bir karakter olması heyecanlandırıyor beni. Faulker’ın tarzını ve haliyle kitabı da çok beğendiğim için, yeni yılda okuyacağım diğer bir kitabını belirledim bile. Bu detay sürpriz olsun.

16 Beğeni

Küçük Zaches Namıdiğer Zinnober - E.T.A. Hoffmann

Daha önceden okuduğum bir kitap ama not almadığım için kitabın çoğu aklımdan uçup gitmişti. Alman Romantizmini, peri masallarını seviyorum. Bu yüzden yeniden okumaya karar verdim.

İlk kez 1819 yılında yayımlanan bu eser için yetişkinlere yönelik bir peri masalı demek daha doğru olur. Hicivsel, ironik, düşündürücü öğelerle dolu, aynı zamanda sihirle gerçekliğin iç içe geçtiği ve hangisinin diğerine baskın çıktığı pek belli olmayan bir hikayeye sahip.

Kitaba ismini veren Zaches, absürt derecede mini boylu (2 karış boyunda), tuhaf ve son derece sevimsiz, yaşına göre aşırı obur, yürümek için yetersiz cılız bacaklı, kamburu olan ve annesine yük olmaktan başka bir özelliğe sahip olmayan bir çocuktur. Bir insandan çok adamotuna benzeyen, yarılmış turbu andıran ve “hilkat garibesi” olarak isimlendirilen biri. Ama kitabın orijinal dilinde onu tanımlayan isim başkadır: “Wechselbalg”

Wechselbalg, Ortaçağ Avrupasında görülen bir halk inanışıdır. Bu inanca göre yeni doğum yapmış kadınların bebeklerini kötü cinler, ruhlar veya periler kendi çocuklarıyla değiştirirler. Değiştirilen çocuğun özellikleri tıpkı Hoffmann’ın Zaches’ine benzer. Yani tuhaf, sevimsiz, aşırı obur, yürümekten ve konuşmaktan aciz, kısacık boylu, adeta bir adamotu…

Masalda, bir peri anne gibi hikayeye dahil olup Zaches’e hak etmediği bir tılsım bahşeden Rosabelverde’nin etkisiyle Zaches çoğu insana bundan sonra pek sevimli görünür ve çevresindeki bazı insanların başarılarına konar. Çok az kişi bu tılsımdan etkilenmez ve Zaches’i olduğu gibi görür.

Bu arada ülkeye aydınlatma ithal etmek isteyen ve bunun için sihri ve şiiri yasaklayan prens hazretlerini okuruz. Prens doğa olaylarını bile etkisi altına almak isteyen absürt bir tiptir. Hikayeye dahil olan başka karakterlerle olaylar gelişmeye başlar…

Masalda daha önce fark etmediğim şey, kitaptaki büyücü Prosper’in ismini muhtemelen Fırtınadaki büyücü Prospero’dan almasıydı. Büyücü Prosper Alpanus ve peri Rosabelverde’nin düellosunu okumak da hoştu.

Renkli, absürt, sihirli, düşündürücü yönleri olan, eleştiren, okunmayı hak eden bir masal.

15 Beğeni