Bir Malazan kitabı daha bitti. Uzun uzadıya inceleyecek kapasiteyi kendimde bulamıyorum. Her geçen kitapta Steven’ın maharetine daha da hayran kalıyorum. Artık her sayfasını aynı tad ile aynı heyecan ile okuyorum. Mutlaka tekrardan ve araya kitap sıkıştırılmadan okunması gereken bir seri. Ki ben zamanı gelince öyle yapacağım.
Kemikavcılar hakkında ise Y’Ghatan kuşatması dahil birçok bölümü soluksuz okunacak kadar iyi. Karsa’nın olduğu her yer büyük bir heyecan yaratıyor. Keza Icarium da öyle. Bu iki karakteri sonraki kitapta daha çok görmek istiyorum. Tabii işin içine iki yeni karakter de girdi. Biri Şişe diğeri Hellian. Şişe ve ekibinin birbirleriyle olan konuşmalarının çoğu yerinde gülümsemeyen yoktur.
Kısacası yine enfes bir okuma oldu. Sarıp sarmalanıp miras bırakılacak bir macera Malazan.
Süperzeka hangi teknolojilerden doğabilir? Zeka patlaması nasıl oluşur? Süperzekanın kabiliyetleri neler olur? Süperzeka ne amaçlayabilir? Dünyayı ele geçirebilir mi? İnsanlığa nasıl bir tehdit oluşturabilir? Süperzekayı nasıl kontrol altında tutabiliriz? Peki ya birden çok Süperzeka aynı anda doğarsa? Dostane bir Süperzekaya ne istediğimizi nasıl anlatırız? Daha da önemlisi ne istemeliyiz? Bu olası geleceğe karşı nasıl hazırlanmalıyız?
Bunlar gibi onlarca soruyu irdeleyen bir Yapay Zeka felsefesi kitabı.
Mezbaha Beş veya Çocukların Haçlı Seferi - Kurt Vonnegut
Okuması inanılmaz keyifli olan elimden bırakamadığım bir kitap oldu. Bilim kurgunun hiciv tarzı mizah ile harmanlandığı çok sürükleyici bir deneyim yaşadım.
Bu incelemeye kitabı sevmediğimi belirterek başlamak istemezdim, ama öyle maalesef. Değerli zamanımı böyle bir kitaba harcadığım için çok mutsuzum. Yorumlarının güzelliğine aldanarak #bizimbuyukchallengeimiz listeme eklediğime de pişman oldum.
Olsun, hepsi bir tecrübe.
“Kişisel gelişim” türüne ısınamadım hiç, ama her zaman okumam gerektiğini düşündüğüm kitaplardı bunlar. Aralarında iyileri de var kötüleri de. Ben kötüsüne denk gelmişim. Tabii bu benim için öyle. Kitabı beğenenler, beğenmeyenlere göre daha fazla. Çünkü kitaptan ne beklediğimize göre değişir her şey.
İş hayatım devam etseydi ve bu gibi ortamlarda bulunan insanlarla iletişimim ilk önceliğim olsaydı eğer, Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı bana çok şey katabilirdi belki. Hatta işime yarayabilirdi. Ama ben iş hayatımda bile çıkarlar üzerine ilişkiler kurmayı sevmediğim için yine faydası dokunmazdı bana. Yani menfaate dayalı ilişkilere sahip olmak isterseniz bu kitap her anlamda sizleri tatmin edebilir. Gerçek bir dostlukla ilgisi olduğunu düşünmüyorum çünkü.
Kısaca kitaptan bahsetmek istiyorum: Başlığı maalesef çok kötü ve talihsiz bir seçim olmuş. “Etkili İletişim” gibi bir şey de olabilirmiş. Çünkü dostlukla alakası yok ve insanları etkilemek ölüm kalım savaşı gibi anlatılmış. Tüm insanların bizi sevmesi imkânsız; sırf sevilmek ve popüler olmak için de ödün vermek ve zamanımızdan çalmak bana çok anlamsız geldi. Doğru iletişim yolları da var tabii fakat geneli manipülatif öğelerle dolu tavsiyeler içeriyor. Verilen örneklerin çoğu da oldukça uç noktalarda. Aslında 100 sayfalık bir kitap aynı şeylerin tekrarı ve örneklerin uzatılmasıyla birlikte 300 sayfa olmuş.
