İlk öykü olan Ezeli Şampiyo’a bayıldım. Ancak sonraki öyküler beklentimin altında kaldı. Büyük İskender ve Modern zamanda geçen Elric gibi farklı hikayeler olsada ben Erekosë’nin öyküsünde kaldım. Bence Moorcock’un şu ana kadar yazdığı en iyi öyküydü. Umarım devam kitapalrın da Erekosë daha fazla karşımıza çıkar.
Tek tanrıcılık ve çok tanrıcılığın batıdaki tarihsel mücadelesini anlatan bir kitap. Akhenaten(MÖ 1300ler) ve Dönme Julianus’un ölümü(363) arasında kalan dönemi konu alıyor.
Kitabın ilk yarısı, Akhenaten ve ilk tek tanrıcılık girişimini, İsrail topraklarında yüzyıllarca süren tek tanrıcılık ve çok tanrıcılık savaşını, ve Klasik Antik Çağ çok tanrıcılığına genel bir bakışı içeriyor.
İkinci yarısı ise tamamen Hristiyanlık ve Roma üzerine odaklanmış. Roma’daki dini durumu, Hristiyanlığın yayılışını ve Roma otoriteleri ile sürtüşmesini anlatarak başlıyor. Sonrasında ise detaylı bir şekilde, ilk Hristiyan imparator I. Constantine ile başlayıp paganizmi geri getirmeye çalışan Julianus’un ölümüyle biten süreci işliyor.
300 sayfalık, görece kısa ve bilgilendirici bir kitap.
1 sene sonra ilk defa bir kitap bitirdim. Aslında okumayı planlamıyordum ancak bir arkadaş beraber okuyalım deyince kırmak istemedim.
Bir oturuşta bitirebileceğiniz, mükemmel psikanaliz ve betimlemelere sahip enfes bir kitap. Bu yazardan daha önce yine birinin tavsiyesiyle Bilinmeyen Bir Kadının Mektubunu okumuştum. Orada betimlediği şey platonik aşk iken, burada korku hissini muhteşem anlatmış.
Hikaye, Viyana Burjuvazisinin önemli bir parçası olan ve hayatı boyunca hiçbir zorluk yaşamamış Irene isimli kadının monoton hayatından sıkılıp yeni bir heyecan arama girişimiyle başlıyor. Zengin bir avukat olan kocasını saçma sapan bir herifle aldatmaya başlıyor kadın sırf heyecan olsun diye.
O kadar doğru ve birebir betimlemeler var ki hayran kaldım gerçekten. Bir his, bir duygu anca bu kadar çarpıcı anlatılabilirdi.
-korku cezadan çok daha beterdir çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar kötü değildir.
-zamanın çoktan sildiği bir hata için cezalandırılabilir miydi insan?
'-tüm yeryüzünü ölü ve boşalmış hissediyordu, sadece kendi donup kalmış bedeninin içinde yüreği göğsünü çatlatacak gibi atıyor ve her atış canını acıtıyordu.
Pişmanlık, utanç, korku ve huzurlu günlerine bir daha asla dönemeyeceğini bildiğin acı. Kadınların macera arayışı.
İyi ki okumuşum dediğim bir kitap oldu. Bir sonraki sefere artık ne zaman bir kitap bitirebilirim bilmiyorum. Anayurt Oteli’ni almayı planlıyorum birkaç güne sırada o var galiba. Bitirirsem eğer onu da yazarım.
Batıdakiler için doğu, doğudakiler için batıda yaşayan ve yoğun olarak batı kültürüne maruz kalıp batı kültürüne ait ürünler tüketen biri olarak doğu kültürünü, özellikle uzak doğuyu, farklı, acayip, garip ve ilginç bulmuşumdur. Fakat farklılığı ve ilginçliği ile beni kendisine çekip cezbeden bu kültüre karşı içimde anlayamadığım hep bir soğukluk hep bir uzaklık da vardı. Bu durum zamanla uzak doğu ve uzak doğu edebiyatına karşı üzerimde bir ön yargı oluşmasına sebep oldu. Sanki uzak doğu edebiyatına ait bir eser okuduğumda okuduğumu anlamayacak ve eserden sıkılacaktım. Aslında uzak doğunun barındırdığı; ejderhalar, tanrılar, çeşit çeşit farklı canavarlar ile iç içe geçmiş zengin tarih bir fantastik kurgu bağımlısı olarak elimi ayağımı titretip beni sürekli kendisine çekiyordu ama işte bir türlü ön yargılarımdan kurtulamıyordum. Ta ki sene başında okuduğum Üç Cisim Problemi serisine kadar. Üç Cisim Problemi serisi uzak doğu ön yargı cephesini yarmış ve ön yargıya büyük bir darbe indirmişti. Şimdi de Haşhaş Savaşı hattı geçip cepheyi paramparça etti.
