Anladım, üzüldüm bu duruma. Keşke dışına gösterdikleri özeni içine de gösterselermiş… Teşekkürler yanıtınız için
Üç yayınevinden de okudum, Alfa’nın verdiği hazzı hiçbiri vermedi. Alfa’da karakterlerle daha çok bütünleşip, yolculuğun ve maceranın içine daha çok dahil oluyorsunuz sanki. Ya da bana oyle gelmiştir bilmiyorum. Yazım yanlışı görsem de pek sallamam tabi. Bir sağlık çalışanı olarak şu günlerde baya bir kafa dagitmamı sağladı Jules Verne ve Alfa yayınevi. Kitaplar haricinde Covidden baska bir gündem yok maalesef.
Kolay gelsin, haklısınız covid döneminde hepimiz kitaplarda buluyoruz teselliyi Teşekkür ederim yorumunuz için, dikkate alacağım
Alfa Dünyanın Hakimi’ni bundan sonra basar mı acaba?Yani herhangi bir açıklama yapıldı mı?Çünkü yanlış bilmiyorsam Fatih Robur’un devam kitabı bu bahsettiğim kitap Bundan sonra başka bir kitap gelirse ikisini başka zaman bir arada almak benim için daha uygun çünkü.
Kitap da geçen 3-5 denizcilik terimini dahil etmeden konuşacak olursam “Dünyanın Ucundaki Fener” Jules Verne’nin en kolay okunan romanı gibi geldi bana.
Kitap Jules Verne’nin ölümünden sonra yayınlanmış ve 1971 yılında The Light at the Edge of the World adıyla sinema filmine uyarlanmış.
Yeni kitap için bandrol alınmış. Yeni kitap daha önce Türkçeye çevrilmemiş öyküsü Chanteleine Kontu görünüyor.
Bibliyografi listemdeki 7 numaralı kitap. Le Comte de Chanteleine orjinal isimli daha önce dilimize çevrilmemiş bir eser. Çok sevindirici bir haber.
İlk mesajı düzenleyip tablo haline getirebilir ve Wiki yaparsanız listeye ekleyelim başlığı. Epey detaylı olmuş =)
Merhabalar,
Burayı yeni keşfettim, güncel ve dolu bir içerik varmış.
Ben de kendi çapımda bir Jules Verne kitaplığı oluşturmaya çalışıyorum evimde; şimdilik çeşitli dillerde, formatlarda ve yayınevlerinden çıkmış ilk-erken-güncel baskılar ve Verne ile ilgili kaynaklarla 800 parça civarı topladım
Hatta Facebook ta da “Jules Verne iSTANBUL” diye bir sayfa oluşturdum, yeni yeni dolduruyorum, beklerim
Forumda belki hepsini paylaşmayabilirsiniz ama ara ara nadir, az bilinen baskıları paylaşsanız güzel olurdu.
Tabii ki paylaşırım. Ancak bu “konu” sadece Alfa ve İthaki odaklı olduğu için burayı şişirmemek adına “Jules Verne Koleksiyonu” diye yeni bir konu açtım, nadir ve ilginç parçaları oradan paylaşacağım.
Ama buraya da bir foto bırakmış olayım yine de…
İthaki 2000’lerin başlarında güzel bir iş yaparak 46 ciltlik bir seri yayımlamıştır, ama yayınevinin asıl güzel işi bu seriye ek olarak Verne ile ilgili 3 kitap daha yayımlamasıydı bence. Volker Dehs’in hazırladığı bir “eleştirel biyografi”, Nejat Bayramoğlu önsözüyle 5 eserin toplandığı bir saygı kitabı ve Jules Verne Öykü Ödülleri yarışmasında dereceye giren eserlerin bir derlemesi. Umarım ileride Alfa da buna benzer tamamlayıcı eserler yayımlamayı düşünüyordur.
Murat
Araya Macellanya’yı da sıkıştırınca seri tamamlanmış olacak
Piyasada gördüğüm kadarıyla Alfa sadece İnatçı Keraban 'ın 2. baskısını çıkardı. Diğer eserlerde yeni baskı varsa bilen biri yazabilirse sevinirim. Eğer yoksa koleksiyon yapmak isteyenler elini çabuk tutup tamamlasın
Buzlar Sfenksi yeniden basıldı kısa bir süre önce. Alfa’nın sitesinde olması lazım.