Başlarda bana bir şeyler katabileceğini düşündüm, sonrası ise hayal kırıklığı oldu. Bir yerde gördüğüm cümleyle birlikte kitaptan soğumam bir oldu:
“Eğer bir yazar insanları sevmiyorsa, hiç kimse onun öykülerini beğenmez.”
İnsanları, ülkesini, yaşadıklarını ve daha birçok şeyi sevmeyen, nefret eden yazarlara haksızlık olmuş. Çünkü kitapları çok okunuyor. Thomas Bernhard mesela. Bayılırım. Onun gibi çok yazar var bu dünyada. Çoğu ismi duyulmuş, hâlâ okunan yazarlar.
Carneige, insanlar ve iletişim konusunda fazla hadsiz tavsiyelerde bulunuyor. Yağcılığı sevmiyor ama bir insanla iyi geçinmenin yollarını anlatırken o hata yapsa bile övmemiz gerektiğinden bahsediyor. İş hayatında bile böyle bir şey mümkün değil. Daha çok eksikleri var konuşulacak, ama kitaba bu kadar uzun bir inceleme yazmak diğer iyi kitaplara hakaret olur.
Kitap hakkında sohbet etmiştik. @taurenim size hak vermiştim ama şimdi tamamen katılıyorum. İyi niyet hakkında konuşmuştuk.
Başlarda bu kitap için çok heyecanlıydım, ama boş bir kitapmış gerçekten de. Önermem.
Sanıyorum liseye başladığım yıldı, çocukluğun verdiği bilinçsizlikle fikrim olmadan bir kişisel gelişim kitabı alıp okumuştum o zaman. Kitaptan benden yaşça çok büyük kuzenime bahsetmiştim (biraz da derbederdi o sıralar) “En iyi kişisel gelişim insanın kendi yaşayıp tecrübe ettikleri” gibi bir şey demişti. Çok etkilenmiştim.
Anlaşılan, kitap tamamen samimi olmayan davranışlar ile yapay ilişkiler kurmak üzerine -ki bu da dostluk başlığını düşününce cidden talihsiz. Mizantropi yorumu çok çiğ. İnsanlar birçok olumsuz duygu tecrübe ediyor hayatında, benzer durumları kurgu olarak dahi birilerinin yazmış -dolayısıyla yaşamış veya düşünmüş- olması bile bağ kurma sebebiyken hem de.
Kuzeniniz çok haklı bir söylemde bulunmuş, ben de etkilendim şu an.
Uzun bir süre bu tarz bir kitap görmek bile istemiyorum. Ama bu türde yazılmış çok iyi kitaplar da varmış, İyi Hissetmek mesela. Yorumları da çok iyi görünüyor, bir gün elim giderse okurum belki. Neden bu türde okumalar yapmam gerektiğini bilmiyorum, bu kitaplara sıcak da bakamıyorum. Garip bir ikilem arasında kaldım.
Ben de yanıtlarınız için çok teşekkür ederim. Fikir birliğinde olduğumuza sevindim.
Yukito Kishiro - Savaş Meleği Alita, Cilt 9: Zalem’ in Fethi bitti.
Siborg Alita macerasının sonuna geldi. Görece güzel bir sondu. Güzel bir hikayesi vardı. Genel olarak beğendiğim bir mangaydı. Böyle kısa ve biten hikayeli mangaları seviyorum. Ayrıca alternatif bir sonu da var haberiniz olsun.
Kitabı bitirdim. Kitap Poe’nun Usher Evi’ydi sanırım o öyküden esinlenmiş. Ben o öyküyü okumadığım için onunla kıyaslayamayacağım. Kitap ince zaten, aşağı yukarı 150 sayfa ve ilk yarısında hiçbir şey olmuyor. Diğer yarısında ise eh işte dedim pek korkunç bulmadım yani ama kendisini okuttu. Sırf sonunu da merak ettiğim için bitirdim ve sonunu da pek beğenmedim, keşke başka türlü bitseydi. Etiket fiyatı 165 lira gibi bir şey zaten. Fiyat/Performans oranı yaparsam öyle bir ürün. Fazla bir şey beklemeyerek okuyun. Kingfisher öyle çok büyütülecek bir yazar değil bence. Bunu 2 kitabını da okumuş biri olarak söylüyorum. Bu kitabı Isırgan Otu ve Kemik kitabına göre çok daha iyiydi sadece onu söyleyebilirim.