Haşhaş Savaşı, yukarıdaki girişten de anlaşılacağı üzere, aslen Çinli olan R. F. Kuang tarafından Çin tarihinden ilham alınarak yazılmış fantastik kurgu bir eser. Çin tarihi denilince de ilk akla gelenler; entrika, ihanet, savaş, toplu katliamlar, çeşit çeşit tanrılar ve ejderhalar oluyor. (Benim ilk aklıma gelenler demek daha doğru olabilir belki de.) Haşhaş Savaşı da bu konuları etkileyici, rahatsız edici ve karanlık bir şekilde karşımıza çıkartıyor. Aslında kitap açılışını çok masum şekilde ve hepimizin çok iyi bildiği “Ölümcül Saadet Sınavı” “ÖSS” ile yapıyor. İlk bölüm ile karakterimizin ülke çapında yapılan ÖSS’ ye hazırlanmasına ve yaşadığı strese şahit oluyoruz. Yazar, fantastik evren için bu kadar basit bir konuyla bile karakterin üzerindeki stresi; çaresizlik, acı ve korku hisleri ile okuyucuya derinden aktarıyor ve okuyucu yakalıyor. Karakterimizin akademiye girmesiyle de bambaşka bir yerden yakalıyor ve bir daha da bırakmıyor.
R. F. Kuang, kitabın ilk çeyreğini oluşturan akademi kısımlarıyla uzun zamandır hissetmediğimiz ve tekrardan hissedene kadar da ne kadar özlediğimizi fark etmediğimiz Kral Katili Güncesi’nin zamanında damağımızda bıraktığı enfes tadı sunuyor. Tıpkı bir şef yemeğini başka bir şefin yorumlaması gibi Kral Katli Güncesi’nin imza lezzetlerini farklı aromalarla servis ediyor Haşhaş Savaşı. Bu imza aromalara; deli gibi etrafta hareket edip diğer hocalara takılan, hocalığı takmayan, her lafının arkasında mutlaka farklı anlamlar bulunan ve hiç söylemese de çok büyük bir güce sahip olduğunu düşündüğümüz gizemli Elodin Hocanın ve Kvothe’un okuldaki baş düşmanı olan önemli bir ailenin zengin ve şımarık oğlu Ambrose’un Haşhaş Savaşı’nda neredeyse aynı şekilde bulunuyor olması en belirgin örnekler olarak verilebilir. Burada belirtmeliyim ki, bu karakterler özelinde esinlenmeden biraz daha fazlası var. Fakat bu, Haşhaş Savaşı her şeyi Kral Katili Güncesi ile aynı olan kaliteli bir kopya demek de değil. Kitabın sadece ilk çeyreğini oluşturan akademi bölümleri temelden birtakım farklılıklar barındırıyor ve zaten bunlar da farklı aromalar dediğim kısımlar. Yine en bariz örneklerden gidecek olursak; Haşhaş Savaşı’nda akademi bir savaş okulu olup imparatoriçe için savaş dahisi generaller yetiştiriyor. Ayrıca Haşhaş Savaşı’nda tüm olayların temeli tanrılar ve tanrılar olaylara müdahil olmaktan geri kalmıyorlar. Zihnimiz işte bu yeni ama nostaljik duygularla ilk başta mest oluyor. Ama sonra bu durum yerini yavaş yavaş hafif bir rahatsızlığa ve “Tamam, farklılıklar ama acaba tüm kitap okulda mı geçecek, daha başka bir şey olmayacak mı?” gibi düşüncelere bırakmaya başlıyor. Tam da bu anda tıpkı düz yolda hızlanarak ilerleyen aracın önüne aniden çıkan bir virajı alması gibi kitap öyle bir viraj almaya başlıyor ki kenardan uçmamak için kendimizi koltuğa sımsıkı yapışırken buluyoruz. Bu ana kadar hep arka planda konuşulan savaşın patlak vermesiyle oluşan bu virajı sağ salim döndüğümüzde ise tamamen farklı bir yola girmiş oluyoruz. Fakat girdiğimiz yol savaş yolu ve yol oldukça karanlık, kan dolu. Bu savaş yolunda; birbirlerine hiç güvenmeyen ve sadece imparatoriçeye duyulan korkudan birlikteymiş gibi davranan parçalanmış bir imparatorluk ile bu imparatorlukta yaşayanları insan dahi görmeyen nefret dolu bir ülkenin arasındaki savaşa şahit oluyorken, insanların ve tanrıların zulmetme yarışında birbirlerinden aşağı kalır yanlarının olmadığını da görüyoruz. En nihayetinde savaş bittikten sonra karşımıza çıkan manzara; ihanet, işkence ve katliam oluyor.
Haşhaş Savaşı, savaşın dehşet verici atmosferini ve savaşın karakterler üzerinde bıraktığı stresi ve acıyı okuyucuya acımasız bir gerçeklikle aktarıyor. (Hatta bir bölüm hayli rahatsız edici) Bu da kitabın yarattığı ateş nehirleri içerisinde yanarak kaybolup gitmemize neden oluyor.
Herkese iyi okumalar dilerim.
Not 1 : Yazıların bu başlık altında olup olmamasına karar vermedim. Bence detaylı değil yüzeysel yazılar ama gittikçe daha uzun olmaya başladılar ve bu burayı kitaplar hakkında hızlıca bilgi almak için kullananlara bir tık rahatsızlık veriyor olabilir. Sanırım “detaylı” başlığının altına taşınabilirim. Emin değilim.