Karpatlar Şatosu, Arzın Merkezine Seyahat, Denizler Altında 20.000 Fersah, Balonla 5 Hafta da 2.Baskısı yapılan kitaplar.
Gerçekten bu habere çok sevindim, Buzlar Sfenksini bekliyordum, çok iyi olmuş… Arkadaşlar Alfa Yayınları, Jules Verne’ nin ‘Aya Yolculuk’ ve ‘Ay’ın Çevresinde’ adlı önemli eserlerini neden seriye dahil etmiyor ve basmıyor? Sizce de tuhaf degil mi?
Onlar da yayınlanır. Dizinin orijinal listesi şu mesajda var.
- De la Terre à la Lune - Ay!a Yolculuk
- Autour de la lune - Ay’ın Çevresinde /Ay’ın Etrafında
İsmet Birkan’ın Macellanya’da kitabina yazdığı önsözü:
Jules Verne ve Bilimkurgu
Geçenlerde büyük bir kitap-müzik mağazasında Jules Verne’in yeniden çevrilip yayımlanmış bazı eserleri gözüme ilişti. Dünyanın her yanında olduğu gibi yurdumuzda da (özellikle F. Namık Hansoy’un kaleminden) kuşaklar boyunca pek çok insanı alıp “başka diyarlara” götürmüş olan bu yazarın, kendi yurdunda ve Avrupa’da konu olduğu "anlamı pek açık olmayanyenidendoğuş"un’ bizde de yankısını -yansısını!- bulması kaçınılmazdı elbette. Son derece kendine özgü içerik ve biçimiyle hiçbir edebiyat türüne kolaylıkla sokulamayan, adeta bilinen türlerin yanında kendi başına bir tür oluşturan “Jules Verne romanları” ile, yaşamının herhangi bir döneminde dünyayı dolaşmamış pek az kişi kalmıştır. Bir yerde, yazarımızın, Kitabı
Mukaddes yazarlarından sonra, eserleri en çok satmış olan yazar olduğunu okumuştum.
Sözünü ettiğim büyük mağazayine de J. Verne’i sınıflamış, “kategorize” etmiş, eserlerini bilimkurgu reyonuna sıralamıştı: S. King ile R. R. Tolkien’inkilerin yanına … Öyle ya, ilk denizaltıyı, Ay’a roket fırlatan ilk topu, havadan ağır (üstten pervaneli) uçan taşıtı, vb. tasarlamış olan birine başka nerede yer verilebilirdi? Bilimkurgu denen olgu da insanlara -tercihan yaşanan zamanın dışında- alternatif bir dünya sunan ve bunun gerçekliğini de bilimsel teknolojik buluş ve ilerlemelere dayandıran bir edebiyat türü değil miydi? (Bilimkurgunun geliştikçe, daha çok bilim tabanına oturan “hard” ve hayalgücünün özgür göklerinde uçmayı yeğleyen “light” gibi türlere ayrılması; günümüzde ise başka alanlarda olduğu gibi, burada da her şeyin birbirine karışarak hayal ve fantezinin ağır bastığı bir tür edebi “plazma” oluşturması ayrı konu … ) Her neyse, J. Verne’in bir bilimkurguyazarı, hatta modern bilimkurgunun kurucusu olduğu görüşü hayli yaygındır. Oysa adı geçen -ve esas olarak bir Anglosakson icadı sayılan- bu edebiyat türünün uzmanları, onun başlangıcını Jules Verne’in ölümünden altı yıl sonra, 191 1 ‘de yayımlanan, Amerikalı Hugo Gernsback’ın Ralph 124C 41+ adlı eserine çıkarırlar. Bu eser, 2660 yılındaki dünyayı (daha doğrusu Amerika’yı) betimler; bilimsel buluş ve teknolojik gelişmeler kum gibi kaynar; okuru sürükleyen de bir detektif öyküsüdür: tıpkı bugünkü çok seyredilen “bilimkurgu filmleri” gibi. …
Öyleyse, Jules Verne ne yapmıştır? Kendi çağdaşları olan Flaubert, Maupassant, Zola, Gide, vb. gibi yazarların yanına koymayı kimsenin -haklı olarak- düşünmediği Jules Verne, neden 1. Asimov, A. C. Clarke, ya da R. Heinlein’lerin yanına da yakışmıyor? (Stephen King’le Tolkien’i saymıyorum, zira asıl onların bilimkurgu reyonunda ne aradıkları pekala sorulabilir.) Belki de bu sayılan yazarların
toplamından daha büyük bir okur kitlesine ulaşmış olan Jules Verne’in özgünlüğü nerededir?