Bir sıkıntı yok bea. Ben hem baskısını hem içeriği sevdiysem 10 puan, sadece içeriğini sevdiysem 9 veririm. Genelde en düşük puanım 8’dir. Bu kitap 8 altında işte, oradan pay biç. Ben senin gibi sıfırcı değilim Fiyat/Performans için okunur. Akıcı bir kitap bu arada.
Kitabı sevdim çünkü karanlık bir gelecek tasviri yapıyordu. Kitabı sev(e)medim çünkü biraz ağdalı bir dili vardı, senaryo şeklinde yazılmıştı ve ‘‘Türkler Ermenileri katlettiğinde’’ diye bir cümle geçiyordu. Zaten ince bir çizgide okurken o cümleden sonra tamamen koptum kitaptan. Bilseydim almazdım, okumazdım.
Tanrıların Açlığı birinci kitap kadar belki daha bile iyiydi. Bu kitapta ana karakterlerimizin karşılaştığı bölümleri çok sevdim. Aslında her karakterin kendine göre ayrı bir yolu var ama yazar bunları çok güzel birbirine bağlamış. İlk kitabı okuyalı baya bir süre geçmişti o yüzden İskandinav kökenli kelimelere alışmakta biraz zorlandım neyse ki kitabın en arkasında sözlük vardı. Bu kitapta da yazar karakterlere acımadı dövüşler, ölümler, kan, vahşet bolca vardı.
Keşke üçüncü kitabın çıkmasını bekleseydim. Olaylar öyle düğüm bi noktada bitti ki bakalım üçüncü kitapta nasıl çözülecek.5/5
Wool serisinin ikinci kitabı olan Vardiya’yı okudum. Kitap, Silo’daki olayların öncesini ve kitaptaki evrenin nasıl kurulduğunu anlatıyor. Silo’yu okurken aklımıza gelen soruların çoğu bu kitapta cevaplanıyor, cevaplanmayanlar da üçüncü kitapta cevaplanır büyük ihtimalle.
İlk kitaptaki karakterlerden birisi dışında diğer karakterler bu kitapta yer almadığı için okuma hızı sekteye uğruyor ama bir yerden sonra bu sorun da ortadan kalkarak kitap kendi ritmini buluyor.
Bu kitabı okumadan önce bunu atlayıp direkt üçüncü kitaba mı başlasam diyordum ama iyi ki de yapmamışım çünkü bu kitaptan bazı karakterler de üçüncü kitaba dahil oluyor.
Atatürk’ün 24 yıl boyunca yaverliğini yapan ve onun en iyi arkadaşı ve sırdaşı olan Cevat Abbas Gürer’in anılarından ve söylevlerinden oluşan iyi bir kitap. Kitabın ilk yarısı savaş anılarından oluşuyor ve bu kısım su gibi akıp gidiyor. Daha sonra kitap bir gazetecinin Cevat Abbas ile olan konuşmalarıyla ve Cevat Abbas’ın Atatürk öldükten sonraki söylevleriyle devam ediyor. Finalinde de birkaç kısa anılar ve çeşitli fotoğraflarla da kitabı bitirmiş oluyorsunuz.
Bazı anılarda duygulanmamak elde değil. Geldikleri gibi giderler sözü de ilk kez Abbas Gürer’in anlatımıyla tarihte kendine yer bulmuş.
Naif güzel hikayelere sahip bir kitaptı. Öyküler beklediğim kadar ‘‘fantastik’’ olmasa da yine de güzeldiler. Bildiğimiz anlamda fantastik olmaktan çok korku, gerilim türüne yakındılar. Onlar da fazla ürkütücü değildi. Bu durum da sanırım yazarın üslubundan kaynaklanıyor olsa gerek. Okunabilir bir kitaptı. Aldığıma pişman etmedi.