Not 2 : Bu vesileyle buradan Patrick Rothfuss adlı şahsa sitemlerimi iletiyorum. Yaz artık şu kitabı be adam!
PKD’in hayatından belirli izler taşıyan kitabını bitirdim. Kitabı bilimkurgu diye elinize almayın sadece bilimkurgu ögeleri serpiştirilmiş bir kitap. Konusundan kısaca bahsetmem gerekirse; Madde Ö olarak bilinen zehirli bir uyuşturucu beyinde geri dönüşü olmayan hasarlar bırakır. Bob Arctor adlı bir ajan bu maddenin kaynağını keşfetmekle görevlendirilir ancak işler istediği gibi gitmez ve zaman içerisinde kahramanımızın aklını kaybettiğine şahit oluruz. Kitabı sadece uyuşturucunun etkileri ile sınırlamak haksızlık olur diye düşünüyorum. Paranoya, çoklu kimlik bulanımı ve varoluş sancıları gibi bildiğimiz PKD temalarını bu kitapta görmekteyiz. Kitabın içindeki hüzün ve karanlık son kısımda ortaya çıkıyor. PKD son sözünde kitabı “oyun oynayan” arkadaşlarına ithaf etmiş. Son olarak da bazı kelimelerin yanlış yazıldığını belirtmem gerekir. Öyle okuma zevkini baltalayacak şekilde değil ama dikkat edilebilirdi. Beklentiniz yüksek olmadan sarsıcı bir hikayeye sahip bu kitabı PKD severlere tavsiye ederim.
Benimde ilk PKD kitabımdi ve sonra hiç okumamaya karar vermiştim. Şuan toplu öyküler 1. Kitap, kitaplıkta duruyor. Bakalım bir ara bir şans daha vericem inşalllah.
Ben beğenmiştim halbuki yıllar önce okuduğumda. Sonra düşündüm ki alternatif tarih konusu eskiden beridir ilgimi çekmişti. Belki de bu yüzden beğenmiştim.
Solo Leveling’in o yere göğe sigdirilamayan webtoonunu hiç okumadım animesine de hiç girmedim. Zira ta bundan 10 yıldan uzun süre önce Gamer manwhasina başlamıştım ve yazarın hikaye ve karakter yerine kural anlatmasindan bezip bırakmıştım. Yine de bir şans verip D&R’da gordugum romanının ilk cildine başlayayım demiştim. Efendim çok eğleniyorum zira uzun süredir “o kadar kötü ki eglenceli” materyal tuketmemisim onu farkettim.
"Fiyuuu fiyuuuu
Mustafa uçarak düşmanın içinden gecti"
yada
“Mustafa 10 km koştu. 100 sınav 10 mekik çekti”
Cümleler direkt böyle.
Adamın partisinin neredeyse tamamı öldü. Ölenlerin sadece ikisinin adını verme gereği duydu arkadaş, onların da 2-3 cumle repligi bile yok.
Düz yazı halinin böyle olmasının nedeni Kore edebiyatından kaynaklanıyor. Bana göre çok düz, basit ve kuru cümleler kullanıyorlar, okumak çok sıkıcı ama bu düz yazının yapıldığı webtoon veya dizi formatı zıttına çok akıcı ve sürükleyici olabiliyor. O yüzden Solo Leveling için de webtoon veya anime formatına bi şans verebilirsiniz.
Bu tarz noveller sanırım junk içeriğin şu anda dibini oluşturuyor. Kore serilerinin(webtoon-manhwa) tutmasının tek sebebi Japon serilerinin aksiyon açısından tatmin edici olmaması. Yoksa Japon serileri kadar bile hikaye, karakter derinliği barındırmıyorlar. Kaldı ki aksiyon konusunda da Çin webnovelleri çok çok daha iyi, hatta onlar hikaye ve karakter açısından da kendisini baya geliştiriyor. Her sene daha da iyi hikayeler yazıyorlar. Bu Kore serilerinin ansızın ünlenişi sanırım sadece webtoon olmalarından kaynaklı
Neyse birkaç seneye Batılı yazarların daha çok Webtoon’u çıkarsa(tBAE gibi) bu “Kule” temalı bela serilerden hızlı kurtuluruz.
Dünya’ya 6 ay sonra bir meteor çarpacak. Durum böyleyken insanlar neler yapar diye düşünür dururuz. Genel sonuç ise kesinlikle kaostan yanadır bana göre. Ama gelin görün ki Kıyamet Polis’in yazarı olaylara benzer olsa da biraz daha farklı yanaşmış ve ortaya gizemli bir roman çıkmış. Peki bu roman türünün hakkını veriyor mu? Bana göre ilk kitap için Bilimkurgu yönünden tam bir hayal kırıklığı. Polisiye yönünden ise ne kötü ne de çok iyi. Kitabın en iyi yönü merak duygusunu okuruna vermesi. Devam kitabını okuyacak mıyım? Bilimkurgu yönünün de olduğunu umut ederek evet diyorum.