Öz ya da içerik açısından, şu önemli noktayı belirtmek gerekir: İlk sıradaki yazarlar -birey ve toplum olarak- İnsan’la uğraşıyorlar, onu çözümleyip anlamaya ve anlatmaya çalışıyorlardı. (Bu hala da böyledir: “ciddi” ya da “büyük” edebiyatın, hatta tüm sanatın, insanı konu edindiği, dillerde dolaşan beylik bir gerçek, bir "truisme"dir). İkinciler ise, anlattıklarını zaman içinde yaşanan dönemin ilerisine attıkları gibi, mekan içinde de genellikle yaşanan dünyanın dışına, “başka dünyalara” yerleştirme eğiliminde olduklarından, şu ya da bu ölçüde, hep Evren’le uğraşırlar. (Hem yaşanan dünyada hem de yaşanan zamanda sunulan “kurgular”, fantastik de olsalar, ne ölçüde “bilimkurgu” sayılır, irdelenmesi gerek.) Bu iş bilimsiz olmayacağından, aslında birer “kurgu” olan eserlere “bilim” de katılarak, sözünü ettiğimiz tür ortaya çıkmıştır. Jules Verne ise arada kalanla, yani Dünya’mızla, şu üzerinde yaşadığımız -onun zamanında bile hala çok yetersiz ölçüde tanınan- gezegenimizle uğraşmıştır. Bu Dünya’nın tutkunudur ve tutkusunu çağların içinden birçok kuşağa aşılamayı başarmıştır. Zira Jules Verne ve kuşağı için dünyamız hala uçsuz bucaksız ve akla hayale sığmayacak harikalar, güzellikler ve serüvenlerle dolu bir yerdir; tıpkı bugünkü kuşaklar için "evren"in olduğu gibi. … Ve Batı ulusları bu cenneti kendi öz malları olarak teslim almaya başlamışlardır bile; tıpkı bugünkülerin evreni fethetmeye koyuldukları gibi…
Jules Verne de bütün yazarlar gibi çağının yaratığıdır, çağı ise Batı dünyasında sanayi kapitalizminin ve ona koşut olarak modern sömürgeciliğin şaha kalktığı çağdır. Batının, dünyanın geri kalan kısımlarını tanıyıp paylaşma sürecinin başlangıcı elbette daha gerilere gider; ama bu sürecin XIX. yüzyılda kazandığı ivme ve yoğunluğun yanında, önceki dönemler piknik gibi kalır. Belki Batı dünyası için de “en uzun yüzyıl” sayılabilecek olan bu
yüzyılda, yoğun bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sanayi üretimi patlaması, olağanüstü bir sermaye birikimi, dayanılmaz bir hammadde ve pazar gereksinimi gibi birbiriyle örgülü, birbirini besleyen birkaç temel etmen, Batı insanı için gezegenimizi son derece çekici, bilinip tanınmasını vazgeçilmez kılmaktadır. Avrupalı ve Amerikalı gezgin araştırıcılar dünyanın kara ve denizlerinde, kum ve buz çöllerinde, dağlarında ve ormanlarında, sadece bilim adına değil, mensup oldukları ulusun her türlü çıkarı ve merakı, bilgi ve serüven susuzluğu adına, dolaşıp durmakta; bunların gezi raporları ve anıları kütüphaneleri doldurmakta, mantar gibi biten bilimsel "akademi"lerde tartışılmakta, bu yolda yeni hırs ve hevesleri doğurmakta ve coşturmaktadır. İdealleştirilen “gezgin”, çevresindeki efsane halesiyle, imrenilecek bir sosyal tip olmuş, laboratuvarında mucizeler yaratan sakallı bilim adamının yanında yerini almıştır.
Bu olgunun arkasında elbette kısaca andığımız sosyoekonomik etmenler vardır; ama sözünü ettiğimiz olgu bunları çok aşmış, adeta gömmüştür. Dünya sadece kapitalist, emperyalist, koloniyalist
ve misyonerler için değil, her katmandan bütün insanlar için ilginç ve çekicidir. Herkes, komşusundan başlayarak, bunun olabildiği kadar geniş bir bölümünü tanımayı arzu etmektedir. Burada meraktan çok daha somut ve güçlü bir başka etmenin devreye girdiğini de belirtmek yerinde olacaktır: Avrupa’da sanayi devrimiyle gelen yeniden yapılanmanın yarattığı sosyal sorunlar, işsizlik, sefalet ve bunların neden olduğu kitlesel göçler. Kendi yurdunda geçim kapılarının kapandığını gören milyonlar için, dünyanın başka yerleri daha da çekici görünmektedir. Bu yüzyılda batı Avrupa’dan, özellikle Amerika, Afrika ve Avustralya gibi “boş” kıtalara, 45 milyon kişinin göç ettiği; ayrıca 5-6 milyon kadar Slav’ın da kuzey ve orta Asya’ya yayıldığı tahmin edilmektedir. Belirtmeye gerek yok ki, bütün bu yolculuklar son derece ilkel ve tehlikeli koşullarda yapılmakta, tam birer serüven niteliği taşımaktadır. Zira dünyamızda gezmek henüz herkesin harcı değildir; “turizm” henüz embriyon halindedir. Fransa’nın (Paris’in dense
daha doğru olur) “yüksek sosyetesi”, İmparator’un çevresiyle birlikte, en yakınlarındaki Manş kıyılarına yazlığa gitmekte, İngiliz aristokratları ve zenginleri ise, daha “uzak görüşlü” davranarak Fransa’nın Akdeniz kıyılarına kadar inmektedirler. Halkın büyük kitlesi içinse böyle şeyler söz konusu değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse, Avrupa ulusları kendi aralarında bile yeterince tanışmış değillerdir; ülkeler, hatta aynı ülkenin çeşitli bölge veya eyaletleri arasındaki gidiş-gelişler ne sık ne de
bugünkü gibi kitleseldir. Her ulus için, bir başka Avrupalı ülke, hatta komşusu bile olsa, Hint, Çin ya da Rusya’ dan daha az merak ve ilgi çekici değildir. Nitekim okurlarını dünyanın en ücra ve bilinmedik köşelerinde gezdirmekle ün yapmış olan
Jules Verne’in, İngiltere ve İskoçya’ya Geri Geri Yolculuk adlı bir romanı da vardır; yazar burada bu ülkeyi, aynen Türkiye’yi veya Çin’i anlattığı üslupla anlatır.
İşte “bilimsel ve coğratl roman” burada devreye giriyor. Bütün bu insanları, çeşitli nedenlerle o kadar merak ettikleri -ve harikalarla dolu olduğu tartışmasız kabul edilen- bu dünyada gezdirmek gerekmektedir. Jules Verne de, tiyatro yazarı olmak hayaliyle geldiği Paris’te, belki yaradılışından gelen bir yönsemenin etkisiyle kendi içinde de duyumsadığı bu gereksinimi algılamış ve doyurma yolunu bulmuş ve böylece, hemen hepsi çağdaşları olan dünya edebiyat devlerinin arasından, onlarla karşılaşıp hesaplaşmaya hiç düşmeden, sıyrılıp üne -hem de nasıl bir üne!- ve zenginliğe kavuşmuştur; yayımcısı tarafından sık sık paylanan, müsveddeleri düzeltilen, hatta kimilerince yazar sayılıp sayılmayacağı sorgulanan bir yazar olsa bile … Milyonlara dünyayı -kendi Dünya’larını- gezdiren bir “turist rehberi” olarak!. Dünyamızın bilimine, Coğra(ya’ya, Fransızların katkısı üst düzeydedir; kimi coğrafya dallarının kurucusu sayılırlar. Kimya denince Almanların akla geldiği gibi, dünya bilimleri denince de Fransızlar akla gelir. Sözü uzatmadan, bu doymak bilmez dünya merakının çağımızdaki belli başlı temsilcileri olan Kaptan Cousteau ve Haroun Tazieff gibi "fenomen"lere değinip geçelim. Jules Verne böyle bir geleneğin içinde çalışıyordu. Bilim adamı olup araş
tıracak yerde, araştırma sonuçlarını geniş kitlelere ulaştırmayı seçmesinin ve bunun için, örneğin “popular science” türü bir söylemi değil de doğrudan doğruya edebiyatı araç olarak kullanmasının ne kadar isabetli seçimler olduğunu zaman göstermiştir. Jules Verne’in eserleri yayınevinin “Olağanüstü Yolculuklar” adlı dizisinde yayımlanıyordu; yani bunlar bildiğimiz anlamda bilim eserleri değil, gezi öyküleriydi. Jules Verne çağının bilimsel ve teknolojik gelişmelerini yakından izleyen bir insandı; ama, belki de tek “bilimsel” ya da “bilimkurgusal” romanı sayılabilecek olan XX. Yüzyılda Paris’ten anlaşıldığı gibi, bilim tutkunu olmak şöyle dursun, bu gelişmelerin asıl kültürü öldürme tehlikesi yarattığını düşünüyordu. “İki Kültür” arasından onun seçimi “edebi” ya da “beşeri” kültürdü, çağının hemen bütün yazarları gibi. … Adı anılınca akla hemen Nautilus’ün, yönetilebilen balonun, ya da
Ay’a fırlatılan merminin (roket değil, henüz) gelmesine karşın, romanlarının büyük çoğunluğunda hiçbir özel bilimsel veya teknolojik öğeye rastlanmaz, en ünlülerinden biri olan Seksen Günde Devrialem de dahil olmak üzere … Jules Verne’in amacı okurlarını, bir bilimsel gelişme sonucu oluşmuş yepyeni ve bambaşka bir “alternatif” dünyada gezdirmek değildi; yeni tasarlanmış teknolojik araçlar sadece yaşadığımız dünyadaki yolculuğun yapılmasını sağlamak için başvurduğu çarelerdi ve bunlan da çağındaki bilimin tezgahında işlenmekte olan fikirlere ve yapılmakta olan deneylere dayandırıyor, hemen hemen hiç “fantezi” katmıyordu. Afrika henüz karadan bir uçtan bir uca geçilemiyor mu? Öyleyse havadan geçelim. Nasıl? Balonla, zira o sıralar gündemde bu var. … Deniz dibinde gezeceğiz, ama nasıl? Bu işe uygun bir araç yapalım: İşte size Nautilus … Ay’a gitmeye kalksak ne yapardık? Çok uzaklara gülle atan toplarımız var; balistik kurallarını da biliyoruz … Öyleyse? … Alaska ve Sibirya’yı anlatan bir romanında, yolculuk atlarla çekilen bir “karavan” da yapılır!. Jules Verne kafasını insana ya da evrene değil dünyaya takmış, demiştik. Bu nedenle olsa gerek, “büyük” yazarlar gibi dolaşık olay örgüleri kurup derin karakter analizleri yaparak “insan yaratmakla” uğraşmaz. Okurun merakını diri tutacak kadar “öykü”, son derece kaba hatlarla, siluet hatta karikatür halinde çizilmiş kişilikler, gerisi bilgi… Gezilen dünya parçası hakkında; bitkileri, hayvanları, insanları, hatta tarihi hakkında, her türden bilgi… Turistin ilgisi kendini gezdiren rehberin kişiliğine, karakterine mi yöneliktir, yoksa verdiği bilgilere mi? … Jules Verne’in kitapları uzun uzun bitki, hayvan, olay, yer, vb… adı listeleriyle doludur; bunların birçoğuna sıradan sözlük veya ansiklopedilerde rastlanmaz. Çizdiği kişilikler arasında Kaptan Nemo gibi, Kaw-djer gibi nispeten üzerinde uğraşılmış, “ciddi” edebiyat için kullanılan deyimle “yaratılmış” olanlar varsa, bunlarda hemen yazarın kendisini tanırsınız. J ules Verne, Dostoyevski ile
karşılaştırılamaz elbette, ama -bütün “büyük” yazarlar gibi- her romanında o da oradadır ve, şu ya da bu ad altında, tanınacak kadar belli bir kişi ya da tanınmayacak kadar silik bir gölge halinde, okuruyla birlikte dünyayı gezer.
Bu arada bir noktaya da işaret edelim: "Jules Verne romanları"nın daha çok gençlik romanları olduğu düşüncesi de yaygındır. Bunları gençlerin çok okuduğu doğrudur doğru olmasına da, bunun nedeni gençlik için yazılmış olmaları değildir. Jules Verne, romanlarında genç ve çocuk kahramanlara da yer vermesine, hatta -On Beş Yaşında Bir Kaptan veya Kaptan Grant’ın Çocukları’nda olduğu gibi- başlıca kişilerini onlardan oluşturmasına karşın, konu seçiminde, anlatımında ve söyleminde gençliğe hiçbir özel ödün vermez; metni bir “yetişkin” metni olup, yer yer son derece teknik terimlerle nerdeyse jargona döner. Gençleri çeken, doğal olarak o kitaplarda yaşadıkları olağanüstü serüvenlerdir. Ama unutmayalım ki, Jules Verne devrinde bütün insanlar, Dünya’nın harikaları karşısında "genç"tirler (şimdi nasıl acaba? … ). Jules Verne’in eserleri, bilimsel buluş patlamasının da temelinde
yatan o doymak bilmez meraktan beslenmekte, ona seslenmektedir. Jules Verne’in “yenidendoğuşunun” anlamı, ne
deni ne olabilir? Anlattığı dünya yüz yıl öncesine ait. O zaman esrarlı ve çekici gözüken, tam veya hiç bilinmeyen köşeleri artık tamamıyla aydınlanmış. Dünyanın her yanı artık ayrıntılı biçimde bilindiği gibi, bu bilgiye isteyen herkes de kolayca ulaşabiliyor, gerek “turist” olarak ilk elden, gerek kitlesel iletişim araçlarıyla dolaylı olarak … İnsanlar ve toplumlar birbirlerini o zaman düşünülemeyecek kadar iyi tanıyorlar. Bugünün dünyası bugünkü kuşaklar için, yüz yıl önceki dünyanın o zamanın insanları için olduğu kadar giz dolu, çekici ve serüven üretici değil. Bu yüzden olsa gerek, çağımızın “Jules Verne romanı” meraklıları bütün tutkularıyla Evren’e, “başka dünyalara” dönmüş görünüyor. Adeta Jules Verne kuşağının Dünya’da aradığını bunlar Evren’de arıyorlar. (Bu bakımdan, "Jules Verne romanları"nın kendi zamanlarında gördükleri işlevin bugünkü bilimkurgununkine benzer olduğu söylenebilir ve belki yalnızca bu açıdan iki tür arasında akrabalık kurulabilir.)
Bu durumda, Jules Verne dünyasının bugünkü kuşaklara ilginç gelmesi mümkün mü? Geliyorsa nedeni ne olabilir? Yüz yıl önceki Sibirya, Çin, Alaska, Patagonya, Hindistan, Yeni Zelanda, vb. bugünkü okur için ne bakımdan serüven sahnesi veya bilgi kaynağı olabilir?. Bir yanıt akla geliyor, çok basit ve açık bir yanıt: Buralar da, bizler için, yaşanan zamanın dışında “başka dünyalar” olmuştur artık! Gelecekte değil,
geçmişte, ama zamanımızın dışında, yaşadığımız ve lıildiğiıniz dünyadan farklı "alternatif’’ dünyalar! Tıpkı biliınkurgunun sunduğu sanal dünyalar gibi… Nasıl yüz yıl önümüzdeki Mars gezegenine gidiyorsak. yüz yıl ardımızdaki Patagonya’ya da gidebilir ve belki orayı da aynı derecede ilginç bulabiliriz … Jules Verne’in eserlerinin bugün, Alexandre Dumas’nınkiler türünden olmasa bile, yine
de birer “tarihsel roman” niteliği kazandığı söylenebilir: İnsanların yapıp ettiklerinin değil de tüm doğasıyla dünya parçalarının belli -ve geçmiş- bir zaman kesitindeki durumlarının betimlendiği “tarihsel” romanlar …
Yazarımızın anlattığı “olağanüstü yolculuklar” artık “zaman içinde yolculuklar” özelliğini de kazanmışlardır. Serüven peşindeki gençler için bütünüyle “kurgulanmış” bir sanal dünya ile zamanında geçerli ama bugün çoğu aşılmış bilgilere dayalı bir gerçek dünya arasında bu açıdan büyük fark var mıdır? İkincisi de bir “kurgu” ürünü olarak algılanamaz mı?.. Tek eksiği alien’lerin, E.T.'lerin, "böcek gözlü canavar"ların yokluğu olacaktır, ama çok fark eder mi, meraklı gezginler için? … Bugünün okurları için, sanırım, Jules Verne’in dünyası daha çok bu algılanış biçimiyle, yaşanan zaman diliminin dışında bir tür “başka dünya” olarak, merak ve ilgi konusu olsa gerektir. Böyleyse, onun neden bilimkurgu kategorisine sokulduğu da açıklanmış olacaktır.
İsmet Birkan
Olağanüstü Yolculuklar Serisinin 28. kitabı Chanteleine Kontu bugün itibariyle satışa sunulmuş. 29. kitap Robinsonlar Okulu için de 21 Ekim’de bandrol alınmış…